İçeriğe geç

Muharrir Bu Ya Kitap Alıntıları – Ahmet Rasim

Ahmet Rasim kitaplarından Muharrir Bu Ya kitap alıntıları sizlerle…

Muharrir Bu Ya Kitap Alıntıları

&“&”

Hacı Ağa, bir enfiye daha çekerek, mendiliyle burnunu sesli sesli sildi. Güle güle sözüne devam ederek:
– Mütâreke(1) zamanında da, bir Rum beni tramvayda bıcırgattı!…
– Ne yaptı?
– Bıcırgattı!…
– Bu da nasıl şey?
– Başına gelirse anlarsın… Bu, bırtlamadan daha hafiftir. Anlatayım da bak.
– …
– Heriflerin an azgın zamanlarından idi. Galata’dan geçilmiyordu. Hele fesli, âbânili(2) olursa… vay haline!
Ne yapacaksın?… O vakit, şapka yok. Kalpağa da saldırıyorlardı. Benim de Fındıklı’da bir işim var, mutlak gitmeliyim. Gitmesem olmaz. Düşündüm, en sağlamı tramvaya binmekte buldum. Eminönü’nden bindim. Dan, dan… Köprü’yü geçtik. Karaköy dedik, durduk. Daha durmadan, bir hücum başladı. Arabanın iki tarafından da giren girene. Fakat, girenlerin biri dikildi, durdu. Koyu siyah, koca yayvan şapkalı, geçende Ada’da çıkan canavar gibi iri yapılı bir Rum, gözleri kapana kapana geldi. Tâ benim yanımdaki boş yere kendisini kaptı, koyverdi. Öyle ki amanı, zamanı kalmadı. Görmeliydin… Herifte her but, altmış okkalık sığır butu gibi… Kendisini o boş yere bırakır bırakmaz, butun birini de benim butun üzerine bindirdi. Başını serbest salıverdi, şapkasının keskin kenarıyle, benim âbânili fesi yerinden fırlattı. Şapka bu çarpışma sonucunda öbür tarafa eğildi ise de, herifin omuzuyle yarım gövdesi tamamiyle benim üzerime bindi. Bir tarafımdan keskin bir şarap kokusu, öte tarafımdan da kuvvetli bir horultu… Kekâ!…(3) Ben yamyassı, kımıldamak ihtimâli yok…
– Hacı Ağa, bırtlayaydın!
– Nereye bırtlayacaksın? Arabada, adam adam üstüne. Sen belâya bak ki, bir aralık, oturduğumuz yer gıcırdadı. Eyvah!… Daha nelerim var?… Öyle sarhoş, öyle sarhoş ki, kendini bilecek halde değil, aptestini tutacak gücü kalmamış; onu da salıvermiş olacak ki, pantolonunun önünden dumanlar çıkmaya başladı!…
– Biletçi?…
– Hangi biletçi? Nerede ise, orada kalmış, kımıldayamıyordu. Galata’yı geçtik. Tophane’yi geçtik, Fındıklı’ya geldik. İnmek değil, kımıldayamıyordum. Artık yolu tutturduk. Kabataş, Dolmabahçe, Beşiktaş…
– Herif?
– Onun umurunda mı? Lök gibi yaslanmış, arada bir faşırdıyor, horultusunu çekiyor, kokusunu salıveriyor!
– Sonra?…
– Bereket versin ki Bebek değil, Ortaköy tramvayı imiş. Buraya gelince, herkes indi. Ben de, önümdeki kanapenin arkalığını iterek, kendimi güç belâ kurtardım. Sen belâya bak ki benim ilk yere düşen âbânili fes, herifin paçalarından sızan sidiklerle ıslanmış değil mi? Ölür müsün, öldürür müsün?
– O zaman ölürdün?
– Şüphe mi var?
– Ne yaptın?
– Ne yapacağım, âbâniyi çıkardım. Fes temiz kalmış imiş. Onu giydim.
– Herif ne oldu?
– Hâ… İyi ki sordun. Herifi, orada ne kadar tramvaycı varsa toplandılar, aralarında bir bucurgat(4) eksikti. Heyamola(5), ha yisa(6)… İte kaka, çeke sürüye, ahırdan bocuk(7) çıkarır gibi çıkardılar… Sarhoşluğun derecesini anla ki hâlâ uyuyor, horulduyor, paçalarından akıtıyordu! Daha ne yüzüme bakıyorsun?
– Bir şey daha soracağım da…
– Sor!
– Şimdi piyasa nasıl?
Kahkahalarla gülerek:
– Bırtlama çokça ama, bıcırgatma görülmüyor… Meğer ki, son vapurlarda tek tük ola!

(1) Mütâreke: Mondros Mütârekesi (30 Ekim 1918)
(2) Ağabâni: (Âbâni) İpekten sarımtrak dallarla işlenmiş bir çeşit beyaz kumaş. Bu kumaştan yapılmış sarıklar, fesin üstüne sarılırdı.
(3) Kekâ: Bir durumdan memnun oluşu bildiren ve “Keyfim yerinde, ne güzel, memnunum anlamlarında kullanılan bir söz.
(4) Bocurgat: Vinç.
(5) Heyamola: Gemicilerin ve işçilerin, bir şey çekerken, birbirini desteklemek için söyledikleri söz.
(6) Yisa: Gemicilerin ve işçilerin, bir şey çekerken, birbirini desteklemek için söyledikleri söz.
(7) Bocuk: Domuz yavrusu.

Bırtlamak… Nereden kulağımda kalmış? Kime sordumsa bir türlü mâna söyledi ama, dışarıdan bir misâl getirerek, o mânayı istediğim gibi açıklayan ve gösteren olmadı. Cırtlamak" gibi, "ses benzetmesi ile yapılmış mastarlardan biri" dediler. Aksi şeytan bu ya, hatırıma aynı vezinde, aynı söylenişte "sırtlamak" geldi. İnanamadım Lehce(1)’ye baktım, yok… Orada yok ama, benim kafamda, bütün mânevi tedirginliği ile beraber varlığını duyurup duruyor! Kime sorsam, kime sorsam? derken, bizim Hacı Ağa’yı görmeyeyim mi?… Evet. Bilse bilse, Hacı Ağa bilecektir. Çünkü dışarlıklı, koyu bir Türk’tür. Görür görmez, dedim ki:
– Hacı Ağa, ben de seni arıyordum.
– Yine bir şey mi var?
– Var ya…
– Ne gibi?
– Türkçe bir söz… Bırtlamak, ne demek?
Hacı kaşlarını kaldırdı, gözlerini dikti,
– Bırtlamak mı? Sen, evvelki gün, benimle beraber on buçuk vapurunda olmalı idin de, bırtlamak nasıl olurmuş görmeli idin. Gaamus(2) bile, bu kadar hoş anlatamaz…
dedikten sonra:
– Senin anlayacağın, bırtlamak, meselâ olgunca bir eriği, şeftaliyi, zerdaliyi parmaklarının arasında şöylece sıkmaya davranırsın; davranır davranmaz, çekirdeği "bırt" eder, fırlar.
İşte, bırtlamak bu! (Gülerek) Ama, her zaman, çekirdek bırtlamaz. Adamlar da bırtlar. O dediğim on buçuk vapurunda, koca bir adam bırtladı.
– Ayıp bir şey mi yaptı?
– Yo…k!… Ayıbı yapan yaptı ama, öteki bırtladı.
– Nasıl?
Hacı Ağa, burada enfiyesini çekti, silindi, mendilini usulüne göre dürüp devşirdikten sonra:
– Bilirsin a, bu vapur biraz kalabalık olur. Gün var ki, sıkışmadan, nefes daralır. O gün de, biraz kalabalıktı. Böyle günlerde büyük kanapelere yedişer kişi oturabilir ama, oturanların içinde şişmanı, kalıplısı olur; kısacası, yedi zayıfın, altı tombulun, beş şişmanın tam harcıdır. Bu vapur, bütün ayıplarından başka, Haydarpaşa’ya da uğrar, oradan müşteri alır. Ben, yeğenim ayakta duruyorduk. Sıramızdaki kanapede de, altı tombul zât oturuyorlardı. Haydarpaşa’dan bir şişman adam geldi. Bir baktı, bir daha baktı, paltosunun eteklerini tuttu, çekti, toparladı. Bu altı kişinin orta yerine göz dikti. Kibar adamlar… Derhal anladılar.
Biraz daha sıkıştılar, ilişecek kadar bir yer gösterdiler. Bunlar gösterir göstermez, beriki zâten etekleri toplamış, hazır… Orada olup da görmeli idin!… O koca kıçını o ufacık yere iliştirir iliştirmez bütün vücudunu arkaya öyle bir veriş verdi, öyle bir gömülüş gömüldü ki iki yanında kalan üçer kişinin her üçü birden birer kere hıhladılar. Fakat, sağ taraftaki üçün ortasındaki dayanıksızmış. Seninki tamam tamam gömülür gömülmez, olduğu yerden demin dediğim erik, şeftali çekirdeği gibi bırtladı. Adamcağız bir nefeste sıradan çıktı, sıyrılırcasına fırladı, iki ayağı üzerinde dimdik kaldı.
İşte oğlum, bırtlamanın adamcası böyle olur!
– Ey… O adam bir şöy demedi mi?
Hacı Ağa, hasbenallah(3) şeklinde başını sallayarak:
– Belki diyebilirdi. Fakat onu bırtlatan baskı, acaba, kaç beygir kuvvetinde idi?… Biz dikkat ettik, öf bile diyemiyordu!

(1) Lehce: Lehce-i Osmânî: Ahmed Vefik Paşa (1823-1891)’nın yazdığı ünlü sözlük, iki kısımdır. Birinci kısmı, Türkçe kelimelere ayrılmıştır. İkinci kısmı, yabancı kelimelerle ilgilidir.
Türkçe asıllı kelimeleri sözlüğüne alması, ondaki Türkçülük ve milliyetçilik anlayışının bir belirtisidir.
(2) Gaamus (Kaamus): Mütercim Âsım Efendi (1755-1819)‘nin Arapça’dan Türkçe’ye çevirdiği büyük sözlük.
(3) Hasbenallah: Şaşma anlatmak için kullanılan bir söz. Sözlük anlamı “Tanrı bize yeter” demektir.

Tenkid kolaydır, fakat sanat güçtür.(*)

* Bu söz Recaizade Ekrem’indir ve aslı şöyledir: Sanat müşkül ise de muâheze de âsân değildir”. (Sanat zor ise de, eleştirme de kolay değildir.)

Küçük beyler, ayağınızı hem denk atın, hem de denk alın!… Bu iş şakaya, fiyakaya gelmez! Çünkü, makine"(1)nin büyüğüne basmış bulunuyorsunuz.
– Köşeyi dönüver!
modası artık geçti. Bakın, Şark İstiklâl Mahkemesi(2) âzasından Reşit Galip Bey(3), sizin için neler diyor?…
"Külhanbeyi adıyla tanınmış ayaktakımı, İstiklâl Mahkemelerinden korkmakla hataya düşmüş olmazlar. Kuvvetli takip ve araştırma projektörlerimiz, bunların da üzerine çevrilmiştir. Hiç bir teşebbüsleri gözlerimizden kaçamaz ve hiç bir hareketleri cezasız kalamaz."
Bu sözlerin ne demek olduğunu, elbette, anlamışsınızdır. Gerçi bu projektörün aydınlatma alanı altında doğrudan doğruya şu saltanat ve hilâfet mensupları, taraftarları, millî felâketlerde sevinen (ne ağır söz Yarabbi!) Hürriyet ve İtilâf Partisi artıkları, içte ve dıştaki cumhuriyet düşmanları, yenilik ve inkılâp aleyhtarları, eşkıyalığı ve cinayeti meslek edinenler varsa da, bunların kuyruklarında siz de varsınız! Görüyorsunuz a, epeyce kalabalıksınız. Kalabalıkta da kim kime!

(1) Makine: Oyun, hîle; kötü, tehlikeli durum .
(2) İstiklâl Mahkemeleri: Kurtuluş Savaşı sırasında özel biı kanunla kurulmuş, çok geniş yetkili mahkemeler. Bu mahkemelerin üyeleri, milletvekilleri arasından seçilirdi.
İstiklâl Mahkemeleri’nin kuruluş amacı; düşmanın çıkarlarına yardım edenleri, devletin iç ve dış durumunu sarsıcı işlere karışanları, askerden kaçanları ve onları aklayanları, düşman hesabına casusluk yapanları kısa zamanda yargılamak ve cezalandırmaktı.
Bu mahkemeler, yurdun çeşitli bölgelerinde kurulmuştu ve gezginci durumda idi. İstiklâl Mahkemeleri, 1927 yılında kaldırılmıştır.
(3) Reşit Galip Bey (1897 – 1934): Cumhuriyet devri devlet adamlarından. Asıl mesleği doktorluktur. Kurtuluş Savaşı yıllarında yararlı hizmetleri olmuştur. Daha sonra İkinci Büyük Millet Meclisine milletvekili seçildi. Şeyh Sait İsyanı üzerine Doğu İstiklâl Mahkemesi üyesi oldu. Bir süre, Milli Eğitim Bakanlığı yaptı.
Atatürk devrimlerine inanmış, yurdunu ve milletini seven, ülkücü bir kişi idi.

Millî Mecmua(1)’da destanlar hakkında yazdığım makalede de arz etmiş olduğum gibi, bu çeşit manzumelere ruh veren ancak şarkı biçiminde söyleyiştir. Bunlar, oldukça sürekli ara nağmesi şeklinde, bir girizgâh(2) ile başlar; bu girizgâh, destanın her kıtasının okunmasından sonra, tekrar edilirdi.
Dikkate değer ki bu destanlarla semâîler, koşmalar, Kerem(3)’ler, kalenderîler de Eski Halk Edebiyatı zümresine katılarak hemen hemen ortadan kalkmıştır. Bunların saz şairleri yanında, kabasaz(4) çalgı takımlarında evvelce gördükleri ilgi ve itibardan şimdiler hiçbir ses işitilmiyor. Her halde, &‘Yeni Halk Edebiyatı’ da bunları sıkboğaz etmiş olmalı!

(1) Millî Mecmua: İlk sayısı 1 Kasım 1923’de yayımlanan ve on beş günde bir çıkan ilmî, edebî, iktisadî, harsî(*)" dergi. Sahibi ve sorumlu müdürü Mehmet Mesih (Akyiğit)’tir.
Dergi, yayınına beş yıl devam etmiş, 114. sayıdan sonra kapanmıştır (15 Kasım 1928).
* Harsî: Harsla ilgili, kültürel.
(2) Girizgâh: Giriş başlangıç.
(3) Kerem: Halk türkülerinin söylendiği özel bir hava. Asıl Kerem ve Kesik Kerem şekilleri de vardır.
(4) Kabasaz: Ud ve kılarnetten meydana gelen saz takımı.

Bizde halk mizahı nümunelerini, az çok, mânilerle, destanlarda, semâî(1)’lerle koşma, kalenderî(2)’lerde görebilmek ihtimâli her zaman için vardır. Nasıl ki şu son zamanlarda elime geçen bir destanda Halk Edebiyatı mizah anlayışını oldukça tesil eden edâlara tesadüfle çokça güldüm. Size, bu destanın bir tânesini yazayım. Bu destanın adı, halk edebiyatı şairleri ile onu sevenler ve çalanlar arasında, &‘Cenk Destanı diye tanınmıştır.
Başlıyorum, dinleyin beyler, efendiler, ağalar!

Bir gemi yaptırdım ayrık köküyle
Bin pâre top dizdim tâze soğanı
Mısır darısından hesapsız gülle
Niyetim feth etmek Firengistan’ı

Bin karga götürdüm gemiye bekçi
Örümcek ağası bile yedekçi
Yüz bin serçe yazdım tüfekçi(3)
Sivrisinek oynak kılıç-kalkan’ı

Çıktı kelebekler açtı yelkeni
Reis karıncalar dikti sereni(4)
Kertenkele orsa etti (5) dümeni
İşaret hocamız fındıksıçanı

Emir ördek kaptan, bastıbacaklı
Keklik topçubaşı, kızıl ayaklı
Yüz bin karabatak yalın bıçaklı
Martılar uzaktan sezer düşmanı

Bulmadık engini, gezdik karayı
Yulaf tarlasında yedik borayı
Leylek kapudan çekip makarayı
Bağdat çöllerinde bulduk limanı

Hinttavuğu ak sakallı ihtiyar
Eski zamanlardan kaz pehlivan var
Horoz Bey ağzından ateşler saçar
Güzel tavuk bilmez aman, zamanı

Akyavaş kehleker(6) pusuya çekti
Attığı gülleler dağları yıktı.
Çarhacı(7) pireler avcıya çıktı.
Attığı kör köstebek vurdu nişanı

Tavşan her işini koymaz ihmale
Ne bakarsan tilki ile çakala
Kirpi ile sansar gelmez masala
Onların ikisi bekler ormanı

Çıktı da ayılar geldi dîvandan
Şebek maymun asker çekti bir yandan
Kurt leşkeri(8) püskürünce ormandan
Eşek de ah edip kıldı figanı

Arslan Bey’le kavga etmesi müşkül
Bin deve gönderdim eyledi dil dil(9)
Sıyrınca kılıcı dîvane bülbül.
Tahta kehlesinden(10) saçtı al kanı

Aldı ortalığı şöyle bir koku
Ömrümde görmedim böyle bir koku
Cengin heybetinden dağıldı uyku
Uyandım elime aldım şamdanı

HENGÂMÎ(11), bu cengin medhin eyledim
Hayfa(12) deryasını gezip belledim
Yalan, yanlış bu destanı söyledim
Ömrümde demedim böyle yalanı

Gördünüz a bize de bu mizahtan düşse düşse:
Baklava börek
Olsa da yesek
Tay raray ray ram, tay raray ray ram!
diye bir ara nağmesi söylemek düşer.

(1) Semâî: Halk şiirinde, sekiz heceli olan manzumeler, özel bir makamla okunan türküler de bu adı taşır. Saz şairlerinin aruzun dört “mefâîlün” kalıbı ile yazdıkları şiirlere de semâî denilir.
(2) Kalenderî: Saz şairlerinin, aruzun mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûIün kalıbıyle yazdıkları şiirler.
(3) Bu mısrada vezin bozuktur, iki hece noksandır.
(4) Seren: Yelkenli gemilerde ve büyük teknelerde, üzerine dört köşe yelken gerilmek için direğe haç biçiminde takılan ağaç.
(5) Orsa etmek: Gemiyi rüzgârın geldiği yöne döndürmek.
(6) Kehle: Bit.
(7) Çarhacı: Öncü, ordu birliklerinin önünde giden atlı asker.
(8) Leşker: Asker.
(9) Dil dil: Parça parça.
(10) Tahta kehlesi: Tahtakurusu.
(11) Hengâmî (?-1873?): Saz şairi. Bektaşidir. Rusçuk’ta doğmuş, Bursa’da ölmüştür. Bu destanı onun söylediği kesinlikle belli değildir. Bilinen şiirleri arasında bu destan yoktur.
(12) Hayfa deryası: Hayfa denizi, Doğu Akdeniz’in İsrail kıyısı.

Bilindiği gibi… Asıl olan edebiyatın bir şubesi de mizah alanıdır. Mizah ki hakikî hayatın, hakikî fikirlerin, hacıyatmaz gibi, ne türlü atılırsa atılsın yine ağırlık merkezinin emrine tâbi oyuncaklardan sayılır; bunun, Halk Edebiyatından kaba ayrımla ayrılan, şiir ve nesir alanındaki durumunu görmek de hoş bir seyir meydana getirmektedir.
Gerçekten, eski masallar da var, yeni masallar da: &‘Köroğlu, İki Başlı Dev, Kesik Baş, Keloğlan, Kerem ile Aslı, Ferhâd ile Şirin, Leylâ ile Mecnun, Hüsrev ile Perviz’ ve benzeri, eski masallardan değil midir? Yeni masallara gelince, bunlar, hep roman koleksiyonlarıdır. Bununla birlikte bu koleksiyonlarda -eski deyimlerden olduğu üzere- halka mahsus olanları, eski masalların sayılarından daha çoktur.
Aslında bir türlü olan edebiyatı böyle eskinin eskisi, yeninin yenisi, gelecekte Yeni Edebiyat, Halk Edebiyatı diye birtakım bölümlere ayırınca insan bunlardan hangisi ile ilgileneceğini şaşırıp tereddüde düşüyor.
Yeni Edebiyât-ı Cedide emekleyip toraman olunca, eski yeni ne kadar edebiyat varsa, hepsine el-ense etti(1), çökertti, altına aldı. Fakat, bir türlü, sırtlarını yere getiremedi. Şîrâzeden(2) yapıştı, yırtıldı; Kurt kapanı(3)’na getirmek istedi, kırıldı. Boyunduruğa(4) vurmak istedi; Meşrûtiyet ilân edilince herkes “Hürrüm!” diye meydana atıldı, silkindi, kalktı. Derken efendim, iş çatallaştı. Gelecek nesil üredi, Fecr-i Âti(5) attı. Sözün kısası; ortaya, hepsinden daha zırlak, ağlamış yüzlü bir Halk Edebiyatı modası çıktı. Onlar erdi muradına, biz de çıktık tahtaboşuna(6)! Bir masal ki, gece gündüz söylense sonu gelmez!

(1) El-ense etmek: Güreşte, bir oyunun adı. Kolu hasmın boynuna getirip başparmağı gırtlağa, dört parmağı da enseye geçirerek öne çekmek.

(2) Şîrâze: Yağlı güreş yapan pehlivanların giydikleri kispetin paçası.

(3) Kurt kapanı: Güreşte bir oyunun adı. Hasmı alta düşürdükten sonra üstüne binerek ayaklarını onun oylukları arasına bağlamak ve bir yandan da ellerini hasmın iki kolu altından geçirmek.

(4) Boyunduruk vurmak: Güreşte bir oyunun adı. Hasmın başını koltuk altına alıp boynuna kol dolama.

(5) Fecri Âti: 1909 yılında kurulan ve Edebiyat-ı Cedîde’nin izinde yürüyen bir edebi topluluk. Bu toplulukta tek tek değerli kişiler (Ahmet Hâşim, Yakup Kadri, Refik Halit, Hamdullah Suphi…) bulunduğu halde, bir varlık gösterememişler ve asıl eserlerini topluluk dağıldıktan sonra vermişlerdir.
Fecr-i Âti"nin sözlük anlamı “geleceğin tan ağartısı" demektir. Ahmed Râsim, burada bir söz oyunu yaparak, "Fecr-i Âti attı" deyimiyle Fecr-i Âti topluluğunun doğuşunu anlatmaktadır.

(6) Tahtaboş: Dam, taraça.

Fakat, bu tâzelik çok sürmedi. Zâten biliriz ki, bu fâni dünyada her şey ölümlüdür. Doğan her canlı, ölmek için yaşar!.. Öte taraftan, imânımız olduğu için, öldükten sonra dirilmeye de inanırız. Yeni edebiyat(1) daha ölüm döşeğine serilmeden “Yeni Edebiyyât-ı Cedîde(2)”ler yahut Servet-i Fünûn Edebiyatı adı ile bir tosuncuk doğurmasın mı? Aman Allah!.. Ne de sevimli bir piç!… Piç, çünkü babası yok diyorlar. Yalnız söylenti derecesinde gerçekleşmiş bir yakıştırış vardır ki, anası gebe iken imrenmiş, öteden beriden öteberi çalmış!.. Olur!.. Gebelik hâli bu! Pek çok misalini görmüşümdür. Kadın, gebeliğin gerektirdiği nöbet arasında, vişneye göz koymuş. Manavın önünden geçerken, serçe parmağına bir küpelik vişne iliştirip geçmiş!.. Manav görmemiş ama, Allah görür a… Çocuk doğunca, tâ omuz başında yuvarlak, kırmızı bir leke. Vişne değil de farz edelim, bakkaldan bir cılız zeytin aşırmış. Sen misin çalan! Doğan toramanın ta burnu üzerinde, kocaman bir siyah ben!

(1) Yeni edebiyat: Tanzîmât edebiyatı. Divan Edebiyatı’na tepki olduğu için, eski edebiyatı savunanlar, Tanzîmât Edebiyatı’na “Edebiyat-ı Cedîde (Yeni Edebiyat) adını vermişlerdir.

(2) Yeni Edebiyat-ı Cedîde: Servet-i Fünûn Edebiyatı’na verilen ad. Sonraları, bu deyimin başındaki "yeni" sıfatı atılmış. "Edebiyat-ı Cedîde" adı Servet-i Fünûn için kullanılır olmuştur.

Benim ümidimce Anadolu’nun en ıssız köşelerinde, en cahil bucaklarında:
1. Dünyanın ne olduğunu,
2. Dünyada neler var olduğunu,
3. Vatan, memleket, cumhuriyet esaslarını,
4. Millî Mücadele’nin safhalarını, kahramanlarını,
5. Vatan coğrafyasını,
6. Ziraat işlerinin pratik faydalarını, ve daha başka esasla ilgili işleri özel şekilde yaptırılmış filmlerle ve bir gezici kurul aracılığı ile halka o ıssız, cahil bucaklarda oturan insanlara gösterip anlatmaya,
7. Öğretmen azlığı ile mektep yapımını şimdilik karşılamak üzere köyden köye konar gezici öğretmen heyetleri kurmaya hemen başlamamız gerekmektedir.
İsveç’te okuma yazma bilmeyenin kalmaması bu gezici öğretmen heyetleri sayesindedir. Vaktiyle eski Osmanlılar bu usulü kullanmışlar, fakat onlar yalnız dinî inançları aşılamaya ve öğretmeye önem verdikleri için Rumeli ile Anadolu’yu dolaşan gezici öğretmen kurulları ancak bu işlerle uğraşmışlardır.
Anadolu’da açılacak bir maarife harbi, bu memleketin mutluluğunun başlangıcını, ileride büyük büyük başarılarla esenliğinin sağlanmasını hazırlayan hayırlı bir uğraşmadır.
Şurasını bir daha hatırlayalım ki şapka giymek herhangi bir yetenek sahibi olmak demektir. Vaktiyle sarık nasıl bir okumuşluk işareti sayılıyor idiyse şimde de şapka öyle bir işarettir. Bunun için şapka giymeye hak kazanmak için çalışmak çok gerekli olmuştur. Madem ki dünya işleriyle uğraşmak prensibimizdir.
Asırların zulüm ve yolsuzluk, bilgisiz bırakma ve yıldırma politikası ile eze eze kararttığı Anadolu’da bu güneşi bir günde doğdurmak imkânı yoktur. Fakat bir gün olup doğacaktır dedirmek mümkündür. İman, her hissin üstünde canlı ve tesirli bir anlayıştır. İşte bu anlayış yüzündendir ki hepsimizin Maarif Vekâleti’nin takip etmek isteyeceği doğru bir yönde elbirliği ile, birleşik, malî, fikrî yardımda bulunmaklığımız vatan sevgimizin gereklerinden görünmektedir.
Asırların toparlayıp şaşkın bakışlarımızın önüne yığdığı bu noksanları, saat, yılbaşı değiştirir gibi bir anda düzeltmek ve tamamlamak, dünyada hiç bir hükümetin işi değildir. Hattâ elimizde mucize de olsa yine güçsüz kalırız.
Evet, bakışınızdan anladım. Bu yolu bulmak hem zamana, hem de verimli, tükenme bilmez bir çalışmaya ve sürekli çabaya muhtaçtır. Bilmem Amerika’da var mı? Yetmiş yıllık cumhuriyetçi Fransa’da hâlâ krallık taraftarları varmış!
Demek kı Périer teorisine göıe Fransızlar’ın eksiksiz hepsi mektepten diplomalı değiller! Şimdi bu teoriye dayanarak bir kere de biz kendi mektepsizliğimizi gözönüne alalım. Ne derecedeyiz acaba?
İşte böyle hârikalar icadeden düşünüşlerin gelişme yerleri ise, ancak mekteplerdeki iyi düşünmeye alıştıracak sistemlerdir.
Fırsatı kaçırmayıp Gazi Paşa(*) ile çalışma arkadaşlarından iyi düşünme dersleri almaya, bu dersleri metotlara bağlayarak çocuklarımıza Okuma, Yurttaşlık Bilgisi derslerinde telkin etmeye gayret göstermeliyiz. İçe az çok etkisi olan dış görünüşlerden başlıcalarını düzelttik. Yahut düzeltmek yolunu bulduk. Ah!… Bir kere de içimiz için böyle bir yol bulabilsek!…

* Gazi Paşa: Atatürk.

Halbuki Anadolu Millî Mücadelesi’nde Türklük kendi varlığını, milliyetini, bilincini anlaya anlaya harbetmiş ve kesin zafere erişmiştir. İşte bu savaşın sonunda beliren yenmedeki hız, en düzgün hareketlerin doğurduğu insanı hayrete bırakan bir hızdı. Ben Dumlupınar’da birbiri ardından kazanılan zaferleri duyup da inandığım zaman sevincimden sanki ruhça donmuş, tutulmuş idim. Çünkü o âna kadar beklemediğim iyi bir düşünüş sonucu, düzgün bir hareketin meydana çıkması beni şaşırtmıştı.
Bu sözden de anlaşılıyor ki cumhuriyet, insanlığın yaşaması için gerekli olan fikir ve ruhu besleyici araçlarla donatılmış bir hükümettir. Uyruğundaki fertleri böyle diplomalı olan hükümetlerdeki şanı ve büyüklüğü, hükmü ve ezici gücü en şiddetli darbeler yiyerek anlamış olması gereken bir millet varsa o da bizleriz. Türkler, kaç asırdan beri yenile yenile soysuzlaşmış bir şekil bağlamışlardı. Bence Kanunî Süleyman Viyana kuşatmasından döndüğü 936 hicrî (M. 1529) yılından beri, şu halde dört asırdan beri yenilgiden yenilgiye düşerek yaşamış oluyoruz. Siz ortadaki Prut(1), Eğri(2) ve benzerleri sonuçsuz, Kırım savaşı(3) gibi koltukta bulunduğumuz olaylara, İkinci Abdülhakhamit devrindeki Yunan savaşı(4) gibi patırtılara bakmayın. Bunlar Türklüğü dıştan zayıf düşürdüğü gibi, içten de İstibdadın önünde güçsüz bırakmış olaylardır.

(1) Prut savaşı: Baltacı Mehmet Paşa, komutasındaki Osmanlı ordusunun, Rus Çarı Büyük Petro’yu yendiği ve barışa zorladığı ünlü savaş (19-21 temmuz 1711).

(2) Eğri: Macaristan’da Budapeşte’nin 137 kilometre kuzeydoğusunda ve aynı addaki suyun kıyısında bir şehir ve kale. Macarlar “Eğer”, Türkler de “Egre veya “Eğri” derlerdi.
Eğri, 1596’da Üçüncü Mehmed tarafından alınmış, İkinci Viyana bozgunundan sonra Macaristan’da elimizden çıkan son kale olmuştur (1687).

(3) Kırım savaşı: 1853-1856 yılları arasında Osmanlı Devleti ile Rusya arasında başlayan, sonradan İngiltere, Fransa, Sardunya devletlerinin de Osmanlı Devletine katılmasıyle büyüyen ve Rusya’nın yenilgisiyle biten savaş. Rusya, yenilgiyi kabul ederek, 30 mart 1856 tarihli Paris Antlaşmasını imzalamak zorunda kalmıştır.

(4) Türk – Yunan Savaşı: 1897 yılı 18 nisanında başlayıp 19 mayıs 1897’de Yunanlılar’ın yenilgisiyle biten savaş. Bu savaşta ordularımız, Müşir (Mareşal) Gazi İbrahim Ethem Paşa’nın komutasında, Yunanlılar’ı yenilgiden yenilgiye uğratarak dize getirmiş, Dömeke meydan savaşı ile Atina’nın yollarını açmışsa da, Yunanlılar’ı koruyan Batılı devletler şehre girmemize engel olmuşlardır.
Savaşı kazandığımız halde, barış antlaşmasında kârlı çıkmadık.

Kadınlık bu! Süse can verir. Hakkı vardır… Güzellik, güzel görünmek onun iki kanadıdır. O, bu iki kanat ile uçup salınmasını ister. Bilmez misiniz? Bir yaşında kızlar bile bir çiçek verilse:
– Eh!… Eh!…
diye başına takılmasını işaret eder.
Bir gün, evde otururken, aramızda “Kabartay sanıyle tanınmış, oldukça şaklaban bir kadın geldi. Vâlidenin yanına çıktı. Aradan bir dakika geçmedi, bir kahkahadır koptu.
– Ne var?
diye fırladım. Gittim. Baktım ki vâlide gülmeden katılıyor. Kabartay, efendisinin bağından geliyormuş, kütüğün birinden salkımıyle birlikte bir dal kesmiş, başına takmış, vâlideye diyordu ki:
– Ne yapayım, hanımcığım, param yok ki taklidini alayım? Ne zararı var, ben de gerçeğini takmış olurum!… Akşam bizim efendinin karşısına böyle çıkacağım, bakalım ne diyecek?
Bizi şimdilik geçelim. Kadınların neler ilâve etmek ihtimâli vardır, onu düşünelim. O kadınlar ki bundan elli yıl önce birinin başında gördüğü oyalı yemenilerde gözü kalır, akşamı kocasıyle bozuşarak barışma karşılığı ertesi sabah altmış paraya bir tanesini çarşıdan veyahut bohçacı kadından alırdı. Ben hotoz(*) devrine yetiştim. Bunların üzerine az şey mi takarlardı? Yapma çiçeklerin moda olduğu zamanı da bilirim.

* Hotoz: Eskiden, kadınların giydiği süslü başlık. İnce ipekli tülden yapılır, düşmemesi için başa iğne ile tutturulurdu.

İster misiniz ki gül, sümbül, lâle, fesleğen saksılarına döndürelim de beşimiz onumuz bir yere gelince bir çiçek bahçesi görünüşü verelim! Olur a, kadın şapkalarında yok mu? Özellikle Fransızların Onüçüncü, Ondördüncü Louis modaları örneklerinde tüy sorguçlar vardır. Biz neden takmayalım da tilki kuyruğu sokup sokak sokak gezen, şimdiler nesilleri kurumuş olan kabakçı Araplar’a dönmeyelim.
Kalpaklar da ilk zamanlarda bizde az mı tebessümler uyandırdı idi!… Bunların kulaklara dayananları vardı ki taşıyanı “hâzâ gebeş!”(1) kılığına sokardı. Feslerde de bu halin tıpkısı olmuştu. Abdühhamit’i taklit ederek tablasına oranla çevresi gepgeniş, kenarları kıkırdaklara abanmış, özel deyimiyle narçiçeği fes giyenler neye dönerlerdi? Ya lâternacı(2) kopuklarının(3), Galata serserilerinin başlarındaki sıfır numara, dar Beyoğlu kalıp, morunun koyuluğu siyahlığı aratmayan feslerin rezaleti ne idi?
Bana öyle geliyor ki bizdeki buluş gücü, bu yeni başlıklara da bir şeyler takacak yahut bunlardan bir şeyler azaltacaktır!
Seyr eyle ser-i sebzimi gelsin de bahârım(&‘4).

(1) Hâzâ gebeş: Aptal, alık.
(2) Lâternacı: Lâterna: Kolu çevrilerek çalınan, sandık biçiminde bir çalgı.
(3) Kopuk: İşsiz güçsüz, serseri.
(4) Anlamı: “Baharım gelsin de başımın yeşilini seyr et.”

Gösterişli, ağırbaşlı, bekçi davulu karınlı, ağır vücutlularda melon şapkalar, sundurmaya oturtulmuş kubbe yavruları görüntüsünde canlanıyor, fakat lâle sırığı gibi uzun ve zayıf olanlara herhangi bir kaba uymayan kapak görünüşü veriyor; kafanın yanları boş kaldığı için yalnız lodosun, poyrazın değil herhangi taraftan şiddetlice esen her türlü rüzgârın bunlar üzerinde oldukça önemli bir etkisi olsa gerek!
Çünkü bir kere yüksekte, bir kere de kelleye uymuyor.
Vaktiyle Beyoğlu’nda, Galata’da sık sık görülür delifişek Frenkler vardı. Mütâreke(1) zamanında bunlara yerli Rumlar, Ermeniler, Museviler’den de katılanlar oldu, sayıları arttı idi. Şimdi de bizimkiler artırmakta devam ediyor. Gidip gidip birdenbire dönüp bakmalar, yanında biri varsa sol kolu bel üstünde, sağı ile bastonunu kaldırıp bir şeyler göstermeler, belli değil a, birini bekler gibi duruşlarda şapka kenarında kaçamak bakışlar, güzel bir kadına saygılı davranır gibi süzülmeler, bellisizce omuz oynatmalar, yan dönmeler, kaş çatıp açmalar, ayak sürtmeler, şapka kenarını tuta tuta söz söylemeler, sık sık bıyıksız dudak bükmeler, açıp kapamalar, selâm verişlerde yoluk, tüyü, havı(2) dökülmüş suratlara bir çeşit yalvarma anlamı getiren grimaslar(3) göstermeler, reveranslarda şapkayı elden geldiği kadar yatık tutmalar… Daha neler, neler!

(1) Mütâreke: Mondros Mütârekesi (30 Ekim 1918)
(2) Hav: İnce tüy. Hav’lı; ince tüylü.
(3) Grimas Yüz şaklabanlığı, yapmacıklı hareket.

Başkalarında da görüyorum, kendimde de hissediyorum, şapka giydikten sonra hem bakışlar değişti, hem yürüyüşler, hem de duruşlar!.. Söz söyleyişler daha başka… Hattâ bu değişme şapkanın çeşitlerine bağlıdır. Kasket altında bakış başka, melon yahut fötr şapka altında başka; kasket ile yürüyüş başka, şapka ile yine başka, hele silindir şapka olursa… İnsanı baston yutmuşa döndürüyor. Gözler, biteviye, yukarı yukarı… Elbette, bu gözlerin birbirine uyması veya uymaması da yüze ayrı ayrı tesir ediyor. Bu sebeple o da değişiyor, diyebilirim ki kasket altındaki yüzü andırıyor ama her halde tamamiyle o değil!
İkinci Mahmud zamanında Hünkâr İskelesi(*) adı ile bir ittifak antlaşması varsa da, bunda da her iki tarafın samimîliğini gösterecek hiçbir açıklık olmayıp, yıkılan Rus çarlığının hilekârlığı ile ortadan kalkan Osmanlı saltanatının beceriksizlik ve güçsüzlüğünden başka bir şey yoktur. Rus Çarlığı, bu antlaşma, ile Osmanlı İmparatorluğu üzerinde bir “manda sahibi kesilmiş, Osmanlı İmparatorluğu bu antlaşmayı imza etmekle hem mânevî, hem de maddî bakımdan küçülüp ezilmişti.

* Hünkâr İskelesi Antlaşması Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa Komutasındaki Mısır ordusunun Kütahya önlerine gelmesi üzerine Osmanlı devletinin zararına olarak, Rusya ile yapılan antlaşma (8 Temmuz 1833).
Antlaşma sekiz yıl sürelidir ve görünüşe göre bir ittifak ve yardım antlaşmasıdır. Fakat, gizli bir maddeyle, Osmanlı Devleti. Rusyanın askeri yardımını kabul etmiştir.

Değersiz eserim olan Resimli ve Haritalı Târih-i Osmânî’de, bu vesikanın altında ilk siyasî münasebetlere dair şu satırlar da vardır:
“İstanbul’a ilk defa gelen Rus sefiri Mişel Bel Set Cerif(1) adında bir zât olup, gelişi 900 (1493) hicri yılına(2) rastlar ki İkinci Beyazid’in on dördüncü saltanat yılıdır. Bu zât, Rusya ile serbestçe ticareti müzakereye geldiği halde, vezirler tarafından kendi şerefine verilen ziyafetlere tenezzül ve, elbise-i fâhire(3) ile, oturma masrafı olarak devlet tarafından verilen on bin dinarı(4) kabul etmediğinden, bu gururlu davranışı beğenilmeyerek, Padişah tarafından Kırım Hanı’na iletilen yazıda:
– Dostluklarını kazanmak istedikleri Rusya Çarının kaba bir elçi gönderdiği ve bu sebeple dönüşünde yanında hiçbir memurun Rusya’ya gönderilemeyeceği bildirilmiştir.
Görülüyor ki ilk münasebetler Rusya tarafından bir şikâyet mektubu ile ve geçmişteki Osmanlı Hükûmeti tarafından bir kırgınlıkla başlamış ve, gerçekten, bu vakaların ardından iki hükûmetin yeni inkılâptarı tarihlerine kadar geçen senelerde Türk- Rus münasebetlerinde düzgünlük belirtileri görülememiştir.

(1) Mişel Bel Set Cerif: Ahmet Rasim, bir yanlış isim vermektedir. Kaynaklarda bu adda bir elçi bildirilmemektedir. İstanbul’a gelen ilk Rus elçisi, III. İvan’ın ikinci Bâyezid’e yolladığı Mihail Pleşceyeftir.
(2) İlk Rus Elçisinin İstanbul’a geliş yılı, kaynaklarda iki ayrı tarihe bağlanmaktadır. Birisine göre (İsmail Hami Danişment, Osmanlı Tarihi Kronolojisi, I, İstanbul, 1947, s. 400) 1495 yılında, bir başkasına göre, de (Akdes Nimet Kural, Rusya Tarihi, Ankara, 1948, s. 118) 1497 yılındadır.
(3) Elbise-i fâhire: Değerli kumaştan yapılmış elbise. Eskiden, padişahlar, yabancı elçileri kabul ettikleri zaman, onlara samur kürk veya değerli kumaştan yapılmış işlemeli kaftan hediye ederlerdi.
(4) Dinar: Bir liranın dörtte biri değerinde altın para.

Bunun üzerine Çar Üçüncü İvan’ın II. Bayezit’e yazdığı, ilk siyasî yazışmaya temel olan mektup şöyledir:

“Hür Sultan, Türkistan Prenslerinin Padişahı, Karaların ve Denizlerin Hâkimi Sultan Bayezit Hazretlerine.

Biz, İvan ki Tanrı’nın lûtfu ile bütün Rusya’nın tek ve gerçek soydan gelen hâkimiyiz, ve kuzey-doğu taraflarında bir çok memleketlerin sahibiyiz. Yüce katınıza şunu arza lüzum görüyoruz ki birbirimizi tebrik için henüz sefirleşmemişizdir. Fakat Rus tüccarları sizin memleketinize gidip gelmişler ve oralarda iki devlet için hayırlı bir yolda ticaret eylemişlerdi.

Lâkin sizin hâkimleriniz tarafından gördükleri kötü muamelerden birkaç defa bana şikâyet eylemişlerdi ben de sükûtu tercih eylemiştim. Geçen yaz, Azak Paşası, Rus tüccarlarını hendek kazmaya ve bazı inşaata taş taşımaya mecbur eyledi. Bundan ziyadesi de yapıldı.

Azak(1) ve Kefe(2)’de bulunan tüccarımız, ellerinde bulunan malı yarı fiyatına vermeye mecbur edildiler. Tüccarlarımızdan biri hasta olursa bütün malları mühürleniyor, ve eğer ölürse hepsi hükûmet tarafından alınıyor ve eğer iyileşirse yalnız yarısı veriliyor. Tüccarların vasiyetnamelerine değer verilmiyor. Rusların malı için, Osmanlı hâkimleri, kendilerinden başka mirasçı tanımıyorlar. İşte bu kadar haksızlıklar beni mecbur eyledi de, tab’a mı sizin memleketlerinizde ticaretten men’ettim. Eskiden, tüccarlar kanuna göre alınan vergilerden başka bir şey vermedikleri ve serbestçe ticeretlerine müsâade olunduğu halde, bu kötü muameleler neden ileri geliyor? Bu konuda Zât-ı Şâhânenizin mâlûmatı var mıdır? Yoksa, yok mudur? Babanız Sultan İkinci Mehmed Hazretleri, büyük ve muşhur padişah idiler. Rivayete göre, bize elçi gönderip tebrik ettirmek arzusunda iken bu arzuyu gerçekleştirmelerine Tanrı buyruğu (ölüm) engel olmuş fakat bu arzunun şimdi gerçekleşmesini neden görmeyelim?

Cevabınızı beklerim”.
Moskova, 31 Ağustos 1492

(1) Azak: Azak denizinin kuzey-doğusunda, Don nehrinin 10 kilometre yukarısında bir şehir ve liman.
(2) Kefe: Kırım yarımadasının güneydoğusunda bir liman.

Biraz yukarıda, Ruslar’la ilk siyasî yazışmanın 897 hicrî (M. 1492) yılında olduğunu bildirmiştim. Bu tarihte İkinci Bayezid, on birinci saltanat yılındaydı. O tarihte Moskova Çarı olan Üçüncü İvan da, Rusya içindeki prensliklerin hepsini birleştirerek bir devlet teşkil etmiş ve Nevgorot şehri ile Kazan’ı da zapt edip ülkesine katmıştı. İşte geçmişteki Osmanlı Hükümetiyle ilk defa olarak yazışmaya girişen, bu Çardır. Çar İvan, Osmanlı Hükümeti ile Münasebetlere girişmek için, dostu olan Kırım Hanı Mengli Giray’ı aracı ve Osmanlı Devleti tarafından da adı geçen Han’a şöyle bir cevap verilmiştir:
– Eğer Moskof Kıralı senin kardaşın ise, benim de kardaşım demektir.
Ne tatlı söz, ne gönül alıcı cevap!
Cumhuriyet Hükümeti ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Hükûmeti arasında uğur sayarak yapılan antlaşma(*), şehrimizde büyük bir hayret ve memnunluk ile karşılandı. Hayrete sebep, Ruslar’la asırlardan beri savaş halinde ve düşman yaşamış iken birdenbire dostça bir yaklaşma ile Doğu’nun genel durumundan iki hükûmetin birbirinin elini tutup dünya politikasına yeni bir anlaşma örneği göstermiş, memnunluğa sebep de artık komşuluk usullerinin ve karşılıklı menefaatler esaslarının her iki tarafın iyiniyeti ile sağlanmış ve kuvvetlendirilmiş olmasıdır. Bana öyle geldi ki, her iki tarafı da sevindiren şu yaklaşma hâdisesi her iki taraf üzerinden kalkan saltanat ve çarlık kâbuslarının yok olması neticesidir. Gerçekten, iyi düşünülecek olursa, Ruslar’a ilk siyasî yazışmaya giriştiğimizin tarihi olan 897 (1492) yılından bu âna kadar geçen dört yüz bu kadar sene zarfında yapılan bunca kanlı muharebeler sırf Sultan ve Çarın birbirlerini çekememelerinin eserleridir. Bu muharebelere sevk edilen halk kütlesi ise sürü kurbanlık koyunlar; ne yaptıklarını, ne yapacaklarını anlamamış, bilememiş zavallılardır. Doğrusu her iki cumhuriyeti de, dünya sulhüne hizmet eden böyle bir güzel başarıdan dolayı, tebrik etmek ve kutlamak her iki taraf halkına düşen bir borçtur. Her iki yeni Hükûmet, hem genel barışın korunması, hem de iki komşu millet arasında barışıklık ve yakınlaşma hislerinin canlandırılması maksadıyle attıkları adımlarla cumhuriyet şanına lâyık, insanlığa yakışır büyük bir iş yapmış oldular.

Bu mâda, bu uğurlu vakanın her iki millet tarihinde tek olması da hükûmetlerindeki inkîlapların iki taraf münasebetleri için fevkalâde iyi tesir yapmış olduğuna bir kuvvet delildir. Bunun için, böyle bir yakınlaşmanın az zamanda meyvelerinin toplanacağı her bakımdan beklenir.

* 17 Aralık 1925 tarihli Türk-Rus Tarafsızlık ve Saldırmazlık anlaşması. Yirmi yıl süreli bu antlaşmayı Ruslar, 1945 yılında yenilememişler. Türkiye’den – Kars ve Ardahan’ı da içine alan – toprak isteklerinde bulunmuşlardı.

Belgeye dayanan rivayetlerdendir ki, İkinci Mahmud, bir başlık seçmek maksadiyle Avrupa’dan her çeşit başlık getirtmiş ve bunlardan birini beğenmek üzere iken, kendilerine “havâs” adını veren sarıklılardan bir parti böyle başlıkların namaza engele olduğunu yayarak teşebbüsün geri kalmasına sebep olmuşlardır. İkinci Mahmud, o zaman bunları da ortadane kaldırsaydı tarihte ikinci bir Vak’a-i Hayriyye(*) daha icat etmiş olurdu. Bununla birlikte cumhuriyetimiz, inkılâb vakaları arasında, bunu da bir hayırlı vaka şeklinde yazsa yeridir.

* Vak’a-i Hayriyye: Yeniçeri Ocağının kaldırılması (15 haziran 1826) olayına verilen ad.

Her yiğidin bir yoğurt yiyişi olduğu gibi, her inkılâbın da bir doğuruşu vardır. İkinci Mahmud zamanında, Fes Nizamnamesi (Tüzüğü) ilân edildikten sonra, fes giyenlere, yine yobazların teşvikiyle açıktan hücumlar, hakaretler olmuş; giyenlerin fesleri kapılıp yırtılmış, dayaklar atılmıştır. Tanzîmat’tan sonra setrî(*) pantolon giyenler az hareket mi görmüşlerdir? Benim küçüklüğümde kenar mahallelerde, köpekler bile pantolonlulara salarlardı.

* Setrî: Düz yakalı, önü ilikli, çuhadan yapılmış ceket. Setre de denir.

ŞAPKA Gİ…YENLER

Biri artık bütün yükleri ve ağırlıklarıyle maziye karışmış, ötekisi tezcanlılığı ve hafifliği geleceğe seğirtmekte bulunmuş olan iki devir arasındaki tezatlardan biri de – inancıma göre – “şapka giymek” meselesidir. Size Abdülhamit devrinde böyle bir meseleden dolayı uğradığım derdi arzedeyim de, ister gülün, ister düşünün.

Galata rıhtımı yapılmak üzere idi. Biz beş on arkadaş her akşam bu sâhil üzerinde bulunan, gündüzleri kahve, geceleri meyhane olan bir gazinonun süslü, temiz, etrafı buzlu camlarla kapak bölmesinde toplanır; içer, çakar(1), eğlenir; burası her zaman hafiye uğradığı olmadığı için rahat rahat görüşürdük. Rahmetli Borazan Tevfik, meşhur Muhsin, Nuri Baba, Enderunlu Ayı Râşid gibi kibar komikler; Nuri Şeyda gibi, Musiki üstadı, Rum olduğu halde, Rumlarla görüşmez; bizimle düşer kalkar, gerçekten gönül adamı, kalender Afandos; bir de, vaktiyle Kuleli Vakası(2) denilen ilk meşrûtiyet tertipçilerinden ve sonra Mithat Paşa’nın İzmir’den İstanbul’a getirilişinden sorgusuyle görevlendirilmek suretiyle Sultan Hamid’in güvenini kazanmış olan Fındıklı Mehmet Efendi’nin oğlu Nâzım Bey adında ikiyüzlü, okkalarla rakı, şarap içtiği halde aşırı mutaasıp görünür, masa başında fesini çıkarıp takkesiyle oturur biri, daha birkaç kişi bu gazinonun hemen gün kaçırmaz müşterilerindendik.

Biz, Nâzım’ın her hali bize endişe verdiği için yanımızdan uzaklaştırmak istiyorduk ve bu istekte hepimiz birleşmiştik. Hele Nuri Baba, bu konuda icra memuru gibi davranıyor, onunla her gece eğleniyor, işi sarhoşluğa vurarak sövüyor, sayıyordu. Fakat, aldıran veya aldıracak kim?

Bir gece, Afandos gecikti. Fakat, bir saat sonra, yanında başka bir Rum olduğu halde geldi, bize de, Aleksandros Efendi adı ile tanıttı. Adamcağız oturdu. Hasır şapkasını çıkardı. Her zamanki gibi, beyaz takkesiyle oturan Nâzım’ın tâ tepesine rastlayan çengele astı. Bu tesadüf hemen Nuri Baba’nın dikkatini çekmiş olmalı ki gülerek yüzüme baktı. Anladım, Nâzım’a, bir azizlik yapacak!.. Birer kadeh… birer kadeh daha… Baba’da gözler parladı. Ha, babam, ha babam ha!… Tam Nâzım kadehi içip de üstüne suyu yuvarlarken, Baba bir anda şapkayı alınca başına geçirmesin mi?

Olacak bu ya… Şapka biraz büyücek, Nâzım’ın kafası küçücük olduğu için kulaklarına geçince, siması öyle komik bir manzara bağladı ki kahkahalarla gülmemek kaabil değildi. Daha tuhafı, Nâzım, sözde günah işlemek korkusuyla, şapkaya elini sürmekten de çekinerek Baha’ya:
– Çıkar şu murdarı başımdan!
demesi idi!
Sözün kısası, gülüşüp dururken, bizim bölmeden içeriye tanımadığımız iki kişi girdi. Biri, bana doğru eğilerek, kulağıma:
– Râsim Bey, Nâzım Bey kimdir?
deyince, gösterdim. Herif doğruldu. Nâzım’a dönerek:
– Buyurun Bey, sizi merkezden istiyorlar! dedi. Nâzım’da bet, beniz attı. Takkeyi düzeltti. Fesi giydi. Nuri Baba, o ikiden birini tanıyormuş, tevkif sebebini sordu. Dedi ki:
– Şapka giymiş, diye jurnal verdiler, komiser bey istiyor…
Bizde bir hayret!..
– Kim vermiş?
– Kasap Mehmet adında biri…
– Ne vakit giymiş?
– Bu gece!..
………Nâzım, titreye titreye, kalkındı. O iki sivil memurla beraber gitti.
Artık, bizde konuşmalar:
Sübhânallah(3)! Bu, nasıl iş canım… Zavallı Nâzım donakaldı… Hasbûnallah(4)!.. Bak, şu olan işe… Şimdi, ne yapalım?.. Oğlana yazıktır!… Baba, ne olacak?
Baba, eliyle sakalını sığadıktan sonra dedi ki:
– Ne olacak?.. Rasim, birer tane daha çakalım. Voyvoda komiseri Yusuf benim bildiğimdir, gidelim anlatalım, kurtarırız.
– Olur!..
Çaktık… Arkadaşlara.
– Biz şimdi geliriz!

Merkezden içeriye girdik, komiserin odasına vardık. Nâzım, boynu bükük ve mahzun oturuyordu. Bizi görünce, ferahladı. Gerçekten komiser, Baba’yı iyi karşıladı. Hal ve hatır sordu. Geliş sebebini anlamak istedi. Baba da anlattı. Komiser dedi ki:
– Vah Nuri Bey… jurnali veren adam buralardadır, çağırtayım, bir kere daha sorayım. Biraz bekleyin.
Zili vurdu, Gelen memura:
– Kasap Mehmet’i buldurun.

Bir çeyrek sonra idi ki sarhoşluğun zom denilen halinde biri girdi. Gözleri kapanıyor, herif bacakları üzerinde sallanıyordu. Komiser, ben, Baba gülmeye başladık. Komiser:
– Biraz beriye gel… (Nazım’ı göstererek) Şapkayı giyen bu mu idi?

Ne dersiniz? Kasap, uyanır gibi oldu. Gözleriyle üçümüzü süzdü Ağzından tükürük saçıyordu, bizi bir daha süzdü, ne dese beğenirsiniz?

(Nâzım’ı göstererek):
– Hayır bu değil… (Benimle Nuri Baba’yı işaret ederek):
– Bununla, bu!

Biz, yine birbirimize bakışarak, gülüştük. Sözündeki zıtlığın işimize yarayacağına inanmıştık.
Komiser:
Peki, haydi, git… Nâzım Bey, siz de teşrif buyurun… Nuri Baba, siz biraz oturun. Dedikten sonra masasının gözünden bir kâğıt çıkardı. Bir şeyler yazdı. Nuri Baba’ya dedi ki:
– Yanınıza bir sivil memur vereyim de siz Galatasarayı’na kadar gidin.
– Nasıl! Bizi mi tevkif ediyorsunuz? Halbuki biz, buraya şefaat için geldik.
Komiser ellerini uğuşturarak:
– Ne yapayım ki bu Kasap Mehmet, Mâbeyin hafiyesidir(5). Başka türlü bir şey yapamam.
– Yapma Yusuf Bey…
– Başka bir çarem yoktur, yazdığım jurnal(6) da onun aleyhinde, sizin lehinizdedir, al oku!..
Gerçekten, dediği gibiydi, Bir hasbûnallah daha!…
– Şaka etme Yusuf Bey…
– Şaka değil, ciddî söylüyorum.
demekle beraber, zili vurdu. İçeri giren sivil memura:
– Al şu jurnali… Beyleri Galatasarayı’na götür.
İster istemez kalktık. Memurla beraber merkezden çıkarak, Yüksekkaldırım’ı tırmandık. Eski Yani Birahanesi’nin önüne geldik. Dedim ki:
– Baba, şurada karnımızı doyuralım, ne olur ne olmaz!

Benim içime bir şeyler doğuyordu. Bu teklife memur da katıldı. Girdik. Memur da bizimle içti. Yedik içtik. Doğruca Galatasaray’a gittik. Baba, yolda diyordu ki:
– Bizim Hâfız Bey orada…
Hâfız Bey dediği, o zaman jandarma tabur ağası(7) idi. Sonra, alaybeyi(8) oldu. Ben de tanırdım. Mâbeyin’e mensup hafiyelerdendi.
Biz Galatasarayı Polis Komiseriliği odasına girdiğimizde, kapıdan bir kere baktı. Bakış o bakış, bir daha görünmedi. Komiser, Jurnalımıza göz geçirir geçirmez, zembereği boşanmış gibi birdenbire ayağa kalktı, kaşları şahlandı; jurnalden gözünü ayıramıyordu. Dışarıya çıktı. Taşlıkta bir fiskos başladı.

Ben Nuri Baba’ya, o da bana bakakalmıştık. Jurnalde bizi suçlandıracak tek harf olmadığı halde, bir komiseri böyle büyük bir ehemmiyetle saran sır acaba neydi? Bizi getiren sivil memur bile, şaşkın şaşkın bakınıyordu. Uzatmayalım, aradan beş on dakika geçtikten sonra bir jandarma neferi odaya girdi. İkimize birden sert bir surat ile:
– Haydi, yürüyün!
dedi. Yürüdük. Cezaevine giden yol üzerinde, alçak tavanlı, loş bir odaya girdik. Görülmemiş bir manzara! Sağ tarafında kalın tahta parmaklıklı bir kapı, aralıklarından birtakım gözler bize bakıyordu. Sol tarafta bir yazı masası, üstünde bir kırbaç, hokka, evrak. Bu masanın arkasında asık suratlı bir polis oturuyordu, ama yüzümüze bile bakmıyordu. Odanın etrafı yüksek peykeli olduğu için, oturduk. Benim bacaklarım sallanıyordu. Nuri Baba, babahindi gibi, kabararak kızarıyordu. Bu halinden korkmaya başladım. Çünkü Baba bu hale geldi mi, ondan öte ne yaptığını bilmez. Hattâ korktuğum, bir dakika sonra başıma geldi.

Oturur oturmaz, bizi getiren jandarmaya sordu:
– Biz burada mı kalacağız?
Köşeden müthiş bir ses:
– Sus!…P…
Baba, yerinden yıldırım gibi fırladı. Polisin gırtlağına sarıldı. Altına aldı. Tahta parmaklık arasından:
– Vur!
sesleri yükseldi. Anlaşılıyor a. İş çığırından çıktı. Bir anda odanın içi polis, jandarma, sivil memurlarla doldu. Polisi Baba’nın elinden güç kurtardılar. Baba, artık, var kuvvetiyle, alabildiğine bağıra bağıra sövüyordu. En nihayet ikimizi, üç jandarmanın eşliğinde olarak, taşlığa çıkardılar. Baba, arslanlar gibi köpürmüş, atılacak yer, adam arıyordu. Yanımıza, elleri prangalı(9) iki kişi daha kattılar. Galatasarayı’ndan çıkardılar. Nereye gidiyorduk!.. Jandarmanın biri dedi ki…
– Bâb-ı Zaptiye (10)’ye!
– Yaya mı?
– Paran varsa araba tut, ben sizinle binerim, ötekiler gitsinler.
Baba, insaflı bir adamdı, dedi ki:
– Onlara da bir araba tutun, anca bareber, kanca beraber…

Arabalar tutuldu, bindik. Ben birbirini takip eden, beklenmeyen hâdiselerin tesiriyle şaşkın, hiçbir şey anlamaz bir halde idim. O tarihte İkdam(11)’da çalışıyordum. Bir ümidim varsa, o da, Zaptiye Nâzırı(12) Nâzım Paşa’nın insafında idi.
Köprü Başı’na geldiğimizde, açık olduğunu haber aldık. Bir belâ daha… Arabalardan indik. Büyük bir barko(13)’ya bindik.

Ne gizleyeyim? Ben, Baba’nın puflarından oflarından korkuyordum. Çünkü, aklı zıvanadan çıkmış görünüyordu. Çok asabî olduğu için, kaldırıp kendisini denize atar… Atar mı atar. Vaktiyle, bir meseleden dolayı, başından böyle bir şey geçmişti.

Her neyse, Sirkeci Bâbıâli Caddesi, yürüdük. Gece yarısına doğru, Bâb-ı Zaptiyye’den içeri girdik. Kelepçeliler ayrıldı, bizi İfade Odası denilen bir odaya soktular. Burada bir polis, yatmış horluyordu. Kaldırdılar. Galatasaray”nda çabucak yazılmış olan jurnalimizi verdiler. Polis okur okumaz:
– Verin içeriye!
dedi. Bizi, doğruca, Tevkifhaneye götürdüler. Üstümüzü yokladılar. Açılan bir kapıdan, salmaya salıverir gibi, içeriye attılar.

Genişçe bir koridora açılmış birtakım odalar, hepsinden de ince, kalın horultular; kesik, sürekli öksürükler geliyordu. Bu odaların birinden karşımıza biri çıktı. Bize, Azerbaycan şivesiyle:
– Buyurun Begler!
dedi. Herifi takip ettik. Bir odadan içeriye girdik. Herif, hemen bizim ikimize bir yatak serdi. Ciddî söylüyorum, misk kokulu çarşaf, yorgan koydu. Ben daha yastıkları görür görmez, kendimden geçmeye başladım.
– Begler paralarınızı bana verin… Yoksa karışmam, çaldırabilirsiniz.
Başka ne yapabilirdik? Verdik. Baba ile koyun koyuna yattık…

Ne rahat yermiş! Koca Tevkifhanenin içinde çıt yoktu. Gözlerimi açtığım zaman, yirmi otuz kadar tutuklunun bize baktıklarını gördüm, utanıyordum.
Köşede bir semaver fokurduyor, gece bizi karşılayan herif, isteyenlere çay veriyordu. Biz de istedik. Bize de getirdi. Hem de:
– Hoş gelmişsiniz!..
dedi. Bu söz, Baba’nın hoşuna gitti. Adını sordu; o da, kendi şivesiyle, cevap verdi:
– Mene (bana) Ecem Ali (Acem Ali) derler.
– Sen burada necisin?
– Koğuş eskisi.
– Çoktan beri burada mısın?
– İki sene kadar oluyor…

Baba, bir çay daha ısmarladı, öteki mevkuflarla sorgu suale başladı. Pek neşeli görüşüyor, her biriyle lâtifeler ediyor, tevkif sebepleri olan cürümler hakkında hafifletici sebepler öne sürüyordu. İçlerinden biri de, bizim tevkif sebebini sordu. Baba, hiç düşünmeden, beni göstererek dedi ki:
– Bunu gördünüz mü? Bilseniz, ne civelektir(14)!
Şaşaladım. O, devam ediyordu.
– Dün akşam, Galata’da Sakallı Kosti’nin baloz(15)’una gittik. Meğer, bunun oradaki karılardan biri dostu imiş. Bir masaya oturduk. Karı da yanımıza geldi. Konuşup dururken mavnacının(16) biri karıya söz attı. (Yine beni göstererek) Bu da herifin suratı budur, dedi. Bira kadehini fırlattı. Ayağa kalktılar. Seninki koltuğunun altından koca bir kama çıkarıp da herife yallah etmesin mi?

Baba’nın yalanı bu dereceye indiği sırada idi ki dışarıdan acı acı bir feryat koptu. Bu feryat:
– Şapka gi… yenler! diye yankılanıyordu. Ben utanarak yerimden fırladım. Bağıranın yanındaki polise uyarak Tevkifhaneden çıkarken, arkamızdan biri: “Tuh! Gâvur kafalı köpekler!” diyordu.

Tam dört gün, dört gece Bâb-ı Zaptiyye’de sorguya çekildik. Bizi, artık Tevkifhaneye vermediler. Polis mahpuslar koğuşuna yani hatırı sayılanlar odasına verdiler. Sorgu sırasında sorduklarına göre, tutuklandığımız geceden birkaç gece evvel, başlarına silindir şapka giymiş iki Türk, İngiliz Sefarethenesine kaçmışlarmış. Sultan Hamid’in polis hafiyesi, bunları arıyormuş.

Güç hal ile, bizim böyle şapka giymediğimizi ispat ettik, yakamızı sürgünden, hapisten kurtardık idi…

Fakat zaman, büyük bir inkılâbın güzel tesiriyle, döndü dolaştı, o devirde giymediğimiz şapkayı başımıza kondurdu.

(1) Çakmak (Düz çakmak) (argo): Rakı içmek.

(2) Kuleli Vakası: Gizli bir derneğin tasarlayıp da gerçekleştirmediği bir baş kaldırma olayı.
Dernek, Padişah Abdülmecîd’i öldürerek, Şeriata daha uygun, yeni bir hükûmet kurmak istiyordu. Dernek üyeleri, 14 Eylül 1859’da İstanbul’da Tophâne’de Kılıcali Paşa Câmii’nde toplantı hâlinde iken basılmış, çoğu yakalanarak Çengelköy’deki Kuleli kışlasında gözaltına alınmıştı, sorguları Kuleli kışlasında yapıldığı için, bu olaya Kuleli Vakası adı verilmiştir.

Bir söylentiye göre, Şinasi de bu derneğin üyelerindendir (İsmail Habip, Türk Tecedüd Edebiyatı Tarihi, İstanbul,1340- 1924, s.111). Bu söylentinin gerçekle ilişiği yoktur. Çünkü, gerici bir kuruluş içinde Şinasi’nin bulunacağı düşünülemeyeceği gibi, suçlular arasında da adı geçmemektedir, (bkz. Uluğ İğdemir, Kuleli Vakası Hakkında bir Araştırma, Ankara, 1937; Uluğ İğdemir, Kuleli Vakası, aylık Ansiklopedi, No. 5, Eylül 1944.)

(3) Süphânallah: Şaşma için kullanılan bir sözdür. Sözlük anlamı, “Tanrı’yı her türlü kusur, ayıp ve eksiklerden uzak tutarım . demektir.
(4) Hasbûnallah: Şaşma anlatmak için kullanılan bir söz. Sözlük anlamı “Tanrı bize yeter” demektir.
(5) Mâbeyin hafiyesi: Eskiden, padişahın, iç işlerinde kullandığı gizli haber alma memuru.
(6) Jurnal: Hafiyelerin yazdığı suçlama kâğıdı, günlük olayları bildiren özel veya resmi yazı.
(7) Taburağası: Binbaşı.
(8) Alaybeyi: Albay.
(9) Pranga: Eskiden, ağır cezalıların ellerine ve ayaklarına takılan kalın zincir.
(10) Bâb-ı Zaptiyye: Zaptiyye Kapısı, İstanbul’da güvenlik işleriyle uğraşan daire; Emniyet Müdürlüğü.
(11) İkdam: Ahmet Cevdet (1862-1935) tarafından çıkarılan ve ilk sayısı 5 Temmuz 1894’te yayımlanan gazete. Eski devrin en önemli gazetelerinden biriydi.
(12) Zaptiyye Nâzırı: Güvenlik İşleri Bakanı.
(13) Barko: Üç direkli, yelkenli tekne.
(14) Civelek: Oynak, kıpırdak, ele avuca sığmaz; kabadayı.
(15) Baloz: Serseri takımının gittiği meyhane.
(16) Mavnacı: Mavna işleten. Mavna: Yük taşıyan büyük kayık.

Mekteblerimizin, üniversitelerimizin sanayiimizin, kısaca, bizi her türlü felâketlerden, musibetlerden kurtaracak olan müesseselerimizin hali gün gibi meydanda… Hele kültür merkezi bildiğimize de, bilmediğimize de bizi pişman edecek derecede ahlakî bozukluklara uğramış olan İstanbul, günden güne, daha ziyade düşmektedir. Kim bilir, vatanın öteki kısımları ne haldedir? Mevcudun güçsüz olduğunu görmek, hiçbir zaman mevcut olmayanın onun yerinde kurulacağına dair kuvvetli bir fikir veremez.
Bizim yaptıklarımız:

Dün mektebe gitmiş, bugün üstâd olayım der(1)

anlamından yalnız birinci mısraı olan:

Bîçâre harâb âbâd olayım der(2)

kavramiyle de hayli farklıdır. Çünkü zavallı vatan, asırlardan beri harab olmuş, bayındır olayım dedikçe yığın yığın harablıklarına yeni yeni enkaz eklenmiş veya eklenmek üzere bulunmuştur.

(1) Anlamı: Dün okula gitmiş, bugün üstad olayım (her şey bileyim) der.

(2) Anlamı: “Zavallı yıkılmadan bayındır olayım der". (Hiç sıkıntı çekmeden, istediğim her şey elime geçsin. Zengin olayım iyi, duruma kavuşayım).
Bu mısra ile 1 numaralı notta verilen mısra, Bağdatlı Rûhî (?-1605)’nindir; ünlü terkîb-i bendinde bulunmakladır. Ancak, Ahmet Râsim her iki mısraın hem sıralarını, hem de asıllarını değiştirmiştir.
Mısraların doğru biçimleri ve sıraları şöyledir:

Gör zâhidi kim sâhib-i irşâd olayım der
Dûn mektebe vardı bugün üstâd olayım der
Meyhâneden ister yıkılıp olmadığı vîrân
Biçâre havâbâtta âbâd olayım der

Parti, grup, takım kavgalarından, münakaşalarından faydalanmış olan milletler, mevcut milletlerin çoğunluğu bakımından, çok az sayıda olmakla beraber, bu işlerde kaşarlanmış ve kuvvetli bir siyasî terbiye öğrenmiş olan milletlerdir. Meselâ bugün bir İngiliz, bir İngiliz gazetesi kalkar, Hindistan’ın imparatorluktan ayrılışını yerinde gördüğünü söyler, gerekçesini sayar, döker. Bu İngiliz, hiçbir zaman, vatan haini gibi bir kuyruk takılıp ne bir hapishane köşesine atılır, ne de darağacına gönderilir.
Düşündürmeye başladı, çünkü biz henüz siyasî terbiye derslerinde acemiyiz yeniyiz. Elifini hemen hemen mertek zannedecek(*) kadar, o derslerde câhiliz; bilenlerimiz varsa da, bilmeyenlerimize öğretecek kadar, derin bilgili değillerdir. Öyle olsalar bile, büyük bir çoğunluğun ne tarafından öğretmeye başlasalar, istenilen zamanda tamamlayamazlar. Çünkü bu zaman, pek değerli olduğu kadar, kısadır. Görüyoruz, anlıyoruz ki böyle değerli, kısa bir zaman boşuna gidiyor. O nispette de, biz sıkılıyoruz. Çünkü, boşa giden zamanın bir daha ele geçmez olduğunu taktir edemeyerek, yerinde saydığımızı – maşallah kültürümüze! – anlıyoruz.

* Elif-i mertek sanmak: Çok cahiller, hiçbir şey bilmeyenler için eskiden kullanılan bir deyim.
(Elif, Arap albafesinin ilk harfidir ve dik bir çizgi şeklindedir. Mertek ise, damların üzerine konan dört köşeli uzun keresteye denir.)

Evet. Sıktı Efendiler!
Aylardan beri süregelen, ne maddî, ne de manevî bakımlardan milletin hususî ve yüksek menfaatlerine uymadığı halde hâlâ canla, başla yürütülmek istenen münakaşalar, konuşmalar ve atışmalar bizi sıktı Efendiler! Sâde sıktı değil hattâ düşündürmeye bile başladı.
Benim, Sıtkı Efendi adında, pek sevdiğim hatır kırmayan, yumuşak huylu, herkesçe sevilen, zenci bir dostum vardır.
Birinci Dünya Savaşı sırasında, Bandırma’da bulunur. Subaylarının sevgisini kazanmış olduğu için, toplanış gecelerinde, kendisini de çağırırlarmış. Bu toplanışların birinde, Bandırma zenginlerinden bir Rum da bulunmuş. Herkesçe sevilen dedim a, Rum da kendisinden pek çok hoşlanır. İsmini sorar.
– Sıtkı!
der… Biraz sonra yine:
– Sıtkı!
der ama, Rum’un hecelemesinden anlar ki, ters söylüyor. Üçüncü defasında, kendisi de tecvîd(*) üzerinde heceleye heceleye söyler. Ona da söyletir. Dinler… ki doğru söylüyor.
Ertesi günü, çarşıda gezerken kulağına:
– Sıtkı Efendi, Sıktı Efendi,
diye bir ses gelir. Döner bakar ki, uzaktan, akşamki Rum… “Sıtkı Efendi” diyeceğine, “k”yi “t”nin sırtına bindirip çağırıp duruyor!

* Tecvid: Harflerin çıkış noktalarını, hecelerin özelliklerini dikkate alarak kelimeleri doğru söyleme ve okuma.

Herkesin maksûdu bir ammâ rivâyet muhtelif. (*)

* Anlamı: “Herkesin isteği bir ama, anlatışı değişik. Mısraın içinde bulunduğu beyit, Muhibbî (Kanunî Süleyman)ındır ve aslı şöyledir:

Kadd-i yâre kimi ar’ar dedi kimisi elif
Cümlenin maksûdu bir ammâ rivâyet muhtelif

Gerek, edebiyat dediğimiz, sınırı bilinmeyen; genişliği uzunluğu yüksekliği ölçüsüz, eklentilerinin sayısı belirsiz sahada; gerekse karşılıklı konuşmalar, hikâye ve fıkra anlatmalar, mektuplaşmalar ve yazışmalar gibi sözle, yazıyla, resimler ve portreler gibi çizgiyle ilgili iş ve şeylerden öteden beri bizi şaşırtan bazı sözler ve deyimler vardır. Bilhassa: Tulûat(1), karîha-i ilhâm(2), sünûh(3), irticâl(4), tevârüd(5) sözleri bu aradadır. Bizi şaşırtmış olmaları sonuducudur ki bu sözler ve deyimlerin anlamlarına fazlasıyle uygun görünenler gözlerimizde büyür, yükselir, duygulandırır ve çoşturur güldürür, ağlatır.

(1) Tulûat: Metin dışı, içe doğduğu ve akla geldiği gibi hareket etmek, söz söylemek; hazırlıklı olmadan konuşmak, cevap vermek ve gülünç hareketler yapmak.
(2) Kariha-i ilhâm: İlhamı ortaya koyma yetkinliği.
(3) Sünûh: İçe doğan şeyler, ilhamlar.
(4) İrticâl: Hazırlanmadan, içe doğduğu gibi ve akla geldiği gibi söyleme.
(5) Tevârüd: İki şairin, birbirinden habersiz olarak, aynı veya birbirine çok benzeyen mısra veya beyti söylemeleri.

Şemsiye, yaşmağın, yabancı bakışlara açık kalacak çok güzel kadınlar için en birinci siperdir. Güneş onun saklama ve korumasıyle, yüzlerimizi yakarak karartmaz. Bakış ilk hızını, onun engel ile kaybeder. Elde, başta bulunduğuna göre, gönlümüzün duygularını açığa vurur. Bu bir işarettir ki; açılıp kapanışı, eğilip açılışı ile bizi birbirimizden ayırır. İlgisiz olanlar bunun altında duramazlar. Bu gölgelik, kadının rahatlık içinde olduğu zamanlarda, yüceliğinin saklandığı yer olur. Gözyaşları, kendi kendine aktığı zaman, onunla diner. Gülüşler, onun yuvarlakça yüzünü çarparak, insanın kendi kulağına çarpar.
Haniya, eski broşlar(1). O broşlar ki, başlarımıza birer taç gibi konarak, kadının evdeki hâkimiyetini bildirirdi. Haniya o eski su(2)’lar ki, kadınların şerefi olan çok güzellerini birer ideale döndürerek kendilerine çevrilen temiz bakışları baştan ayağa düşürmezdi. Haniya o değerli küpe ki, güzelliğin şakağından damlamış birer donmuş inci tanesi gibi görünerek, her sözün vicdanın kulağına ulaşması için namusun değeri kadar çok temiz olduğunu ve samimîlik taşıdığını sezdirirdi. Haniya? Bunların hepsini, bu inceliklerin, bu süsleme parçalarının tamamını şimdi renk renk çarşaflar altında gizliyoruz.

(1) Broş: Üzerinde değerli taş bulunan kadın iğnesi.
(2) Su: Kenar süsü, bir şeyin kenarına yapılan işleme süs.

Biz çarşafa, tutumlu olmak için heves ettik. Kim bilirdi ki zamanın zorlaması onu pahalandırdıkça pahalandırcak, bizi pek eski bir millî kıyafetten ayırıp bambaşka bir şekle koyacakmış; kim bilirdi ki, çarşaf, âdi mantolar biçimine girecekmiş? Gerçi kolaylığı var. Fakat süs ve süslenmede ayrı bir hüner, ayrı bir fendir. Hüner, fen zahmetle olur.
Düşünün, en güzel, en düzgün en ölçülü uçlarına doğru düzgün bir kıvrılış göstererek akar gibi, biter gibi görünen omuzlardan kollar üzerine yayılarak vücudun esas yapısı ile kâh birleşerek kâh paralel biçimde kabararak, kâh hareketlerine elverişli boşluklar bırakarak güzellik saçan bir elbise şeklinde giyilen ferâceyi gözönüne getirin. Ona, güzellik rengi ve yüz güzelliği ile uygun düşen bir düzen verin. İnsan, örtünmenin bu derece de süslenmeye yaradığına şaşar.
Göğüs, bu örtünün altında sıkılmaz. Fakat tâ çenenin hizasından başlayarak kolun, bacağın hareketlerini güçleştirerek insanı bir sıkıcı ıztırap altında bulunduran çarşafa ne dersiniz?
Bu bir maddî fayda idi ki kadınlık şu topluluk içinde övünmek istemediği ilgiyi, iltifatı, davranışların temizliğini ve hareketlerin güzeliğini onunla kazanırdı.
Renk, ferâcenin süsünün değerini artırır ise; biçim de, boybos ve salınarak yürüyüş gibi, tabiatın yalnız kadın kısmına yakıştıra yakıştıra bulduğu ve yarattığı, dolayısıyle erkeklere nasip kıldığı seçkin bağışı iki kat eder.
Kadınlarımız için bir eski örtü olan ferâce(1), yavaş yavaş nazlı omuzlarımızdan düştü. Adı bile kültür ve sohbet meclislerimizde çoğu zaman ağıza alınmayan çarşaf, ilgisizlik alanından birdenbire üzerimize sarılarak modanın verdiği renk, biçim, tarza göre taşınmaya başlandı. Yaşamak, günahsızlığın rengi gibi beyaz, lekesiz görünen; başımızı, o siyah, lepiska(2) sarı saçlarımızı; alın, kaş, göz, burun, ağız, dudak denilen yüz düzgünlüğünün tamamlayıcılarını kapayıp açmak üzere kuşatarak omuz başlarında ferâce ile birleşti mi boy, düzgün ve salınışlı olsun olmasın dış görünüşe bakanlar eksikleri ve ayıpları göremez, kadınlığın daima muhtaç olduğu güzel bakışlara kendiliğiyle tabiatiyle hak kazandığını ispatlayarak gururlu, heyecanlı, övünen, hiç olmazsa avunurduk.

(1) Ferâce: Çarşafın yayılmasından önce, Türk kadınlarının sokakta giydikleri, mantoya benzeyen; kolları, yenleri, bedeni bol ve yakasının arka kısmı çok defa eteklere kadar uzanan üstlük.
1848 yılından sonra, din adamlarının giydikleri üstlüğe de bu ad verilmiştir. Buna “Biniş” de denirdi.
(2) Lepiska: Sarı ve yumuşak saç.

Evlenme, kadının mutluluk, bedbahtlık adına oynadığı bir oyundur. Fakat bu oyunun kâr ve zararını ölçülü bir kanuna bağlamak, oldukça mühim bir iştir. Bunda kadın zekâsı, derece derece, kudretini gösterir. Ben ne mesut oldum, ne de güldüğüm kadar ağladım, ağladığım kadar sevindim.
Söyleyenden dinleyen ârif gerek (*)
derler. Dünyanın hangi tarafında böyle bir muvazene vardır? Neden dinleyen, söyleyenden anlayışlı olmalı imiş!.. İkisinin de kültür ve anlayış bakımından eşitliği halinde, kıyamet mi koparmış?..

* Anlamı: “Dinleyen söyleyenden anlayışlı olmalı

Gerçekten her kişi, her okuyucu sözden, her yazıdan faydalanamaz. Bu, bir kültür seviyesi meselesidir.
Yazma hüneri, kalemin ucuyle yazmak değildi ki, düşünülmüş, kafada pişirilip kotarılmış düşüncelerini kalemin ucuyle çizmekte ve tasvirde başarı göstermek demektir. Söz, yazı odur ki karşımızdakine bir fayda sağlaya. Gerçekten her kişi, her okuyucu sözden, her yazıdan faydalanamaz. Bu, bir kültür seviyesi meselesidir. Fakat, genel konular denilince, bundan, hiç olmazsa, orta seviyeleri memnun edecek aydınlık, açıklık, akla uygunluk, düşündürücülük gibi beğenilir özellikler bulunmak çok gereklidir.
Bu itirazların hepsine başlangıçta kestirme bir cevap veren, Rehber-i Sıbyan adında yazı meşkleri(*) sâhibi hattât meşhur İzzet Efendi rahmetli olmuştu. Adı geçen: “Kamış kalemlerle, kaideye göre iki satır yazmak mümkün olamaz. Onun için kaidesi düzgün, her satırı birbirine uygun yazmak isteyenler önce, üç dört kalem hazırlamağa mecbûr kalıyorlar. Demir kalemlerle, bu mecbûriyeti kaldırmak mümkündür. Yalnız şu var ki, Avrupa’dan gelen demir uç kalemler kusurlu kesiliyor. Ah! Bana izin verseler de Viyana’ya kadar gitsem, oradaki fabrikatöre târifime göre yaptırsam!.. Ayrı ve uygun bir demir uc ile, kâğıt üzerine inciler serperdi”.

* Meşk: Güzel yazı yazmak için yapılan alışma ve alıştırma
çalışmaları.

İyice hatırlıyorum ki, bir aralık, “demir uc” da bir mesele oldu. Her yeni, her pratik şey hakkında söylemek alışkanlığında olduğumuz “bid’at”(1) kelimesi, bunun hakkında da cayır cayır söylendi idi. Sağdan, soldan itiraz sesleri işitilirdi. Bu itirazların en kuvvetlileri şunlardı:
Bir kere, bu Firenk icâdı şeyle “Tanrı” adlarını, peygamberlerin adlarını yazmak mekruhtur(2).
– Bu âna kadar, demirle yazı yazıldığı görülmüş şey değildir!..
– Demir uc ile güzel yazı yazılamaz. Bir “hüsn-i hatt”(3)’ımız vardı, o da bu suretle elden gidecek…
– Kabil değil, yazılamaz… Demir, kâğıdı deliyor!
– Bunca hattâtlar, o güzel eserleri ne ile meydana getirmiştir; kamışla, değil mi?
vb…

(1) Bid’at: Daha önce görülmemiş sonraları meydana çıkmış usul,
görenek, töre.
(2) Mekruh: Şeriatça haram olmayan, fakat yapılması da beğenilmeyen iş.
(3) Hüsn-i hat: Sözlük anlamı yazı güzelliği" demektir. Sanat
değeri olan güzel yazılar için, eskiden “hüsn-ı hat" terimi kullanılırdı.

Topluluğa musallât olan utanılacak kötülükleri tahlil etmek ve aynı maksat ile yazmak da, kalem başarılarının büyüklerindendir. Bütün realizm, natüralizm meslekleri gibi derin inceleme mahsûlü olan eserler, bu maksatla vücûde gelebilmiştir. Sanat alanında, ayıp düşünülemez. Bunların hepsi doğrudur, hakikattir. Fakat, arz ettiğim gibi, sanat alanında, hiçbir gösterisi, hiçbir safhası, manzarası, anlayanlarca kusur olmaz. Tersine, makbûl ve takdire değer görülmek, olgun olmanın gereklerindendir. İşte bu büyük olgunluk ülkelerindedir ki her ayıp, bir sanat üstâdının elinde, ayıplarından ve doğru yoldan saptırıcı tesirinden arınmış bir şekilde belirir. Hattâ, bütün bütün çıplak görünür; fakat, anlayamayanlar için, örtülü ve giyiniktir.
Bununla birlikte kitap, roman meselesi bugün büsbütün değişmiştir. Okumak hayatımıza karışmıştır. Ciddî eserler, ilgi görmemektedir. Biz yazarlar da, okuyucularımız da böyle bir kusura yenilmişiz. Mizahî, ciddî gazetelerimizin üslûplarına bizde az çok bir dekoltelik gelmiştir. Dışarıdaki moda; sayfalarımıza, sütunlarımıza propagandalarıyle dolmaktadır. Bunlar, bir türlü girişlerle, okuma isteğini, incelemeyi, öğrenmeyi tedirgin etmektedir. Halbuki uçkur ovasına inmeden evvel aşacağımız ne dağlar, sırtlar, tepeler, dereler, engeller, denizler var!.
Ah!.. Kelimeler!.. Kelime oyunları, oyuncakları!… Her yazarın başına umulmadık yerme ve ayıplamaları, dövme ve tahkirleri getiren hep sizsiniz…
Hele, istibdâd devrinde, her biriniz ayrı ayrı birer câsus lokması idiniz!.. Sizin kalem uçlarından dökülüşünüzde bile bir uğursuzluk var!.. Kara kara, mor mor, mavi mavi, kırmızı kırmızı akıp kıvrıla kıvrıla beliriyorsunuz! Bütün bu ayıpların esâsı sîzsiniz!..
Öte yandan daha dün, başörtüsüz sokağa fırlayan bir kadına:
– Evden çırılçıplak uğradı.
Yine, başörtüsüz bahçeye bile çıkanlara:
– Çırılçıplak bahçeye çıkıyor!
demez mi idik? Halbuki bunlar giyinik, kapalı idiler kapalı olmayan yalnız baş, saçlar idi.
Yetişip de görmeli idiniz. “Dünyaya metelik vermem!” diyenler, mutlaka, bunun çocuklarından veya torunlarındandır. Saçlı sakallı, ihtiyar, yaşlı, huysuz, genç birtakım sâf kişiler örme, patiska, kumaş keselerinin ağızlarını açmışlar, Mustafa’nın önünü kestirirler… Para almasını rica ederler… Sanki Mustafa para alacak olursa kesedeki bereket artar, aslında yoksa gelirmiş!
Veli bu!… Bâzısından alır, bâzısından almaz. Burada alır, biraz ötede verir. Verdi mi, Mustafa’nın para verdiği kimse, görenlerin gözünde hemen bir önem kazanır. Veli değil mi ya. Veliler kimlerle münâsebet kurarlar? Veliler veya veli namzedleri ile değil mi? Her şeyin bir mantığı yok mu? Deliliğin, veliliğin de mantığı bu!
Çocuklukta, Çıplak Mustafa’yı birçok defa görmüşümdür. O zamanın koşu sporlarının en birincileri at, araba tulumba, davul arkasından gitmek, selâmlığa(1) giden taburdan birinin bando takımının hizâsını kaybetmemek üzere yürümek; “esir almaca” denilen oyundan, yakalanmamak veyahut yakalamak için tabanlara kuvvet koşmak; yandan çarklı Şirket-i Hayriyye(2) vapurları taklidi yapacağım diye elleri çark yaparak, ağızla öttüre öttüre câmi avlularını dört dönmek; bir de bu Çıplak Mustafa’nın ardı sıra seğirtmekti. Mustafa homurdana homurdana koşar, biz koşardık.

(1) Selâmlık (Burada): Pâdişâhların cuma namazını kılmak için câmilerden birine gidişleri dolayısıyle yapılan tören.
(2) Şirket-i Hayriyye: Boğaziçi’nde vapur işletmek üzere 1850 yılında kurulan özel ortaklık.
Eskiden, Boğaziçi kıyılarını birbirine bağlayan vapur seferleri yoktu. Bu yüzden, Boğaz’ın iki yakasında oturanlar, evlerine ve yalılarına gidip gelirken kayıklara binmek zorunda kalıyorlardı. Bu durumu dikkate alan Tanzimât devri devlet adamlarımızdan Keçecizâde Fuat Paşa (1815-1868) ile ünlü bilgin ve tarihçimiz Cevdet Paşa (Cevdet Paşa (1822 -1895): Ünlü bilgin ve tarihçi. Kavâid-i Osmâniyye, Kavâid-i Türkiyye, Belâgat-i Osmâniyye, Târih-i Cevdet (12 cilt). Kısas-ı Enbiyâ en tanınmış eserleridir.), Boğaziçi’nde vapur işletecek bir anonim ortaklık tüzüğü hazırladılar, bu ortaklığa Şirket-i Hayriyye adı verildi.
Şirket-i Hayriyye, kısa sürede, Boğaz kıyılarını birbirine bağladı. Çok ilgi gördü. 1944 yılına kadar çalışan Şirket-i Hayriyye, 12 mayıs 1944 tarihinde Bayındırlık Bakanlığı tarafından bütün varlığı ile satın alınarak Devlet Denizyollarına katıldı.

Bununla birlikte çıplaklık tarîkatı, Doğuca bilinmeyen şeylerden değildir. Elli elli beş sene evvel. İstanbul’da bu tarîkatten biri daha vardır ki “Çıplak Mustafa” diye şöhret almıştır. Hem, nasıl şöhret!.. Kimse “deli Mustafa” demez, “Veli Mustafa” derdi.
Dünya, ne garip gurbet ülkesi!.. Burada, Hüseyin Rahmi Bey kardeşimiz &‘Ben deli miyim’ romanında açık-saçık şeyler yazmış diye mahkemeye çağrılıyor; Riga(*)’da yeni bir tarikatın adamları türemiş, bellerinde birer kuşak, şallak, mallak, uluorta geziniyorlar!

* Riga: Sovyet Rusya’nın, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ülkelerine kattıkları Letonya’nın başkenti.

Zihnimden bir sinama hızı ile geçen bu düşünceleri, açıkladığım geçit resmi safhalarını, bir eski arkadaşımın kolumdan tutması kesti. Dedi ki:
– Çokça, dalgın görünüyorsun. Galibâ, karşındaki ziraat istatistiği seni çok meşgul etti. Düşünmeden cevap verdim:
– Öyle.
– Evet. Meşgul edecek kadar da var. Baksana… Otuz yedi buçuk milyon hektarlık Lehistan’da on sekiz buçuk milyon hektara yakın arâzı hep ekilmiş… Dört milyon hektar kadar çayır, iki buçuk milyon otlak, dokuz milyon da orman… İşlenmemiş arâzi, bütün Lehistan arâzisine nispetle, yüzde 9,9… Ne bahtiyarlık!… Bu gidişle, bu yüzde dokuz onda da kalmaz… Bahtiyar Lehliler!… Çalışkan Lehliler!… Fransa’da bile işlenmemiş arâzi yüzde 14.9… Kim bilir, bizde ne nispettedir?.. Parmağı ile gösterip zihninde çabucak bir toplama yaptıktan sonra, on sekiz, on dokuz milyon kadar hayvanları… On milyonu aşkın mahsullleri var… Acabâ, bizim…
– Artık, bizi karıştırma…
– Çünkü işin içinden çıkamayız., değil mi? Sen yeni mi geldin?
– Yani!… Sen?
– Ben geleli epeyice oluyor… Gezdim, bitirdim. .. Dönüyor… İkinci defa daha gelmek istiyorum. Bir kılavuz(*) var mı? diye soracak idim… Seni gördüm…
– Nasıl buldun?
– Pek olağanüstü şeyler yok…
– Fakat…
Karşımdaki, pek zeki bir zât olduğu için, hemen benim “fakat”ın gölgesinde saklı maksadı anladı…
– Evet, fakat… Bizde bunlann hemen hiç biri yok, değil mi?
– Zavallı biz…

* Kılavuz: Sergi hakkında bilgi veren broşür.

Vatanseverlik, sözle bile güç bir ödevdir. Vatanseverlik hakkında söylenen her söz, gerekleri yerine getirilmedikçe zararlıdır. Bu vazifeyi anlamayanlar, bu yolda çalçene gezinenler milliyet kapılarında dinlenen müflis mirâs-yedilere, soysuzlaşmış dolandırıcı dilencilere benzerler. Kötü davranış da, iyi davranış gibi, soysuzlaşabilir. Beterin beteri var, Allah beterinden saklasın demezler mi? İşte, kötü davranışa nasîb olan soysuzlaşma böyledir, nasıl ki iyi davranışın soysuzlaşması kötü davranışla belirirse, o da böyle “beter” ile belirir.
Burada, bize “zavallı” dememeye gücüm yetmedi. Fakat, bu “zavallı” ile acımayı anlatmak istemedim; düşkün, miskin olanlara da yönelmiş olan başlıca mânâsını anlatmak istedim.
Biz bu âna kadar neler kaybetmişsek etrafımıza, münâsebet kurduklarımıza ehemmiyet vermeyerek dâima haklarında bir çeşit küçümseme ile bilgisizliğimize yol verdiğimizden kaybetmişizdir. Moskof kâfiri, Sırp domuzu, sütçü, seyis Bulgar… derdik. Halbuki bunlar, çaba ve çalışmaları ile, bizi her gün geride bırakıyorlardı. Mütevâzi görünüp ilerileyişimizi tamamlamaya çalışmak suretiyle başkalarının takdirlerini kazanmağa bakmayarak hâlâ, her sözümüzde, kabiliyetlerimizi bütün dünyanın beğendiğinden dem vurmaklığımız da eski ve câhilce gelenekierimizdendir.
Kılıcalipaşa Câmii, meşhur Lepant(1) deniz yenilgisinin sonra acısı çıkarıldığından, Paşa’nın bir minnettarlık belgesidir. Yapılışı sırasında kubbesinin, minâre alemlerinin bakırdan olması dolayısıyle parıl parıl parlamasından halka altından yapılmış zannını veren Nusretiye Câmii’nin ilk açılış töreninde İkinci Mahmud’un yeniçeri bölüklerine yüz vermemesi Vak’a-i Hayriyye(2) yakın olduğuna hususi bir işaret sayılmıştır. Çeşme, Üçüncü Ahmed tarafından yaptırılmıştır. Zarifliği, mimarisi ile hâlâ yabancıların dikkatini çeker. Kasır, Abdülmecîd devimde bir gezinti yeri idi. Rahmetli Hüseyin Dâim Paşa’nın reisliğindeki ilk Meşrutiyet komitesi, padişahın sık sık bu kasra gelip gitmesi dolayısıyle bir hücum hazırlamış idiyse de, bir jurnalcinin aldatması yüzünden, başarıya ulaşamayarak komite üyeleri tevkif edilip Çengelköyü’ndeki Kuleli Kışlası’nda sorguya çekilmeleriyle Kuleli Vakası(3) diye tanınmıştır. Fetihten sonra, ilk Osmanlı topları şimdiki sergi yerinin sol tarafındaki fabrikalarda dökülmüş ve bu dökülen topla kâh Viyana kuşatmasından, kâh İran, Mısır seferlerinde kullanılmıştır. Tophâne Müşirliği ise, Abdülhamid devrinin sonlarına kadar, Medis-i Vükelâ(4)’nın en mühim memurluklarından biri idi.

Mondros Mütârekesi’nden sonra burası tamamiyle boşaltılmış olduğundan, alan iki câmi arasında kalmış bînamaza dönmüştür. İstanbul’un işgali sıralarında pek çok yaygın olan bir rivâyete göre, nice değerli eşyalarımız gibi, kasrın halıları da ingilizler tarafından aşırılmış imiş!

(1) Lepant deniz savaşı: Haçlı donanması ile Osmanlı donanmasının 7 ekim 1571’de yaptıkları ve yenilgimizle biten deniz savaşı. Türkler’in İnebahtı dedikleri Lepant (Lepanto), Yunanistan’ın güneyi ile Mora yarımadası arasındadır.

(2) Vak’a-i Hayriyye: Yeniçeri Ocağının kaldırılması (15 haziran 1826) olayına verilen ad.

(3) Kuleli Vakası: Gizli bir derneğin tasarlayıp da gerçekleştirmediği bir baş kaldırma olayı.
Dernek, Padişah Abdülmecîd’i öldürerek, Şeriata daha uygun, yeni bir hükûmet kurmak istiyordu. Dernek üyeleri, 14 Eylül 1859’da İstanbul’da Tophâne’de Kılıcali Paşa Câmii’nde toplantı hâlinde iken basılmış, çoğu yakalanarak Çengelköy’deki Kuleli kışlasında gözaltına alınmıştı, sorguları Kuleli kışlasında yapıldığı için, bu olaya Kuleli Vakası adı verilmiştir.

Bir söylentiye göre, Şinasi de bu derneğin üyelerindendir (İsmail Habip, Türk Tecedüd Edebiyatı Tarihi, İstanbul,1340- 1924, s.111). Bu söylentinin gerçekle ilişiği yoktur. Çünkü, gerici bir kuruluş içinde Şinasi’nin bulunacağı düşünülemeyeceği gibi, suçlular arasında da adı geçmemektedir, (bkz. Uluğ İğdemir, Kuleli Vakası Hakkında bir Araştırma, Ankara, 1937; Uluğ İğdemir, Kuleli Vakası, aylık Ansiklopedi, No. 5, Eylül 1944.)

(4) Meclis-i Vükelâ: Bakanlar Kurulu.

Bir iki gün evvel tuttuğum niyetimi bozmadım. Havanın çiselemesine aldırmadım. Bir tramvaya atlayınca “Tophâne” dedim, gittim. Bizans zamanında orman, Osmanlı Türkleri devrinde demircilik, humbarcılık(1) topçuluk fabrikası, şu günlerde sergi yeri olan burasını öteden beri severim. Şehrin Ieb-i deryâ(2) vasfına lâyık olan bir parçası varsa, burasıdır. Açıklığı, uzağı görmeğe elverişli oluşu, Galata’nın sıkışık, pis kokulu sokaklarından, rıhtımın harıltılı, gürültülü kordonundan kurtulanlar için ferah ferah bir nefes alacak, “Oh!” diyecek bir meydandır. Kılıcalipaşa Câmii, karşısındaki çeşme, Kasr-i Hümâyûn, Nusretiye Câmii, bunlara hâkim olan ve her tarafı gören eski Tophâne Müşirliği(3) binası… Bütün bunlar Osmanlı Türkleri tarihiyle ilgili az çok, ufak tefek birtakım vakaların yadigârlarıdır.

(1) Humbara: Demirden veya tunçtan dökülmüş, yuvarlak biçimde yapılan ve içine patlayıcı maddeler konarak atlına mermi.
(2) Leb-i deryâ: Deniz kıyısı.
(3) Tophâne Müşirliği: Tophâne’nin bütün işlerinden sorumlu Bakanlık.

Gazi(*)’nin dediği gibi, Dumlupınar’dan doğan güneş gözlerimizi aydınlattı, rûhumuzu ısıttı.
Böyle kurtuluş günlerinin, iç temizlenmesinde pek büyük rolleri var. İnsan “mazi”nin, İstikbâl"in önüne geçerek, oralardan bizi seyr etmekte olduğuna inanır gibi oluyor. İnandıkça, bize böyle günler kazandıran yüce davranışlar huzurunda bütün benliklerin eğilerek vatan, millet, hürriyet gayelerinin emr ettikleri hak-severlik meziyetine kuvvet veriyor. Sanki bu günler siyasî terbiyenin kazandırdığı bilgilerin imtihan günleri imiş gibi, herkeste bir çeşit alçakgönüllülük beliriyor. Ve gayelerin gerçekleştirilmesinde teşekküre değer hizmetleri geçenleri bir daha saygı ile anarak rûh ve vicdânını toparlıyor…

* Gazi: Atatürk.

İstibdâd devirlerinde bilginlerin ve faziletli kişilerin ekseriyetle uğradıkları haksızlık, yoksulluk, sürgün, hattâ öldürülme ve idâm olaylarının aralıksız tekrarlanması, bu gibi zâtların olgun düşüncelerinde pek çoğunun kaybolmasına sebebiyet vermiş olduğunu târihlerimiz bile yazarlar. Hattâ, fikir hayatını mahvetmek için, istibdâdın icâb etmediği hiçbir kötülük kalmamıştır denilse yeridir. Abdülhamid devrinde 300 (1884) senesine doğru birdenbire şiddetlenerek 323 (1907) târihine kadar devam eden bilgi düşmanlığı memleketin elverişli olduğu gelişmeyi kan, duman içinde bırakmış; bir taraftan çok güzel eserleri yaktığı gibi, öte taraftan da aydınları savurup ülkesinin ötesine berisine atarak mahv etmeye çalışmıştı. Dikkate değer ki, bir süre Çemberlitaş Hamamı’nın külhanı(1) eserlerin yakılmasına ayrıldığı hâlde, bunun duyulmasından dolayı, Matbaa-i Âmire(2)’de ayrıca bir ocak yapılmıştı ki bu ocağın kalıntıları hâlâ durmaktadır.
Eski şiir ve ilim kitaplanmızda “felek’ten “devrân”dan, “zaman”dan, “baht ve tâlih”den şikâyet eder görünen fıkralar, beyitler hep bu bilgi yakıcı zulümle ilgilidir.

(1) Külhan: Hamamları ısıtan ve hamamların altında bulunan kapalı ve büyük ocak.
(2) Matbaa-i Âmire: Bugünkü Devlet Matbaası.

Bir yandan Batı’ya koşuyoruz, öte yandan Kastamonu’nun kıyıcığına sokulmak istiyoruz!
Şimdiki modaya göre. Halk Edebiyatı, acaba ne anlatabilmek özelliğini taşır? Bunu kim açıklayabilecektir? Bana öyle geliyor ki, her birimizin her dokuz ay on günde birer çocuğu olsa, onlara koyduğumuz adlardan, belki kararsızlık huyumuza on beş yıl sonra bir eksiklik gelebilsin!… Bu ne bitmez, tükenmez sevdâ? Anlaşılıyor ki, iki feryâd arasında, sağır gibi olduk. Bir yandan Batı’ya koşuyoruz, öte yandan Kastamonu’nun kıyıcığına sokulmak istiyoruz! Bakalım, bu çalkantıdan, anlatış ve bilgi kıyılarına ne kırıntılar düşecek!
Mâni öyle bir nazım şeklidir ki, musikimizin ancak ona ayırdığı söyleyiş tarzı ile tamam olur, demek yerindedir.
Yoksa, genel olarak, Çinili Hamam natırı veya ustası Benli Zehra’nın bir Hıdırellez sabahı kısmet çömleğinden çekip çıkardığı her örneğe karşı el yanakta, yayık ağız şaşı göz, iner çıkar gırtlak veyâhut avurdu yırtık Memiş’in aklına yelken ettiği zamanlarda avaz avaz okudukları

Arpalar evlek evlek(1)
Dadandı kara leylek
Kışı burda kışladık
Yazın ayırdı felek
*
Kalenin burcu muyum
Dil bilmez Gürcü müyüm
Beni gurbete yollar
Ben gurbet harcı mıyım
gibi, Vefik Paşa rahmetlinin mâni açıklamasına uygun düşen, allak bullak kıtalara asla mâni denilemez. Meğer ki mâni gibi ince, ince olduğu kadar rûh okşayan ve dâimâ bir maksadı anlatan, müstakil beyitler, müfredler(2) olsun!..

(1) Evlek: Tarlanın, tohum atılmadan önce, sapan iziyle bölünen kısımları.
(2) Müfred: Bir manzûmeye bağlı olmayan, tek başına söylenmiş beyit. Divân şiirinde, kafiyesiz beyitlere de müfred denir.

Ahmed Vefik Paşa rahmetli. Lehçe-i Osmânî(1)’sinde, mâni karşılığında: “Mâni; usûlsüz, vuruşsuz ezgilerle okunan vezinsiz, mânâsız güfte.” yazmışsa da, onun bu açıklaması, mâniyi bilmediğinden, daha doğrusu şunun bunun iftirâsı sonucu olarak külhanbeyi şarkıları arasına giren bir güfte ve beste sayılarak vezir edîbler’den birine bu şekilde sunulmuş olmasından doğan bir söz yanlışlığıdır. Yoksa mâni, aslında, hem bedî, ve “beyân”(2) dallarının değişmez kaidelerince söylenişi, iki anlamlı sözler bölüğünden, hem de Doğu mu, Türk mü, Osmanlı mı, İslâm mı, herhangisinin ise işte onlardan birinin sâhib olduğu mûsiki tarzı çeşitlerindendir.

(1) Lehce-i Osmânî: Ahmed Vefik Paşa (1823 – 1891)’nın yazdığı ünlü sözlük, iki kısımdır. Birinci kısmı, Tüıkçe kelimelere ayrılmıştır. İkinci kısmı, yabancı kelimelerle ilgilidir.
Türkçe asıllı kelimeleri sözlüğüne alması, ondaki Türkçülük ve milliyetçIlIk anlayışının bir belirtisidir.
(2) Bedî ve Beyân: Eski edebiyatın, söz güzelliği ve düşüncenin düzgünce anlatılması konulariyle ilgili iki dalı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir