Ahmet Rasim kitaplarından Muharrir Bu Ya kitap alıntıları sizlerle…
Muharrir Bu Ya Kitap Alıntıları
&“&”
– Mütâreke(1) zamanında da, bir Rum beni tramvayda bıcırgattı!…
– Ne yaptı?
– Bıcırgattı!…
– Bu da nasıl şey?
– Başına gelirse anlarsın… Bu, bırtlamadan daha hafiftir. Anlatayım da bak.
– …
– Heriflerin an azgın zamanlarından idi. Galata’dan geçilmiyordu. Hele fesli, âbânili(2) olursa… vay haline!
Ne yapacaksın?… O vakit, şapka yok. Kalpağa da saldırıyorlardı. Benim de Fındıklı’da bir işim var, mutlak gitmeliyim. Gitmesem olmaz. Düşündüm, en sağlamı tramvaya binmekte buldum. Eminönü’nden bindim. Dan, dan… Köprü’yü geçtik. Karaköy dedik, durduk. Daha durmadan, bir hücum başladı. Arabanın iki tarafından da giren girene. Fakat, girenlerin biri dikildi, durdu. Koyu siyah, koca yayvan şapkalı, geçende Ada’da çıkan canavar gibi iri yapılı bir Rum, gözleri kapana kapana geldi. Tâ benim yanımdaki boş yere kendisini kaptı, koyverdi. Öyle ki amanı, zamanı kalmadı. Görmeliydin… Herifte her but, altmış okkalık sığır butu gibi… Kendisini o boş yere bırakır bırakmaz, butun birini de benim butun üzerine bindirdi. Başını serbest salıverdi, şapkasının keskin kenarıyle, benim âbânili fesi yerinden fırlattı. Şapka bu çarpışma sonucunda öbür tarafa eğildi ise de, herifin omuzuyle yarım gövdesi tamamiyle benim üzerime bindi. Bir tarafımdan keskin bir şarap kokusu, öte tarafımdan da kuvvetli bir horultu… Kekâ!…(3) Ben yamyassı, kımıldamak ihtimâli yok…
– Hacı Ağa, bırtlayaydın!
– Nereye bırtlayacaksın? Arabada, adam adam üstüne. Sen belâya bak ki, bir aralık, oturduğumuz yer gıcırdadı. Eyvah!… Daha nelerim var?… Öyle sarhoş, öyle sarhoş ki, kendini bilecek halde değil, aptestini tutacak gücü kalmamış; onu da salıvermiş olacak ki, pantolonunun önünden dumanlar çıkmaya başladı!…
– Biletçi?…
– Hangi biletçi? Nerede ise, orada kalmış, kımıldayamıyordu. Galata’yı geçtik. Tophane’yi geçtik, Fındıklı’ya geldik. İnmek değil, kımıldayamıyordum. Artık yolu tutturduk. Kabataş, Dolmabahçe, Beşiktaş…
– Herif?
– Onun umurunda mı? Lök gibi yaslanmış, arada bir faşırdıyor, horultusunu çekiyor, kokusunu salıveriyor!
– Sonra?…
– Bereket versin ki Bebek değil, Ortaköy tramvayı imiş. Buraya gelince, herkes indi. Ben de, önümdeki kanapenin arkalığını iterek, kendimi güç belâ kurtardım. Sen belâya bak ki benim ilk yere düşen âbânili fes, herifin paçalarından sızan sidiklerle ıslanmış değil mi? Ölür müsün, öldürür müsün?
– O zaman ölürdün?
– Şüphe mi var?
– Ne yaptın?
– Ne yapacağım, âbâniyi çıkardım. Fes temiz kalmış imiş. Onu giydim.
– Herif ne oldu?
– Hâ… İyi ki sordun. Herifi, orada ne kadar tramvaycı varsa toplandılar, aralarında bir bucurgat(4) eksikti. Heyamola(5), ha yisa(6)… İte kaka, çeke sürüye, ahırdan bocuk(7) çıkarır gibi çıkardılar… Sarhoşluğun derecesini anla ki hâlâ uyuyor, horulduyor, paçalarından akıtıyordu! Daha ne yüzüme bakıyorsun?
– Bir şey daha soracağım da…
– Sor!
– Şimdi piyasa nasıl?
Kahkahalarla gülerek:
– Bırtlama çokça ama, bıcırgatma görülmüyor… Meğer ki, son vapurlarda tek tük ola!
(1) Mütâreke: Mondros Mütârekesi (30 Ekim 1918)
(2) Ağabâni: (Âbâni) İpekten sarımtrak dallarla işlenmiş bir çeşit beyaz kumaş. Bu kumaştan yapılmış sarıklar, fesin üstüne sarılırdı.
(3) Kekâ: Bir durumdan memnun oluşu bildiren ve “Keyfim yerinde, ne güzel, memnunum anlamlarında kullanılan bir söz.
(4) Bocurgat: Vinç.
(5) Heyamola: Gemicilerin ve işçilerin, bir şey çekerken, birbirini desteklemek için söyledikleri söz.
(6) Yisa: Gemicilerin ve işçilerin, bir şey çekerken, birbirini desteklemek için söyledikleri söz.
(7) Bocuk: Domuz yavrusu.
– Hacı Ağa, ben de seni arıyordum.
– Yine bir şey mi var?
– Var ya…
– Ne gibi?
– Türkçe bir söz… Bırtlamak, ne demek?
Hacı kaşlarını kaldırdı, gözlerini dikti,
– Bırtlamak mı? Sen, evvelki gün, benimle beraber on buçuk vapurunda olmalı idin de, bırtlamak nasıl olurmuş görmeli idin. Gaamus(2) bile, bu kadar hoş anlatamaz…
dedikten sonra:
– Senin anlayacağın, bırtlamak, meselâ olgunca bir eriği, şeftaliyi, zerdaliyi parmaklarının arasında şöylece sıkmaya davranırsın; davranır davranmaz, çekirdeği "bırt" eder, fırlar.
İşte, bırtlamak bu! (Gülerek) Ama, her zaman, çekirdek bırtlamaz. Adamlar da bırtlar. O dediğim on buçuk vapurunda, koca bir adam bırtladı.
– Ayıp bir şey mi yaptı?
– Yo…k!… Ayıbı yapan yaptı ama, öteki bırtladı.
– Nasıl?
Hacı Ağa, burada enfiyesini çekti, silindi, mendilini usulüne göre dürüp devşirdikten sonra:
– Bilirsin a, bu vapur biraz kalabalık olur. Gün var ki, sıkışmadan, nefes daralır. O gün de, biraz kalabalıktı. Böyle günlerde büyük kanapelere yedişer kişi oturabilir ama, oturanların içinde şişmanı, kalıplısı olur; kısacası, yedi zayıfın, altı tombulun, beş şişmanın tam harcıdır. Bu vapur, bütün ayıplarından başka, Haydarpaşa’ya da uğrar, oradan müşteri alır. Ben, yeğenim ayakta duruyorduk. Sıramızdaki kanapede de, altı tombul zât oturuyorlardı. Haydarpaşa’dan bir şişman adam geldi. Bir baktı, bir daha baktı, paltosunun eteklerini tuttu, çekti, toparladı. Bu altı kişinin orta yerine göz dikti. Kibar adamlar… Derhal anladılar.
Biraz daha sıkıştılar, ilişecek kadar bir yer gösterdiler. Bunlar gösterir göstermez, beriki zâten etekleri toplamış, hazır… Orada olup da görmeli idin!… O koca kıçını o ufacık yere iliştirir iliştirmez bütün vücudunu arkaya öyle bir veriş verdi, öyle bir gömülüş gömüldü ki iki yanında kalan üçer kişinin her üçü birden birer kere hıhladılar. Fakat, sağ taraftaki üçün ortasındaki dayanıksızmış. Seninki tamam tamam gömülür gömülmez, olduğu yerden demin dediğim erik, şeftali çekirdeği gibi bırtladı. Adamcağız bir nefeste sıradan çıktı, sıyrılırcasına fırladı, iki ayağı üzerinde dimdik kaldı.
İşte oğlum, bırtlamanın adamcası böyle olur!
– Ey… O adam bir şöy demedi mi?
Hacı Ağa, hasbenallah(3) şeklinde başını sallayarak:
– Belki diyebilirdi. Fakat onu bırtlatan baskı, acaba, kaç beygir kuvvetinde idi?… Biz dikkat ettik, öf bile diyemiyordu!
(1) Lehce: Lehce-i Osmânî: Ahmed Vefik Paşa (1823-1891)’nın yazdığı ünlü sözlük, iki kısımdır. Birinci kısmı, Türkçe kelimelere ayrılmıştır. İkinci kısmı, yabancı kelimelerle ilgilidir.
Türkçe asıllı kelimeleri sözlüğüne alması, ondaki Türkçülük ve milliyetçilik anlayışının bir belirtisidir.
(2) Gaamus (Kaamus): Mütercim Âsım Efendi (1755-1819)‘nin Arapça’dan Türkçe’ye çevirdiği büyük sözlük.
(3) Hasbenallah: Şaşma anlatmak için kullanılan bir söz. Sözlük anlamı “Tanrı bize yeter” demektir.
* Bu söz Recaizade Ekrem’indir ve aslı şöyledir: Sanat müşkül ise de muâheze de âsân değildir”. (Sanat zor ise de, eleştirme de kolay değildir.)
– Köşeyi dönüver!
modası artık geçti. Bakın, Şark İstiklâl Mahkemesi(2) âzasından Reşit Galip Bey(3), sizin için neler diyor?…
"Külhanbeyi adıyla tanınmış ayaktakımı, İstiklâl Mahkemelerinden korkmakla hataya düşmüş olmazlar. Kuvvetli takip ve araştırma projektörlerimiz, bunların da üzerine çevrilmiştir. Hiç bir teşebbüsleri gözlerimizden kaçamaz ve hiç bir hareketleri cezasız kalamaz."
Bu sözlerin ne demek olduğunu, elbette, anlamışsınızdır. Gerçi bu projektörün aydınlatma alanı altında doğrudan doğruya şu saltanat ve hilâfet mensupları, taraftarları, millî felâketlerde sevinen (ne ağır söz Yarabbi!) Hürriyet ve İtilâf Partisi artıkları, içte ve dıştaki cumhuriyet düşmanları, yenilik ve inkılâp aleyhtarları, eşkıyalığı ve cinayeti meslek edinenler varsa da, bunların kuyruklarında siz de varsınız! Görüyorsunuz a, epeyce kalabalıksınız. Kalabalıkta da kim kime!
(1) Makine: Oyun, hîle; kötü, tehlikeli durum .
(2) İstiklâl Mahkemeleri: Kurtuluş Savaşı sırasında özel biı kanunla kurulmuş, çok geniş yetkili mahkemeler. Bu mahkemelerin üyeleri, milletvekilleri arasından seçilirdi.
İstiklâl Mahkemeleri’nin kuruluş amacı; düşmanın çıkarlarına yardım edenleri, devletin iç ve dış durumunu sarsıcı işlere karışanları, askerden kaçanları ve onları aklayanları, düşman hesabına casusluk yapanları kısa zamanda yargılamak ve cezalandırmaktı.
Bu mahkemeler, yurdun çeşitli bölgelerinde kurulmuştu ve gezginci durumda idi. İstiklâl Mahkemeleri, 1927 yılında kaldırılmıştır.
(3) Reşit Galip Bey (1897 – 1934): Cumhuriyet devri devlet adamlarından. Asıl mesleği doktorluktur. Kurtuluş Savaşı yıllarında yararlı hizmetleri olmuştur. Daha sonra İkinci Büyük Millet Meclisine milletvekili seçildi. Şeyh Sait İsyanı üzerine Doğu İstiklâl Mahkemesi üyesi oldu. Bir süre, Milli Eğitim Bakanlığı yaptı.
Atatürk devrimlerine inanmış, yurdunu ve milletini seven, ülkücü bir kişi idi.
Dikkate değer ki bu destanlarla semâîler, koşmalar, Kerem(3)’ler, kalenderîler de Eski Halk Edebiyatı zümresine katılarak hemen hemen ortadan kalkmıştır. Bunların saz şairleri yanında, kabasaz(4) çalgı takımlarında evvelce gördükleri ilgi ve itibardan şimdiler hiçbir ses işitilmiyor. Her halde, &‘Yeni Halk Edebiyatı’ da bunları sıkboğaz etmiş olmalı!
(1) Millî Mecmua: İlk sayısı 1 Kasım 1923’de yayımlanan ve on beş günde bir çıkan ilmî, edebî, iktisadî, harsî(*)" dergi. Sahibi ve sorumlu müdürü Mehmet Mesih (Akyiğit)’tir.
Dergi, yayınına beş yıl devam etmiş, 114. sayıdan sonra kapanmıştır (15 Kasım 1928).
* Harsî: Harsla ilgili, kültürel.
(2) Girizgâh: Giriş başlangıç.
(3) Kerem: Halk türkülerinin söylendiği özel bir hava. Asıl Kerem ve Kesik Kerem şekilleri de vardır.
(4) Kabasaz: Ud ve kılarnetten meydana gelen saz takımı.
Başlıyorum, dinleyin beyler, efendiler, ağalar!
Bir gemi yaptırdım ayrık köküyle
Bin pâre top dizdim tâze soğanı
Mısır darısından hesapsız gülle
Niyetim feth etmek Firengistan’ı
Bin karga götürdüm gemiye bekçi
Örümcek ağası bile yedekçi
Yüz bin serçe yazdım tüfekçi(3)
Sivrisinek oynak kılıç-kalkan’ı
Çıktı kelebekler açtı yelkeni
Reis karıncalar dikti sereni(4)
Kertenkele orsa etti (5) dümeni
İşaret hocamız fındıksıçanı
Emir ördek kaptan, bastıbacaklı
Keklik topçubaşı, kızıl ayaklı
Yüz bin karabatak yalın bıçaklı
Martılar uzaktan sezer düşmanı
Bulmadık engini, gezdik karayı
Yulaf tarlasında yedik borayı
Leylek kapudan çekip makarayı
Bağdat çöllerinde bulduk limanı
Hinttavuğu ak sakallı ihtiyar
Eski zamanlardan kaz pehlivan var
Horoz Bey ağzından ateşler saçar
Güzel tavuk bilmez aman, zamanı
Akyavaş kehleker(6) pusuya çekti
Attığı gülleler dağları yıktı.
Çarhacı(7) pireler avcıya çıktı.
Attığı kör köstebek vurdu nişanı
Tavşan her işini koymaz ihmale
Ne bakarsan tilki ile çakala
Kirpi ile sansar gelmez masala
Onların ikisi bekler ormanı
Çıktı da ayılar geldi dîvandan
Şebek maymun asker çekti bir yandan
Kurt leşkeri(8) püskürünce ormandan
Eşek de ah edip kıldı figanı
Arslan Bey’le kavga etmesi müşkül
Bin deve gönderdim eyledi dil dil(9)
Sıyrınca kılıcı dîvane bülbül.
Tahta kehlesinden(10) saçtı al kanı
Aldı ortalığı şöyle bir koku
Ömrümde görmedim böyle bir koku
Cengin heybetinden dağıldı uyku
Uyandım elime aldım şamdanı
HENGÂMÎ(11), bu cengin medhin eyledim
Hayfa(12) deryasını gezip belledim
Yalan, yanlış bu destanı söyledim
Ömrümde demedim böyle yalanı
Gördünüz a bize de bu mizahtan düşse düşse:
Baklava börek
Olsa da yesek
Tay raray ray ram, tay raray ray ram!
diye bir ara nağmesi söylemek düşer.
(1) Semâî: Halk şiirinde, sekiz heceli olan manzumeler, özel bir makamla okunan türküler de bu adı taşır. Saz şairlerinin aruzun dört “mefâîlün” kalıbı ile yazdıkları şiirlere de semâî denilir.
(2) Kalenderî: Saz şairlerinin, aruzun mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûIün kalıbıyle yazdıkları şiirler.
(3) Bu mısrada vezin bozuktur, iki hece noksandır.
(4) Seren: Yelkenli gemilerde ve büyük teknelerde, üzerine dört köşe yelken gerilmek için direğe haç biçiminde takılan ağaç.
(5) Orsa etmek: Gemiyi rüzgârın geldiği yöne döndürmek.
(6) Kehle: Bit.
(7) Çarhacı: Öncü, ordu birliklerinin önünde giden atlı asker.
(8) Leşker: Asker.
(9) Dil dil: Parça parça.
(10) Tahta kehlesi: Tahtakurusu.
(11) Hengâmî (?-1873?): Saz şairi. Bektaşidir. Rusçuk’ta doğmuş, Bursa’da ölmüştür. Bu destanı onun söylediği kesinlikle belli değildir. Bilinen şiirleri arasında bu destan yoktur.
(12) Hayfa deryası: Hayfa denizi, Doğu Akdeniz’in İsrail kıyısı.
Aslında bir türlü olan edebiyatı böyle eskinin eskisi, yeninin yenisi, gelecekte Yeni Edebiyat, Halk Edebiyatı diye birtakım bölümlere ayırınca insan bunlardan hangisi ile ilgileneceğini şaşırıp tereddüde düşüyor.
(1) El-ense etmek: Güreşte, bir oyunun adı. Kolu hasmın boynuna getirip başparmağı gırtlağa, dört parmağı da enseye geçirerek öne çekmek.
(2) Şîrâze: Yağlı güreş yapan pehlivanların giydikleri kispetin paçası.
(3) Kurt kapanı: Güreşte bir oyunun adı. Hasmı alta düşürdükten sonra üstüne binerek ayaklarını onun oylukları arasına bağlamak ve bir yandan da ellerini hasmın iki kolu altından geçirmek.
(4) Boyunduruk vurmak: Güreşte bir oyunun adı. Hasmın başını koltuk altına alıp boynuna kol dolama.
(5) Fecri Âti: 1909 yılında kurulan ve Edebiyat-ı Cedîde’nin izinde yürüyen bir edebi topluluk. Bu toplulukta tek tek değerli kişiler (Ahmet Hâşim, Yakup Kadri, Refik Halit, Hamdullah Suphi…) bulunduğu halde, bir varlık gösterememişler ve asıl eserlerini topluluk dağıldıktan sonra vermişlerdir.
Fecr-i Âti"nin sözlük anlamı “geleceğin tan ağartısı" demektir. Ahmed Râsim, burada bir söz oyunu yaparak, "Fecr-i Âti attı" deyimiyle Fecr-i Âti topluluğunun doğuşunu anlatmaktadır.
(6) Tahtaboş: Dam, taraça.
(1) Yeni edebiyat: Tanzîmât edebiyatı. Divan Edebiyatı’na tepki olduğu için, eski edebiyatı savunanlar, Tanzîmât Edebiyatı’na “Edebiyat-ı Cedîde (Yeni Edebiyat) adını vermişlerdir.
(2) Yeni Edebiyat-ı Cedîde: Servet-i Fünûn Edebiyatı’na verilen ad. Sonraları, bu deyimin başındaki "yeni" sıfatı atılmış. "Edebiyat-ı Cedîde" adı Servet-i Fünûn için kullanılır olmuştur.
1. Dünyanın ne olduğunu,
2. Dünyada neler var olduğunu,
3. Vatan, memleket, cumhuriyet esaslarını,
4. Millî Mücadele’nin safhalarını, kahramanlarını,
5. Vatan coğrafyasını,
6. Ziraat işlerinin pratik faydalarını, ve daha başka esasla ilgili işleri özel şekilde yaptırılmış filmlerle ve bir gezici kurul aracılığı ile halka o ıssız, cahil bucaklarda oturan insanlara gösterip anlatmaya,
7. Öğretmen azlığı ile mektep yapımını şimdilik karşılamak üzere köyden köye konar gezici öğretmen heyetleri kurmaya hemen başlamamız gerekmektedir.
İsveç’te okuma yazma bilmeyenin kalmaması bu gezici öğretmen heyetleri sayesindedir. Vaktiyle eski Osmanlılar bu usulü kullanmışlar, fakat onlar yalnız dinî inançları aşılamaya ve öğretmeye önem verdikleri için Rumeli ile Anadolu’yu dolaşan gezici öğretmen kurulları ancak bu işlerle uğraşmışlardır.
Şurasını bir daha hatırlayalım ki şapka giymek herhangi bir yetenek sahibi olmak demektir. Vaktiyle sarık nasıl bir okumuşluk işareti sayılıyor idiyse şimde de şapka öyle bir işarettir. Bunun için şapka giymeye hak kazanmak için çalışmak çok gerekli olmuştur. Madem ki dünya işleriyle uğraşmak prensibimizdir.
Demek kı Périer teorisine göıe Fransızlar’ın eksiksiz hepsi mektepten diplomalı değiller! Şimdi bu teoriye dayanarak bir kere de biz kendi mektepsizliğimizi gözönüne alalım. Ne derecedeyiz acaba?
Fırsatı kaçırmayıp Gazi Paşa(*) ile çalışma arkadaşlarından iyi düşünme dersleri almaya, bu dersleri metotlara bağlayarak çocuklarımıza Okuma, Yurttaşlık Bilgisi derslerinde telkin etmeye gayret göstermeliyiz. İçe az çok etkisi olan dış görünüşlerden başlıcalarını düzelttik. Yahut düzeltmek yolunu bulduk. Ah!… Bir kere de içimiz için böyle bir yol bulabilsek!…
* Gazi Paşa: Atatürk.
(1) Prut savaşı: Baltacı Mehmet Paşa, komutasındaki Osmanlı ordusunun, Rus Çarı Büyük Petro’yu yendiği ve barışa zorladığı ünlü savaş (19-21 temmuz 1711).
(2) Eğri: Macaristan’da Budapeşte’nin 137 kilometre kuzeydoğusunda ve aynı addaki suyun kıyısında bir şehir ve kale. Macarlar “Eğer”, Türkler de “Egre veya “Eğri” derlerdi.
Eğri, 1596’da Üçüncü Mehmed tarafından alınmış, İkinci Viyana bozgunundan sonra Macaristan’da elimizden çıkan son kale olmuştur (1687).
(3) Kırım savaşı: 1853-1856 yılları arasında Osmanlı Devleti ile Rusya arasında başlayan, sonradan İngiltere, Fransa, Sardunya devletlerinin de Osmanlı Devletine katılmasıyle büyüyen ve Rusya’nın yenilgisiyle biten savaş. Rusya, yenilgiyi kabul ederek, 30 mart 1856 tarihli Paris Antlaşmasını imzalamak zorunda kalmıştır.
(4) Türk – Yunan Savaşı: 1897 yılı 18 nisanında başlayıp 19 mayıs 1897’de Yunanlılar’ın yenilgisiyle biten savaş. Bu savaşta ordularımız, Müşir (Mareşal) Gazi İbrahim Ethem Paşa’nın komutasında, Yunanlılar’ı yenilgiden yenilgiye uğratarak dize getirmiş, Dömeke meydan savaşı ile Atina’nın yollarını açmışsa da, Yunanlılar’ı koruyan Batılı devletler şehre girmemize engel olmuşlardır.
Savaşı kazandığımız halde, barış antlaşmasında kârlı çıkmadık.
– Eh!… Eh!…
diye başına takılmasını işaret eder.
– Ne var?
diye fırladım. Gittim. Baktım ki vâlide gülmeden katılıyor. Kabartay, efendisinin bağından geliyormuş, kütüğün birinden salkımıyle birlikte bir dal kesmiş, başına takmış, vâlideye diyordu ki:
– Ne yapayım, hanımcığım, param yok ki taklidini alayım? Ne zararı var, ben de gerçeğini takmış olurum!… Akşam bizim efendinin karşısına böyle çıkacağım, bakalım ne diyecek?
* Hotoz: Eskiden, kadınların giydiği süslü başlık. İnce ipekli tülden yapılır, düşmemesi için başa iğne ile tutturulurdu.
Bana öyle geliyor ki bizdeki buluş gücü, bu yeni başlıklara da bir şeyler takacak yahut bunlardan bir şeyler azaltacaktır!
Seyr eyle ser-i sebzimi gelsin de bahârım(&‘4).
(1) Hâzâ gebeş: Aptal, alık.
(2) Lâternacı: Lâterna: Kolu çevrilerek çalınan, sandık biçiminde bir çalgı.
(3) Kopuk: İşsiz güçsüz, serseri.
(4) Anlamı: “Baharım gelsin de başımın yeşilini seyr et.”
Çünkü bir kere yüksekte, bir kere de kelleye uymuyor.
(1) Mütâreke: Mondros Mütârekesi (30 Ekim 1918)
(2) Hav: İnce tüy. Hav’lı; ince tüylü.
(3) Grimas Yüz şaklabanlığı, yapmacıklı hareket.
* Hünkâr İskelesi Antlaşması Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa Komutasındaki Mısır ordusunun Kütahya önlerine gelmesi üzerine Osmanlı devletinin zararına olarak, Rusya ile yapılan antlaşma (8 Temmuz 1833).
Antlaşma sekiz yıl sürelidir ve görünüşe göre bir ittifak ve yardım antlaşmasıdır. Fakat, gizli bir maddeyle, Osmanlı Devleti. Rusyanın askeri yardımını kabul etmiştir.
“İstanbul’a ilk defa gelen Rus sefiri Mişel Bel Set Cerif(1) adında bir zât olup, gelişi 900 (1493) hicri yılına(2) rastlar ki İkinci Beyazid’in on dördüncü saltanat yılıdır. Bu zât, Rusya ile serbestçe ticareti müzakereye geldiği halde, vezirler tarafından kendi şerefine verilen ziyafetlere tenezzül ve, elbise-i fâhire(3) ile, oturma masrafı olarak devlet tarafından verilen on bin dinarı(4) kabul etmediğinden, bu gururlu davranışı beğenilmeyerek, Padişah tarafından Kırım Hanı’na iletilen yazıda:
– Dostluklarını kazanmak istedikleri Rusya Çarının kaba bir elçi gönderdiği ve bu sebeple dönüşünde yanında hiçbir memurun Rusya’ya gönderilemeyeceği bildirilmiştir.
Görülüyor ki ilk münasebetler Rusya tarafından bir şikâyet mektubu ile ve geçmişteki Osmanlı Hükûmeti tarafından bir kırgınlıkla başlamış ve, gerçekten, bu vakaların ardından iki hükûmetin yeni inkılâptarı tarihlerine kadar geçen senelerde Türk- Rus münasebetlerinde düzgünlük belirtileri görülememiştir.
(1) Mişel Bel Set Cerif: Ahmet Rasim, bir yanlış isim vermektedir. Kaynaklarda bu adda bir elçi bildirilmemektedir. İstanbul’a gelen ilk Rus elçisi, III. İvan’ın ikinci Bâyezid’e yolladığı Mihail Pleşceyeftir.
(2) İlk Rus Elçisinin İstanbul’a geliş yılı, kaynaklarda iki ayrı tarihe bağlanmaktadır. Birisine göre (İsmail Hami Danişment, Osmanlı Tarihi Kronolojisi, I, İstanbul, 1947, s. 400) 1495 yılında, bir başkasına göre, de (Akdes Nimet Kural, Rusya Tarihi, Ankara, 1948, s. 118) 1497 yılındadır.
(3) Elbise-i fâhire: Değerli kumaştan yapılmış elbise. Eskiden, padişahlar, yabancı elçileri kabul ettikleri zaman, onlara samur kürk veya değerli kumaştan yapılmış işlemeli kaftan hediye ederlerdi.
(4) Dinar: Bir liranın dörtte biri değerinde altın para.
“Hür Sultan, Türkistan Prenslerinin Padişahı, Karaların ve Denizlerin Hâkimi Sultan Bayezit Hazretlerine.
Biz, İvan ki Tanrı’nın lûtfu ile bütün Rusya’nın tek ve gerçek soydan gelen hâkimiyiz, ve kuzey-doğu taraflarında bir çok memleketlerin sahibiyiz. Yüce katınıza şunu arza lüzum görüyoruz ki birbirimizi tebrik için henüz sefirleşmemişizdir. Fakat Rus tüccarları sizin memleketinize gidip gelmişler ve oralarda iki devlet için hayırlı bir yolda ticaret eylemişlerdi.
Lâkin sizin hâkimleriniz tarafından gördükleri kötü muamelerden birkaç defa bana şikâyet eylemişlerdi ben de sükûtu tercih eylemiştim. Geçen yaz, Azak Paşası, Rus tüccarlarını hendek kazmaya ve bazı inşaata taş taşımaya mecbur eyledi. Bundan ziyadesi de yapıldı.
Azak(1) ve Kefe(2)’de bulunan tüccarımız, ellerinde bulunan malı yarı fiyatına vermeye mecbur edildiler. Tüccarlarımızdan biri hasta olursa bütün malları mühürleniyor, ve eğer ölürse hepsi hükûmet tarafından alınıyor ve eğer iyileşirse yalnız yarısı veriliyor. Tüccarların vasiyetnamelerine değer verilmiyor. Rusların malı için, Osmanlı hâkimleri, kendilerinden başka mirasçı tanımıyorlar. İşte bu kadar haksızlıklar beni mecbur eyledi de, tab’a mı sizin memleketlerinizde ticaretten men’ettim. Eskiden, tüccarlar kanuna göre alınan vergilerden başka bir şey vermedikleri ve serbestçe ticeretlerine müsâade olunduğu halde, bu kötü muameleler neden ileri geliyor? Bu konuda Zât-ı Şâhânenizin mâlûmatı var mıdır? Yoksa, yok mudur? Babanız Sultan İkinci Mehmed Hazretleri, büyük ve muşhur padişah idiler. Rivayete göre, bize elçi gönderip tebrik ettirmek arzusunda iken bu arzuyu gerçekleştirmelerine Tanrı buyruğu (ölüm) engel olmuş fakat bu arzunun şimdi gerçekleşmesini neden görmeyelim?
Cevabınızı beklerim”.
Moskova, 31 Ağustos 1492
(1) Azak: Azak denizinin kuzey-doğusunda, Don nehrinin 10 kilometre yukarısında bir şehir ve liman.
(2) Kefe: Kırım yarımadasının güneydoğusunda bir liman.
– Eğer Moskof Kıralı senin kardaşın ise, benim de kardaşım demektir.
Ne tatlı söz, ne gönül alıcı cevap!
Bu mâda, bu uğurlu vakanın her iki millet tarihinde tek olması da hükûmetlerindeki inkîlapların iki taraf münasebetleri için fevkalâde iyi tesir yapmış olduğuna bir kuvvet delildir. Bunun için, böyle bir yakınlaşmanın az zamanda meyvelerinin toplanacağı her bakımdan beklenir.
* 17 Aralık 1925 tarihli Türk-Rus Tarafsızlık ve Saldırmazlık anlaşması. Yirmi yıl süreli bu antlaşmayı Ruslar, 1945 yılında yenilememişler. Türkiye’den – Kars ve Ardahan’ı da içine alan – toprak isteklerinde bulunmuşlardı.
* Vak’a-i Hayriyye: Yeniçeri Ocağının kaldırılması (15 haziran 1826) olayına verilen ad.
* Setrî: Düz yakalı, önü ilikli, çuhadan yapılmış ceket. Setre de denir.
Biri artık bütün yükleri ve ağırlıklarıyle maziye karışmış, ötekisi tezcanlılığı ve hafifliği geleceğe seğirtmekte bulunmuş olan iki devir arasındaki tezatlardan biri de – inancıma göre – “şapka giymek” meselesidir. Size Abdülhamit devrinde böyle bir meseleden dolayı uğradığım derdi arzedeyim de, ister gülün, ister düşünün.
Galata rıhtımı yapılmak üzere idi. Biz beş on arkadaş her akşam bu sâhil üzerinde bulunan, gündüzleri kahve, geceleri meyhane olan bir gazinonun süslü, temiz, etrafı buzlu camlarla kapak bölmesinde toplanır; içer, çakar(1), eğlenir; burası her zaman hafiye uğradığı olmadığı için rahat rahat görüşürdük. Rahmetli Borazan Tevfik, meşhur Muhsin, Nuri Baba, Enderunlu Ayı Râşid gibi kibar komikler; Nuri Şeyda gibi, Musiki üstadı, Rum olduğu halde, Rumlarla görüşmez; bizimle düşer kalkar, gerçekten gönül adamı, kalender Afandos; bir de, vaktiyle Kuleli Vakası(2) denilen ilk meşrûtiyet tertipçilerinden ve sonra Mithat Paşa’nın İzmir’den İstanbul’a getirilişinden sorgusuyle görevlendirilmek suretiyle Sultan Hamid’in güvenini kazanmış olan Fındıklı Mehmet Efendi’nin oğlu Nâzım Bey adında ikiyüzlü, okkalarla rakı, şarap içtiği halde aşırı mutaasıp görünür, masa başında fesini çıkarıp takkesiyle oturur biri, daha birkaç kişi bu gazinonun hemen gün kaçırmaz müşterilerindendik.
Biz, Nâzım’ın her hali bize endişe verdiği için yanımızdan uzaklaştırmak istiyorduk ve bu istekte hepimiz birleşmiştik. Hele Nuri Baba, bu konuda icra memuru gibi davranıyor, onunla her gece eğleniyor, işi sarhoşluğa vurarak sövüyor, sayıyordu. Fakat, aldıran veya aldıracak kim?
Bir gece, Afandos gecikti. Fakat, bir saat sonra, yanında başka bir Rum olduğu halde geldi, bize de, Aleksandros Efendi adı ile tanıttı. Adamcağız oturdu. Hasır şapkasını çıkardı. Her zamanki gibi, beyaz takkesiyle oturan Nâzım’ın tâ tepesine rastlayan çengele astı. Bu tesadüf hemen Nuri Baba’nın dikkatini çekmiş olmalı ki gülerek yüzüme baktı. Anladım, Nâzım’a, bir azizlik yapacak!.. Birer kadeh… birer kadeh daha… Baba’da gözler parladı. Ha, babam, ha babam ha!… Tam Nâzım kadehi içip de üstüne suyu yuvarlarken, Baba bir anda şapkayı alınca başına geçirmesin mi?
Olacak bu ya… Şapka biraz büyücek, Nâzım’ın kafası küçücük olduğu için kulaklarına geçince, siması öyle komik bir manzara bağladı ki kahkahalarla gülmemek kaabil değildi. Daha tuhafı, Nâzım, sözde günah işlemek korkusuyla, şapkaya elini sürmekten de çekinerek Baha’ya:
– Çıkar şu murdarı başımdan!
demesi idi!
Sözün kısası, gülüşüp dururken, bizim bölmeden içeriye tanımadığımız iki kişi girdi. Biri, bana doğru eğilerek, kulağıma:
– Râsim Bey, Nâzım Bey kimdir?
deyince, gösterdim. Herif doğruldu. Nâzım’a dönerek:
– Buyurun Bey, sizi merkezden istiyorlar! dedi. Nâzım’da bet, beniz attı. Takkeyi düzeltti. Fesi giydi. Nuri Baba, o ikiden birini tanıyormuş, tevkif sebebini sordu. Dedi ki:
– Şapka giymiş, diye jurnal verdiler, komiser bey istiyor…
Bizde bir hayret!..
– Kim vermiş?
– Kasap Mehmet adında biri…
– Ne vakit giymiş?
– Bu gece!..
………Nâzım, titreye titreye, kalkındı. O iki sivil memurla beraber gitti.
Artık, bizde konuşmalar:
Sübhânallah(3)! Bu, nasıl iş canım… Zavallı Nâzım donakaldı… Hasbûnallah(4)!.. Bak, şu olan işe… Şimdi, ne yapalım?.. Oğlana yazıktır!… Baba, ne olacak?
Baba, eliyle sakalını sığadıktan sonra dedi ki:
– Ne olacak?.. Rasim, birer tane daha çakalım. Voyvoda komiseri Yusuf benim bildiğimdir, gidelim anlatalım, kurtarırız.
– Olur!..
Çaktık… Arkadaşlara.
– Biz şimdi geliriz!
Merkezden içeriye girdik, komiserin odasına vardık. Nâzım, boynu bükük ve mahzun oturuyordu. Bizi görünce, ferahladı. Gerçekten komiser, Baba’yı iyi karşıladı. Hal ve hatır sordu. Geliş sebebini anlamak istedi. Baba da anlattı. Komiser dedi ki:
– Vah Nuri Bey… jurnali veren adam buralardadır, çağırtayım, bir kere daha sorayım. Biraz bekleyin.
Zili vurdu, Gelen memura:
– Kasap Mehmet’i buldurun.
Bir çeyrek sonra idi ki sarhoşluğun zom denilen halinde biri girdi. Gözleri kapanıyor, herif bacakları üzerinde sallanıyordu. Komiser, ben, Baba gülmeye başladık. Komiser:
– Biraz beriye gel… (Nazım’ı göstererek) Şapkayı giyen bu mu idi?
Ne dersiniz? Kasap, uyanır gibi oldu. Gözleriyle üçümüzü süzdü Ağzından tükürük saçıyordu, bizi bir daha süzdü, ne dese beğenirsiniz?
(Nâzım’ı göstererek):
– Hayır bu değil… (Benimle Nuri Baba’yı işaret ederek):
– Bununla, bu!
Biz, yine birbirimize bakışarak, gülüştük. Sözündeki zıtlığın işimize yarayacağına inanmıştık.
Komiser:
Peki, haydi, git… Nâzım Bey, siz de teşrif buyurun… Nuri Baba, siz biraz oturun. Dedikten sonra masasının gözünden bir kâğıt çıkardı. Bir şeyler yazdı. Nuri Baba’ya dedi ki:
– Yanınıza bir sivil memur vereyim de siz Galatasarayı’na kadar gidin.
– Nasıl! Bizi mi tevkif ediyorsunuz? Halbuki biz, buraya şefaat için geldik.
Komiser ellerini uğuşturarak:
– Ne yapayım ki bu Kasap Mehmet, Mâbeyin hafiyesidir(5). Başka türlü bir şey yapamam.
– Yapma Yusuf Bey…
– Başka bir çarem yoktur, yazdığım jurnal(6) da onun aleyhinde, sizin lehinizdedir, al oku!..
Gerçekten, dediği gibiydi, Bir hasbûnallah daha!…
– Şaka etme Yusuf Bey…
– Şaka değil, ciddî söylüyorum.
demekle beraber, zili vurdu. İçeri giren sivil memura:
– Al şu jurnali… Beyleri Galatasarayı’na götür.
İster istemez kalktık. Memurla beraber merkezden çıkarak, Yüksekkaldırım’ı tırmandık. Eski Yani Birahanesi’nin önüne geldik. Dedim ki:
– Baba, şurada karnımızı doyuralım, ne olur ne olmaz!
Benim içime bir şeyler doğuyordu. Bu teklife memur da katıldı. Girdik. Memur da bizimle içti. Yedik içtik. Doğruca Galatasaray’a gittik. Baba, yolda diyordu ki:
– Bizim Hâfız Bey orada…
Hâfız Bey dediği, o zaman jandarma tabur ağası(7) idi. Sonra, alaybeyi(8) oldu. Ben de tanırdım. Mâbeyin’e mensup hafiyelerdendi.
Biz Galatasarayı Polis Komiseriliği odasına girdiğimizde, kapıdan bir kere baktı. Bakış o bakış, bir daha görünmedi. Komiser, Jurnalımıza göz geçirir geçirmez, zembereği boşanmış gibi birdenbire ayağa kalktı, kaşları şahlandı; jurnalden gözünü ayıramıyordu. Dışarıya çıktı. Taşlıkta bir fiskos başladı.
Ben Nuri Baba’ya, o da bana bakakalmıştık. Jurnalde bizi suçlandıracak tek harf olmadığı halde, bir komiseri böyle büyük bir ehemmiyetle saran sır acaba neydi? Bizi getiren sivil memur bile, şaşkın şaşkın bakınıyordu. Uzatmayalım, aradan beş on dakika geçtikten sonra bir jandarma neferi odaya girdi. İkimize birden sert bir surat ile:
– Haydi, yürüyün!
dedi. Yürüdük. Cezaevine giden yol üzerinde, alçak tavanlı, loş bir odaya girdik. Görülmemiş bir manzara! Sağ tarafında kalın tahta parmaklıklı bir kapı, aralıklarından birtakım gözler bize bakıyordu. Sol tarafta bir yazı masası, üstünde bir kırbaç, hokka, evrak. Bu masanın arkasında asık suratlı bir polis oturuyordu, ama yüzümüze bile bakmıyordu. Odanın etrafı yüksek peykeli olduğu için, oturduk. Benim bacaklarım sallanıyordu. Nuri Baba, babahindi gibi, kabararak kızarıyordu. Bu halinden korkmaya başladım. Çünkü Baba bu hale geldi mi, ondan öte ne yaptığını bilmez. Hattâ korktuğum, bir dakika sonra başıma geldi.
Oturur oturmaz, bizi getiren jandarmaya sordu:
– Biz burada mı kalacağız?
Köşeden müthiş bir ses:
– Sus!…P…
Baba, yerinden yıldırım gibi fırladı. Polisin gırtlağına sarıldı. Altına aldı. Tahta parmaklık arasından:
– Vur!
sesleri yükseldi. Anlaşılıyor a. İş çığırından çıktı. Bir anda odanın içi polis, jandarma, sivil memurlarla doldu. Polisi Baba’nın elinden güç kurtardılar. Baba, artık, var kuvvetiyle, alabildiğine bağıra bağıra sövüyordu. En nihayet ikimizi, üç jandarmanın eşliğinde olarak, taşlığa çıkardılar. Baba, arslanlar gibi köpürmüş, atılacak yer, adam arıyordu. Yanımıza, elleri prangalı(9) iki kişi daha kattılar. Galatasarayı’ndan çıkardılar. Nereye gidiyorduk!.. Jandarmanın biri dedi ki…
– Bâb-ı Zaptiye (10)’ye!
– Yaya mı?
– Paran varsa araba tut, ben sizinle binerim, ötekiler gitsinler.
Baba, insaflı bir adamdı, dedi ki:
– Onlara da bir araba tutun, anca bareber, kanca beraber…
Arabalar tutuldu, bindik. Ben birbirini takip eden, beklenmeyen hâdiselerin tesiriyle şaşkın, hiçbir şey anlamaz bir halde idim. O tarihte İkdam(11)’da çalışıyordum. Bir ümidim varsa, o da, Zaptiye Nâzırı(12) Nâzım Paşa’nın insafında idi.
Köprü Başı’na geldiğimizde, açık olduğunu haber aldık. Bir belâ daha… Arabalardan indik. Büyük bir barko(13)’ya bindik.
Ne gizleyeyim? Ben, Baba’nın puflarından oflarından korkuyordum. Çünkü, aklı zıvanadan çıkmış görünüyordu. Çok asabî olduğu için, kaldırıp kendisini denize atar… Atar mı atar. Vaktiyle, bir meseleden dolayı, başından böyle bir şey geçmişti.
Her neyse, Sirkeci Bâbıâli Caddesi, yürüdük. Gece yarısına doğru, Bâb-ı Zaptiyye’den içeri girdik. Kelepçeliler ayrıldı, bizi İfade Odası denilen bir odaya soktular. Burada bir polis, yatmış horluyordu. Kaldırdılar. Galatasaray”nda çabucak yazılmış olan jurnalimizi verdiler. Polis okur okumaz:
– Verin içeriye!
dedi. Bizi, doğruca, Tevkifhaneye götürdüler. Üstümüzü yokladılar. Açılan bir kapıdan, salmaya salıverir gibi, içeriye attılar.
Genişçe bir koridora açılmış birtakım odalar, hepsinden de ince, kalın horultular; kesik, sürekli öksürükler geliyordu. Bu odaların birinden karşımıza biri çıktı. Bize, Azerbaycan şivesiyle:
– Buyurun Begler!
dedi. Herifi takip ettik. Bir odadan içeriye girdik. Herif, hemen bizim ikimize bir yatak serdi. Ciddî söylüyorum, misk kokulu çarşaf, yorgan koydu. Ben daha yastıkları görür görmez, kendimden geçmeye başladım.
– Begler paralarınızı bana verin… Yoksa karışmam, çaldırabilirsiniz.
Başka ne yapabilirdik? Verdik. Baba ile koyun koyuna yattık…
Ne rahat yermiş! Koca Tevkifhanenin içinde çıt yoktu. Gözlerimi açtığım zaman, yirmi otuz kadar tutuklunun bize baktıklarını gördüm, utanıyordum.
Köşede bir semaver fokurduyor, gece bizi karşılayan herif, isteyenlere çay veriyordu. Biz de istedik. Bize de getirdi. Hem de:
– Hoş gelmişsiniz!..
dedi. Bu söz, Baba’nın hoşuna gitti. Adını sordu; o da, kendi şivesiyle, cevap verdi:
– Mene (bana) Ecem Ali (Acem Ali) derler.
– Sen burada necisin?
– Koğuş eskisi.
– Çoktan beri burada mısın?
– İki sene kadar oluyor…
Baba, bir çay daha ısmarladı, öteki mevkuflarla sorgu suale başladı. Pek neşeli görüşüyor, her biriyle lâtifeler ediyor, tevkif sebepleri olan cürümler hakkında hafifletici sebepler öne sürüyordu. İçlerinden biri de, bizim tevkif sebebini sordu. Baba, hiç düşünmeden, beni göstererek dedi ki:
– Bunu gördünüz mü? Bilseniz, ne civelektir(14)!
Şaşaladım. O, devam ediyordu.
– Dün akşam, Galata’da Sakallı Kosti’nin baloz(15)’una gittik. Meğer, bunun oradaki karılardan biri dostu imiş. Bir masaya oturduk. Karı da yanımıza geldi. Konuşup dururken mavnacının(16) biri karıya söz attı. (Yine beni göstererek) Bu da herifin suratı budur, dedi. Bira kadehini fırlattı. Ayağa kalktılar. Seninki koltuğunun altından koca bir kama çıkarıp da herife yallah etmesin mi?
Baba’nın yalanı bu dereceye indiği sırada idi ki dışarıdan acı acı bir feryat koptu. Bu feryat:
– Şapka gi… yenler! diye yankılanıyordu. Ben utanarak yerimden fırladım. Bağıranın yanındaki polise uyarak Tevkifhaneden çıkarken, arkamızdan biri: “Tuh! Gâvur kafalı köpekler!” diyordu.
Tam dört gün, dört gece Bâb-ı Zaptiyye’de sorguya çekildik. Bizi, artık Tevkifhaneye vermediler. Polis mahpuslar koğuşuna yani hatırı sayılanlar odasına verdiler. Sorgu sırasında sorduklarına göre, tutuklandığımız geceden birkaç gece evvel, başlarına silindir şapka giymiş iki Türk, İngiliz Sefarethenesine kaçmışlarmış. Sultan Hamid’in polis hafiyesi, bunları arıyormuş.
Güç hal ile, bizim böyle şapka giymediğimizi ispat ettik, yakamızı sürgünden, hapisten kurtardık idi…
Fakat zaman, büyük bir inkılâbın güzel tesiriyle, döndü dolaştı, o devirde giymediğimiz şapkayı başımıza kondurdu.
(1) Çakmak (Düz çakmak) (argo): Rakı içmek.
(2) Kuleli Vakası: Gizli bir derneğin tasarlayıp da gerçekleştirmediği bir baş kaldırma olayı.
Dernek, Padişah Abdülmecîd’i öldürerek, Şeriata daha uygun, yeni bir hükûmet kurmak istiyordu. Dernek üyeleri, 14 Eylül 1859’da İstanbul’da Tophâne’de Kılıcali Paşa Câmii’nde toplantı hâlinde iken basılmış, çoğu yakalanarak Çengelköy’deki Kuleli kışlasında gözaltına alınmıştı, sorguları Kuleli kışlasında yapıldığı için, bu olaya Kuleli Vakası adı verilmiştir.
Bir söylentiye göre, Şinasi de bu derneğin üyelerindendir (İsmail Habip, Türk Tecedüd Edebiyatı Tarihi, İstanbul,1340- 1924, s.111). Bu söylentinin gerçekle ilişiği yoktur. Çünkü, gerici bir kuruluş içinde Şinasi’nin bulunacağı düşünülemeyeceği gibi, suçlular arasında da adı geçmemektedir, (bkz. Uluğ İğdemir, Kuleli Vakası Hakkında bir Araştırma, Ankara, 1937; Uluğ İğdemir, Kuleli Vakası, aylık Ansiklopedi, No. 5, Eylül 1944.)
(3) Süphânallah: Şaşma için kullanılan bir sözdür. Sözlük anlamı, “Tanrı’yı her türlü kusur, ayıp ve eksiklerden uzak tutarım . demektir.
(4) Hasbûnallah: Şaşma anlatmak için kullanılan bir söz. Sözlük anlamı “Tanrı bize yeter” demektir.
(5) Mâbeyin hafiyesi: Eskiden, padişahın, iç işlerinde kullandığı gizli haber alma memuru.
(6) Jurnal: Hafiyelerin yazdığı suçlama kâğıdı, günlük olayları bildiren özel veya resmi yazı.
(7) Taburağası: Binbaşı.
(8) Alaybeyi: Albay.
(9) Pranga: Eskiden, ağır cezalıların ellerine ve ayaklarına takılan kalın zincir.
(10) Bâb-ı Zaptiyye: Zaptiyye Kapısı, İstanbul’da güvenlik işleriyle uğraşan daire; Emniyet Müdürlüğü.
(11) İkdam: Ahmet Cevdet (1862-1935) tarafından çıkarılan ve ilk sayısı 5 Temmuz 1894’te yayımlanan gazete. Eski devrin en önemli gazetelerinden biriydi.
(12) Zaptiyye Nâzırı: Güvenlik İşleri Bakanı.
(13) Barko: Üç direkli, yelkenli tekne.
(14) Civelek: Oynak, kıpırdak, ele avuca sığmaz; kabadayı.
(15) Baloz: Serseri takımının gittiği meyhane.
(16) Mavnacı: Mavna işleten. Mavna: Yük taşıyan büyük kayık.
Dün mektebe gitmiş, bugün üstâd olayım der(1)
anlamından yalnız birinci mısraı olan:
Bîçâre harâb âbâd olayım der(2)
kavramiyle de hayli farklıdır. Çünkü zavallı vatan, asırlardan beri harab olmuş, bayındır olayım dedikçe yığın yığın harablıklarına yeni yeni enkaz eklenmiş veya eklenmek üzere bulunmuştur.
(1) Anlamı: Dün okula gitmiş, bugün üstad olayım (her şey bileyim) der.
(2) Anlamı: “Zavallı yıkılmadan bayındır olayım der". (Hiç sıkıntı çekmeden, istediğim her şey elime geçsin. Zengin olayım iyi, duruma kavuşayım).
Bu mısra ile 1 numaralı notta verilen mısra, Bağdatlı Rûhî (?-1605)’nindir; ünlü terkîb-i bendinde bulunmakladır. Ancak, Ahmet Râsim her iki mısraın hem sıralarını, hem de asıllarını değiştirmiştir.
Mısraların doğru biçimleri ve sıraları şöyledir:
Gör zâhidi kim sâhib-i irşâd olayım der
Dûn mektebe vardı bugün üstâd olayım der
Meyhâneden ister yıkılıp olmadığı vîrân
Biçâre havâbâtta âbâd olayım der
* Elif-i mertek sanmak: Çok cahiller, hiçbir şey bilmeyenler için eskiden kullanılan bir deyim.
(Elif, Arap albafesinin ilk harfidir ve dik bir çizgi şeklindedir. Mertek ise, damların üzerine konan dört köşeli uzun keresteye denir.)
Aylardan beri süregelen, ne maddî, ne de manevî bakımlardan milletin hususî ve yüksek menfaatlerine uymadığı halde hâlâ canla, başla yürütülmek istenen münakaşalar, konuşmalar ve atışmalar bizi sıktı Efendiler! Sâde sıktı değil hattâ düşündürmeye bile başladı.
Birinci Dünya Savaşı sırasında, Bandırma’da bulunur. Subaylarının sevgisini kazanmış olduğu için, toplanış gecelerinde, kendisini de çağırırlarmış. Bu toplanışların birinde, Bandırma zenginlerinden bir Rum da bulunmuş. Herkesçe sevilen dedim a, Rum da kendisinden pek çok hoşlanır. İsmini sorar.
– Sıtkı!
der… Biraz sonra yine:
– Sıtkı!
der ama, Rum’un hecelemesinden anlar ki, ters söylüyor. Üçüncü defasında, kendisi de tecvîd(*) üzerinde heceleye heceleye söyler. Ona da söyletir. Dinler… ki doğru söylüyor.
Ertesi günü, çarşıda gezerken kulağına:
– Sıtkı Efendi, Sıktı Efendi,
diye bir ses gelir. Döner bakar ki, uzaktan, akşamki Rum… “Sıtkı Efendi” diyeceğine, “k”yi “t”nin sırtına bindirip çağırıp duruyor!
* Tecvid: Harflerin çıkış noktalarını, hecelerin özelliklerini dikkate alarak kelimeleri doğru söyleme ve okuma.
* Anlamı: “Herkesin isteği bir ama, anlatışı değişik. Mısraın içinde bulunduğu beyit, Muhibbî (Kanunî Süleyman)ındır ve aslı şöyledir:
Kadd-i yâre kimi ar’ar dedi kimisi elif
Cümlenin maksûdu bir ammâ rivâyet muhtelif
(1) Tulûat: Metin dışı, içe doğduğu ve akla geldiği gibi hareket etmek, söz söylemek; hazırlıklı olmadan konuşmak, cevap vermek ve gülünç hareketler yapmak.
(2) Kariha-i ilhâm: İlhamı ortaya koyma yetkinliği.
(3) Sünûh: İçe doğan şeyler, ilhamlar.
(4) İrticâl: Hazırlanmadan, içe doğduğu gibi ve akla geldiği gibi söyleme.
(5) Tevârüd: İki şairin, birbirinden habersiz olarak, aynı veya birbirine çok benzeyen mısra veya beyti söylemeleri.
(1) Broş: Üzerinde değerli taş bulunan kadın iğnesi.
(2) Su: Kenar süsü, bir şeyin kenarına yapılan işleme süs.
Göğüs, bu örtünün altında sıkılmaz. Fakat tâ çenenin hizasından başlayarak kolun, bacağın hareketlerini güçleştirerek insanı bir sıkıcı ıztırap altında bulunduran çarşafa ne dersiniz?
Renk, ferâcenin süsünün değerini artırır ise; biçim de, boybos ve salınarak yürüyüş gibi, tabiatın yalnız kadın kısmına yakıştıra yakıştıra bulduğu ve yarattığı, dolayısıyle erkeklere nasip kıldığı seçkin bağışı iki kat eder.
(1) Ferâce: Çarşafın yayılmasından önce, Türk kadınlarının sokakta giydikleri, mantoya benzeyen; kolları, yenleri, bedeni bol ve yakasının arka kısmı çok defa eteklere kadar uzanan üstlük.
1848 yılından sonra, din adamlarının giydikleri üstlüğe de bu ad verilmiştir. Buna “Biniş” de denirdi.
(2) Lepiska: Sarı ve yumuşak saç.
derler. Dünyanın hangi tarafında böyle bir muvazene vardır? Neden dinleyen, söyleyenden anlayışlı olmalı imiş!.. İkisinin de kültür ve anlayış bakımından eşitliği halinde, kıyamet mi koparmış?..
* Anlamı: “Dinleyen söyleyenden anlayışlı olmalı
* Meşk: Güzel yazı yazmak için yapılan alışma ve alıştırma
çalışmaları.
Bir kere, bu Firenk icâdı şeyle “Tanrı” adlarını, peygamberlerin adlarını yazmak mekruhtur(2).
– Bu âna kadar, demirle yazı yazıldığı görülmüş şey değildir!..
– Demir uc ile güzel yazı yazılamaz. Bir “hüsn-i hatt”(3)’ımız vardı, o da bu suretle elden gidecek…
– Kabil değil, yazılamaz… Demir, kâğıdı deliyor!
– Bunca hattâtlar, o güzel eserleri ne ile meydana getirmiştir; kamışla, değil mi?
vb…
(1) Bid’at: Daha önce görülmemiş sonraları meydana çıkmış usul,
görenek, töre.
(2) Mekruh: Şeriatça haram olmayan, fakat yapılması da beğenilmeyen iş.
(3) Hüsn-i hat: Sözlük anlamı yazı güzelliği" demektir. Sanat
değeri olan güzel yazılar için, eskiden “hüsn-ı hat" terimi kullanılırdı.
Hele, istibdâd devrinde, her biriniz ayrı ayrı birer câsus lokması idiniz!.. Sizin kalem uçlarından dökülüşünüzde bile bir uğursuzluk var!.. Kara kara, mor mor, mavi mavi, kırmızı kırmızı akıp kıvrıla kıvrıla beliriyorsunuz! Bütün bu ayıpların esâsı sîzsiniz!..
– Evden çırılçıplak uğradı.
Yine, başörtüsüz bahçeye bile çıkanlara:
– Çırılçıplak bahçeye çıkıyor!
demez mi idik? Halbuki bunlar giyinik, kapalı idiler kapalı olmayan yalnız baş, saçlar idi.
Veli bu!… Bâzısından alır, bâzısından almaz. Burada alır, biraz ötede verir. Verdi mi, Mustafa’nın para verdiği kimse, görenlerin gözünde hemen bir önem kazanır. Veli değil mi ya. Veliler kimlerle münâsebet kurarlar? Veliler veya veli namzedleri ile değil mi? Her şeyin bir mantığı yok mu? Deliliğin, veliliğin de mantığı bu!
(1) Selâmlık (Burada): Pâdişâhların cuma namazını kılmak için câmilerden birine gidişleri dolayısıyle yapılan tören.
(2) Şirket-i Hayriyye: Boğaziçi’nde vapur işletmek üzere 1850 yılında kurulan özel ortaklık.
Eskiden, Boğaziçi kıyılarını birbirine bağlayan vapur seferleri yoktu. Bu yüzden, Boğaz’ın iki yakasında oturanlar, evlerine ve yalılarına gidip gelirken kayıklara binmek zorunda kalıyorlardı. Bu durumu dikkate alan Tanzimât devri devlet adamlarımızdan Keçecizâde Fuat Paşa (1815-1868) ile ünlü bilgin ve tarihçimiz Cevdet Paşa (Cevdet Paşa (1822 -1895): Ünlü bilgin ve tarihçi. Kavâid-i Osmâniyye, Kavâid-i Türkiyye, Belâgat-i Osmâniyye, Târih-i Cevdet (12 cilt). Kısas-ı Enbiyâ en tanınmış eserleridir.), Boğaziçi’nde vapur işletecek bir anonim ortaklık tüzüğü hazırladılar, bu ortaklığa Şirket-i Hayriyye adı verildi.
Şirket-i Hayriyye, kısa sürede, Boğaz kıyılarını birbirine bağladı. Çok ilgi gördü. 1944 yılına kadar çalışan Şirket-i Hayriyye, 12 mayıs 1944 tarihinde Bayındırlık Bakanlığı tarafından bütün varlığı ile satın alınarak Devlet Denizyollarına katıldı.
* Riga: Sovyet Rusya’nın, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ülkelerine kattıkları Letonya’nın başkenti.
– Çokça, dalgın görünüyorsun. Galibâ, karşındaki ziraat istatistiği seni çok meşgul etti. Düşünmeden cevap verdim:
– Öyle.
– Evet. Meşgul edecek kadar da var. Baksana… Otuz yedi buçuk milyon hektarlık Lehistan’da on sekiz buçuk milyon hektara yakın arâzı hep ekilmiş… Dört milyon hektar kadar çayır, iki buçuk milyon otlak, dokuz milyon da orman… İşlenmemiş arâzi, bütün Lehistan arâzisine nispetle, yüzde 9,9… Ne bahtiyarlık!… Bu gidişle, bu yüzde dokuz onda da kalmaz… Bahtiyar Lehliler!… Çalışkan Lehliler!… Fransa’da bile işlenmemiş arâzi yüzde 14.9… Kim bilir, bizde ne nispettedir?.. Parmağı ile gösterip zihninde çabucak bir toplama yaptıktan sonra, on sekiz, on dokuz milyon kadar hayvanları… On milyonu aşkın mahsullleri var… Acabâ, bizim…
– Artık, bizi karıştırma…
– Çünkü işin içinden çıkamayız., değil mi? Sen yeni mi geldin?
– Yani!… Sen?
– Ben geleli epeyice oluyor… Gezdim, bitirdim. .. Dönüyor… İkinci defa daha gelmek istiyorum. Bir kılavuz(*) var mı? diye soracak idim… Seni gördüm…
– Nasıl buldun?
– Pek olağanüstü şeyler yok…
– Fakat…
Karşımdaki, pek zeki bir zât olduğu için, hemen benim “fakat”ın gölgesinde saklı maksadı anladı…
– Evet, fakat… Bizde bunlann hemen hiç biri yok, değil mi?
– Zavallı biz…
* Kılavuz: Sergi hakkında bilgi veren broşür.
Mondros Mütârekesi’nden sonra burası tamamiyle boşaltılmış olduğundan, alan iki câmi arasında kalmış bînamaza dönmüştür. İstanbul’un işgali sıralarında pek çok yaygın olan bir rivâyete göre, nice değerli eşyalarımız gibi, kasrın halıları da ingilizler tarafından aşırılmış imiş!
(1) Lepant deniz savaşı: Haçlı donanması ile Osmanlı donanmasının 7 ekim 1571’de yaptıkları ve yenilgimizle biten deniz savaşı. Türkler’in İnebahtı dedikleri Lepant (Lepanto), Yunanistan’ın güneyi ile Mora yarımadası arasındadır.
(2) Vak’a-i Hayriyye: Yeniçeri Ocağının kaldırılması (15 haziran 1826) olayına verilen ad.
(3) Kuleli Vakası: Gizli bir derneğin tasarlayıp da gerçekleştirmediği bir baş kaldırma olayı.
Dernek, Padişah Abdülmecîd’i öldürerek, Şeriata daha uygun, yeni bir hükûmet kurmak istiyordu. Dernek üyeleri, 14 Eylül 1859’da İstanbul’da Tophâne’de Kılıcali Paşa Câmii’nde toplantı hâlinde iken basılmış, çoğu yakalanarak Çengelköy’deki Kuleli kışlasında gözaltına alınmıştı, sorguları Kuleli kışlasında yapıldığı için, bu olaya Kuleli Vakası adı verilmiştir.
Bir söylentiye göre, Şinasi de bu derneğin üyelerindendir (İsmail Habip, Türk Tecedüd Edebiyatı Tarihi, İstanbul,1340- 1924, s.111). Bu söylentinin gerçekle ilişiği yoktur. Çünkü, gerici bir kuruluş içinde Şinasi’nin bulunacağı düşünülemeyeceği gibi, suçlular arasında da adı geçmemektedir, (bkz. Uluğ İğdemir, Kuleli Vakası Hakkında bir Araştırma, Ankara, 1937; Uluğ İğdemir, Kuleli Vakası, aylık Ansiklopedi, No. 5, Eylül 1944.)
(4) Meclis-i Vükelâ: Bakanlar Kurulu.
(1) Humbara: Demirden veya tunçtan dökülmüş, yuvarlak biçimde yapılan ve içine patlayıcı maddeler konarak atlına mermi.
(2) Leb-i deryâ: Deniz kıyısı.
(3) Tophâne Müşirliği: Tophâne’nin bütün işlerinden sorumlu Bakanlık.
Böyle kurtuluş günlerinin, iç temizlenmesinde pek büyük rolleri var. İnsan “mazi”nin, İstikbâl"in önüne geçerek, oralardan bizi seyr etmekte olduğuna inanır gibi oluyor. İnandıkça, bize böyle günler kazandıran yüce davranışlar huzurunda bütün benliklerin eğilerek vatan, millet, hürriyet gayelerinin emr ettikleri hak-severlik meziyetine kuvvet veriyor. Sanki bu günler siyasî terbiyenin kazandırdığı bilgilerin imtihan günleri imiş gibi, herkeste bir çeşit alçakgönüllülük beliriyor. Ve gayelerin gerçekleştirilmesinde teşekküre değer hizmetleri geçenleri bir daha saygı ile anarak rûh ve vicdânını toparlıyor…
* Gazi: Atatürk.
Eski şiir ve ilim kitaplanmızda “felek’ten “devrân”dan, “zaman”dan, “baht ve tâlih”den şikâyet eder görünen fıkralar, beyitler hep bu bilgi yakıcı zulümle ilgilidir.
(1) Külhan: Hamamları ısıtan ve hamamların altında bulunan kapalı ve büyük ocak.
(2) Matbaa-i Âmire: Bugünkü Devlet Matbaası.
Yoksa, genel olarak, Çinili Hamam natırı veya ustası Benli Zehra’nın bir Hıdırellez sabahı kısmet çömleğinden çekip çıkardığı her örneğe karşı el yanakta, yayık ağız şaşı göz, iner çıkar gırtlak veyâhut avurdu yırtık Memiş’in aklına yelken ettiği zamanlarda avaz avaz okudukları
Arpalar evlek evlek(1)
Dadandı kara leylek
Kışı burda kışladık
Yazın ayırdı felek
*
Kalenin burcu muyum
Dil bilmez Gürcü müyüm
Beni gurbete yollar
Ben gurbet harcı mıyım
gibi, Vefik Paşa rahmetlinin mâni açıklamasına uygun düşen, allak bullak kıtalara asla mâni denilemez. Meğer ki mâni gibi ince, ince olduğu kadar rûh okşayan ve dâimâ bir maksadı anlatan, müstakil beyitler, müfredler(2) olsun!..
(1) Evlek: Tarlanın, tohum atılmadan önce, sapan iziyle bölünen kısımları.
(2) Müfred: Bir manzûmeye bağlı olmayan, tek başına söylenmiş beyit. Divân şiirinde, kafiyesiz beyitlere de müfred denir.
(1) Lehce-i Osmânî: Ahmed Vefik Paşa (1823 – 1891)’nın yazdığı ünlü sözlük, iki kısımdır. Birinci kısmı, Tüıkçe kelimelere ayrılmıştır. İkinci kısmı, yabancı kelimelerle ilgilidir.
Türkçe asıllı kelimeleri sözlüğüne alması, ondaki Türkçülük ve milliyetçIlIk anlayışının bir belirtisidir.
(2) Bedî ve Beyân: Eski edebiyatın, söz güzelliği ve düşüncenin düzgünce anlatılması konulariyle ilgili iki dalı.