İçeriğe geç

Cezaevinden Mehmet Fuat’a Mektuplar Kitap Alıntıları – Nazım Hikmet Ran

Nazım Hikmet Ran kitaplarından Cezaevinden Mehmet Fuat’a Mektuplar kitap alıntıları sizlerle…

Cezaevinden Mehmet Fuat’a Mektuplar Kitap Alıntıları

&“&”

Kendinden başkasını sevmeyen insan ise şair filan değil, ancak nefes alan ölü olur.
Bu melodram
burada biter.
Tek kepaze aktörü bendim bu oyunun.
Bir de hep genç kalmış, hiç ihtiyarlamamış şairler vardır. Bunlar daha talihli şairlerdir. Ben kendi payıma işte bu talihli şairlerden sayarım kendimi ve biricik övündüğüm şey de budur: genç kalmak, hep öyle, hiç ihtiyarlamadan genç kalmak. Saçlarım ağardı, suratım sürülmüş toprağa döndü, karaciğerim sızlar, yüreğim sancılanır fakat şiirimde hala on dokuz yaşındaki Nazım Hikmet’im. Ve mezara indiğim gün dahi on dokuz yaşım cesedimin başında durup, Aferin moruk, hep genç kaldın,hiç ihtiyarlamadın," diyecek.
Yaşamak boynumun borcu olduğu için yaşıyorum.
Bugünkü dünya şartları içinde, erkeklerin ve kadınların çok güzelleri çok defa aptal olurlar.
Mehmed, oğlum,
Günde en aşağı on sayfa okumayan erkek, delikanlı acınacak insandır.
… hayatımızda şahsi işlerimiz için insan kullanmaktan çekinmeliyiz. İnsanın insanı kullanması zaten şerefli bir şey değil.
İnsanları bazen ne kolay, ne sade,bize ne kadar aza malolan bir hareketimizle bahtiyar edebiliriz de bunun farkına ya hiç varmayız, yahut geç varırız.
Kitapları kitap olarak okursan sade, hakikaten aptaldırlar, fakat onları hayatla ilgilendirerek okursan akıllı olurlar.
Saçlarım ağardı, suratım sürülmüş toprağa döndü, karaciğerim sızlar, siyatiklerim sızlar, yüreğim sızlanır, fakat şiirimde hâlâ on dokuz yaşındaki Nâzım Hikmet’im. Ve mezara indiğim gün dahi on dokuz yaşım cesedimin başında durup &‘Aferin moruk, hep genç kaldın, hiç ihtiyarlamadın’ diyebilecek."
Bir tarafımla bilmediğin gibi yalnızım."
İnsanın kendi kendinden iğrenmesi ne demektir bilemezsin ve bu korkunç hissi ömrün boyunca duymamanı temenni ederim. Sana çok ayıp bir şey itiraf edeyim: Bir an önce gebermeyi isteyecek kadar kendi kendimden iğreniyorum ve kendime karşı, fert insan olarak kendime karşı en ufak bir saygım kalmadı. Mektubunu okurken ağladım. Benim gibi ciğeri metelik etmez bir hergeleye senin gibi pırıl pırıl bir delikanlının baba demesi beni kahretti. Ben dünyanın en iyi, en yiğit, en namuslu insanını, annemizi arkadan bıçaklamış, bunu yaparken de sırf kendi belden aşağısının zebunu olmuş, iradesiz domuzun biriyim. Kabil olsaydı da bütün namuslu insanlar bir meydana toplansalardı ve ben onların önünde annemizin ayaklarına kapansaydım. Annemiz nerde? Duyduğuma göre İzmit’e gitmiş. Belki bunları sormaya bile hakkım yok. Fakat dayanamıyorum, ona çektirdiğim acının acısı beni mahvediyor. Bana Piraye’mden haber ver. Oğlum, bana kızıl saçlı bacımdan haber ver."
Sizin peder efendi zaman zaman sizinle, kendi kendine öyle konuşur, öyle yanınızdadır, bu yüzden de o kadar dalgındır ki, yazmadığı mektupları yazdım zanneder."
Muhteva bakımından ise, ne yalan söyleyeyim, yeni denilen Fransız şiirinden, bizim Türk şiiri bugün de, bundan yirmi sene önce de ileriydi."
Bilmem, farkında mısın, bizde &‘Yaşamak ne güzel şey’ diyen ilk adam benim galiba. Oğlumun da aynı kuvvetle, hatta daha şiddetli bir derinlikle aynı şeyi duyması beni bilemediğin gibi bahtiyar ediyor. Fakat sana bir şey daha söyleyeyim, bu hadise artık benim için güzellikle, çirkinlikle, bahtiyarlıkla, felaketle ilgisiz bir nesne, sadece bir vazife, sadece boynumun bir borcu haline geldi. Yaşamak boynumun borcu olduğu için yaşıyorum. Bu belki geçici bir ruh halidir, belki de artık ömrümün sonuna kadar bu böyle gidecek. Her ne hal ise. Bana layık bir evlat olmak bahsine gelince, sen benden çok daha iyi babalara layık bir evlatsın, yavrum, sen Türk halkına, namuslu insanlara layık bir evlatsın elbette. Ben halkıma ve insanlığıma o kadar az şey verebildim ki, bunun kat kat fazlasını vermeyi sana miras olarak bırakacağım, galiba bundan başka da miras yiyemeyeceksin benden. İşte böyle evladım."
Bak ben Gorki gibi dâhi bir muharrir değilim, ama ben de Türkiye halkını ve dünyanın namuslu insanları, seni sevdiğim, anneni sevdiğim, annemi sevdiğim gibi severim. (…) Sevgi, aşk, pasif değil, aktif bir faaliyettir."
Ölüleri hayırla analım, demeyeceğim, çünkü mesela, misal biraz sert ama, bariz olsun diye yazıyorum, Göring de, Abdülhamit de ölüdürler ama, hayırla anılmaları icabetmez."
Sana bir meseleden daha bahsedeceğim. Anneni tanıyıncaya kadar, muhteva meselesinde bir bakıma sekterdim. Mesela, insanlar arasındaki sevda münasebetlerini yazmazdım. Anneni tanıdıktan sonra onun yaratıcı tesiriyle bundan da kurtuldum. Bir sevda şiirini, ama sahici bir sevda şiirini, bir kavga şiiri kadar seviyor ve sayıyorum."
Şüphesiz ki Zola natüralist-realistlerin en büyük üstatlarından, bütün insanlığın en şerefli, en namuslu evlatlarından biridir. Fakat gel gör ki üstadımız ara sıra umutsuzluğa kaçar, gayet pratik konuşayım, Zola’nın eksiği Marksist olmayışıdır."
Allah kahretsin bizdeki felsefe derslerini ki lisenin son sınıfına gelen oğlumu en esaslı tabiat ve cemiyet gelişmesi kanunlarını bilmekten mahrum etmişlerdir."
Gelelim ikinci sebebe: 31 çektin mi çok? Bilhassa şimdi bundan sakın."
İşte milleti millet yapan bu ana vasıflar bilhassa tek iç pazarların kurulmasıyla kabil olur."
Kitapları kitap olarak okursan sade, hakikaten aptaldırlar, fakat onları hayatla ilgilendirerek okursan akıllı olurlar."
…genç kalmak, hep böyle, hiç ihtiyarlamadan genç kalmak. Saçlarım ağardı, suratım sürülmüş toprağa döndü, karaciğerim sızlar, siyatiklerim sızlar, yüreğim sancılanır, fakat şiirimde hâlâ on dokuz yaşındaki Nâzım Hikmet’im. Ve mezara indiğim gün dahi on dokuz yaşım cesedimin başında durup, Aferin moruk, hep genç kaldın, hiç ihtiyarlamadın," diyebilecek. Sana da bu talihi temenni ederim, evlâdım. Sonra unutma ki, ihtiyarlamak kendinden başka hiç kimseyi sevmemek demek. Kendinden başkasını sevmeyen insan ise şair filân değil, ancak nefes alan ölü olur.
Piraye’m bana hiçbir zaman âşık olmadı. Beni delicesine canı çekmedi. Ben ona insanlığımla yakındım. Bana bir insana hayran olur gibi hayran oldu, fakat bana aşık olmadı. Ben Piraye’m için su gibi, ekmek gibi, hava gibi, fizyolojik bir ihtiyaç olamadım. (…) Bilir misin ki, Piraye’m bana, bir kere olsun, gözlerimin içine bakarak ve ne söylediğinin farkında bile olmaksızın, Seni seviyorum," dememiştir. Dahası var, yakın zamanlara kadar ben onun yüzünü seyredip kendimden geçerek bir liseli iştiyakıyla ilânı aşk ettiğim vakitler bir acayip gülmüş, tuhaf bir tiksinti duymuş, "Darülbedayi artistleri gibi konuşma allahaşkına," demiştir.
…insanlarımı seviyorum, bütün zaafları ve kepazeliklerine rağmen onlara güveniyorum, tarihi onlar yapmışlardır ve onlar yapacaklardır. İşte sanatım aydınlıksa, ümitliyse, palavracı değilse bundan dolayıdır.
Annen bana bir mektubunda şöyle yazmıştı:

Kitaba düştüm,
sabahtan akşama kadar kitap okuyorum.
Kitaplar akıllı,
kitaplar aptal,
kitaplar büyük,
kitaplar çocuk,
kitaplar en uzak, en güzel yolculuk…

Tabii annen böyle kesik kesik yazmadı, daha taze, daha güzel yazdı ama ben onları körolası şair alışkanlığımla bu hale soktum. Kitapları kitap olarak okursan sade, hakikaten aptaldırlar, fakat onları hayatla ilgilendirerek okursan akıllı olurlar.

Hiçbir zaman, tamam, oldu, kemale ulaştım demeyi aklımdan geçirmedim, oldum dediğim gün öldüm dediğim gündür.
Bu dertten kurtulmak için
meydan yerlerinde yıkamalıyım
kirli çamaşırlarını ruhumun.
İnsanların ne hali, ne geleceği hakkında ümitsiz değilim.
Fakat hayalperest de değilim. Realist­ diyalektik-materyalist
bir iyimser insanım.
En zor şey, en yiğit ve en çok cesaret isteyen şey: Samimiliktir.
Kitaplar akıllı
kitaplar aptal
kitaplar büyük
kitaplar çocuk,
kitaplar en uzak, en güzel yolculuk …
Bilmem, farkında mısın, bizde “Yaşamak ne güzel şey” diyen ilk adam benim galiba.
İnsanların ne hali, ne geleceği hakkında ümitsiz değilim. Fakat hayalperest de değilim. Realist­ diyalektik-materyalist bir iyimser insanım.
Canım oğlum, seni nasıl seviyorum, sana nasıl güveniyorum ve seni nasıl beğeniyorum bilsen; güzel yurdumun bütün gençleri senin gibi akıllı ve iyi olsunnlar isterdim.
Sıhhatına iyi bak, bol domates, bol meyva ye. Ri­ca ederim, benim hatırım için bu fedakarlığa katlan…
… Vaktiyle büyük, akıllı sandığı insanların hiç de büyük, akıllı ve bilgili ol­madıklarını, vaktiyle inandığı yahut inandırıldığı şeylerin hiç de inanılmaya değer olmadıklarını farkeder, an­lar.
Yıl­larca sonra arkana dönüp sevdiğin ve hayran oldu­ğun insanları tekrar gözden geçirdiğin zaman, ya gülecek, yahut hayranlık yerine merhamet duyacaksın, fa­kat anan seni aldatmamış olacak ve yıllarca sonra ona duyduğun hayranlığın bir kat daha artmış olduğunu anlayacaksın.
İnsanları bazen ne kolay, ne sade, bize ne kadar aza malolan bir hareketimizle bahtiyar edebiliriz de bu­nun farkına ya hiç varmayız, yahut geç varırız.
Gogol sağlam kitap yazar, oku; Şolohof mükem­meldir, oku; Balzac’ı, Zola’yı mutlaka oku. Hele Andre Malraux’nun Insanlığın Hali diye bir romanı vardır, mutlaka oku. Ha bak, Dickens de, bütün dehasına rağ­men zaman zaman yalancılığa kaçar. Copperfield’de fevkalade doğru hayatın yanında, yalancı, lüzumundan fazla ve zorla pembeleştirilmiş resimler de vardır.
Bazı kitaplar vardır ki haya­tın resmini süslerler püslerler, her şeyi gül pembe gös­terirler. Bunlar yalancı kitaplardır. Sonra yine öyleleri vardır ki hayatı bir çıkmaza girmiş, karanlık bir yol üze­rinde giden ve karanlıkta nihayetlenen bir yol gibi ak­settirirler: bunlar ümitsiz kitaplardır.
Kitapla hayatı bir­ birinden ayırma. Ve yalan söyleyen, ümitsiz olan kitap­lardan yalan söyleyen ve ümitsiz olan insanlardan kaç­tığın gibi, hatta daha çok kaç ve ne öyle kitaplar, ne de öyle insanlarla konuş.
Hayatımda, onu aldattığım zamanlarda dahi, ondan başka hiçbir kadını sevmedim ve sevmiyorum."
Hiçbir zaman tamam, oldu, kemale ulaştım demeyi aklımdan geçirmedim, oldum dediğim gün öldüm dediğim gündür.
Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani, bu koskocaman dünyamız.

Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hattâ bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.

Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
Yaşadım" diyebilmen için…

İki türlü sanat eseri ve iki türlü sanatkâr vardır:

1. Hoşça vakit geçirmek için okunan eser. Eğlence değerinden başka bir değeri olmayan kitap. Ve onun muharriri.

2. Sanat değerinden,sırf estetik kaidelerinden hiçbir şey kaybetmeksizin, bilakis onu bir kat daha da kuvvetlendirerek, insanlara hiç olmazsa bir doktorluk kitabı kadar gerekli, lüzumlu, faydalı olan, mesuliyetini müdrik kitap ve onun muharriri.

Büyük insan ne demektir? Büyük insan içinde yaşadığı cemiyetin gelişme, inkişaf yolunu, istikametini görüp,sezip, hatta anlayıp bu yolun gelişiminde dönüm noktasını en önde geçen, yahut bu dönüm noktasına işaret eden, onun dönülmesininde, geçilmesinde, cemiyetin yeni bir merhaleye inkılap edişinde ehemmiyet bakımından rol oynayan, müessir olan adamdır.
Karaktersizlik ve döneklik, insanlar için, kendi memleketinin insanları için, dünya için ve kendi memleketi için, muayyen bir tarihi devirde en doğru, en gerçek yolu bulup da sonra ondan dönmektir.
İnsanları bazen ne kolay, ne sade, bize ne kadar aza mal olan bir hareketimizle bahtiyar edebiliriz de bunun farkına ya hiç varmayız, yahut geç varırız.
Kitapları sadece kitap oldukları için değil, hayatın bir parçası olarak oku ve hayatı doğru aksettirebildikleri derecede değerlendir…

Gogol sağlam kitap yazar, oku; Şolohof mükemmeldir, oku; Balzac’ı, Zola’yı mutlaka oku. Hele André Malraux’nun İnsanlığın Hali diye bir romanı vardır, mutlaka oku.

Tevrat’da bir cümle var: <<Köleliğini ve kulluğunu, kölelerin ve kulların üstünde hüküm sürmek için kullandı.>> gibi bir şey.
İhtiyarlamak kendinden başka hiç kimseyi sevmemek demek. Kendinden başkasını sevmeyen insan ise şair filan değil, ancak nefes alan ölü olur.
Anana söyle, çok ihtiyarladım, bütün kusurları affedilecek kadar ihtiyarladım, beni affetsin artık.
Ben kendimi hiçbir zaman büyük şair filan saymadım, çok şükür, bazı işlerde aklım gayet başımdadır, ben kendimi, bu şairlik bahsinde, daima yapabileceğinin ancak yarısını yapabilmiş yarım bir şair olarak gördüm.
Yani Cervantes de, Shakespeare de çok enteresan devirlerde yaşadıkları için, cidden ölmez şahsiyetler, karakterler, hasretler ortaya atabilmişlerdir.
Yani Don Kişot’un hikayesini, yeldeğirmenleriyle dövüşmesini, falanını filanını değil de, güzel ve doğru bildiği bir iş için ellisinden sonra dövüşmesini, yollara düşmesini filan göz önünde tutarsan onu sevmemek imkansızdır.
Bana göre Don Kişot sadece mazi hasreti çeken bir adam değildir. Umumiyetle doğrunun, haklının, güzelin hasretin çeken adamdır. Bu onun hem kuvvetli, hem zayıf tarafıdır.
Şimdi sana gayet garip bir şey söyleyeceğim: Anneni tanıdığımdan beri, okuduğum bütün kitaplardaki ve seyrettiğim bütün filmlerdeki ve dinlediğim bütün hikayelerdeki sevgililerin kadınları yerine onu, erkekleri yerine kendimi koymuşumdur.
Bu melodram
burada biter.
Tek kepaze aktörü bendim bu oyunun.
Bu dertten kurtulmak için
meydan yerlerinde yıkamalıyım
kirli çamaşırlarını ruhumun.
Böyle bir bahçeye hiç girmemiştim,
hiç görmemişim gibi geldi bana
ışığın böylesini.
Ve siz olduğunuz gibi karşımdayken
sizi yaratmakta devam etti kafam.
Belki bunları sormaya bile hakkım yok. Fakat dayanamıyorum, ona çektirdiğim acının acısı beni mahvediyor. Bana Piraye’mden haber ver. Oğlum, bana kızıl saçlı bacımdan haber ver. Haberini alayım yeter.
Ben halkıma ve insanlığıma o kadar az şey verebildim ki, bunun kat kat fazlasını vermeyi sana miras olarak bırakacağım, galiba bundan başka da miras yiyemeyeceksin benden. İşte böyle evladım.
Bir cümleye hakikaten çok sevinerek takılıp kaldım.<<Sevinin, sevinin, babacığım, diyorsun, oğlunuz hürriyeti duydu ciğerlerinde.>>
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.
Sefalet büyük eser doğurur derler , yarı yarıya yalan. Eğer sefalette büyük eserler veren muharrirler o sefaleti çekmek zorunda kalmasalardı daha büyük daha çok eserler verirlerdi.
Bir mesele daha: Hiçbir zaman, tamam, oldu, kemale ulaştım demeyi aklımdan geçirmedim, oldum dediğim gün öldüm dediğim gündür.
Ne tuhaf, kendimi methediyormuşum gibi oluyor ama, ne yapayım, sahte tevazu da kibir kadar kötüdür bazen.
Unutma ki, oğlum, Shakespeare, Dante, Gorki, Cervantes, Fikret, Hugo vesaire gibi bütün büyük abideler aynı zamanda büyük müjdecilerdir. Onların herbiri bir devri müjdelemişlerdir.
İnsanların ne hali, ne geleceği hakkında ümitsiz değilim. Fakat hayalperest de değilim. Realist-diyalektik-meteryalist bir iyimser insanım. Hayatımı ve sanatımı yaratıcı, geniş halk kitlelerinin hayatına ve yaratıcılığına bağlamışım. Bunda samimiyim, palavracı değilim. Gerçek olarak kabul etmediğim şeye, gerçekliğini hatta ispat etmemiş olan şeye inanmam ve inanmadığım şeye sanatımı alet etmem. Böylece, insanlarımı seviyorum, bütün zaafları ve kepazeliklerine rağmen onlara güveniyorum, tarihi onlar yapmışlardır ve onlar yapacaklardır. İşte sanatım aydınlıksa, ümitliyse, palavracı değilse bundan dolayıdır.
Bir noktaya daha işaret edeceğim. Şimdi bir moda var: Şiir bir anın tespitidir, diyorlar. Bu çeşit dar, tek taraflı iddialardan çekinmek lazım. Şair bazen bir anı tespit eder, bir anlık intibaını şiirleştirir, bazen de bütün bir ömür parçasını, bütün girift intibaları, düşünceleriyle ifade eder. Zaten unutmamak lazımdır ki, bir anlık intiba denilen şey, öyle mücerret bir an değildir. O anlık intibaın içinde geçmiş binlerce anın intibaı vardır.
Emin ol, Mehmet, tuttuğun yol, üzerinde yürümeye değer bir yoldur.
En zor şey, en yiğit ve en çok cesaret isteyen şey: samimiliktir.
Sen de hikayeni tanıtana, kabul ettirene kadar çok üzüleceksin. Ama zor yok: Dayan başarırsın..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir