İçeriğe geç

Şahsi Düşler ve Onur Kırıcı Gerçekler Kitap Alıntıları – Batıkan Köse

Batıkan Köse kitaplarından Şahsi Düşler ve Onur Kırıcı Gerçekler kitap alıntıları sizlerle…

Şahsi Düşler ve Onur Kırıcı Gerçekler Kitap Alıntıları

Sokak, acze düşenler, elden düşenler, birbirlerine düşenlerle dolu.
“Ağabey bana iki öykü sar.”
“Az bekle çıkar.” Elleri yana yana tezgâha öyküleri bıraktı, üstü başı mürekkepti. Elimi uzattım “Dokunma.” dedi. Yazıcıdan yeni çıkmışlar.
“Durum mu olay mı yeğenim?” dedi.
“Olay olsun.” dedim, bu ara pek durumum yok.
Niye yazmıyorsun deyip yüzüme yaklaştı.
İstediğim şeyleri mi yazayım, okunacak şeyleri mi? dedim.
Okuyacağın şeyleri yaz, dedi.
En anlaşılmaz insanın bile en derin düşüncelerinde anlaşılmak gibi bir ümidi olduğunu biliyorum.
Bugün düşler şahsi, gerçekler onur kırıcıydı.
Sokak, acze düşenler, elden düşenler, birbirlerine düşenlerle dolu.
Bugün düşler şahsi, gerçekler onur kırıcıydı.
Sokak, acze düşenler, elden düşenler, birbirlerine düşenlerle dolu.
“Misafir gelecek birazdan.” diye bağırdı anne, kalkıp yüzünü yıkadı. Çapak ve kirpiklerinin içinde akan hayallerini görür gibi olup annesinin lavaboya çamaşır suyu döktüğünü fark etti. Bugün düşler şahsi, gerçekler onur kırıcıydı.
Batıya özenmiş bir doktorun kliniğindeydim. Halılar duvarda değil yerde, perdeler tepeden bir silindire sarılı, tablolar insansızdı. Aslan başlı maun masa üzerindeki danteli saymazsak her şey batıdandı. Batının eşyaları içinde bir doğu hastalığına tutulmuş bekliyorduk.
Bazen içinde o güzel kadınların dolaştığı keyifli bir öykü yazayım, bazen de ağlatayım herkesi, öyle bir şey yazayım ki herkes bunu ben de yaşamıştım deyip üzülsün diyorum. O insanlar gibi kimse beni anlamıyor demek istemiyorum. En anlaşılmaz insanın bile en derin düşüncelerinde anlaşılmak gibi bir ümidi olduğunu biliyorum.
En yaratıcı intiharların çoğu benim fikrimdi ve artık görevim güzel rüyalar tasarlamaktı.
Sevmek bu dünyanın eşi benzeri olmayan bir güzelliğidir. Saf bir sevginin ne izahı vardır ne de sebebi, tüm vücuduna bulaşan bir mutluluk tohumudur o, belli belirsiz bir zevk, sefil bir ruhun ihtiyacıdır.
Bugün düşler şahsi, gerçekler onur kırıcıydı.
Tanımadığım insanların yanında kabuğumu açmaktan çekiniyordum. Benim gibi mizahi yönü yüksek ve kırılgan insanların yalnızca mizahi yönünü görmekte ısrar edenler oldukça bu böyle devam edecekt.
Yanımdaki amca tuhaf bir şekilde hapşırınca kahkaha atmadan duramadım. Annem yanımda olsa kızardı. Benim gibileri sevmezdi annem, ona kalırsa bir insan hem ciddi hem de ciddiyetsiz olamazdı.
Eşya bile insana düş kırıklığı yaşatmayı alışkanlık edinmişken bir insana nasıl güvenecektim?
Yeni bir şeyler bulmam lazımdı, fakat önce yeni biri olmam gerekmez miydi?
Sevdiğimin gözünden düştüm.

Karın içinde gömülmüş gururumun parçalarını ararken, atkı satan genç adamın parlayan ayakkabılarını gördüm.
İyi misin abi ? dedi.
Kırdık. dedim.
Bacağı mı ? dedi.
Gururu dedim.

Bayat mısır kokusunun altından kızıl bir kadının kırmızı topuklarına yapışmış vişneli sakız kokusunun yer göstericinin elindeki bozuk paralarla birleşince bu kadar güzel kokabileceği gerçeği dışında bugünü yaşanabilir kılan bir olay gerçekleşmemişti.
En yaratıcı intiharların çoğu benim fikrimdi ve artık görevim güzel rüyalar tasarlamaktı.
Çok iyi bir yalancı değilse her insan kendine bir sıfatı yakıştırma çabası içinde zihninde taşıdığı en ufak bir hastalığın Latince adını öğrenmek için buraya geliyordu.
“Ağabey bana iki öykü sar.”
“Az bekle çıkar.” Elleri yana yana tezgâha öyküleri bıraktı, üstü başı mürekkepti. Elimi uzattım “Dokunma.” dedi. Yazıcıdan yeni çıkmışlar.
“Durum mu olay mı yeğenim?” dedi.
“Olay olsun.” dedim, bu ara pek durumum yok.
Tozları temizleyip rastgele sayfalardan kelimeler okudu. Sözcükler okudu olacaktı. Uzatmayalım Çağdaş, yoksa sadece Türkçe sözcüklerle konuşma iddiasına gireriz. Bak kelime demedin bu defa, işi öğreniyorsun. Benissimo, brutto, amico. Tümce de kur. Kurarsam sondaki harfler değişir. Neden? Anlatamam şimdi uykum var. Buona notte.
Sokak, acze düşenler, elden düşenler, birbirlerine düşenlerle dolu.
Batının eşyaları içinde bir doğu hastalığına tutulmuş bekliyorduk.
Sokak, acze düşenler, elden düşenler, birbirlerine düşenlerle dolu.
Şehrin en tanınmış ve tanınmış gibi yapan varlıklı insanlarının gözde semtlerinden birinin büyük sahnesindeki gösterimde yine gördüklerimden, birbirinden kaçışan âşıklardan bahsederken tüm dünya koca bir kafesmiş, ben de sergilenen bir uzak diyar hayvanıymışım gibi hissettim.
Ben ünlü olana kadar ailem diyebileceğim bir topluluk yoktu.
Övgü ve tesadüflerle geçen günlerin sonunda ilginin doğurduğu merak, merakın getirdiği umursamazlık, ailemin kafaya taktığı yeni bir sorun oldu.
Üç sakallı genç girdi içeri, bir gencin üç sakalı yoktu, ayrı ayrı üç sakallı gençti bunlar.
Bizim insanımızın her şeyi bildiğini unutmuştum.
Herkesin aklında tanıştığımız ilk günden nefes almaya devam eden başka bir ben yetişiyordu.
Çıktım yayınevinden, ne yarışmadan, ne gazeteden, ne de bir güzele sergilediğim duygularımdan haber vardı.
Ben de gözü mü vardı? “Göremiyorum.” diye bağırdı, bir de baktı ki gözü sahiden ondaydı.
Başım ağrıyor dediğimde kimsenin benimle ilgilendiği yoktu. Varsa yoksa vertigo, borderline, blumia’ydı.
Çok iyi bir yalancı değilse her insan kendine bir sıfatı yakıştırma çabası içinde zihninde taşıdığı en ufak bir hastalığın Latince adını öğrenmek için buraya geliyordu.
Batının eşyaları içinde bir doğu hastalığına tutulmuş bekliyorduk.
İnsanların sesine tıkadık kulaklarımızı, sonra bizim olaysız öykümüz başladı.
Aklıma iki paragraf atıp çıktım evden.
“Hayırlı işler ağabey, kaça verirsin bu demliği?” dedim.
“On kağıda bırakırım.”
“On kağıda bırak, ben beş kağıda alayım.”
Tozları temizleyip rastgele sayfalardan kelimeler okudu. Sözcükler okudu olacaktı. Uzatmayalım Çağdaş, yoksa sadece Türkçe sözcüklerle konuşma iddiasına gireriz. Bak kelime demedin bu defa, işi öğreniyorsun. Benissimo, brutto, amico. Tümce de kur. Kurarsam sondaki harfler değişir. Neden? Anlatamam şimdi uykum var. Buona notte.
Baş intihar mühendisi olarak görev yaptığım Yaratıcı İntiharlar Departmanında sekreter olarak çalışan Burcu Hanım’la olan konuşmalarımız günaydınlardan öteye geçmiyor, bana bir yabancıymışım, otobüste gördüğü önemsiz yüzlerden biriymişim gibi davranıyordu.
Selim Bey, ilkokulda edindiği yarım yamalak Fransızcasıyla Buse Hanım’ı Fransız usulüyle öperken tuhaf bir yazı ve resmin araya girmesiyle uyandı. Karşısında biri uzun yakışıklı, biri kısa yakışıksız iki adam vardı. Sakalsız yüzleri, geleceğe dair umutsuz bakışları ve dökülmeye yüz tutmuş saçlarıyla bu adamlar ancak devlet memuru olabilirdi.
Tam bir güzeli öpecekken dişleri döküldü, tanrım ne oluyor diyemeden edebiyat hocası Güvenç Bey, “T’yi büyük yaz.” diyerek ensesine vurdu. Sanki üç gözü vardı da herkesi göründüğünden farklı, olmak istediği, olduğu ve olacağı halleriyle görüyordu. Ayın kaçıydı? “On sekiz.” diye bağırdı evlenmek isteyen komşu kızı. Uyanmış mıydı? Belki uyanmamışımdır diye patronu Gizem Hanım’ı öptü. “Ne oluyor Alper Bey?” Bey demeseydi aşık olacaktı, demek rüya değildi. Aklında yine eskilerden bir pişmanlık sahnesi: İlk aşkını öpeceği sırada süt dişlerinden biri ağzından fırlayıp kızın suratına yapışmıştı. “Misafir gelecek birazdan.” diye bağırdı anne, kalkıp yüzünü yıkadı. Çapak ve kirpiklerinin içinde akan hayallerini görür gibi olup annesinin lavaboya çamaşır suyu döktüğünü fark etti. Bugün düşler şahsi, gerçekler onur kırıcıydı.
Meğerse misafirler benim korkularım, çatal hayata bakış açım, zeytinse gerçekleşmeyen isteklerimmiş. Misafirin çocuğu da yalnızca misafirin çocuğuymuş. Peki ya Burcu? Reçetem kadınları anlamaya çalışmaktan vazgeçmekmiş. Hastaymışım ben, Burcu sendromu varmış bende.
Benim adı konmuş veya konacak bir hastalığım yoktu. Aile dostlarımızdan Yüksel ağabeyin küçükken hiç de güzel bulmadığım kızı Duygu’yu –yani kalkık burunlu güzel doktoru– görmek için gelmiştim. Rüyadan rüyaya görüştüğüm Burcu adında bir güzel vardı tabi fakat ona da hastalık dense ülkenin açık hava tımarhanesine döneceğinden hiç şüphe yoktu.
Kendimle ilgim kesilince diğer hastalara baktım. Kucağında su damacanasına konmuş turşuyla bekleyen, herkese “Turşu yer misin?” diye soran kasketli amcanın ileri derecede turşu ikram sendromu vardı. Küçüklüğündeki paylaşımcılık hissi onu yiyip bitiriyordu. Güzel gözlü şişman hanımın da hemen girişteki koltuğa oturmasından OAİ (Otobüste Arkaya İlerleyememe) sendromu olduğu belliydi.
“Evimiz de kitaplıklar olacak. Her gün farklı bir roman okunacak soframızda, renk renk ayraçlar kullanacağız.” dedim. İnandın. Yürüdük sahil boyunca, deniz fenerlerini, kaçak öykücüleri geçtik. El ele tutuşmadık, çekinirdin belki. İnsanların sesine tıkadık kulaklarımızı, sonra bizim olaysız öykümüz başladı.
Mağara dönemlerinden kanımızda taşıdığımız sahiplenme duygumuz, cüzdanımızda taşıdıklarımıza düşman kesilerek hesabı hep bize ödetir. İnsanlık tarihinde, buluşmayı önerenlerin hiçbiri buluşmasından kar ederek ayrılmamıştır.
Niye yazmıyorsun deyip yüzüme yaklaştı.
İstediğim şeyleri mi yazayım, okunacak şeyleri mi? dedim.
Okuyacağın şeyleri yaz, dedi.
“Bu nasıl öykü oğlum?”
“Kötü mü?”
“Yine diyalogla başlamışsın. Sıkıyorsun okuyucuyu, okuyucu bunları istemiyor.”
“Ne istiyor okuyucu?”
“Ne bileyim? Yazar olan sensin. Şaşırt okuyucuyu, onlara yeni bir şeyler ver.”
“Olur.”
“Sence…”
“Hayır.”
“Peki…”
“Sanmam.”
“O halde…”
“Umarım.”
“Sonuç olarak…”
“Sanırım bir şeyler yapmak zorundayız.”
Yastığa kafasını koyar koymaz canını sıkan ne varsa aklına geldi. Açık kalmış buzdolabının ikinci rafından gelen turp kokusuyla budaklandı tüm düşünceler. Turpa benzeyen bir çantası vardı ilkokulda. Yolun karşısındaki motelin sabaha kadar yanıp sönen mor ışıkları ufak bir kırılmayla pencereden geçerek tavana yansıdı.
Baş intihar mühendisi olarak görev yaptığım Yaratıcı İntiharlar Departmanında sekreter olarak çalışan Burcu Hanım’la olan konuşmalarımız günaydınlardan öteye geçmiyor, bana bir yabancıymışım, otobüste gördüğü önemsiz yüzlerden biriymişim gibi davranıyordu. Ne zaman ona yaklaşıp bir şeyler sormaya hazırlansam iri kalçalı Hülya Hanım ve onun Fransızca sözcükleri araya giriyor, Burcu Hanım da başlarda kıskançlık sandığım fakat aslında tiksinme olan bir ifadeyle “Gitmem lazım Umut Bey.” diyerek benden uzaklaşıyordu.
“Rüya görme ehliyetinizi alabilir miyim?”
“Buyurun.”
“Beyefendi sizin rüya görme ehliyetinizin süresi ben anaokulundayken dolmuş. Şu hesaba elli lira yatırıp rüya ehliyeti sınavına tekrar girmeniz gerek. Şu evrakları da Düşver Hanım’a imzalatıp Şirret Hanım’a onaylatacaksınız.”
Selim Bey, ilkokulda edindiği yarım yamalak Fransızcasıyla Buse Hanım’ı Fransız usulüyle öperken tuhaf bir yazı ve resmin araya girmesiyle uyandı. Karşısında biri uzun yakışıklı, biri kısa yakışıksız iki adam vardı. Sakalsız yüzleri, geleceğe dair umutsuz bakışları ve dökülmeye yüz tutmuş saçlarıyla bu adamlar ancak devlet memuru olabilirdi.
Batıya özenmiş bir doktorun kliniğindeydim. Halılar duvarda değil yerde, perdeler tepeden bir silindire sarılı, tablolar insansızdı. Aslan başlı maun masa üzerindeki danteli saymazsak her şey batıdandı. Batının eşyaları içinde bir doğu hastalığına tutulmuş bekliyorduk. İçerideki kalkık burunlu güzel doktor birazdan bizimle konuşacak, biz de iyileşmiş gibi yapıp buradan ayrılacak, doktorun bize verdiği güveni yitirene kadar buraya uğramayacaktık.
“Poşetin ağzını aç, hamur oldu öyküler.” dedi annem. Oturduk sofraya, ana oğuluz zaten. İki öykü yetiyor bize. Eskiden hep durum öyküsü okurduk, haftada bir gün de balkonda roman yapardık. Durumumuz iyiydi o zamanlar. Belediyenin öykülerine kaldık. Ramazan kolisi de var, iki durum iki olay çıktı içinden. Antoloji yaparız evdeki bayatlarla. Yüzü asıldı annemin, yazım yanlışı bulmuş.
Tam bu öyküye güzel bir giriş bulmuştum ki o dişlek kadın oturdu karşıma.
Onların hüznü azalırken benimki artıyordu. Yaşadığım umursamazlık, merakın gizlediği bir ilgisizlikken, usta bir bukalemun olan yüreğim bu duyguları sil baştan adlandırmayı başarmıştı.
Tam bu öyküye güzel bir giriş bulmuştum ki o dişlek kadın oturdu karşıma. Eli yüzü tuhaf, çirkin bir şeydi. Sararmaya başlamış beyaz, yırtık bir elbise üzerindeydi. Uzun tırnaklı ellerini saçlarına daldırıyor, bulduğu şeye birkaç saniye bakıp yere atıp ayağıyla eziyordu. Garsona el ettim.
Tam da ona yazdığım şarkıyı çalarken gitarın teli kopunca bunu tanrıdan gelen bir işaret olarak kabul ettim. Direk ondan gelmiş de olabilirdi fakat ben tanrıdan olsun istiyordum. Eşya bile insanda düş kırıklığı yaratmayı alışkanlık edinmişken bir insana nasıl güvenecektim?
Düşver Hanım’la aramda uygunsuz bir ilişkinin başlayacağını hissediyor fakat bu uygunsuzluk hoşuma gidiyordu. Sonunda ilgimi çeken bir şey vardı ve bu sevmediğim bir insanın oldukça düzgün bir uzvuydu. Rüyalarımda hep onu görüyor, hep onu arzuluyordum fakat gerçekteki hali hiç mi hiç ilgimi çekmiyordu.
Şehrin en tanınmış ve tanınmış gibi yapan varlıklı insanlarının gözde semtlerinden birinin büyük sahnesindeki gösterimde yine gördüklerimden, birbirinden kaçışan âşıklardan bahsederken tüm dünya koca bir kafesmiş, ben de sergilenen bir uzak diyar hayvanıymışım gibi hissettim.
Babam Devlet Rüya Mimarları Ofisinde müsteşardı. Bana rüyalar ve intiharlar hakkında bildiğim her şeyi o öğretmişti. Amcam gibi kadınlar hakkındaki tercihlerime karışmaz, bayram günlerinde bir araya gelen ailenin tüm erkekleriyle kadınlar konusunda seçici olmamak gerektiğini, seçici olsaydı annemle asla evlenmeyeceğini söylerdi.
Selim Bey, ilkokulda edindiği yarım yamalak Fransızcasıyla Buse Hanım’ı Fransız usulüyle öperken tuhaf bir yazı ve resmin araya girmesiyle uyandı. Karşısında biri uzun yakışıklı, biri kısa yakışıksız iki adam vardı. Sakalsız yüzleri, geleceğe dair umutsuz bakışları ve dökülmeye yüz tutmuş saçlarıyla bu adamlar ancak devlet memuru olabilirdi.
Yine sevmediği yaşlı bir kadın, koluna taktığı çirkin torunuyla gelecekti. Misafirliklerde şeytanın oğluna dönüşen takım elbiseli küçük çocuklar ve onların çirkin ablaları. Ne olurdu güzel bir torunu olsaydı şu tanıdıkların, otobüste gördüğü her güzelle on saniyelik aşklar yaşayan bizler hiç mutlu olmayacak mıydık? Başı kaşınıyordu. Elini saçlarına atınca bir şey takıldı. Gizem Hanım başındaydı. Öpse miydi? Öptü, yanlış anlamasın diye bir daha öptü. Daha da yanlış anlaşıldı. Ben de gözü mü vardı? “Göremiyorum.” diye bağırdı, bir de baktı ki gözü sahiden ondaydı.
Çok iyi bir yalancı değilse her insan kendine bir sıfatı yakıştırma çabası içinde zihninde taşıdığı en ufak bir hastalığın Latince adını öğrenmek için buraya geliyordu.
Batıya özenmiş bir doktorun kliniğindeydim. Halılar duvarda değil yerde, perdeler tepeden bir silindire sarılı, tablolar insansızdı. Aslan başlı maun masa üzerindeki danteli saymazsak her şey batıdandı. Batının eşyaları içinde bir doğu hastalığına tutulmuş bekliyorduk.
Sokak, acze düşenler, elden düşenler, birbirlerine düşenlerle dolu.
Abi bana iki öykü sar.
Az bekle çıkar. Elleri yana yana tezgaha öyküleri bıraktı, üstü başı mürekkepti. Elimi uzattım, Dokunma, dedi. Yazıcıdan yeni çıktılar.
Durum mu olay mı yeğenim? dedi.
Olay olsun, dedim, bu aralar pek durumum yok.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir