İçeriğe geç

Private and Royal Life in the Ottoman Palace Kitap Alıntıları – İlber Ortaylı

İlber Ortaylı kitaplarından Private and Royal Life in the Ottoman Palace kitap alıntıları sizlerle…

Private and Royal Life in the Ottoman Palace Kitap Alıntıları

&“&”

Meğer saltanat ile teneşir arası ne kadar kısaymış."
Bugün eğitime başlamak için çocuğun yedi yaşına gelmesinin beklenmesi özellikle dil eğitimi için çok geçtir.
2. Abdülhamid Han, imparatorluğun tarihini romantik bir biçimde yeniden yorumlamak ve benimsetmek isterdi. Onun zamanında Bursa’da Osman ve Orhan Gazi’lerin türbeleri yaptırıldı.
Osmanlı devlet anlayışı bu sarayın her bölümünde ve her köşesinde göze çarpmaktadır. Topkapı Sarayı her şeye rağmen Osmanlı medeniyetini bütün görkem ve ihtişamıyla bize anlatır.
Yüzyıllarca benzeri yapılamayan Ayasofya, kentin en önemli camiidir, fethin sembolüdür. O vakte kadar yeryüzünün en büyük, en parlak, en şöhretli mabedidir.
… Kendinden evvelki mirasa karşı duyulan bu saygı, büyük bir medeniyet ve insanlık mirasını sahiplenmenin de delilidir.
Osmanlı, Enderun ve Harem’de kan asaletine değil liyakat ve tırmanmaya yeteneği olan insanlardan oluşan bir yönetici ve saraylılar zümresi meydana getirmiştir.
Osmanlı kültürünün kendine has güzelliği ile padişaha tevazu sahibi olması konusunda ihtar edilirdi: “Mağrur olma Pâdişâhım senden büyük Allah var.”
Osmanlı İmparatorluğu’nun sarayları ve şaşaası üzerine çok söz söylenir. Geçmişi karalamak isteyenlerin saray müsrifliği ve harem masallarını dillendirmeleri abartılmış yaklaşımlardır.19. yüzyılın Osmanlı devlet tüketimi diğer büyük devletlerle mukayese edilemeyecek ölçüde mütevazıdır.
Topkapı Sarayı, Fransızların, Rusların devasa saraylarına nazaran çok çok küçük kalır. Ancak sarayımız hoş bahçeleri, enfes mimarisi ve etkileyici konumu ile güzeldir ve sarayımızda kimilerinin sandığı gibi abartılı lüks bir hayat ve israf söz konusu değildir.
Bu ilginç saray, yeryüzünün en özgün hükümdar evidir. Kanaatimce gerek konumu gerek barındırdığı eserler bakımından dünyanın en güzel sarayıdır. Bu hâliyle Topkapı’nın, diğer saraylarla mukayesesi kabul edilemez.
Fenerli beyler imparatorluğun Hristiyan memurlarıydı ve çok kimsenin zannettiği gibi mutlaka Helen asıllı değillerdi. İçlerinde mebzul Romen asıllar, Bulgar, Hristiyan Arnavut, hatta 13. yüzyıldaki Haçlı istilasından kalan Latin kökenli aileler de vardı.
Matbah-ı amire saray mutfaklarının bulunduğu kısımdır. Osmanlı Sarayı’nın mutfağı her yüzyılda Osmanlı zarafetinin ve zenginliğinin göstergesi olmuştur.
Baklava Alayı, Topkapı’da ramazan hayatının güzel bir misalidir. Padişahın askerlerine ramazan ikramıdır.
Osmanlı saltanatında ünvanlar, silsile halinde babadan oğula geçer; yani padişah oğulları şehzade", kızları "sultan"dır.
İstanbul, Avrupa’nın ilk üniversite şehridir
Her cuma padişah İstanbul camilerinden birinde ibadet etmek için muhteşem bir alayla halkın arasına çıkardı.
Bütün saraylar da tıpkı insanlar ve cemiyetler gibi işlevlerini başka kurumlara devrederler. Klasik devir Osmanlı Sarayı, bizim Topkapı Sarayı dediğimiz Saray-ı Amire de 19. yüzyılın modern dünyasında devletler sistemi içerisindeki bir büyük devletin klasik evi olarak işlevini tamamlamış ve görevini yeni saraylara devretmek zorunda kalmıştır. İlk olarak Topkapı’nın bu görevini Dolmabahçe Sarayı üstlenmiştir.
Sultan III. Selim’in şehid edilmesinin ardından asilerin II. Mahmud’u öldürmek için Harem’e girmeleri üzerine Cevri Kalfa koşarak Şehzadegân Dairesi’ne varmış ve şehzadeyi alarak kendi dairesine çıkartmıştır.
Asilerin durumu fark etmeleri üzerine merdiven başında onların üzerine kül atarak zaman kazanmış ve saraylıların da yardımıyla şehzadeyi dama çıkartarak kurtarılmasını sağlamıştır. II. Mahmud padişah olunca Cevri Kalfa’ya vefa göstererek onu başhazinedarı yapmıştır. Şükranının bir ifadesi olarak da Sultanahmet Divanyolu’nda bir mektep, Çamlıca’da ise bir köşk inşa ettirmiştir. Divanyolu’ndaki mektep bugün Türk Edebiyatı Vakfı binası olarak kullanılmaktadır.
Hamam; Akdeniz medeniyetinin mühim unsurlarındandır ve Selçuklu Osmanlı geleneğinde Türk Hamamı bu bölgede temizlik anlayışı olarak Roma Hamamı’ndan sonra en etkili müessesedir. Osmanlılarda berber de hamam içinde yer alır.
Hamam geleneği çok zengin kumaş, mücevherat, gümüş, bakır, porselen ve sedef kakma eserlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Harem bölümünün en itinalı ve ferah bölümü padişahın annesine, valide sultana ayrılmıştır. Padişahın eşi sıfatıyla Harem’de bulunan haseki, padişahın vefatıyla eski saraya gider, ancak bu sefer oğlu padişah olursa daha görkemli bir şekilde Harem’e geri dönerdi.
Saray geleneğine göre dört yaşına gelen şehzade (padişahın oğulları) ve sultanların (padişahın kızları) eğitimi başlardı. Haddizatında bunun günümüze bakan tarafları da vardır. Bugün eğitime başlamak için çocuğun yedi yaşına gelmesinin beklenmesi özellikle dil eğitimi için çok geçtir.
Osmanlı tarihinde otuz altı Osmanlı padişahından yirmi üçünün annesine valide sultan unvanını almak ve oğullarının Devlet-i Aliyye’nin tahtında oturduğunu görmek nasip olmuştur.
Osmanlı hanedanının büyük annesi Hürrem Sultan, çocukları tahta çıkmadan vefat ettiği hâlde Kanuni Sultan Süleyman tarafından “sultan” unvanı verilen, Avrupalıların Roksolana dediği Ukraynalı zeki ve güzel bir kızdı.
1924’ten beri dışarıda sürgünde büyüyen, okuyan ve yurda giremeyen hanedan üyelerinin çok yakın zamana kadar Türkçeyi mükemmelen muhafaza ettiğini, Türkiye tarihini ve âdetlerini öğrendiklerini görüyoruz. Bu, saray eğitiminin güzel bir misali ve etkili bir kalıtımıdır.
Topkapı Sarayı’nın en çok duyulan, konuşulan, en çok ama en yanlış bilinen yeridir. Sarayın ve bütün devlet protokolünün en başta gelen bölümüdür; çünkü padişahın evidir ve padişah evinin başında da “valide sultan” yer alır.
Yabancı ananın bir kimlik sorunu hâline gelmesi Türkiye’de yeni bir eğilimdir. Osmanlı dönemi kuşaklarında dahi karışık evlilik, Türklük konusunda tartışma çıktığı vâki değildir. Osmanlı Sarayı’nda ve kapıkulu ocaklarında devşirme erkek çocuk ve kızlar Türk dili ve İslâm kültürüne göre yetiştirilirdi.
Lale Devri’nde lalenin etrafında sokaktaki insan incelik, zarafet arar olmuştu. Çarşının esnafından manastırın keşişlerine; medreselilerden tarikat ehline insanlar; tören, ritüel ve musiki izler hâle gelmişti. Bu çağ edebiyatımızda da, resmimizde de, süsleme sanatlarımızda da lale ile temsil ediliyor. Lale 18. yüzyılın Osmanlı imparatorlarını birleştiren bir semboldü.
Revan Köşkü gibi yine Sultan IV. Murad tarafından Bağdat’ın yeniden fethedilmesinin bir hatırası olarak ve Revan Köşkü’yle aynı planda inşa edilmiştir. IV. Murad tarafından yaptırılan iki köşk tarihî hâdiselerin birer anıtı gibidir.
Osmanlı, Enderun ve Harem’de kan asaletine değil liyakat ve tırmanmaya yeteneği olan insanlardan oluşan bir yönetici ve saraylılar zümresi meydana getirmiştir.
Has Odabaşıların en meşhuru Makbul/Maktul İbrahim Paşa’dır. Kanuni’nin Has Odabaşısı olan İbrahim Paşa, önce vezir-i âzam, ardından da Kanuni’nin kız kardeşi Hadice Sultan’la evlenerek saraya damat olmuştur.
Çuhadar ağa, alaylarda padişahın arkasında yer alır, padişahın kürklerini, kaftanlarını taşır, bakımlarını yapardı. Rikâbdar ağa, padişahın ayakkabılarından mesuldü. Çizmesini, mest ve pabuçlarını hazırlar ve giymesine yardımcı olurdu. Tülbendçibaşı ise padişahın sarıklarının etrafına tülbent sarar ve hünkârın sarıklarını ve çamaşırlarını hazır bulundururdu. Has Odalılardan iki zülüflü ağa padişah uyuduktan sonra ellerinde şamdanla padişahın yakınında sabaha kadar değişmeli olarak nöbet tutardı.
Has Odabaşı saray mareşali derecesindeydi. Sürekli padişahın yakınında bulunan Has Odabaşı bir manada padişahla birlikte yaşardı. Padişahın günlük işlerini takip eder, padişaha özel işlerinde yardımcı olurdu. Kendisinden sonra gelen silahdar ağa saray başyaveri derecesindeydi, törenlerin protokol şefiydi. Silahdar, padişahın okunu, yayını, kılıcını taşırdı.
Has Oda’nın en büyük zabitleri has odabaşı, Silahdar ağa, çuhadar ağa, rikâbdar ağa, tülbentçi başı ve anahtar ağası idi. Bunlar da dâhil olmak üzere bütün Has Oda mevcudu kırkı bulurdu ve ilk dördüne padişahın yakınında bulunduklarından arz ağaları denilirdi. Has Odalılar saç ve zülüf bırakma ayrıcalığına sahiptiler. Bundan dolayı “zülüflü ağalar” olarak da bilinirlerdi.
Has Odalılar Enderun’un en üst sınıfıydı. Enderun ağaları içinde padişaha en yakın olan kırk seçkin gençten oluşurdu.
Devşirmeler bazılarının sandığı gibi zorla alınmaz, hatta bazı fakir köyler çocuklarının bu yolla kurtulacağına, yükseleceğine inanarak Osmanlılara vermeye gönüllü olurlar. Tabii, kaderde bir asker olarak savaşta ölmek de vardır, imparatorluk yönetiminin ikinci adamı yani başvezir olmak da… Devşirilen çocukların kimisi bir yeniçeri neferi olarak kalacaktır, kimisi Sokullu Mehmed Paşa, Mahmud Paşa gibi koca imparatorluğun kaderini elinde tutan başvezirler olacaktır. Her devşirme de köylü değildir, bazen çok önemli ailelerin çocukları da ebeveyni ikna yoluyla alınabilir.
Enderun bir müessesedir. Buradaki eğitimle imparatorluğun yönetici sınıfı yetiştirilir. Büyük kısmı itibariyle Balkanlar’ın, Kafkaslar’ın ücra köylerinden devşirilen gençlerin, burada eğitilip nasıl üstün bir sınıf meydana getirdiğini görürsünüz. O kadar ki hem fizikleri, hem duruşlarıyla etrafı etkileyen bu devletlilerin, kendilerinin bir devlet imajını meydana getirdiğini söylemek hiç mübalağa sayılmaz. Saray dışına çıktıkları vakit yürüyüşlerinden, konuşmalarından, hâl ve tavırlarından Enderun terbiyesi aldıkları belli olur.
Yavuz Sultan Selim Han’ın, “Benim altunla doldurduğum hazineyi ahlâfımdan (benden sonra gelenlerden) her kim mangırla doldurursa hazine anın mührü ile mühürlensin ve illa benim mührümle mühürlenmekte devam olunsun)” yolundaki emri gereği Enderun Hazinesi’nin dış kapısı, saray müze oluncaya kadar bu surette mühürlenmiştir. Bu koyu yeşimden mamul mühür, hazinedarbaşında sonra hazine kethüdasında bulunurdu. Mührün üzerinde ortada Sultan Selim Şah yazısı, bu yazının etrafında da “Tevekkeltü alâ Hâlikî / Yalnız Allah’a güvenirim.” ibaresi bulunurdu.
Devşirme, bir hayat tarzıdır. Bu çocuklar ön planda Türkçeyi ve İslâmiyet’in kurallarını öğrenirler. Enderun’a alınmayanlardan bilhassa yeniçeri acemi kışlalarına verilecek olanlar bir hazırlık olmak üzere hayatlarında “Türk’e verilmek” denen bir safhadan geçer. Bunlar İstanbul’a yakın Bursa veya Edirne köylerindeki köylülerin yanlarına gönderilir.
Cülûs merasimi öncesi vefat eden padişahın naaşı yeni padişaha gösterilirdi. Böylece padişah dahi olsa bütün insanların sonunun nasıl olacağı hatırlatılmış olurdu.
Mehter dünya tarihinin en eski askerî orkestrasıdır ki temelleri Orta Asya hanlıklarına kadar dayanır.
Rivayete göre, II. Mehmed’in Bursa veya Edirne zamanında, dervişin biri divanın ortasına sızıp “Padişah kangınız?” diye sormuş. Artık imparatorluk çağında böyle ölçüsü kaçmış aşiret demokrasisine tahammül edilemezdi; idare ve devlet, yönetilenle çok fazla yüz göz olmaya başlamıştır.
Bu yüzden Fatih Sultan Mehmed devrinden itibaren padişahlar Divan-ı Hümâyûn’a yani dünyayı yöneten bu kurula başkanlıktan çekilmişler, toplantı salonu üzerinde kafesle ayrılan bir hücrede oturarak müzakereleri takip etmeye başlamışlardır.
Topkapı Sarayı bir müze olarak zorlanıyor. Çünkü aslında saraydır. Sayısız malzemenin teşhiri ve depolanması için yeni yerlere ihtiyaç var. Milli varlığını ve eski eserlerinin kapasitesini tanımayan birtakım gruplar ve kamu kuruluşları hâlâ saray arazisinden yer almak peşinden koşuyorlar.
Mermer tahtın arkasındaki kitabede, “… Sa’d Vakkâs oku gibi gayb olup nice zamân Cüst ü cû idüb arayup buldular hem ölçdüler Geldi yüz on beş zirâ’ benna hesâbınca ayân Hem bu taşdan dahi bir küçük cerd zerk eyleyup Karşı duvarı aşub cimşirliği aşdi hemân …” denilerek Sultan IV. Murad’ın 1046/1637 senesinin ramazan ayında (şubat) doludizgin giden atının üzerinden fırlattığı meşe lobudunu 115 zira (yaklaşık 80 m.) uzağa fırlatmayı başardığı anlatılmaktadır ki padişahın gücünün anlaşılması için güzel bir misaldir.
Hiç şüphesiz ki; cihan tarihini etkileyen şahsiyetler Osmanlı padişahları içinde bilhassa Fatih Sultan Mehmed Han ve Kanuni Sultan Süleyman Han’dır. Bunlardan biri “Fatih” unvanını taşır, öbürüne de biz “Kanuni” kanun yapan deriz ama bütün Avrupalılar “Muhteşem” unvanını verirler ki gerçekten muhteşemdir.
Osmanlı hanedan üyeleri ticaret yapamaz, başka meslekler icra edemez, sadece askerlik yapabilirler. Bu, monarşinin sonuna kadar böyle kalmıştır.
Fatih Sultan Mehmed Han, fetihten sonra, bugünkü Beyazıt’ta İstanbul Üniversitesi’nin bulunduğu yerde bir saray yaptırır. Bu sarayın hududunun bir hayli geniş olduğu ve Süleymaniye Camii’nin yerinin de bu sahada bulunduğu malumdur. Bu ilk yapılan saray “Eski Saray”, Topkapı da “Yeni Saray (Saray-ı Cedid)” olarak anılmıştır.
İstanbul, Avrupa’nın ilk üniversite şehridir. Thedosyus, hukuk ve ilahiyat fakülteleriyle üniversite denen kurumun dünyadaki ilk temelini atmıştır. Fethin ardından İstanbul’da ilk üniversite kurulurken Fatih Camii seçilmiş ve bu üniversiteye Sahn-ı Seman (sekiz auditorium) adı verilmiştir.
Osmanlı Sarayı şiir ve musikiydi. Musikişinas ve şairler hep ödüllendirilirdi.
Her padişahın bir zanaatı vardı. III. Selim büyük kompozitördü, III. Ahmed büyük bir kaligraftı. II. Mahmud hem kaligraf hem musikişinastı. Muhteşem Süleyman kuyumcuydu. II. Abdülhamid dâhi bir marangozdu. IV. Murad sporcuydu ve gayet ince bir kaligraftı. II. Mehmed (Fatih) Rönesans tipi bir hümanistti. Yunanca okur, Farsça şiir yazardı. Doğu ve Batı’nın efendisiydi.
Sarayın iç kısmı yani padişahın ikametgâhı sayılan Harem ve Enderun, tarihi yönlendiren bölümlerdir. Enderun, devşirme (recruit) çocukların devlet idaresi ve ordu komutası için yetiştirildiği bölümdür. Burada hem teorik dersler alırlar, hem de saray hizmetlerinde bulunurlardı. Hizmet eden, hizmet ettirmeyi bilir.
Cüceler fizik olarak sevimli bulundukları için genelde padişahlara “şirinkârlık” yaparlardı. Bir görevleri de padişahın kitaplıklarına bakmaktı. Cücelere musahiplik unvanı verilirdi. Zaman zaman padişahlara kitap okudukları da bilinir.

Dilsizler ise mahrem devlet konularının görüşüldüğü ortamlarda servis yaparlardı. Bazen de askeri isyana teşvik etmek, devlete başkaldırmak gibi ağır suçların faillerinin cezalarını dilsizler infaz ederlerdi.

Yabancı elçilerin yanlarında getirdikleri hediyeler bu kapı önüne bırakılır, daha sonra da hediyeler Pişkeş Kapısı’ndan odaya alınırdı. Pişkeş, hediye demektir.
Bizim müze adası eşi pek bulunmayan; hem parkta gezinti imkanı veren, hem de müze gezisi yapılacak bir zenginliktir. Ama burayı restore etmeden önce kendi şuurumuzu restore etmemiz gerekiyor.
Topkapı Sarayı bir müze olarak zorlanıyor. Çünkü aslında saraydır. Sayısız malzemenin teşhiri ve depolanması için yeni yerlere ihtiyaç var. Milli varlığını ve eski eserlerinin kapasitesini tanımayan birtakım gruplar ve kamu kuruluşları hâlâ saray arazisinden yer almak peşinden koşuyorlar.
Maalesef, son 50 sende dahi Topkapı ihmal edilen, yeterince tamir görmeyen, daha fenası kamu ve özel kurumlarca yağmalanan bir saha olmuştur. Umarız, 21. yüzyılda bu hataların hepsi düzeltilir.
Temizlik kültürümüz aynı dönemin Batı medeniyetiyle mukayese kabul etmez ve bize has bir kültürdür.
Osmanlı Sarayı, okuma yazma oranının hayli yüksek olduğu bir yerdir. Bazı cariyelerin, hizmetinde bulundukları şehzadeler kadar hatta daha düzgün bir imlası vardır.
Bir mahallede saray terbiyesi almış bir hanımın bulunması, o mahallenin saray terbiyesi ve saray Türkçesini öğrenmesi için yeterlidir.
Topkapı Sarayı’nın en çok duyulan, konuşulan, en çok ama en yanlış bilinen yeridir. (Harem)
18. yüzyılın Türkiye’si, Batı Avrupaya Turquerie denilen modayı daha doğrusu yaşam üslubunu hediye etmiştir. Avrupa baroku da mimariyle, bahçeleriyle, porseneliyle Osmanlı’nın büyük şehirlerine girmiştir.
Osmanlı, Enderun ve Harem’de kan asaletine değil liyakat ve tırmanmaya yeteneği olan insanlardan oluşan bir yönetici ve saraylılar zümresi meydana getirmiştir.
Enderun, aristokrasinin ırsî olmasa da eğitimle, liyakatle ortaya konabileceğini gösteren bir okuldur. İmparatorluk Okulu" unvanı buraya çok yakışmaktadır.
Enderun bir müessesedir. Buradaki eğitimle imparatorluğun yönetici sınıfı yetiştirilir.
Tevekkeltü alâ Hâlikî / Yalnız Allah’a güvenirim."
Bilhassa kitap seven ve tipik iki Rönesans senyörü diyebileceğimiz Fatih Sultan Mehmed Han ve Kanuni Sultan Süleyman Han buldukları yararlı ve güzel kitapları hangi dilde olursa olsun getirmişlerdir.
Buradaki eğitim (Enderun) çok sıkı bir disiplin içinde verilirdi. Verilen eğitim onların kabiliyetlerini ortaya çıkartmayı, zekalarını kullanmayı ve sabırlı olmalarını sağlamayı hedef edinirdi.
Mağrur olma Padişâhım senden büyük Allah var."
Hikmetin başı Allah korkusudur."
Zülüflü baltacılar, sefer esnasında muzaffer olunması için sancak altında sürekli Kur’an-ı Kerim okurlardı.
Mehter dünya tarihinin en eski askerî orkestrasıdır ki temelleri Orta Asya hanlıklarına kadar dayanır.
Divan-ı Hümâyûn 15. ve 16. Osmanlı asırları boyunca dünyanın yönetildiği bir yerdir.
Has Odabaşıların en meşhuru Makbul/Maktul İbrahim Paşa’dır. Kanuni’nin Has Odabaşısı olan İbrahim Paşa, önce vezir-i âzam, ardından da Kanuni’nin kız kardeşi Hadice Sultan’la evlenerek saraya damat olmuştur.
Yeniçeri Ocağı’nın devleti ve padişahı korumak yerine anarşinin merkezi olmasından dolayı kaldırılması kararı bu camide (Enderun Ağalar Camii )verildiğinden, mimarî kıymetinin yanında tarihî hatırası da mühimdir. Aynı şekilde Yeniçerilerin hamisi ve kışkırtıcısı olmakla suçlanan Bektaşi tekkelerinin kapatılması, mevcutlarının Nakşibendî dergâhlarının kayyumluğuna terki; dahası Şanîzade gibi seçkin bilginlerin zındıklıkla suçlanması ve sürgüne gönderilmesi de bu meş’um anılardandır
Arz Odası’nın şahit olduğu en hazin tablo 1808’de yaşanmıştır. Sultan III. Selim’in Nizam-ı Cedid adı verilen yeniliklerine karşı çıkan Kabakçı Mustafa liderliğindeki asilere karşı koymak için Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa saraya gelmiştir. Asilerin elinden Sultan III. Selim’i kurtarmak için Bâbü’s saade’yi kırdırarak içeri girmişse de hünkârı Arz Odası ile Bâbü’s saade arasında başı ve yüzü paramparça edilmiş hâlde bulmuştur. Paşa, padişahının naaşına kapanıp ağlamıştır.
Genç Osman Hâdisesi, tarihimizin ibretli bir sayfasıdır. İsyan eden yeniçeriler Bâbü’s saade’ye yüklenerek onu açmışlar ve padişahın hususi mekânına tecavüzde bulunmuşlardır. Şehzadegân Dairesi’nin kubbesinden bir delik açarak Sultan Mustafa’yı çıkartıp padişah yapmışlar ve Sultan Osman’ı Yedikule zindanlarına atmışlardır. Ne hazindir ki tarih, bir padişahın kendi askerleri tarafından öldürülüşüne şahit olur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir