İçeriğe geç

Göbekli Tepe ve Tanrıların Doğuşu Kitap Alıntıları – Andrew Collins

Andrew Collins kitaplarından Göbekli Tepe ve Tanrıların Doğuşu kitap alıntıları sizlerle…

Göbekli Tepe ve Tanrıların Doğuşu Kitap Alıntıları

Günümüzde kuzey yönündeki gece göğünde gökkutbunu gösteren yıldız Küçük Ayı takımyıldızındaki Polaris’tir. Ancak Kutup Yıldızı zaman içinde, dünyanın yaklaşık 26.000 yıllık bir döngü boyunca gerçekleştirdiği ağır bir yalpalama şeklinde olan devinimin etkisiyle değişir. Piramitler çağında Kutup Yıldızı, göklerin ejderhası Draco takımyıldızında küçük bir yıldız olan Thuban’dı. Daha da geriye gidecek olursak, MÖ y. 13.000 – 11.000 arasında Kutup Yıldızı, Lyra takımyıldızındaki Vega’ydı. Ondan önceki de Kuğu’nun kanat yıldızlarından biri olan Delta Cyeni’ydi. O da rolünü, MO y. 16.500-14.500 arasında Kutup Yıldızı olan komşusu Deneb’den devralmıştı.
Terrazzo harçtan zemin ilk olarak burada yapılmış, biranın mayalandığına, hatta belki de üzümden şarap elde edildiğine dair ilk kanıtlara burada rastlanmıştır.
Hayvancılığın yanı sıra, yabani tahılların evcilleștirilmesi ve metalin eritilip işlenmesi ilk olarak, günümüzde Türkiye’nin doğusu, Suriye’nin ve Irak’ın kuzeyi ile İran’ın kuzeybatısını kaplayan Fırat ve Dicle nehirlerinin yukarı bölgelerinde gerçekleşmiştir.
Obsidiyen o kadar keskindir ki,günümüzde cerrahlar,ameliyatlarda mükemmele yakın kesikler açmak için bu siyah volkanik camdan yapılmış neşterler kullanırlar.
Obsidiyen dokuyu o kadar etkili bir şekilde kesermiş ki iyileşme daha kolay olurmuş.Öte yandan metal neşterlerin vücutta açtığı mikro yırtılmaların iyileşmesi daha uzun zaman alırmış.
Geçmişe hakim olan ve günümüzde Cennet Bahçesinde yaşamaya devam eden Alevilerin arasında bir anlığına yakaladığım masumiyet ve temizkalpliliğin küçük de olsa bir kısmını geri kazanmaya çalışmamız için bir çağrıdır, çünkü onların dünyası bizimkinden çok daha mutlu görünüyor.
Acaba Daylaman veya Dilaman’dan gelen Aleviler, Dilmun’un eski varlığına dair özel bir bilgiye sahip olabilirler mi?
Onlardan uzun zaman sonra gelen ama çok geçmişte kalmış, anısı yeryüzünde neredeyse tanımıyla silinmiş, çok kültürlü insanların bu büyük drama ölümsüzlük kazandırdığı efsaneler, mitler, dualar ve şiirlerden fragmanlar günümüzde her diyardaki edebiyalara dağılmıştır.
Bu ölçekteki anıtsal mimari eserlerin, dünyada gerçekleşmiş korkunç bir olaya tepki olarak inşa edilmiş olması mümkündür.
Yerel halkın günümüzde bile kutsal saydığı bu höyüğe Kürtçede şiş göbeğin Gire Navoke şiş göbeğin (Navoke) tepesi (Gire) anlamına gelen Gire Navoke adını verilmiş olması da döllenme ve gebeliğe yapılan vurgu açısından anlamlıdır.
Göbeklitepe’yi inşa edenler kimlerdir ve son buzul çağından sonra onları bu kadar olağanüstü anıtlar inşa etmeye ne itmiştir?
Adem’le Havva’nın ilk günahı işlemesine neden olan yasak meyve bir buğday başağı olması ilginçtir, çünkü insanlığın masumiyetini kaybedişinin temelinde büyük ölçekli yerleşik çiftçiliğin yattığını vurgular.
İnsanların hayatı kendi istedikleri gibi yaşadığı, avlanıp yiyecek topladığı o ebedi altın çağın bir felaketten, büyük ihtimalle MÖ 10.900’da gerçekleşen bir kuyrukluyıldız çarpışmasıyla dolayı sona erdiği ve her şeyi değiştiği anlaşılmaktadır. O küllerden doğan insanlar bize sadece kendimizi düşünmenin ve kendi hayat görüşümüz temelinde kararlar almanın yanlış, hatta ahlaksızlık olduğunu ve böyle düşündüğümüz zaman, Cennet Bahçesi’nde Adem’la Havva’ya olduğu gibi kendimizden utanmamız ve suçluluk duymamız gerektiğini anlatmak istiyorlardı. Bu, Neolitik devrim sonrasında geleceğin nasıl şekilleneceği üzerinde kontrol sahibi olanların atalarımıza dayattığı sosyal şartlanma şekliydi.
Bu masumiyet halinden zihinsel tutsaklık haline geçişin en büyük ipucu, Adem’le Havva’nın Cennet’ten kovulduktan sonra sonsuza kadar toprağı işlemeye mahkum olmasıdır. Yehveh’in Adem’e dediği gibi:
Toprak senin yüzünden lanetlendi dedi.
Yasam boyu emek vermeden yiyecek bulamayacaksın.
Toprağa dönünceye dek
Ekmeğini alın teri dökerek kazanacaksın
Ve yine toprağa döneceksin.
Başka bir deyişle insanoğlu tarımla geçinmeye başladı, ama bunun mümkün olması için herkesin aşağı yukarı kovan zihniyeti içerisinde ve çeşitli amirlerin kontrolünde yanyana çalışması gerekliydi. Artık avcılar gibi hür bir hayat yaşayamayacak, ne zaman ne istersek onu yapamayacaktık.
Adem’le Havva ilk atalarımız olarak, çıplaklığımızı keşfetmemizden önceki insanlık için meteforlardı.
Yakınlardaki Hızır Çeşmesi’nin ve bu cenneti sağlı sollu kesen incecik derelerin sesini kulaklarımda duyabiliyordum. Aralarında hiç şüphesiz kadim çağlarda Bingöl Dağının kendinden kaynaklanmış cilalı obsidiyen parçaları da olan çakıl taşlarının üzerinde tatlılıkla akan suda güneşin yansımalarını görüyordum.
Hepsi doğuştan Alevi olan bu insanlar bu dağın yamacında huzur içinde bir hayat sürüyorlardı ve dış dünyanın baskıları ve gerilimiyle nadiren temas ediyorlardı. Çoğumuzun hayatımız boyunca yaşamaya mahkum olduğumuz modern, kentsel yaşamın beraberinde getirdiği stresten ve gerginliklerden bağımsız yaşıyorlardı.
Bu insanların doğayla uyum içindeki hayatlarından kaynaklanan temizkalplilik ve merhamet duygusu, o bahçede ve civarında yetişen her şeyin bereketine yansıyordu sanki. Kutsal Hızır Çeşmesi’ne gölge sağlayan ağaçlardan peyzajı oluşturan yemyeşil çayırlara ve otlaklara, hatta orada yetiştirilen binlerce balığa kadar her şeyden yaşam ve canlılık fışkırıyordu.
Yılan Adem’le Havva’yı ayartıp onları İyiliği ve Kötülüğü Bilme Agacı’nın meyvesini yemeye ikna etmeden Cennet Bahçesi’ne hakim olan masumiyetin ve temizkalpliliğin da böyle olduğunu hayal ettim.
Bu kudretli aslanı görünce, aslan füğürunu andıran Bingöl Dağının zirvesini ve Alevilerle Yaresanların kutsal saydığı Hz. Ali’nin aslanını düşündüm. Acaba Göbekli Tepe’deki bu dikilitaşın yan yüzeyindeki bu yontma aslan, Zerdüştüğün Zurvanizm olarak bilinen dalında Zurvan Akarana adı verilen aslan başlı kozmik varlık gibi dünya direğinin ve kozmik zamanın muhafızı kosmokrator’u temsil ediyor olabilir miydı? Yoksa kurt veya tilki gibi, kozmik entrikacının, Zerdüştlükteki karanlık ilke Ahriman’nın başka bir bicimi miydi?
Eski Mısır’da güneş tanrısı Ra insanlığın fazlasıyla yaşlandığına karar verince tanrıça Hathor, aslan başlı Sekhmet kisvesinde toprağa ateş yağdırır ve neredeyse insanlığı yok eder; bu anlatım, MÖ 10.900’daki Genç Deryas kuyrukluyıldız çarpışmasının neden olduğu korkunç felaketin bir anısı olabilir. Acaba bu aslan başlı yok edici tanrıça, Göbekli Tepe’de yeni ortaya çıkarılan dikili taşın üzerinde tasvir edilen aslanla aynı mıydı? Yoksa gökyüzü dünyasına girerken rastlanılan bir yaratık, hatta belki kuğu takımyıldızının ve komşusu Cepheus’un yıldızlarından oluşan Mezopotamya gökyüzü panteri MULUD KA. DUH’A’nın bir proto-biçimi miydi?
Bu dünyada insanliğa uygarlığın temelini sunan mitolojik varlıklar irin, yani Gözcüler olarak bilinir. Gözcülerin öyküsü, bugüne kadar yazılmış en tuhaf, ama aynı zamanda en ilginç kitaplardan biri olan Hanok’un Kitabı’nda anlatılır.
Anunnakiler insanları ileriyi gören enki nin ve diğer Anunnakilerin bazılarının müdahalesi sonucunda yaratırlar. Bunun için zeka sahibi tanrı İllawela ( başka anlatımlarda tanrı Kingu) kurban edilir ve Anunnakiler kendilerini arındırmak için onun kanında yıkanırlar. Sonra Enki diğer adı Mami olan rahim tanrıçası Nintu’ya biraz kil verir, Nintu da diğer rahim tanrıçasıyla beraber tanrının kanını şekillendirip tanrıların işlerinin yükünü taşıyacak ilk insanları yaratırlar. Öldürülen tanrının unutulmaması için etinden bir hayalet ortaya çıkar.
Mezopotamya yaradılış mitinin bir başka versiyonunda, adı Yahudi mitinin ilk insanı olan Adem’in adına benzeyen Adapa olduğu ve kan rengindeki kilden şekillendirildiği söylenir. Bu örnekte ilk inşaların yaratılması için kili Enki’nin yanı sıra, Nintu ve Mami’yle eşanlamlı olan karısı Ninkharsag sağlar. İlk insanı yaratmak için kanla kili beraber şekillendirirler.
Ninkharsag’ın, Kadim Nippur Silindiri’nde adı geçen bilge yılan tanrıça şir veya Muş’la aynı kişi olduğunu unutmamak gerekir, bu da Mezopotamya mitlerinde yılanla özdeşleştirilen bir tanrıçanın ilk insanların yaradılışında rol aldığı anlamına gelir.
Kadim Nipur Silindiri’nin ilk tercümanı George A. Barton, bu öykünün Kitabı mukaddes’le bir bağlantısı olduğunu sezerek şöyle yazar: (Muş) çok bilgeydi. Tavsiyeleri bile tanrı Anu’ya [Cennet tanrısı] güç verir, bu durum, yaradılış kitabının 3. Bolümündekine çok benzeyen bir görüş açısına işaret eder . Bu cümleyle apaçık bir şekilde Yaradılış kitabında Havva’nın insanoğlunun atası olarak rolü kastedilir.
MÖ birinci bin yılda Kitabı Mukaddes’in topraklarında kullanılan Batı Sami dili olan Aramicede Havva’nın adı ( hw:j; çava veya hava ), yılan için kullanılan isimle (hwj) aşağı yuları aynı olması ilginçtir. Havva’nın Arapça adı olan hawwa da hem yılan hem de hayat veren demektir. Hayat, Havva ve Günaha Teşvik eden Yılan nihayetinde birbirleriyle bağlantılıdır, birbirlerini yansitırlar; durum böyleyse, o zaman Havva yla Enki’nin karısı, tanrıça Ninkharsag veya Muş veya Şir arasında benzerlikler olması anlamlıdır. Kitabı Mukaddes geleneğinde insanlığın ilk annesi sayılan Havva, insanoğlunun yaradılışından sorumlu olan bu yılan tanrıçanın Yahudi versiyonu olabilirmi?
İnsan beyni günde elli binden daha fazla düşünce üretmek zorunda olmasına rağmen piyasada niçin bu kadar aptal var?Çünkü beynin sana günde elli binden fazla düşünce üretmek zorundasın demiş ama aynı düşünceyi tekrar tekrar üretmek yasaktır dememiş!
Yeryüzü Cenneti ve Dilmun aynı yerdir ve Mezopotamya geleneğinde Anunnakiler insanoğlunu burada yaratmıştır.
Hızır büyük ihtimalle aslında Mezopotamya mitlerine ve efsanelerine ait bir füğürdür.
Dini liderler, gezginler ve haritacılar Kitabı Mukaddes’te Cennet Bahcesi’nin asıl yerini gösteren coğrafi ipuçları aramaya başladılar ve bir çoğu Cennet Bahçesi’nin Kitabı Mukaddes’in memleketinde yer aldığına karar verdi. Hem yaradılış Kitabına hem de Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman kaynaklı çeşitli apokrif ve pseudepigrafik kitaplara göre Cennet Bahçesi, Hayat Agacı’nın kökünden çıkan bir kaynaktan doğan tek bir nehir tarafından sulanıyordu. Bu nehir bahçeden çıktıktan sonra, hepsi Yaradılış kitabının ikinci bölümünde adlandırılan ve tasvir edilen dört ana nehrin kaynaklarına ayrılıyordu. tercüme nedeniyle herhangi bir şeyin atlanmaması için, metnin İbranice ve Yunanca aslının kelime kelime tercüme edildiği, Kitabı Mukaddes’in Young tarafından yapılan tercümesini alintiliyorum:
Aden’den bir ırmak doğuyor, bahçeyi sulayıp orada dört kola ayrılıyordu. İlk ırmağın adı Pişon’dur. Altın kaynakları olan Havilla sınırları boyunca akar. Orada iyi altın, reçine ve oniks bulunur. İkinci ırmağın adı Gihon’dur, kûş sınırları boyunca akar. Üçüncü ırmağın adı Dicle’dir, Asur’un doğusundan akar. Dördüncü ırmak ise, Fırat’tır. ( yaradılış 2: 10- 14 )
Göbekli Tepe Cennet Bahçesi değil, Cennet Bahçesi’nde bir tapınak
Klaus Schmidt’in dediği gibi, bu dönemde dünyanın başka hiçbir yerinde Göbekli Tepe gibi bir yer yoktur.
Göbekli Tepede bulunan obsidiyen aletlerin üç ana kaynaktan geldiği saptanmıştır; bunlardan biri çeşitli obsidiyen kaynaklarının bulunduğu orta Anadolu’daki Göllü Dağ, diğer ikisi Bingöl Dağı yakınlarındaki iki yerdir.
2012’de yapılan bir incelemede, Göbekli Tepe’de bulunan obsidiyen alet ve bıçakların çoğunun imalatında kullanılan hammaddenin kaynağının, Van gölüne yakın, sönmüş bir yanardağ olan Nemrut Dağı olduğu belirlenmiştir.
Mezoamerikalıların obsidiyen konusundaki saplantısının spence ondan obsidiyen dini diye söz eder.- tarihöncesi avcılarının geyik avında obsidiyenden imal edilen silahlardan yararlandığı bir dönemden kaynaklandığını söyler:
Geyikler obsidiyen silahlarla öldürüldüğünden obsidiyen, [Meksikanın tarihöncesi avcılarının] yiyecek elde etmesini sağlayan sihirli bir silah olarak görülürdü. Zaman içinde kutsal bir anlam kazandı, avcı tanrılar obsidiyen silahlar kullanmaya başladılar ve [obsidiyenin] yıldızlardan veya tanrıların yaşadığı gökyüzünden geldiğine inanılır oldu.
Mezoamerika geleneğinde obsidiyenin donunca rengi siyaha dönen kan olduğu söylenirdi. Atekler ve Mayalar obsidiyenden hem kurban kesme bıçaklarının hemde kendilerini kurban etmek, yani kan akıtmak amacıyla kendi kendilerini yaralamak için kullandıkları bıçakların imalatında yararlanırdı.
Üst Paleolitik çağda insanların obsidiyene tam olarak ne gözle baktığını bilemiyoruz, ama bazıları hala aktif olan yanardağların yamaçlarında bulunması, ateşle bağdaştırılmış olabileceğine işaret eder. Aslında Karpat havzasında yaşayan Macarlar, tarihöncesine ait yerleşim yerlerinde buldukları obsidiyenden ataş yakmak için yararlanırlardı. Ondan karga çakmaktaşı anlamına gelen varjukova veya yıldırım (veya tanrısal ok uçları ) anlamına gelen nyila diye söz ederler ve onu gök gürültüsü ve yıldırım tanrısıyla bagdaştırırlardı. Hatta bu gri veya siyah kaya parçalarının gökyüzünden geldiğine inanarak obsidiyeni, meteor benzeri taş anlamına gelen lebkövek olarak tanımlarlardı.
Obsidiyen, volkanik lav kristal matrisinin oluşmasına imkan vermeden, çok hızlı bir şekilde katılaştığı zaman elde edilen, genelde siyah veya gri, doğal bir camdır.
Genç Dryas Sonu – YDB, bir kuyrukluyıldızın MÖ 10.900 civarında yeryüzüne çarpma olayıdır.
Doğa bu kadar yüksek ısıları ancak şimşekler sırasında yaratır. Mikrokürecikler ve SLO’lar ancak böyle şartlar altında ortaya çıkarlar, ama böyle bir durum oluştuğu zaman da camsı objelerin yana doğru yayılması ancak 1,5 metre kadardır ve hemen hiçbiri bu mesafeyi aşmaz. Ancak Abu Hureyra’da keşfedilen SLO’lar en azından 4,5 metre yayıldığından varlıklarını şimşekler borçlu olmadıkları açıktır.
Bütün bu bilgiler bizi, Abu Hureyra’da bulunan mikrokürecikler SLO’ların akıl almaz bir çarpışma veya ateş topu bulutunun ürünü olduğu şeklindeki tedirgin edici sonucu destekler niteliktedir. Ayrıca aynı ekibin incelediği on sekiz sit alanından üçünde benzer mikroparçacikların bulunmuş olması, çoklu çarpışmaların ,yani parçalara ayrılan bir kuyrukluyıldız veya meteorun neden olduğu birden fazla hava darbesinin söz konusu olduğunu gösterir. Bu uluslararasi ekibin yayınladığı ve buluntuları içeren makalenin son sözleri bu tartışma açısından çok önemlidir.
Kuzey Amerika’daki ve Ortadoğu’daki [ yani SLO’ların bulunduğu Suriye] bu üç sit alanı birbirinden 1000- 10.000 km uzaklıkta olduğu için, YDB [ Genç Dryas Sonu] çarpışmasının üç veya daha fazla büyük çarpışma / patlama merkezleri şeklinde gerçekleştiğini savunuyoruz. Böyle olduğu taktirde Abu Hureyra’da SLO’nun daha yüksek yoğunluklu olarak bulunmuş olması, olayın bu yerleşim yeri ve sakinleri üzerindeki etkilerinin daha yüksek olduğunu gösterebilir.
California Üniversitesinde yerbilim profesörü olan James Kennett dahil olmak üzere on sekiz kişilik uluslararasi bir araştırma ekibinin, Moore’un 1972’deki ve 1973’teki kazıları sırasında sit alanından alınan çökelti malzemesi inceleyince yaptıkları keşif karşısında hazırlıklı değildi.
Zemin yüzeyinin 3,6 metre derinliğinden alınan toprak örneklerinde şaşırtıcı bir şekilde, mikrokürecik olarak bilinen neredeyse nano boyutlu manyetik ve cam kürelerden ve silisli, cüruf benzeri nesneler anlamına gelen SLO’lardan bol miktarda bulundu. Bunlar yaklaşık 5,5 milimetre boyunda mikroskobik camsı parçacıklardır ve son derece gözenekli ve kabarcıklıdırlar, yani gaz kabarcıklarının neden olduğu torbaciklarla doludurlar. SLO’lar görünüş olarak, yanardağlardan fışkıran tırtıklı kaya parçaları olan cürufa benzer.
SLO’ların en önemli özelliği, sadece 1700 ila 2200 santigrat derece arası gibi inanılmaz derecede yüksek ısılarda oluşmaktadır; inanması zor gelebilir ama, bu ısı aynı zamanda silikanın bir türü olan kuvarsın kaynama noktasıdır. Silika, koyu kahverengi, yeşil, beyaz veya siyah olan SLO’ların başlıca bileşenlerinden biridir. Bu camsı objelerin oluşması için gerekli olan olağanüstü ısı, insanların etkinlikleri veya yanardağ faaliyetleri- veya yeryüzüyle bağlantılı başka herhangi bir doğal süreç sonucunda oluşmuş olamayacaklarını gösterir.
Bu minicik cam objelerin uzayda oluşup mikrometeorlar şeklinde yeryüzüne düşmüş olması ihtimalide yoktur. Yapilan araştırmalar sonucunda mikrokureciklerin ve SLO’ların yüzde 90’ının kozmik maddelerden farklı olan ve bulundukları bölgenin kayalarının ve çözeltinin yerkimyasina yakından benzeyen elementlerden oluştuğu görülmüş, dolayısıyla yeryüzünden kaynaklandıklari anlaşılmıştır.
Mikrokürecikler ve SLO’lar yerkimyası ve morfoloji açısından da birbirine benzer; başka bir deyişle aynı veya benzer maddeden oluşmuşlardır. Daha da önemlisi, her ikisi de çarpışmadan kaynaklanan bulut içerisinde oluşan türden yüksek enerjili parçacıklararası çarpışma belirtileri sergiler. Her ikisi de Arizona’da bulunan ve elli bin yıl kadar önce bir meteorun çarptığı meteor Krateri’nde ve Avustralasya’daki tektit kaplı alanlarda bulunan erimiş camdan minicik objelerle kıyaslanabilir ( tektit, darbe anında fırlatılan, dünyaya özgü ve dünya dışı maddenin bileşiminden oluşan camsı objelerdir).
Yakindoğu’da yaşayanların katastrofobiden korkmak için birçok nedeni olabilirdi. Çünkü bu büyük felaket onları etkisi altına almakla kalmamış, bilim dünyasının daha yeni yeni anlamaya başladığı çok korkutucu bir şekilde onları tümüyle yutmuştur
Bu, gelecekte de tekrarlanacak olan geçmiş bir olayın anlatımıdır.
İskandinav mitlerine inancın güçlü olduğu ülkelerdeki Hıristiyanlar, Ragnarök olaylarını, Vahiy Kitabı’nda anlatılan Kıyamet Günü’nün gelişiyle bağdaştırıldı; başka bir deyişle, geçmiş bir çağda gerçekleşen olaylar olarak değil de gerçekleşecek olaylar olarak görürlerdi.
Bir zamanlar İran, Hindistan ve Ermenistan’da yaygın bir dini doktrin olan Zerdüştlüğün kutsal metni olan Bundahişn, Ragnarök tarzı bir senaryonun çarpıcı anlatımını ve şu gizemli satırları içerir: Gokihar gök kürede bir ay ışığından yeryüzüne düşünce, yeryüzünün ıstırabı, üzerine kurt düşen bir koyununkine benzer .
Gokihar genelde bir meteor, yani yeryüzüne düşen bir kuyrukluyıldızın parçası, asteroid veya bir tür göktaşı olduğu düşünülür, adı ise kurtların soyundan gelen şeklinde yorumlanmıştır. Burada kurtlara iki kez atıfta bulunması ilginctir; üzerine kurt atlayan bir koyunun bacaklarının eğilmesine ve koyunun çöküşüne benzetilen darbenin etkisini neredeyse hissetmek mümkündür.
Bir sonraki mısra, Gokihar’ın görünmesinin bir felaketin habercisi olduğunu teyit eder: sonra ateş ve hale,[başmelek] Shatvairo’nun tepelerdeki ve dağlardaki metalini eritti ve [erimiş metal] yeryüzünde bir nehir gibi aktı . Burada ima edilen bir kuyrukluyıldızın veya asteroidin yeryüzüne çarpması ise, o zaman büyük yangınların olması ve yanardağların patlamasıyla metal lerin erimesi kaçınılmazdır.
Bütün bunlar yine Gokihar’ın yani kurtların soyundan gelen in Bundahişn’de anlatılan felaketlerle doğrudan bağlantılı olduģunu gosterir; burada hem tanrılar hem de insanlar açısından kıyamet gününe odaklanilırsa da, olayların tekrar eden bir döngünün bir parçası olduğuna dair bir izlenim elde ederiz. Başka bir deyişle, Bundahişn’de zaten gerçekleşmiş olan ve tekrarlanan olaylar tasvir edilir.
İskandinav halk hikayelerinde Samanyolu’ndaki Büyük Yarık’ın Kuğu yakınlarında oluşturduğu iki kol, Fenris Kurdu’nun ağzından dökülen iki salya deresi olarak görülür; bunlardan biri Wil, diğeri wan veya Van’dır, Cehennem deresi veya ölülerin yolu olarak bilinir.Fenris’in diğer adı olan Vanargandır, Van Nehri’nin canavar muhafızı anlamına gelir, dolayısıyla kurdun Samanyolundaki Büyük Yarık’la bağlantılı ve bu yoldan gökkutbu ve canavarın dünyayı mahvetmek için kurtulmayı başardığı axis mundi’yle olduğuna dair ilginç bir kanıt sözkonusudur.
Tiw en eski gökyüzü tanrılarındandır. Adının tanrı anlamına gelen deus veya dei ile aynı kökten türediği sanılır, ama aynı zamanda asılanların tanrısıdır. Bundan, dünyanın direğine saldırıp Æsir tanrılarının hem de insanlığın neredeyse sonunu getiren doğaüstü kurt kılığındaki kozmik entrikacıya karşı savaş verip savaşı kazanan bir tür kurtarıcı olarak görüldüğünü anlarız; bu olay, geçmiş bir çağda gerçek bir kuyrukluyıldızın soyut anısı gibi görünür.
Kurtlardan ikisi günesi ve ayı yutmakla suclanır, gök cisimlerinin geçici olarak kaybolması bu ölçekteki bir felaketi kaçınılmaz olarak izleyecek bir durum olarak tasvir edilir. Bir kuyrukluyıldızın veya asteroidin dünyaya çarpması akla hayale gelmez ölçekte duman, toz ve mikroparcacık bulutlarının üst atmosfere savrulması ve nükleer kış olarak bilinen tam karanlık anlamına gelecektir. Kayda değer bir süre boyunca havada kalacak olan bu tozlara, ilk olayı izleyen günlerde, haftalarda ve aylarda gezegenin büyük alanlarını kaplayacak yoğun ateş fırtınalarından kaynaklanıp kalın bir katman oluşturan zehirli külde katılacaktır.
Bu tam karanlık dönemi atalarımızı gökyüzü kurtlarının, yani kuyrukluyıldız parçalarının güneşi ve ayı tuttuğunu düşünmeye itmiş olabilir. Gezegeni ısıtan güneş ışınlarının yokluğu ısıda anı bir düşmeye yol açarak birkaç gün içinde bir buzul cağını tetiklemeye yardımcı olmuş olmalıdır. Aslında olaylar, Roland Emmerich’in kıyamet filmi Yarından Sonra’da (2004) anlatıldığına oldukça benzer bir şekilde gelişmiş olmalıdır. Bu film kurgu olsa da bu kadar ciddi hava şartlarında nelerin olacağını ve küresel etkiye sahip bir felaket sonrasında dünyamızın ne kadar hızlı bir şekilde altüst olacağını tutarlı bir şekilde gösterir.
Bütün bu gelişmelerin sonucunda dize getirilen ve hayatta kalmaya çalışan insanoğlu bu olanlara doğaüstü varlıkların neden oldugunu ölümcül yılanlarla dehşet verici gökyüzükurtlarının güneşi ve ayı olduğu gibi yuttuğunu düşünmüş olmalıdır.
Bu dönem insanlar için akıl almaz derecede korkutucu olmuş olmalıdır. Bu kadar dehşet verici bir dönem unutulmazdı ve unutulmamalıydı.
İnsanlar bundan sonraki bin yıl boyunca, ırklarının maruz kaldığı bu eşi görülmemiş, korkunç felaketten başka neyi düşünebilir, hayal edebilir veya konuşabilir ki?
Onlardan uzun zaman sonra gelen ama çok geçmişte kalmış, anısı yeryüzünden neredeyse tamamiyla silinmiş, çok kültürlü insanların bu büyük drama ölümsüzlük kazandırdığı efsaneler, mitler,dualar, ve şiirlerden fragmanlar günümüzde her diyardaki edebiyatlara dağılmıştır.
Donnelly, bu felaketlerden bir kuyrukluyıldızın veya bir dizi kuyrukluyıldızın sorumlu olduğundan emindir ve daha sonra göreceğimiz üzere, yine tamamıyla haklıdır. Bu küresel ölüm kaynaklarının kadim mitlerle efsanelerde doğaüstü yeryüzü ve gökyüzü varlıkları olarak tasvir edildiğine dair görüşünde de muhtemelen haklıdır ve bu teori o dönemden beri, her biri konuya kendi eşsiz stilini katmış olan çeşitli kıyametçiler tarafından da savunulmuştur.
Donnelly’ye göre bütün bu kötü güçler, yani kuyrukluyıldızlar, ateş, şeytan ve ölüm büyük ovayı, uygar toprakların kalbini ele geçirmiştir. Bu sahne bu noktada yer alır, çünkü muhtemelen daha sonra bütün efsaneler bu noktadan dünyaya yayılmıştır.
[Ates ve Çakıl Çağı] kitabinda, gökyüzünde gerçekleşen ve güneşin, ayın ve diğer gökyüzü olgularının dahil olduğu korkunç bir olayın tüyler ürpertici anlatımlarına dayanan, dünyanın dört bir tarafından mitler, efsaneler ve gelenekler içerir. Dünya, zehirli bulutların eşlik ettiği büyük bir patlama, uzun bir karanlık dönem ve yangınları söndürüp insanların boğulmasına yol açan bir tufan sonucunda yerle bir olur.
Eski bir çağda bir kuyrukluyıldızın yeryüzünde büyük bir yıkıma yol açmış olabileceğini ilk olarak öne süren, çok satan kitabı [Atlantis: Tufan Öncesi Dünya] İgnatius Donnelly’dir.
O dönemde yaşayan insanların bu felakete dair anılarının mitler ve efsaneler şeklinde kuşaktan kuşağa aktarılmış olabileceğini düşünür.
Bu toplumları eski hayat tarzlarını terk edip bu kadar dramatik ölçeklerde anıtsal yapılar inşa etmeye iten şey, kuyrukluyıldızlar konusundaki büyük korkuları mıydı?
Delikli dikilitaşın sembolik vulva işlevini teyit eder. Dolmenlerin içinde gömülenler genelde yeni hayatlarına hazırlık olarak cenin pozisyonunda bulunurlar.
Göbekli Tepe’yi inşa edenlerin delikli dikilitaşları hem kozmik doğumla hem de doğumdan önce oradan gelip ölümden sonra oraya dönen insan ruhunun yaratılışıyla bağdaştırılması öte dünyaya girmek için seelenloch olarak kullandığı anlaşılmaktadır.
Çatalhöyük’teki üç boyutlu fresklerin de tanrısal kadınların (leopar başlı kadınlar) bacaklarının arasından buzağıların doğduğunu ve Eski Mısırlıların Samanyolu’nu temsil eden tanrıça Hethor’un her sabah bir buzağı şeklinde güneş tanrısını doğurduğuna inandığını hatırlamak yerinde olacaktır.
Hethor’un kültü, Samanyolu’nun kişileşmiş hali olan ve rahmiyle vulvası Kuğu’nun yıldızlarıyla örtüşen gökyüzü tanrıçası Nut’la neredeyse eş anlamlıydı.
Kadının bacaklarının dikilitaşın sağ köşesine doğru uzanırken sergilediği açı, Deneb yaklaşık 45 derecelik yükseklikteyken Samanyolu’nun ve Büyük Yarık’ın açısına benzer. Başka bir deyişle, kadının bacaklarının konumu, vulvasının büyük Yarık’ın girişine işaret ettiğini gösterir gibidir. D Yapısındaki delikli dikilitasta görülen soyut kadın figürü Kozmik Ana’yı temsil ediyorsa, yıldızla taş arasındaki senkronizasyonun amacı, doğum yapmak üzere olduğunu belirtmek midir?
Anadolu tarih öncesi kaya sanatı uzmanı Muvaffak Uyanık şöyle diyor: Mezolitik çağda [yani Göbekli Tepe’nin inşa edildiği dönemde] insanların vücudunun yanı sıra ruhunun olduğu anlaşıldı ve ruhun başın içinde olduğu sanıldığı için insanlar ölünce sadece kafatasları gömülürdü. Ayrıca insan ruhunun daireyle temsil edildiğini ve bu sembolün daha sonra geleneksel olarak yazıtları olmayan mezar taşlarında kullanıldığını biliyoruz.
Her sabah güneşin doğduğu doğunun yeniden doğuş yönü olduğu kesindir, bu durumda kuzey de öte dünyanın, karanlığın ve ölülerin dünyasının yönüdür. Çatalhoyük’te kibrit adamlarla birlikte yer alan en çarpıcı akbaba imgelerinin bazıları da kült tapınaklarının kuzeye bakan duvarlarında bulunuyordu.
Kuzey, kuzey yarımkürede güneşin asla ulaşamadığı yer olmanın yani sıra, Samanyolu’ndaki Büyük Yarık’ın, Kuğu’nun yıldızlarının ve tabii ki gökkutbunun da yönüdür.
Kuşlar, Eski Yunancada ruhu taşıyan anlamına gelen ve yeni ölen ruhların öte dünyaya ulaşması için ona yardımcı olan doğaüstü varlıklar için kullanılan psykhopompos görevi görür.
İnsanın başı ruhunun merkezi sayılırdı, ruh vücuttan ayrıldığı için de ceset başsız yani ruhsuz olarak tasvir edilirdi.
Babillilerin ve ataları Sümerlerle Akadların öte dünya veya ölüler dünyasına girişle Büyük Yarık’ı bir tuttuğu anlaşılır.
Samanyolunun Büyük Yarık’ı bir zamanlar gök dünyanın girişi olarak görülürdü.
MÖ 8980 civarında yıldızın yeni batış konumunu yansıtmak için yönleri hafifçe değiştirilmiş olabilir. Eğer bu teori doğruysa, Göbekli Tepe’yi inşa edenlerin, bir yıldızın her yetmiş iki yılda bir ufuk hattı üzerinde bir derece kadar yer değiştirmesine neden olan devinimin etkisinden haberdar olmuş olmaları mümkündür.
Başlıca yapıların üstünü örtmek için kullanılan dolgu malzemesinin içinde bulunan organik maddelerden elde edilen radyokarbon tarihleri ise MÖ 10. Binyıl sonlarında, bu mekânın nihai olarak terk edildiği 9. Binyıl sonlarına uzanır.
Göbekli Tepe’den kalıntıları görünen Harran’da Antik Çağda yaşayan ve yıldızlara tapan Pagan Sabiiler her yıl Kuzeyin Gizemi’ni kutlardı. Çünkü kuzey, birincil sebebin yönü ve hayatın kaynağı sayılırdı.
Bundan 10.000 yıl kadar önce gelişen bu şehrin ilk sakinlerinin Göbekli Tepe’yi inşa edenlerin soyundan gelmiş olmaları mümkündür.
Meleklere tapan Yezidiler, hatta Ihvan-ı Safa olarak bilinen İsmaili bir mezhep dahil, bölgenin çeşitli yerli dini gurupları, namaz kılınan yön olan kıblenin orjinalde kuzeyde bağlantılı olması gibi inanışlara sahipti. Bütün bu insanlar, dini inanıslarından en azından bazılarını muhtemelen Göbekli Tepe’deki taş tapınakları inşa eden insanlardan devralmışlardır.
Eğer bu insanların bu tapınakları inşa etmesinin ardında astronomiyle bağlantılı bir olgu var idiyse, bu olgunun ne Orion yıldızları, ne de yalnız yıldız Sirius’la ilgisi yoktu.
Kültür mekanı değiştirmiş olabilir, ama ibadet edenlerin zihni üzerindeki ilginç etki şekli değişmedi ve insanlar kuşaklar boyunca tanrıçalarının imgesini o sembolik dikit olarak hatırladılar.
Konya ovasında bulunan ve MÖ y. 7500 – 5700’e tarihlenen Neolitik Çatalhöyük şehrinde buzağı doğuran kadınların veya tanrıçaların üç boyutlu yasvirleri ve duvar resimleri vardır.
Piramitler çağında Kutup Yıldızı, göklerin ejderhası Draco takımyıldızında küçük bir yıldız olan Thuban’dı. Daha da geriye gidecek olursak MÖ y. 13.000- 11.000 arasında Kutup Yıldızı, Lyra takımyıldızındaki Vega’ydı. Ondan önceki de Kugu’nun kanat yıldızlarından biri olan Delta Cygni’ydi O da rolünü MÖ y. 16.500 – 14.500 arasında Kutup Yıldızı olan komşusu Deneb’den devralmıştı.
Gergedan boynuzu fallusu andırdığı için bazı kültürlerde afrodizyak sayılır.
Yukarıda ne varsa, aşağıda da vardır.
Asıl rahatsız edici olan,Afrika’nın Acholi kabilesinin gelenekleri doğrultusunda abila kült tapınağına plasentaların yanısıra ikiz bebeklerin de kavanozlar içerisinde canlı olarak gömülmüş olmasıdır.
Plasenta çeşitli yerli kültürlerde ve uyğarliklarda kutsal bir nesne sayılırdı, günümüzde de böyle sayılmaya devam eder ve gömüldüğü yer hem doğan çocuğun geleceği hem de ailenin refahı açısından büyük önem taşırdı.
MÖ y. 2900-1940 arasında Mezopotamya ovasında yaşamış olan Sümerlerin dilinde plasenta anlamına gelen ùš ile kan ve ölüm anlamına gelen ùš’ün ve bir çadırın merkezi direğinin dikildiği yer anlamında temel yeri için kullanılan uś’un neredeyse birbirinin aynı olması da Bu açıdan anlamlı olabilir.
Göbekli Tepe’ye bu adın ne zaman verildiğini tam olarak bilmeye imkan yoktur, ama tam olarak aynı anlama gelen bir başka ismin yerini almış olması son derece muhtemeldir.ve bu süreç, bu sit alanı MÖ 8000 civarında nihai olarak terk edildiğinden beri devam ediyor olabilir. Yerel halkın günümüzde bile kutsal saydığı bu höyüğe Kürtçede şiş göbeğin (novoke) tepesi (gire) anlamına gelen Gire Navoke adının verilmiş olması da, dölleme ve gebeliğe yapılan vurgu açısından anlamlıdır.
Görünmez bir göbek bağı yoluyla kozmik eksen, yani gökyüzünün dönüş noktasıyla bağlantılı olduğu düşüncesini temel alıyor olmalıydı. Bu kavram yeryüzünün evrenin yavrusu olup, bir tür kozmik rahim olarak görülen yıldızlı gök kubbe içerisinde bir fetüs gibi, beslendiği düşüncesini temel alır.
Eski Mısır’da göz, Güneş Tanrısı Re’nin (veya Ra) sembolüydü, Sekhmet, Tefnut, ve Bastet dahil olmak üzere çeşitli aslan görünümlü tanrıça için Re’nin Gözü lakabının kullanılması da Güneşle her şeyi gören göz arasındaki apaçık ilişkiye işaret eder.
Dr. Mehrdad R. Izady 1992’de (Klaus Schmidt Göbekli Tepe’yi ilk defa ziyaret etmeden iki yıl önce), Neolitik çağın başlarında Güneydoğu Anadolu’da yaşayan insanların ardındaki güç şu ana kadar saptanamamış, hızlandırılmış bir teknolojik evrim aşamasından gecti demistir.
MÖ 8000 civarında Göbekli Tepe’de geriye kalan yapıların üstü dolgu malzemeleriyle kapatılıp tamamıyla terk edildi.
Neolitik devrin başlangıcı, insanların çiftçiliğe başlayıp toprağı işlemesi, hayvan yetiştirmesi ve hayat tarzlarının ortak hale gelmesi anlamındaki devrim burada başlamıştır. İnsanlığın yaşamındaki bu dönüm noktası, bundan 11.500 yıl kadar önce Göbekli Tepe’de meydana gelenler sonucunda uyğarlığın doğuşu için zemin hazırlamıştı.
Altmıs sekiz modern tahıl türünün, Göbekli Tepe’nin seksen kilometre kadar kuzeydoğusunda bulunan volkanik bir dağ olan Karacağağ’ın yamaçlarında yetişen yabani einkorn türüne dayandırılmıştır. Bu da tahılın ilk olarak, insanlığın bilinen en eski anıtsal mimarı örneğine çok yakın bir yerde evcilleştirilmiş olabileceği anlamına gelir.
Einkorn çok uzun bir süre boyunca selektif yetiştirme yoluyla yavaş yavaş evcilleştirildi ve tanelerin yere düşmek yerine bitkinin üzerinde kaldığı çok daha güçlü bir tür elde edildi.
İlk olarak tapınaklar inşa edilmiş, sonrasında bu kadar devasa projelerin inşası, bakım ve onarımı için bir araya gelen bu kadar çok insanın ihtiyaçlarının karşılanması için tarım yaratılmıştır.
Akbabalar gibi lesçil hayvanlar Neolitik ölü kultünde önemli bir rol oynar.
Kuşlar gelip etleri aldığında iyiye işaretti, gelmediklerinde de kötüye işaretti.
Göbekli Tepe’de, ateş, ocak, yemek pişirme alanı veya herhangi bir yerleşim izi gibi, burada büyük bir toplumun sürekli olarak kaldığına işaret edecek hiçbir kanıta rastlanmamıştır. Bol miktarda insan kalıntısına rastlanmıştır, ama bunlar ya yapıları örten dolgu malzemesinin içinde veya nedeni henüz belirlenememiş bir şekilde, duvarlarla bankların içerisinde bulunmuştur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir