İçeriğe geç

Liebniz Üzerine Beş Ders Kitap Alıntıları – Gilles Deleuze

Gilles Deleuze kitaplarından Liebniz Üzerine Beş Ders kitap alıntıları sizlerle…

Liebniz Üzerine Beş Ders Kitap Alıntıları

&“&”

Başka bir dünya da mümkün iken acaba Tanrı onu değil de neden bu dünyayı seçti? Leibniz’ın cevabı bir şaheserdir: çünkü bu dünya matematiksel olarak azami süreklilik içeren dünyadır ve bu dünyanın mümkün dünyaların en iyisi olması sadece ve sadece işte bu anlamda­dır.
İşte Leibniz’ın başka bir metni: “Fark ettiğimiz ışığın veya rengin algısı, yani bilinçli algı – farkına varmadığımız çok büyük miktarda küçük algıcıklardan oluşmuştur; ve farkına varmadığımız bir gürültü ve algısına sahip olduğumuz, ama hiç dikkat etmediğiniz bir gürültüde fark edilebilir hale gelir – yani küçük bir eklemeyle veya artışla bi­linçli algı haline gelir.
Türeme ilişkisi, türev dediğimiz şey… Bu da bizi sonsuz küçüklükler hesabına götürür: bilinçli algı küçük algıcıkların sonsuzluğundan türemiştir.
Ama meseleleri gerçek anlamıyla açıkla­mak istediğinde başka bir şey söylüyordu – diyordu ki bilinçli algı kü­çük algılardan türemiştir, onların türevidir. Bir şeyden kuruldu, oluş­tu demekle bir şeyden türedi demek aynı şey değil.
Demek ki bilinçli algımız sonsuz sayıda küçük algıcıklardan kurulmuş. Bilinçli iştihamız ise sonsuz sayıda küçük iştahlardan…
Leibniz’da bilinç ile bilinçdışı arasında bir ilişki var – yitip gitmekte olan farkların far­kıyla kurulmuş bir ilişki; Freud’daysa ikisinin güçleri birbirlerine kar­şıttırlar.
Satranç tahtası bir mekândır, uzam parçasıdır; taşlar ise mefhumlardır.
Kibrit kutusu masanın üstündedir” – bunun bir yargı olduğunu söylerdim – peki ne yargısı? “Masanın üstünde” mekânsal, uzamsal bir belirlemedir. Kibrit kutusunun “burada” olduğunu da söyleyebilirdim. “Burada” – ne demektir bu “burada”? Bunun bir yer tespiti’ yargısı olduğunu söylerdim. Yjne çok basit şeyler söylüyorum, ama bunlar her zaman mantığın temePproblemleri olmuşlardır. Görünüşte bütün yargıların yüklem ya da ati/ biçiminde olmadıklarını söylemek haklı görülebilir. “Gök mavidir’Vdediğimde elimde bir özne var; gök… bir de sıfat var; mavi… “Gök yukarıdadır” veya “ben buradayım" dediğimde, bu “burada” bir yer tespiti yargısına indirgenebilir mi? “Ben buradayım" yargısını “ben sarışınım” tipinden bir yargıya biçimsel olarak benzetebilir miyim? Uzamdaki, mekândaki yerin bir nitelik olduğu kesin değildir. Ve “2 + 2 *= 4,” olağan olarak bağıntı yargısı denen yargılardandır. Ya da mesela “Pierre, Paul’den küçüktür" dediğimde bu iki terim, yani Pierre ile Paul arasında bir bağıntıdır. Kuşkusuz bu ilişkiyi Pierre’e yöneltmiş durumdayım; eğer “Pierre, Paul’den küçüktür” dersem “Paul, Pierre’den büyüktür" diyebilirim. Özne nerededir, yüklem nerededir? İşte felsefeyi en başından itibaren uğraştıran şey tam da budur. Mantık ortaya çıktığından beri, atıf yargısının hangi ölçüde mümkün bütün yargıların evrensel bir formu mu olduğu yoksa diğerleri gibi yalnızca bir yargı tipi mi olduğu sorulup durmuştu… “Paul’den küçük” ifadesini Pierre’n bir sıfatı olarak kabul edebilir iniyim? Hiç de belli değil. Burada açık hiçbir şey yok. Belki de birbirinden çok farklı yargı tipleri arasında bir aynnı yapmak gerekiyor – mesela bağıntı yargısı, mekânsal-zamansaf yer tespiti yargısı, yüklem veya atıf yargısı ve belki de başkaları: varoluş yargısı… “Tanrı vardır” dediğimde bunu biçimsel olarak “Tanrı varolandır” -varolan bir sıfat ise- biçimine sokabilir miyim? “Tanrı vardırdın “Tanrı kadiri mut!aktır”la aynı tipten bir yargı olduğunu söyleyebilir miyim? Kuşkusuz hayır, çünkü “Tanrı kadiri mutlaktır," “Evet, eğer varsa” diye eklenmeden denemez… Tanrı var mıdır? Varolma, varoluş bir sıfat mıdır? Hiç de kesin değil… Görüyorsunuz ki, her doğru önermenin şu ya da bu biçimde analitik bir önerme olduğu, yani bir özdeşlik önermesi olduğu fikrini ortaya atarak Leibniz çok zor bir çabaya dalmıştır; bütün önermelerin nasıl yüklem, atıf önermelerine indirgenebileceğim göstermeye girişir – yani bağıntı ifade eden önermeler, varolandan ilan eden önermeler,
yerleri tespit eden önermeler olmasının ve sınır durumda, “burada," “varolmak,” bir şeyle “bağıntılı olmak" öznenin sıfatının eşdeğeri nasıl olurlar?
Şu ya da bu kavrama ihtiyaç duymak ne anlama geliyor? Belli bir tarzda, kendime kavramların o kadar canlı şeyler olduklarını söylerim ki… bunlar tıpkı dört ayaklı şu varlıklar gibi, kımıldayıp dururlar sanki – peki, nedir bunlar? Tıpkı bir renk gibidirler, bir ses gibidirler. Kavramlar o kadar canlıdırlar ki, kavramdan belki de en uzak görülecek bir şeyle büsbütün ilgisiz değildirler – bir çığlıkla… Belli bir manada filozof şarkı söyleyen biri değil, bağıran, çığlık atan biridir. Çığlık atma ihtiyacı duyduğunuz her defasında felsefenin bir tür çağrışma uzak olmadığınızı sanıyorum. Kavramın bir tür çığlık ya da çığlık atmanın bir biçimi olması ne anlama geliyor? İşte bu, bir kavrama ihtiyaç duymak: yani haykıracak bir şeyi olmak.
Leibniz şu soruya verilebilecek cevabı en anlaşılır kılabilen filozof­lardan biridir: Felsefe nedir? Bir filozof ne yapar, ne eder? Neyle uğra­şır?Eğer hakikatin, doğrunun aranması ya da bilgelik arayışı gibi ta­
nımların uygun olmadığı düşünülürse, o zaman felsefi bir faaliyetin varolup varolmadığı sorulmaz mı? Hemen bir filozofu kendi faaliyeti içinde nasıl tanıdığımı söyleyeyim.Faaliyetler yarattıkları şeyler ve ya­ratma tarzları bakımından karşımıza çıkabilirler.Bir marangozun ne yarattığım sormak gerekir.Bir müzisyen ne yaratır? Bir filozof ne ya­ratır? Bir filozof bana göre kavramlar yaratan biridir.Bunun bîr sürü şey ima etmektedir: kavram yaratılacak bir şey Olduğunu, bir yaratı­mın ürünü olduğunu.*
Eğer bilim tarafından ve bilim içinde yaratılan bir şeye işaret edil­mezse bilimi tanımlama konusunda hiçbir imkân göremiyorum.Oysa bilim tarafından ve bilim içinde yaratılan şey hususunda, bunun ne ol­duğunu da pek iyi bilmiyorum, ama diyebilirim ki bunlar tam ve ke­sin anlamıyla kavramlar değildirler.Yaratma kavramı bilimden ya da felsefeden çok sanata atfediliyor.Bir ressam ne yaratır? Çizgiler ve renkler yaratır.Bu çizgilerle renklerin verili olmadıklarını, bir yaratı­mın ürünü olduklarım ima eder.Sonuçta, verili olan şeye her zaman bir akış diyebiliriz.Bunlar verili olan akışlardır ve yaratmak akışları kesmek, düzenlemek, birbirlerine bağlamak anlamına gelir – öyle ki yaratma, akışlardan çekilip alınmış bazı tekilliklerin, biricikliklerin et­rafında çiziliversin ya da oluşsun.
Türeme ilişkisi, türev dediğimiz şey… Bu da bizi sonsuz küçüklükler hesabına götürür: bilinçli algı küçük algıcıkların sonsuzluğundan türemiştir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir