Slavoj Zizek kitaplarından Zizek’ten Nükteler kitap alıntıları sizlerle…
Zizek’ten Nükteler Kitap Alıntıları
&“&”
Yüce ile gülünç arasında sadece bir adımlık mesafe bulunur.
Özgür hissediyoruz. Çünkü özgür olmadığımızı ifade edecek dilin kendisinden yoksunuz.
Yehuda’nın İsa’ya gerçekten ihanet etmediğinden nasıl emin olabiliriz? Yahudiler hakkında ne düşünülürse düşünülsün, sattıkları şeylerin değerini bilirler, yani hiçbir yahudi sırf 30 gümüş talent için bir tanrıyı satmazdı..
Size ölümsüz olmayı vaat eden fakat sağlık hizmetlerine biraz daha fazla para ayıramayan bu dünyada yanlış giden bir şeyler olmalı.
Biri bir kadını işaret edip bir
infial çığlık atar, Şu kadına bakın, rezalet, elbiselerinin altında çırılçıplak dolaşıyor!"
Başka insanların yaralarını iyileştirmeye fazla hevesli insanlara karşı dikkatli olun. Ya yaramız hoşumuza gidiyorsa?
Kendimizi dolaysızca sevmeyiz – aslında sevdigimiz şey başkaları tarafından sevilmektir, yani, başkalarının bizi sevmesini severiz
hayati olan şey aynılık beklediğimiz yerde bir farklılık olması degil, farklılık beklediğimiz yerde bir aynılık olmasıdır
Stalin sakince şu cevabı vermişti: Para olacak ve para olmayacak. Bazılarının parası olacak, bazılarınsa olmayacak."
Kimse, Tanrı’nın kendisi bile, dogrudan dogruya neyse o degildir; herkesin dışsal, merkezsizleşmiş bir ozdeşleşme noktasma ihtiyacı vardır.
Yehuda’nın İsa’ya gerçekten ihanet etmediğinden nasıl emin olabiliriz? Yahudiler hakkında ne düşünülürse düşünülsün,sattıkları şeylerin değerini bilirler,yani hiçbir yahudi sırf 30 gümüş talent için bir tanrıyı satmazdı!
İsa hakkında hoşça kaba bir fıkra vardır: tutuklanıp çarmıha gerilmeden evvelki gece, takipçileri endişelenmeye başlamıştı
-İsa hala bakirdi, ölmeden önce biraz zevk yaşaması iyi olmaz mıydı?Bunun üzerine Mecdelli Meryem’den lsa’nın dinlenmekte olduğu çadıra gidip onu ayartmasını istemişler. Meryem bunu seve seve yaparım deyip çadıra gitmiş.
Ama beş dakika sonra, dehşete düşmüş ve öfkeli bir halde çığlık ata ata kaçmış oradan.Takipçiler ona ne oldu bitti diye sormuş ve Meryem izah etmiş: Kıyafetlerimi yavaşça çıkardım, bacaklarımı uzattım ve İsa’ya kukumu gösterdim;
Ona baktı ve
"Ne feci bir yara! iyileştirmek lazım!" dedi ve avucunu nazikçe üzerine koydu."
İşte bu yüzden, başka insanların yaralarını iyileştirmeye fazla hevesli insanlara karşı dikkatli olun.
Ya yaramız hoşumuza gidiyorsa?
Tıpatıp aynı şekilde, sömürgecilik yarasını doğrudan iyileştirmek (bilfiil sömürgecilik öncesi gerçekliğe dönmek) bir kabus olurdu:
Bugünün yerlileri kendilerini sömürgecilik öncesi gerçeklikte bulacak olsaydı, hiç kuşkusuz Mecdelli Meryem’in attığı o dehşetli çığlığı atarlardı.
Derrida’nın da bayıldığı eski yahudi fıkrasını hatırlayalım. Sinagogta bir araya gelen bir grup yahudi. Tanrı’nın gözünde hükümsüz olduklarını alenen kabul ediyormuş. Önce bir haham ayağa kalkıp &”Ey Tanrım, değersiz olduğumu bir hiç olduğumu biliyorum!&” demiş. Sözünü bitirdikten sonra, zengin bir işadamı ayağa kalkıp kendini paralarcasına şöyle demiş: &”Ey Tanrım, ben de değersizim, kafasını maddi zenginliğe takmış biriyim, bir hiçim!&” Bu gösteriden sonra, sıradan bir fakir ayağa kalkıp şöyle demiş: &”Ey Tanrım, ben bir hiçim…&” Zengin işadamı hahamın koluna bir vurup kulağına küçümseyici bir dille şunları fısıldamış: &”Bu ne küstahlık! Bu herif kim oluyor da bir hiç olduğunu söyleme cürretini gösterebiliyor!&”
Uşağına şu sefil dilenciyi alıp götürün buradan- o kadar hassasım ki insanları acı çekerken görmek istemiyorum!" diyen zengin adamdan bahsedilen o eski espri, hiç olmadığı kadar yerindedir bugün.
Kimse, tanrının kendisi bile, doğrudan doğruya neyse o değildir ; herkesin dışsal, merkezsizleşmiş bir özdeşleşme noktasına ihtiyacı vardır.
Başka insanların yaralarını iyileştirmeye fazla hevesli insanlara karşı dikkatli olun.
Tanrı bütün mükemmelliklere sahiptir, biri hariç o da varolmamasıdır!"
Biri bir kadını işaret edip bir
infial çığlık atar, şu kadına bakın, rezalet, elbiselerinin altında çırılçıplak dolaşıyor!"
Kendimizi dolaysızca sevmeyiz
-aslında sevdigimiz şey başkaları tarafından sevilmektir, yani, başkalarının bizi sevmesini severiz:
Yara ancak onu acıtmış olan mızrak tarafından iyileştirilebilir.
Tanrının kendisi bile, dogrudan dogruya neyse o degildir; herkesin dışsal, merkezsizleşmiş bir özdeşleşme noktasına ihtiyacı vardır
Özgür hissediyoruz. Çünkü özgürlüksüzlüğümüzü ifade edecek dilin kendisinden yoksunuz."
Bir Alman işçisi Sibirdə iş tapır. Məktubların senzuraçılar tərəfindən oxunacağını bilərək dostlarına deyir, "Gəl, aramızda gizli bir xəbərləşmə sistemi quraq. Əgər məndən aldığınız məktub sıradan göy mürəkkəblə yazılmış olsa, bilin ki, xəbərlər doğrudur, əgər qırmızı ilə yazılmış olsa yanlışdır."
Bir ay sonra yoldaşları ilk məktubu alır, məktub göy mürəkkəblə yazılmışdır. "Burada hər şey əladır, mağazalar mallarla doludur. Qida boldur. Bina evləri əla şəkildə isinir. Kinoteatrlar qərb filmlərinin göstərir və qızlarla dolu olur. Burada tapılmayan tək şey qırmızı mürəkkəbdir! "
Bu günkü vəziyyət də belə deyilmi?
Bizdən istənən bütün azadlıqlara sahibik və tək əksiyimiz qırmızı mürəkkəbdir.
Qırmızı mürəkkəbin olmaması nə mənaya gəlir? Bu gün bizi əhatə edən münaqişəni ifadə etmək üçün istifadə etdiyimiz bütün anlayışlar – "terrorla müharibə", "demokratiya və azadlıq", "insan hüquqları" səhvdir. Bu, vəziyyət bizi bu barədə düşünməyə imkan verməkdənsə, anlamağımızı çətinləşdirir.
Özümüzü azad hiss edirik. Çünki, "azad olmadığımızı" ifadə edəcəyimiz dilə sahib deyilik.
-Slavoy Jijek, (Žižek’s jokes)
İstediğimizi düşündüğümüz şeyi aslında elde etmek istemiyoruz. Bu senaryoya uyacak sevdiğim bir hikaye var. Birisiyle evliyim, aramız oldukça kötü ve bir de metresim var. Sürekli, evli olduğum kişinin yok olmasının hayalini kuruyorum. Katil de değilim ama diyelim ki eşim beni bırakırsa bu bana metresimle birlikte yeni bir hayatın kapılarını açardı. Her psikanalist bunun çok sık yaşandığını size söyleyebilir. Daha sonra bir nedenle eşiniz giderse, metresi de kaybediyorsunuz. Tüm istediğinizin bu olduğunu sanıyordunuz fakat buna ulaştığınızda, daha karmaşık bir durumu, yani istediğinizin metresinizle birlikte yaşamak olmadığını, onu hayalini kurduğumuz, uzak bir arzu nesnesi olarak tutmayı istediğinizi unutuyorsunuz. Ve bu abartılmış bir durum değil, iddia ediyorum ki işler böyle yürüyor. Arzuladığımızı düşündüğümüz şeyi gerçekten istemiyoruz.
uşağına şu sefil dilenciyi alıp götürün buradan – o kadar hassasım ki insanları acı çekerken görmek istemiyorum!" diyen zengin adamdan bahsedilen o eski espri, hiç olmadığı kadar yerindedir bugün.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Bir alman işçisi Sibirya’da iş bulur. Mektupların sansürcüler tarafından okunacağını bildiğinden arkadaşlarına şöyle der. "Aramızda gizli bir haberleşme sistemi belirleyelim, benden aldığınız mektup sıradan mavi mürekkeple yazılmışsa doğrudur, kırmızı mürekkeple yazılmışsa yanlıştır."
Bir ay sonra arkadaşları ilk mektubu alırlar, mektup mavi mürekkeple yazılmıştır. "Burada her şey harika, dükkânlar mal dolu. Yiyecek bol. Apartman daireleri geniş ve güzel ısınıyor. Sinemalar batının filmlerini gösteriyor. Kızlarla dolu. Burada tek bulunmayan şey kırmızı mürekkep!"
Bugünkü durumumuz da böyle değil mi?
İstenen tüm özgürlüklere sahibiz, tek eksiğimiz ise kırmızı mürekkep.
Kırmızı mürekkebin yokluğu ne anlama gelir? Bugün, etrafımızı saran çatışmayı tanımlamak kullandığımız kavramların hepsi -"teröre karşı savaş", "demokrasi ve özgürlük", "insan hakları"- yanlıştır. Bu durum bize bunu düşünmek için izin vermek yerine bizim anlamamızı güçleştiriyor.
Kendimizi özgür hissediyoruz çünkü "özgür olmayışımız"ı ifade edecek o dilden yoksunuz."
Aynı bu yapıya sahip ünlü bir fıkra daha vardır, ama bu çoğunlukla gözardı edilir – Kafka’nın Dava’sının dokuzuncu bölümündeki Yasa Kapısı esprisinden bahsediyoruz tabii ki, ölmek üzere olan taşralı adamın kapıcıya şu soruyu sorduğu son sahneden: “Benim bildiğim, herkes yasaya ulaşmak için çabalar. Peki nasıl oluyor da. bunca yıl benden başkası girmek istemedi bu kapıdan?” Kapıcı adamın artık son anlarını yaşadığını görür. Onun gittikçe sağırlaşan kulaklarına sesıni işittirebilmek için var gücüyle haykırır: ‘Bu kapıdan senden başkası giremezdi, çünkü yalnız senin içindi bu kapı. Gideyim de kapatayım bari.
Kafka’nın hikâyesini Polonyalı ile Yahudi fıkrasına yaklaştırmak için başka bir son bile uydurabiliriz: Uzun bir bekleyişten sonra, taşralı adam öfkeye kapılıp kapıcıya bağırmaya başlar: “Seni aşağılık herif. bu kapının ardında sır mır olmadığını, bu kapının sadece benim için, benim arzumu yakalamak için burada bulunduğunu gayet iyi bildiğin halde, niye büyük bir sırra giden bir kapıda nöbet tutuyor gibi yapıyorsun? Kapıcı da (eğer bir analist olsaydı) sakin sakin şu cevabı verirdi: “Tamam işte, gerçek sırrı keşfettin artık: Kapının ardında yalnızca senin arzunun oraya koydukları var…"
“Özgür hissediyoruz” , çünkü özgürlüksüzlüğümüzü ifade edecek dilin kendisinden yoksunuz.
Şimdiki çatışmayı tarif etmek için kullandığımız terimlerin tümü -“teröre karşı savaş”, “demokrasi ve özgürlük”, “insan hakları”, vb.durumu anlamamızı sağlamak yerine, duruma ilişkin algımızı bulandıran sahte terimlerdir.
Psikiyatriste gitmesi gereken şu psikiyatrist"
Öteki’nin bilgisinin anahtar rolünü örneklemek üzere Lacancılar arasında yıllardır klasik bir fıkra anlatılır: Kendisini darı tanesi sanan bir adam akıl hastanesine kaldırılır, orada doktorlar onu bir darı tanesi olmadığına, insan olduğuna inandırmak için ellerinden geleni yapar; fakat iyileşip (darı tanesi değil de insan olduğuna inanıp) hastaneden ayrılmasına izin verildikten sonra, çok geçmeden tir tir titreyerek ve ödü kopmuş bir halde geri gelir kapıda duran bir tavuğun kendisini yiyeceğinden korktuğunu söyler. “Dostum,” der doktoru. “sen darı tanesi değil de insan olduğunu çok iyi biliyorsun.” “Ben biliyorum tabii ki,” diye cevap verir hasta, “peki ya tavuk biliyor mu?”
Tanrı öldü. Ve aslında, ben de pek iyi hissetmiyorum…"
1960’ların başlarında uydurulmuş bir fıkra, önceden varsayılmış inanç paradoksunu hoş bir şekilde ortaya koyar. İlk kozmonot Yuri Gagarin uzaya gittikten sonra, Komünist Parti’nin genel sekreteri Nikita Hruşçov onu makamında kabul etmiş ve Gagarin ona gizli gizli şöyle demiş: “Yoldaş, biliyor musun, gökyüzünde Tanrı ve meleklerini gördüm. Hristiyanlık haklıymış!” Hruşçov cevaben kulağına şöyle fısıldamış: “Biliyorum, biliyorum, ama ağzını açma, bunu kimseye söyleme!” Bir hafta sonra, Gagarin bu sefer Vatikan’ı ziyaret etmiş ve Papa onu makamında kabul etmiş. Sır verir gibi şunu demiş Papa’ya: “Biliyor musunuz, gökyüzüne çıktım ve ne Tanrı’ya ne de meleklere şahit oldum…” “Biliyorum, biliyorum,” diye araya girmiş Papa, “ama ağzını açma, bunu kimseye söyleme!”
İsa hakkında hoşça kaba bir fıkra vardır: Tutuklanıp çarmıha gerilmeden evvelki gece, takipçileri endişelenmeye başlamıştı İsa hâlâ bakirdi, ölmeden önce biraz zevk yaşaması iyi olmaz mıydı? Bunun üzerine Mecdelli Meryem’den İsa’nın dinlenmekte olduğu çadıra gidip onu ayartmasını istemişler. Meryem bunu seve seve yaparım deyip çadıra gitmiş. Ama beş dakika sonra, dehşete düşmüş ve öfkeli bir halde çığlık ata ata kaçmış oradan. Takipçiler ona ne oldu bitti diye sormuş ve Meryem izah etmiş: “Kıyafetlerimi yavaşça çıkardım. bacaklarımı uzattım ve İsa’ya kukumu &‘gösterdim; ona baktı ve &‘Ne feci bir yara! İyileştirmek lazım!’ dedi ve avucunu nazikçe üzerine koydu.”
İşte bu yüzden, başka insanların yaralarını iyileştirmeye fazla hevesli insanlara karşı dikkatli olun. Ya yaramız hoşumuza gidiyorsa? Tıpatıp aynı şekilde. sömürgecilik yarasını doğrudan iyileştirmek (bilfiil sömürgecilik öncesi gerçekliğe dönmek) bir kâbus olurdu: Bugünün yerlileri kendilerini sömürgecilik öncesi gerçeklikte bulacak olsaydı, hiç kuşkusuz Mecdelli Meryem’in attığı o dehşetli çığlığı atarlardı.
İsa’nın Yahudi bir aileden geldiğine emin olabilmemize dayanak olan üç sebep vardır: (1)Babasının mesleğini devralmıştı; (2) annesi oğlunun bir tanrı olduğunu düşünmüştü; (3) anne babasının cinsel ilişkileri olduğunu tasavvur bile edememişti.
Kendisini “darı tanesi” sanan bir adam, hastanede tedavi edilip gönderildikten hemen sonra kapıdaki tavuğun kendisini yiyeceğinden korkarak geri gelir. Dostum," der doktoru, "sen darı tanesi değil de insan olduğunu çok iyi biliyorsun." "Ben biliyorum tabii ki," diye cevap verir hasta, "Peki ya tavuk biliyor mu?
“Özgür hissediyoruz” , çünkü özgürlüksüzlüğümüzü ifade edecek dilin kendisinden yoksunuz.
Şimdiki çatışmayı tarif etmek için kullandığımız terimlerin tümü -“teröre karşı savaş”, “demokrasi ve özgürlük”, “insan hakları”, vb.durumu anlamamızı sağlamak yerine, duruma ilişkin algımızı bulandıran sahte terimlerdir.