İçeriğe geç

Yolların Ayrılış Noktasında İslam Kitap Alıntıları – Muhammed Esed

Muhammed Esed kitaplarından Yolların Ayrılış Noktasında İslam kitap alıntıları sizlerle…

Yolların Ayrılış Noktasında İslam Kitap Alıntıları

Bugün gayr-i insanî bir materyalizmin mütecaviz kuvvetine karşı ruhi iman kuvveti ile mücadele etme ihtiyacını derinden derine hisseden Batı’yı, müslümanların anılan fikirlerinin korkutacağını zannetmiyorum. Aksine, kendi dinine samimi olarak iman eden her Hristiyanın, ahlaki prensiplere bağlı diğer bir dini cemiyeti, Allah’a iman üzerine dayalı bir cemiyet ve devlet kurma gayesinde teşvik etmesi desteklemesi gerektiğine inanıyorum.
Devlet nizamının şekli ne olursa olsun, milletin rızasına dayanmadıkça ve onun iradesini temsil etmedikçe idareye “İslamî” denilemez.
Şüphesiz İslam’ın ileri sürdüğü düzen gibi bir düzen yalnız ahlaki nasihatlerle yaşayamaz. Ayırıcı vasfi olan realizmi ile İslam, insanın yalnız yüksek kabiliyetlerini değil, onun tabii olan zaaf noktalarını da hesaba katmıştır.
Unutulmamalıdır ki; biz burada bugünün veya dünün Müslümanlarının bazı İslami kaidelere aykırı davranışlarını değil, bizzat İslam hukukunun hüküm ve kaidelerini bahis mevzu ediyoruz.
Kur’an-ı Kerim açıkça şunu ifade ve tespit eyliyor: Mülkün dönüp dolaşıp adet edeceği asıl sahibi Allah’tır. İnsan, yer yüzünde Allah‘ın halifesi olması dolayısıyla ve bu vasfiyla mülkten ancak faydalanma hakkına sahiptir; bu hakkı kullanırken de bütün cemiyetin fayda ve maslahatını gözetmek mecburiyetindedir.
İslam, insanın sosyal çevresi ile alakasını da önemli bir vakıa olarak göz önüne almıştır.
Kur’an-ı Kerime göre her gerçek imanın hedefi, fert ve cemiyetin davranışına tesirdir. Öyle ki; hak ve fazilet ideali, cemiyet ahlakında; kanunda, siyasi ve içtimai müesseselerinde en kamil manasıyla tefsir ve temsil edilmiş olmalıdır.
Her şeyden önce bilmek gerekir ki, İslam insanın, yalnız Allah’ı ile olan münasebetini tesis etmeyi ve bunu idareyi kendisine hedef olarak almamış, bunun yanında insanların kendi aralarındaki ilişkileri de idare etmeyi -birincisi kadar önem vererek- hedef edinmiştir.
İslam, gerçekten insanın bir taraftan inançları, diğer taraftan da içtimai faaliyetleri arasındaki karşılıklı tefsir ve gelişmeyi temin edebiliyor mu?
İslam hukuku hakikaten üzerine modern bir devletin kurulabileceği vâzıh ve sağlam temellere sahip midir?
Müslümanların arasında bir Müslüman olarak yaşadığım kırk yıl esnasında şu kanaatim durmadan kuvvet kazanmıştır: İslam, bugün de milyonlarca insana, milletlerin kaderini değiştirebilecek fikri ve ruhi kuvveti verebilecek kadar kudretli, canlı ve büyüktür.
Kaybetmiş bulunduğumuz “kendimize güven” duygusunu yenileyebilirsek, o zaman yolumuzda ilerleme ve yükselmeyi umabiliriz.
Garp temel kural ve değerlerine göre yetişen, Arap dilini bilmeyen ve İslam hukukunun inceliklerine akıl erdiremeyen bir Müslüman, bu tevilleri ve eski şahsi anlayışları, İslam’ın asıl hedef ve esaslarını temsil ediyormuş gibi kabul edebilir ve işte bu kabul üzerine, onları İslam şeriatı sandığı ve onda gördüğü eksiklikten dolayı ümitsizliğe düştüğü için onlardan uzaklaştığı görülür.
Gerçek odur ki, İslam’ın ilk hedef ve esaslarının çoğu üzerine sahte bir renk vurulmuştur. Kendilerini ilk kaynağa tekrar götürüp anlayışlarını buna göre düzeltmeyen Müslümanlar, karşılarında İslam ve ondan olan her şey namına, yüzü değiştirilmiş ve bozulmuş bir şekilden başka bir şey bulamayacaklardır.
İslam’ı, kıymetini düşürerek yabancı düşünüşün ölçüsüne vurmak yerine, O’na, âleme kendisi ile kıymet hükmü verdiğimiz bir ölçü olarak bakmamız gerekir.
Şüphesiz dirilmek ve yenilenmek için ortada bir yol da mevcuttur. Ve bu yol görebilenler için apaçık ortadadır. Gerçekleşebilmesi de iki şeye bağlıdır:
1- Bizdeki ruhî yenilginin veya ümitsizliğin bir başka adı olan “bahane bulma, mazeret arama psikolojisini” terk etmek.
2- Tam bir azim ve şuurla Resulullah’ın sünneti ile amel etmek.
Bizden evvelkiler için en büyük kuvvet iken biz imanımızı inkar ediyoruz. Onlar bununla iftihar ederken, biz imanımızdan utanıyoruz. Onlar bütün cihana müsamaha ve iyilikle gönüllerini açtıkları halde, biz benciliz, gönül fukarasıyız. Onların kalbi imanla dolu iken, bizimki bomboş
Bizim, cemiyetimizi ve dinimizi yıkan yabancı tesirler senin önünde duracak ne ahlaki (manevî) cesaretimiz, ne de ruhumuz kaldı. Aleme tanıma fırsatı verilen en güzel ahlak kurallarını terkettik.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Bugün içinde bulunduğumuz fikri, kültürel ve sosyal anarşi gösteriyor ki, İslam âleminin büyüklük ve gelişme sebebi olan denge kuvvetleri şimdi dağılmaya yüz tutmuştur. Biz bugün körü körüne cereyana kapılmış sürükleniyoruz. Ve hiç kimse hangi kültürel gidişe sürüklendiğimizi bilmiyor.
Kültür ve medeniyetimizi yeniden diriltmek mümkündür.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
İnsanlık, İslam’ınkinden daha güzel bir hayat düzeni ortaya koyamamıştır. İslam’ın yüce ve kapsamlı bir çalışma milliyetçilik anlayışı ile yaptığı gibi, insan kardeşliğini sağlam bir temele oturtan bir düşünceye ulaşamamıştır.
Fertleri arasında zülüm ve çatışmanın asgari hadde indiği, İslam içtimai düzenine benzer bir içtimai yapı kuramamış; insanın kıymetini yüceltmeye; güven, ümit ve saadet duygusunu artırmaya muaffak olamamıştır.
İnsanoğlunun, bütün bu sayılan hususlarda ulaştığı neticeleri, İslam yoluna ait olanlardan geride görüyoruz.
İnancımıza göre İslam kültürü, Allah tarafından gönderilmiş bir dine uygun faaliyetlerimizin mahsülü ise, hiçbir zaman, “o da diğer kültürler gibi uzvî hayat kanunlarına bağlı, zaman aşımına tabiidir.”diyemeyiz.
O, yollar arasında bir yol değil, tek yoldur. Onun esaslarını getiren zat, rehberlerden bir rehber değil, gerçek ve tek rehberdir. Bütün yaptıklarına ve emrettiklerine uymak, İslam’a uyumanın ta kendisidir. O’nu bir tarafa atmak ise, İslam’ın ruh ve hakikatini terk etmektir.
İslamdaki ibadet anlayışı, yalnız namazları değil, bütün hayatımızı içine almaktadır. Bu anlayışın hedefi ise, maddi ve ruhi varlığımızı bir bütün içinde birleştirmektir.
Bir akıl dini olduğu halde, İslam dini esaslarının insan ihtiyarına (seçme ve tercihine) boyun eğebileceğini sanmak onu köklü bir şekilde yanlış anlamaktan ileri gelir.
İslam’da muhayyerliğe cevaz bulunmadığı gibi, Kur’an-ı Kerim’in veya Resul-i Ekrem’in açıkladığı ve getirdiği esasları fiilen kabullenince, tam olarak kabul etmeye mecburuzdur.
İslam’ı diğer sistemlerden ayıran esaslar içinde bizce en önemlisi, insan hayatının ruhi ve maddi tarafları arasında kurduğu tam ahenktir.
Resulullah’ın (s.a.) sünnetini uygulamak, İslam’ın varlığını ve ilerlemesini korumak demektir. Sünnetin terki ise, İslam’ın çökmesidir.
İslam vücudununun, hem sağlık hem de hastalık zamanında yönelebileceği, bünyesine sindirerek organlarının tam manasıyla kuvvetlenmesini ve hayat imkanı kazanmasını temin edeceği tek ilaç, Resul-i Ekrem’in (s.a) sünnetidir. 
Hiçbir medeniyet, maziye bağlılığını ve kendine güvenip dayanma duygusunu kaybettikten sonra varlığını korumaya veya gelişmeye muktedir olamaz.
Yabancı medeniyeti taklit meyli, aşağılık duygusunun neticesidir. İşte Garp medeniyetini taklit eden müslümanların tutuldukları hastalık başka değil, yalnız budur.
Bir medeniyetin, manevi değerlerine hayran olmadan, felsefi fikri ve bedii (estetik) bakımlardan taklit edilmesine fiilen imkan yoktur. Böyle bir medeniyete yönlendiren ruha hayran olup da Müslüman kalmak da mümkün değildir.
Bir Müslüman giyinişinde, adetlerinde ve hayat tarzında Avrupa’yı taklit ederse, ortaya koyduğu dava ne olursa olsun, Avrupa medeniyetini tercih ettiği ortaya çıkmış olur.
Garp’ın adetlerini ve hayat tarzını taklit etmek yoluyla Müslümanlar gide gide Garp’ın dünya görüşünü de almaya mecbur kalacaklardır. Dış görünüşleri taklit, yavaş yavaş ona uygun olan fikri eğilimi de kabullenmeye götürür.
İslam düşüncesinin aklı başında liderlerine kesin olarak düşen vazife, İslam müesseselerinde tarih öğretimini değiştirmek için olanca güçlerini sarf etmektir.
İlim ne Şarklıdır ne de Garplı. Tabiatın gerçekleri nasıl umumi ise, o da öylece umumidir.
Müslümanların temenni edemeyecekleri tek şey, “Garplı gözüyle bakmak ve Garplı kafasıyla düşünmek”tir.
Biz büyük kıtalarda İslam nurunun yayıldığını hayal ederken, gözümüzün önündeki İslam gençliği davamızı terk ediyor ve ideallerimizden kaçıyor!
Bugün İslam dünyasında Garp’ın tesiri bütün kuvvetiyle hakim iken bizim kültürel durumumuz çok zayıftır. Ayrıca bu Garp tesiri İslam Cemiyeti’ni her yerde sarsıp çökertirken biz uykudayız. Bu durumda İslam’ın yayılmasını istemek başka, bu istek üzerine bazı asılsız hayaller kurmak başkadır.
Garp medeniyeti, İslam’a karşı olan rasyonel görüşünü değiştirmemiştir. Daha önce olduğu gibi bugün de hayatta dini görüşün şiddetle karşısındadır.
Gerçek odur ki, Avrupa, hiçbir devirde bugünkü kadar İslam’dan uzak olmamıştır.
Müslümanların Garp dünyasına kendilerini saydırabilmeleri için gerekli en iyi yol ve metot, kuvvetli olmalarıdır.
İnsan, küçükken kendisine telkin edilen bütün dini inançlarını kaybedebilir de bu inançlara bağlı bazı hurafeler kuvvetle varlığını korur ve insanın bütün hayat devrelerinde her türlü akli analizi aşarak ayakta kalmakta devam eder. İşte Avrupalıların İslam’a karşı durumları bundan ibarettir. İslamdan nefret etmelerine sebep olan din duygusu, hayata daha çok madde açısından bakmaları sebebiyle yerini artık maddeye terk etmiş olmasına rağmen, bizzat o eski nefret, Avrupalıların aklında bir şuur altı unsuru olarak kalmıştır.
Mübalağaya düşmeden diyebiliriz ki, Avrupa, haçlı savaşlarının ruhundan doğmuştur. 
Oryantalistler şahitlerini, daha baştan, ulaşmayı tasarladıkları sonuca göre seçmektedirler.
Umumiyetle oryantalistlerin takip ettiği muhakeme tarzı ve yöntemleri bize engizisyon mahkemelerini hatırlatmaktadır. bu mahkemeleri, Katolik kilisesi, Ortaçağ’da düşmanları için kurmuştu.
Avukat rolünü oynayan da, müvekkilin suçlu olduğuna bizzat kanidir ve bu yüzden ancak ve biraz çekinerek hafifletici sebeplerin göz önüne alınmasını isteyebilmektedir.
Bu muhakemede, Batılı oryantalistler, suçu ispat için uğraşan savcı rolü oynamakta, bazıları da savunma yapan avukat vazifesi görmektedir.
Sanki İslam’ı, sırf ilmi incelemenin muayyen bir konusu olarak ele almak mümkün değilmiş gibi bütün incelemelerinde çokça görülen manzara şudur: İslam, daima hakimlerin önünde duran bir sanıktır.
Avrupalı oryantalistlerin en ileri gelenleri bile, İslam konusundaki inceleme ve yazılarında kendilerini ilmi olmayan tarafgirliğe kaptırmaktan kurtulamamışlardır.
Hangi millet ve soydan olursa olsun, Avrupalı olmayan herkesi az çok küçük görmek, Garp medeniyetinin karakteristiği olmuştur.
Demokrat, faşist, kapitalist, Bolşevik, sanatkâr, mütefekkir ne olursa olsun, sıradan Avrupalının müspet bir tek dini vardır, o da maddi ilerleme ve refaha tapınmaktır.
Bugün (Avrupa’da) ekseriyete göre Hıristiyanlığın ancak şekli (formel) bir manası vardır. Nitekim Roma tanrılarının da durumu bu idi.
Garp medeniyeti bugün hala materyalist ve putperesttir, kuvvetten başkasına inanmaz.
“İçinde yaşadığımız yeni ilim asrı, Hristiyan Avrupa’da değil; Dımaşk, Bağdat, Kahire ve Kurtuba gibi İslami merkezlerde doğdu” dersek mübalağa etmiş olmayız.
Bugünkü Garp medeniyetinin, Hristiyanlık mahsülü olduğuna inanmak kadar da ciddi bir hata olamaz! Garp’a hakim olan gerçek fikir temellerini, eski Romalıların, hayatı her türlü mutlak bakıştan uzak bir menfaat meselesi olarak anlayışında aramalıdır.
Değişmeyen bir gerçek varsa o da bugün Garplının hayat ve ahlaka bakışında gerçekleşen her şeyin Roma medeniyetine ait ve raci oluşudur. Nasıl eski Roma’da hakim olan fikri ve sosyal hava, farazi değil, gerçek olarak dinden uzak sırf faydaya bağlı idiyse, modern Garp’ta da durum tamamen aynıdır.
Bütün faaliyet ve çabalarında bugünkü Garp’a hakim olan gaye, “maddi fayda” ve aktif genişlemedir.
İlk İslam Mücahitlerini cihat meydanlarında çeken, başka bir millet hesabına refaha kavuşma arzusu değildi. Onların tek gayesi: İnsanı, mümkün olan en üstün rûhî seviyeye serbestçe çıkarabilecek muhiti kurmak ve imkanı temin etmekti.
Buna göre kötülük asla temelden ve köklü değildir. Onu insan, hayatında kazanır. Şu halde kötülük, Allah’ın bütün insanlara verdiği fıtrî ve müspet sıfatları kötü kullanmaktan ileri gelmektedir.
İslam’a göre rûhî ilerleme ve yükselmenin yapıcı unsuru her insanın ancak kendindedir.
Birçok düşmanlıklar vardır ki sonradan dostluğa dönmüştür.Fakat Haçlıların sebep olduğu kötülük, yalnız silah yarasından ibaret kalmıyor, her şeyden önce ve her şeyin başında bir kültürel katliam oluyordu.
İslâm’da vazife ve ta’limât olarak ne varsa hepsi yerli yerine konmuştur.
Maddi başarı makbul ve muteberdir .Ancak gaye değildir
İnsan kendi eliyle yaptıklarına bağlıdır. O ruhi kurtuluşun veya kaybın bütün imkanlarına sahiptir .
İşte bu sebeple insana eğer kurtuluşa ermek istiyorsa gönlünü et ve kemik aleminden Mesih’in kurban edilmesiyle beşeri günahın çözülmüş makamına kendini yönelten ruh alemine çevirmesi gereklidir .
İslam gece karanlığında eve giren hırsız gibi bana geldi fakat o hırsıza benzemez; çünkü beni ebedileştirmek için kendine aldı
Ortada İslam’ın çöküşü gibi görünen durum, gerçekte, gevşeklik ve tembelliği yüzünden ezelî sese kulak veremez hâle gelmiş gönüllerimizin içine yerleşen ölüm ve boşluktan başka bir şey değildir.
İslam’a göre durumumuzu sünnete göre durumumuz belirleyecektir.
Ebedî yaşayacakmışsın gibi dünya için, yarın ölecekmişsin gibi ahiretin için amel et (çalış).
HİÇBİR MEDENİYET,MAZİYE BAĞLILIĞINI VE KENDİNE GÜVENİP DAYANMA DUYGUSUNU KAYBETTİKTEN SONRA VARLIĞINI KORUMAYA VEYA GELİŞMEYE MUKTEDİR OLAMAZ.
İslam’ı diğer sistemlerden ayıran esaslar içinde bizce en önemlisi, insan hayatının ruhi ve maddi tarafları arasında kurduğu tam ahenktir. İslam’ı, altın çağında, her girdiği yerde zafere ulaştıran amillerden biri de işte budur! İslam, ahirette kurtulmak için dünyayı küçümsemeyi şart görmeyen yepyeni bir davetle gelmiştir.
Bütün yaptıklarımızı ve yapmadıklarımızı, devamlı olarak belli bir zihni ayıklamaya tabi tutarsak, nefse hakimiyet gücümüz ve istidadımız yavaş yavaş gelişir; sonra bu güç ve istidat bizde ikinci bir tabiat halini alır. Bu egzersiz devam ettikçe, her gün manevi tembelliğimiz biraz daha azalacaktır.
Sünnet, doğrudan doğuya İslam esaslarının tatbik sahasından başka bir şey değildir. Alacağımızı seçme hususunda onu hakem edinmek ve günlük hayatımızın bütün gereklerinde onu tatbik etmek suretiyle, Garp’tan gelen faktörleri kolayca tanımak, alacağımızla atacağımızı ayırmak imkanına kavuşuruz.
İslam tarihini karakterize eden dinle siyaset arasındaki alaka , bir Garplı için gariptir. Çünkü o, uzun zamandan beri iman meselesiyle ameli hayatı birbirinden tamamen ayrı iki alem olarak düşünmeye alışmıştır. Ayrıca şu meseleye hususi bir bir dikkat gösterilmedikçe İslam’ı doğru anlamaya imkan yoktur: Her şeyden önce bilmek gerekir ki, İslam insanın yalnız Allah’ıyla olan münasebetine tesir etmeyi ve bunu idareyi kendisine hedef olarak almamış, bunun yanında insanların kendi aralarındaki ilişkileri de idare etmeyi -birincisi kadar önem vererek- hedef edinmiştir. Tabii hayatın her cihetinin ilahi iradeye bağlı bulunduğu, bu sebeple bütün faaliyetlerin kendilerine mahsus birer manevi kıymet hükmüne sahip olduğu, Kuran-ı Kerim’in elçiliğinin yalnız ferdin ruhi hayatına münhasır olmayıp ferdi ve içtimai bütün faaliyetlerini kaplamış olduğu itikadından hareket edilince bu itikat ve görüş, din ile dünya hayatını birbirinden ayırmaya, Allah ile Sezar’ın haklarını yekdiğerinden tefrik eylemeye mani oluyor. Kuran-ı Kerim’e göre her gerçek imanın hedefi, fert ve cemiyetin davranışına tesirdir. Öyle ki; hak ve fazilet ideali, cemiyet ahlakında; kanunda, siyasi ve içtimai müesseselerinde en kamil manasıyla tefsir ve temsil edilmiş olmalıdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir