İçeriğe geç

Büyük Erdemler Risalesi Kitap Alıntıları – Andre Comte-Sponville

Andre Comte-Sponville kitaplarından Büyük Erdemler Risalesi kitap alıntıları sizlerle…

Büyük Erdemler Risalesi Kitap Alıntıları

Her bilgi narsistik bir yaradır.
Mütevazı olmak, hakikati kendinden çok sevmektir.
… anlarsak yargılayamayız… Anlarsak kin duyamayız…
“Onlar kötü yürekli; ama tam da bu nedenle onları affetmek gerek – çünkü onlar esas olarak kötü yürekli olmaktan çok, mutsuzdurlar. Daha doğrusu, onların kötü yüreklilikleri mutsuzluktur; kötü yürekli olmanın sonsuz mutsuzluğu!”
Kötülük iradededir, cehalette değil. Kötülük kalptedir, zekâda ya da ruhta değil. Kötülük kindedir, aptallıkta değil. Kötülük, önemsiz bir şey olan yanlış değildir: Kötülük bencilliktir, kötü yürekliliktir, merhametsizliktir…
Affetmek, kin duymaya son vermektir; intikamdan vazgeçmektir ve bu nedenle sevginin affetmesine gerek yoktur, o zaten affetmiştir, hep affedecektir, sevgi bu koşulla vardır.
Anne baba çocuklarını affetmek zorunda değildir: Sevgi onlarda bağışlamanın yerini tutar.
Çocuklar anne babalarını affetmek zorundadırlar; eğer ellerinden gelebiliyorsa ya da yapabiliyorlarsa. Fazla sevgiyi ve fazla bencilliği, fazla sevgiyi ve fazla aptallığı, fazla sıkıntıyı ve fazla mutsuzluğu… Ya da pek az sevgiyi; affetmek bu durumda da gerekir. Yetişkin olmak başka nedir ki?
Peki nedir o halde bağışlamak? Kin beslemeye son vermektir ve gerçekten de, bağışlamanın tarifi budur: Haklı görülen hıncın, kinin, kızgınlığın, intikam ya da cezalandırma arzusunun üzerinde zafer kazanan erdemdir ( bu nedenle adaletten de öteye gider). Demek ki, affetme erdemdir; ama hatayı ya da hakareti ortadan kaldırmak değildir bu -bunu yapamayız zaten- bize hakaret etmiş ya da zarar vermiş olan kişiye artık öfke duymamaktır.
… affetmek nedir? Eğer bundan anlaşılan şey, geleneksel düşüncenin bir anlamda anlamamızı istediği gibi, hatayı silmek, yok saymak, olmamış kabul etmek ise, bu ya bizim sahip olmadığımız bir güçtür ya da uzak durulmasında yarar olan bir aptallıktır.
Ruhu oluşturan şey saygı ya da merhamettir. Ruh da ıstıraptan doğar: Kendi ıstırabından – ve bu cesarettir- ve ötekinin ıstırabından – bu da merhamettir.
Ümitsizliğe katlanabilmek için yiğitlik gerekir; yaşamın bize öğrettiği işte budur, tıpkı, kimi zaman, ümitsizliğin de yiğitlik verebileceği gibi!
Adil kişi, basiret olmadan, adaletsizlikle nasıl mücadele edeceğini bilemez; ama yiğitlik olmadan da, bunun için çabalamayı göze alamaz. … … Basiretsiz ve korkak kişiler gerçekten adil olamazlar. Her erdem yiğitliktir: Her erdem basirettir.
İyi niyet garanti değildir, vicdan iyiliği de bir özür değildir. Kısacası, ahlak erdem için yeterli değildir: Aynı zamanda zekâ ve aydınlık bilinç de gerekir.
İnsanın tüm saygınlığı düşüncededir; düşüncenin tüm saygınlığı bellektedir.
İnsan ancak bellek sayesinde tindir; ancak sadakat sayesinde insanîdir.
Nazik olamayacak kadar namuslu olmak, namuslu olamayacak kadar nazik olmaya yeğdir!
İnsan beyni günde elli binden daha fazla düşünce üretmek zorunda olmasına rağmen piyasada niçin bu kadar aptal var?Çünkü beynin sana günde elli binden fazla düşünce üretmek zorundasın demiş ama aynı düşünceyi tekrar tekrar üretmek yasaktır dememiş!
Adaletin zirvesi, hakkaniyettir.

Hakkaniyet diyordu Aristoteles, yazılı yasadan bağımsız olarak ele alınan doğrudur.

Hakkaniyet; zeka olmadan, basiret olmadan, cesaret olmadan, sadakat olmadan, cömertlik olmadan, hoşgörü olmadan da olmaz.

Ruhu güçlü insan, diye okuyoruz Spinoza’da,
İyilik yapmaya ve sevinç içinde kalmaya çaba sarfeder : Çok sayıda engellerle karşı karşıya geldiğinde bu çaba yiğitliğin ta kendisidir.
Erdemler üzerine düşünmek, bizi onlardan ayıran meseleyi ölçmektir. Onların mükemmelliğini düşünmek, kendi yetersizliklerimizi ya da sefaletimizi düşünmektir.
Hiç olmayı sevmem lazım. Bir şey olursam, ne korkunç! Hiçliğimi sevmeli, hiçlik olmayı sevmeli!”

Simone Weil

Arzunun gücü, der Nietzsche, değer verilen her şeyi
hazine ve mücevher haline getirir. Bu, sevgi için ve özellikle onun için geçerlidir. Bir şeyi sevgiye layık olduğu için sevmeyiz; onu sevdiğimiz için o sevgiye layıktır.
“Bir yığın kısa çılgınlık siz buna aşk diyorsunuz işte. Ve bu kısa çılgınlıklara evlilik son verir – uzun bir aptallıkla.

Nirtzsche

Aşkı, yaşarkenki yanılsamalarla ya da dışardan yapılan gözlemlerle karıştırmayalım. Bellek düşten daha hakikidir; deneyim imge­
lemden daha hakikidir. Zaten âşık olmak, aşk hakkında, kendimiz hakkında ya da âşık olduğumuz kişi hakkında kimi yanılsamalar yaratmaktan başka nedir ki? Çoğu zaman bu üç yanılsama akışı birbirine eklenir, birbiriyle karışır ve bizi alıp götüren bu ırmağı oluşturur Nereye? Tüm ırmaklar nereye giderse, nerede biterse, nerede yitip giderlerse oraya: Zamanın okyanusuna ya da gündelik yaşamın kumlarına “Daima seveceğini iddia etmek ama aslında yalnızca bir an sevebilmek,” der Clement Rosset, “aşkın özüdür.” Demek ki, aldatıcı ve geçici olmak aşkın (her koşulda şu aşkın: Tutkulu aşkın) özüdür. Hakikat bile bunu mahkûm ediyor. Bu aşkı yüceltenler bu nedenle hakikati mahkûm etmek isterler: Birçoğu, düşü ya da yanılsamayı tercih
etmekle övünür. Ama bu genellikle ne onları ne de aşkı kurtarmaya yeter. Gerçeğe haksızlık etmek isterler; sonra gerçek onları yakalar ve onlara haksızlık eder. Tutkuyu kurtarmak, onu sürdürmek, sürmesini sağlamak isterler Bunu nasıl yapabilirler ki? Çünkü tutku onların
elinde olan bir şey değildir, çünkü süre tutkuyu – mutlu olduğunda- öldürür, çünkü sürdürme fikri bile tutkunun tersidir. Her eksiklik, eğer öldürmezse yatışır: Çünkü eksiklik tatmin edilir, çünkü eksikliğe alışı­lır, çünkü unutulur Eğer aşk eksiklikse, (yaşam içinde) yenilgiye
mahkûmdur ya da ancak ölüm içinde başarılı olabilir.
Ne kadar doğrudur, diye yorum yapar Proust, “çoğu
zaman, âşık olduğumuzu keşfetmemiz için, hattâ belki âşık olmamız için, ayrılık gününün gelip çatması gerekir.” Tutku mantığı: Yokluk mantığı, ufkunda çift olma vardır (düşte) ve ölüm vardır (gerçekte). Sahip olduğumuz şeyin eksikliğini nasıl duyabiliriz? Eksik olmayanı tutkuyla nasıl sevebiliriz?
Eksiklik bir ıstıraptır, tutku bir ıstıraptır ve bunlar aynı şeydir, ya da ıstırap, tutkunun sanrılı ya da takıntılı biçimde şiddetlenmesidir (aşk, diyordu Dr. Allendy, “normal bir takıntılılık sendromudu”),değeri belirsiz olan
(çünkü eksiklik, belirsizdir) belirli bir nesne üzerinde yoğunlaşılmıştır.
Sahip olunabilen şeylerin hiçbiri saf değildir. Saflık yoksulluktur, mülksüzlüktür, feragattir. Ben in durduğu yerde, ilerlemediği yerde, kendini yitirdiği yerde başlar.
Kendi zayıflığını, karşındakinin kendi gücünü göstermek için bundan yararlanması söz konusu olmadan gösterebileceğin gün sevilmiş olacaksın.

C. Pavese

Saflık bir öz değildir. Saflık, sahip olunacak ya da olunmayacak bir sıfat değildir. Saflık, mutlak değildir, saflık saf değildir: Saflık, gerçekten de orada olmadığı yerde kötülüğü, bir tür, görmeme biçimidir. Bozulmuş olan kişi, her yerde kötülük görür ve bundan yararlanır. Saf kişi, hiçbir yerde kötülük görmez, daha doğrusu, kötülüğü bulunduğu yerde, acısını çektiği yerde görür: Bencillikte, acımasızlıkta, kötülükte Kötü yürekle ya da kötü yüreklilikle yapılan her şey bozulmuştur. Bu nedenle bizler hemen hemen her zaman bozulmuştur,ahlaksızdır ve bu nedenle saflık bir erdemdir: Ben , ancak kendinden arındığı ölçüde saf olabilir. Ego, değdiği her şeyi kirletir. Bir şey üzerinde güç sahibi olmak, onu kirletmektir, sahip olmak kirletmektir, der Simone Weil. Tersine saflıkla sevmek, mesafeye razı olmaktır, başka deyişle, sahip olmamaya, iktidar ve kontrol yokluğuna, neşeli ve çıkarsız kabule razı olmaktır.
Yalnızca kalp saftır ya da saf olabilir; yalnızca o arındırır.
Yalnızca hiçlik saf olabilir, oysa hiçlik hiçtir:Varlık, boşluğun sonsuzluğu içinde bir lekedir ve her türlü varoluş bozulmuştur.
Ne olduğunu kimse bana sormadığında, bilirim; ama sorulduğunda ve açıklamam istendiğinde hiçbir şey bilemiyorum.

Aziz Augustinus

Aşk öyle bir arzudur ki, doğası gereği, arzuladığı şeyden yoksun kalır, hatta hedefine ulaştığında bile yoksun kalır. Bu düşlediğimiz aşk değildir, bu insanı doyuran aşk, pembe roman aşkı değildir: Bu, mevcut haliyle olan aşktır, verimli bir ıstırap çeken aşktır. Phaidros’un diyeceği gibi acı ile sevincin tuhaf karışımı içindeki aşktır, doyumsuz aşktır, yalnızlık içindeki aşktır, sevdiği için her zaman acı çeken aşktır, nesnesi her zaman eksik olan aşktır, tutkudur bu, hakiki tutku, çılgına döndüren ve paramparça eden, açgözlü ve işkence eden , yücelten ve tutsak eden tutku.
Aşk, eksiksizlik değil,eksikliktir. Kaynaşma değil, arayıştır. Mükemmelliğe doymak değil, kemiren yoksulluktur. Yola çıkılması gereken esas nokta budur. İkili bir tanım vardır: Aşk arzudur ve arzu eksikliktir. O halde, aşk, arzu ve eksiklik eş anlamlı mıdır? Tam anlamıyla değil kuşkusuz. Eğer eksiklik eksiklik olarak algılanıyorsa, eksiklik olarak yaşanıyorsa arzu vardır (eksikliği bilinmeyen şey arzulanmaz). Ve, kendi içinde belirsiz, tanımsız olan arzu (örneğin, özel olarak hiçbir besini arzulamayan açlık) herhangi bir nesne üzerinde odaklanırsa (örneğin et, balık ya da pasta sevgisi ) o zaman aşk olur. Aç olunduğu için yemek yemekle, yenilen şeyi sevmek ya da sevilen şeyi yemek aynı şey değildir. Bir kadını, herhangi birini arzulamakla (bu arzudur), bu kadını arzulamak (bu aşktır; tamamen cinsel ya da anlık olabilir) başka şeydir. Dahası, aşık olmak, cinsel yoksunluktan ya da tahrikten başka bir şeydir. Yine de, sevdiğimiz kişiyi şu ya da bu biçimde arzulamıyorsak, aşık olur muyuz? Kuşkusuz olmayız. Her arzu aşk olmasa da, her aşk (en azından şu aşk: Érôs) elbette arzudur: Özellikle eksik olan belli bir nesneye yönelik belirli bir arzudur.
Sevgiyle yapılan şey, her zaman iyinin ve kötünün ötesinde gerçekleşir.

Nietzsche

İnsan istediğini değil, arzuladığını sever, sevdiğini sever ve kimi seveceğini seçemez. Ancak arzularımıza ya da sevgilerimize göre -birçok farklı arzu arasından, birçok farklı sevgi arasından- seçebiliyorsak, arzularımızı ya da sevgilerimizi nasıl seçebiliriz ki? Sevgi ısmarlama olmaz, dolayısıyla sevmek bir ödev olamaz.
Rilke reçeteyi vermişti: Derinlere gidin: İroni oraya inemez. Mizah konusunda bu doğru değildir ve aralarındaki ilk fark da budur. İkinci fark, daha anlamlı fark, mizahın dönüşlülüğüne, içselliğine, onun içkinliği diye adlandırılabilecek şeye bağlıdır. İroni, ötekine güler
( ya da kendini alaya alırken bile ben e bir başkasıymış gibi güler) ; mizah kendine güler ya da başkasına da kendi gibi güler ve inşa ettiği ya da ortaya çıkardığı anlamsızlığın içine kendini, her koşulda, her zaman dahil eder. Mizahçı hiçbir şeyi ciddiye almayan biri değildir (mizah havailik değildir). Yalnızca, kendini, kendi kahkahasını da sıkıntısını da ciddiye almayı reddeder. Kiergaard’ın dediği gibi, ironi kendini değerli kılmaya çalışır; mizah ise kendini ortadan kaldırmaya çabalar. Mizah sürekli olmaz, bir sistem halini alamaz, yoksa diğeri gibi bir savunma olur yalnızca ve artık mizah olmaktan çıkar. Bizim çağımız mizahı yüceltmek adına saptırdı. Mizahı mizah için yetiştirmekten , bir baştan çıkarma aracı yapmaktan, narsizme dikilmiş bir anıt haline getirmekten daha üzüntü verici ne olabilir?
Zekâ, her şeyi alaya alan şeydir, diyordu Alain ve bu nedenle mizah, çok haklı olarak zekânın parçasıdır.
Kendini ciddiye almak gülünç bir şeydir. Mizah yoksunluğu, alçakgönüllülük yoksunluğudur, bilinç aydınlığından yoksunluktur, hafiflikten yoksun olmaktır, kişinin kendisiyle çok dolu olmasıdır, kendini aldatmasıdır, çok sert ya da çok saldırgan olmaktır, dolayısıyla hemen hemen her zaman, cömertlikten, yumuşaklıktan, merhametten yoksun olmaktır Erdemde bile fazla ciddi olmak, kuşkulu ve endişe verici bir şeydir:Bunun altında yanılsama ya da fanatizm olmalıdır
Tanrı’nın sevgisi mutlak anlamda kendiliğindendir, diye yazar Nygren. O insanda saik (neden) aramaz.
Kötülüğün var olmasını ancak kötülüğe bir mesafe gibi bakarak kabul edebiliriz, diye yazar Simone Weil.
Kadını olmadığı için sever, olduğu şey içinde terk ederiz, diyordu Gainsbourg. Bu çoğu zaman doğrudur ve erkekler içinde geçerlidir.
Tıpkı mistiklerin Tanrı’dan başka bir şey olmadığını söylemeleri gibi.
Akıl burada önemsizdir, bu, aşkın aklı öncelediğini yada aştığını kanıtlar.
Bir erkek, ister oğlanlara ister kadınlara yönelsin, kendi yarısına rastladığında, her ikisi de müthiş bir şefkat, güven ve sevgiyle kendinden geçer; bir an için bile olsa bir daha asla ayrılmak istemezler.
Sokrates, felsefenin en yetkin konusunun aşk/sevgi olduğunu sürekli tekrarlar, özünde onu ilgilendiren tek şey budur, bu konunun uzmanı olmak ister Sokrates.
Ahlak nezaketten doğar ve sevgiye yönelir: Birinden diğerine ahlak sayesinde geçeriz.
Sevgiye emredemezsiniz, çünkü sevginin kendisi emreder.
Mizah neşeli bir hayalkırıklığıdır.
Freud’un dediği gibi, her türlü yanılsamayı ve her türlü aldatmacayı dışlaması gereken hakikat sevgisi yle kurtulur.
Erkek, hemen hemen her zaman içinde taşıdığı dişilik tarafı sayesinde daha kötü olmaktan kurtulur.
Todorov
İnsanın kendini Tanrı sanmasının önündeki güçlüklerden biri, belden aşağısının varlığıdır diyordu Nietzsche.
Kıskançlık, sevgiye nefretin yahut bencilliğin karıştığını yeterince göstermektedir.
Simone Weil: Aşk, ne güç kullanır ne de güce maruz kalır, aşkın biricik saflığı buradadır.
Laiklik, kurumlaşmış bir hoşgörüden başka nedir ki?
Her yönetim tarzının kendi ilkesi vardır, diyordu Montesquieu: Monarşi şeref ilkesine dayanarak işlerken, cumhuriyet erdemle, despotizm korkuyla işler, totalitarizm ise, diye ekler Hannah Arendt, ideolojiyle ya da (içeriden bakıldığında) hakikat le işler. Bu nedenle her totalitarizm hoşgörüsüzdür.
Çünkü hakikat tartışılmaz, oylanmaz ve tek tek kişilerin tercih ya da kanılarıyla bir alıp vereceği yoktur.
Metafizik felsefenin hakikatidir; epistemolojide de, ahlak felsefesinde ya da politik felsefede de böyledir. Her şey birbirine bağlıdır ve her şey bize bağlıdır. Bir felsefe akla yatkın kanılar bütünüdür: Bu şey sanıldığından daha güç ve gereklidir.
sade insanlara göre her şey tanrısaldır.
Her şey hayal edebileceğimizden daha sadedir, diyordu Goethe, aynı zamanda da düşünebileceğimizden daha içinden çıkışmazdır.
İnsanın hayvan insan olarak sahip olduğu değerin azlığı onun akıllı insan olarak saygınlığına zarar veremez.
Mütevazı olmak, hakikati kendinden daha çok sevmektir.
Alçakgönüllülük, Tanrı olamayacağını bilen insanın erdemidir.
Ölüm bizi yalnızca henüz ortada olmayan gelecekten yoksun bırakır.
Beethoven’de cesaret, Schubert’te yumuşaklık, Brahms’da sadakat, Haydn’da da daha ziyade nezaket ve cömertlik işitilir.
Tek tek şeyleri ne kadar çok seversek Tanrı’yı o kadar çok severiz der Spinoza.
Bağışlamanın özdeyişi şudur: Sevmiyorsan hiç olmazsa nefret etme.
Bu anlamda, bir küçümseme payı olmadan acıma olamaz; saygı olmadan da merhamet olmaz.
Merhamete dayalı yada merhametten beslenen bir bilgelik Lévi-Strauss’un da görmüş olduğu gibi bilgeliklerin en evrenseli ve en gereklisidir. Bu da Buda’nın bilgeliğidir
Acıma öteye gitmez diyecektir yine Alain. Yine de hiç yoktan iyidir. Bu bir başlangıç yalnızca, ama bir başlangıçtır.
İyilik yapmalı ve sevinç içinde bulunmalı diyordu Spinoza: Sevgi hedeftir; cömertlik yol.
Erdemin kendi varlığını korumak ve kendine faydalı olan şeyi aramak olduğunu Spinoza sürekli tekrarlar, hatta çarmıhtaki İsa bile, bunun en iyi örneğidir.
Alçakgönüllülüğün çok ustalıklı bir kibrin maskesi olup olmadığını kim bilebilir?
Biz, sevgiyi seviyoruz ama sevmeyi bilmiyoruz; Ahlak bu sevgiden ve bu güçsüzlükten doğar. Burada, Spinoza’nın söyleyebileceği gibi, duygulanımların bir taklidi vardır, ama herkes özellikle kendinde eksik olanları taklit eder.
İnsanın kendine özgü ve yetkin iradesinden haz almasından daha erdemli bir haz olabilir mi? Ruh büyüklüğü burada yine karşımızdadır: Cömert olmak özgür olmaktır ve aslında tek büyüklük budur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir