Selçuk R. Şirin kitaplarından Yol Ayrımındaki Türkiye kitap alıntıları sizlerle…
Yol Ayrımındaki Türkiye Kitap Alıntıları
Selçuk R. Şirin kitaplarından Yol Ayrımındaki Türkiye kitap alıntıları sizlerle
Yol Ayrımındaki Türkiye Kitap Alıntıları
Dil bilmiyor,dil bilen birini de bilmiyor. Berlin’in en berbat mahallesinde, duvarın dibinde harabe bir apartmanda yaşıyor.
Kalorifer yok. Banyo yok! Bu sıkıntıya katlanıyor çünkü hayali büyük: Köyde bir tarla! Acaba Kelkitli Hasan Mutlu o günlerde Berlin’i ikiye ayıran duvarın öte yanında kalan Reichtag yani bugünkü Alman Parlamento binasına uzaktan da olsa hiç bakabildi mi? Köyde doğan torunu Özcan’ın bir gün binada Alman milletvekili olacağını hayal etti mi?
Ana babalık, bilmediğiniz bir memlekette yol bulmaktır.
Hukuk üstünlüğünün yerleşmediği ülkelerde ise parayı güvence altına almanın yolu inşaata yatırım.
Giderek artan tarih ve doğa tahribatının kaynağında ranta dayalı Kalkınma modelimiz var. Bu modelde tarihi ve doğayı tahrip etmeden kalkınmak mümkün değil!
Yeni ekonomik düzende özgürlük, adalet ve dayanışma olmadan soframızda ekmek de olmayacak. Ya özgürlük ya sefalet!
Türkiye’de ürün çok ama marka yok.
Türkiye şu an içinde bulunduğu orta gelir tuzağından önce kalkınma sonra eğitim mantığıyla çıkamayacaktır. Tam tersine Türkiye gibi ülkelerin yapması gereken ,eğitimi kalkınmanın lokomotifi yapmaktır.
Gerçekten de eski usul tarımla . turizmle, inşaatla varacağımız yerin sonuna geldik. Buradan öteye gitmek için tarımdan turizme her alanda katma değeri yüksek ekonomiye geçmemiz şart. Bunun yolu da belli. Temel özgürlüklerde, hukuk sisteminde ve eğitimde reform yapmamız şart.
Uzun soluklu bir başarı ne doğuştan gelen, ne de çevreden bize sunulan bir mucize değildir. Salt doğuştan birtakım özelliklere sahip olduğunuz ya da salt çok iyi koşullar size sunulduğu için ortaya çıkmıyor başarı. Çalışma ve çok çalışmak bir kere şart ama tek başına çalışmak da yetmiyor zira bu bizi en fazla başkalarının (hayallerinin) neferi yapar. Bizim başarımız için kendi hayallerimizin ne olduğu üzerine bolca kafa yormak ve ondan sonra da bize sunulan koşulları olduğu gibi kabul etmek yerine o koşulları da zorlayarak çalışmak ama çok çalışmak gerekiyor.
Çocuklarımızı iyi bir şekilde eğitiyor muyuz? İşte bu soruya yanıt vermek için elimizde iki uluslararası ölçek var: TIMSS ve PISA. Çok anlamsız gelen bu iki kısaltmalar eğitim alanındaki uluslararası standart ölçüm sistemlerinin adı. Birincisi dördüncü ve sekizinci sınıfta matematik ve fen bilgisini, diğeri 15 yaşındaki gençlerin fen, matematik ve okuma becerilerini ölçüyor.
Aslında dindarlık konusunda bize asıl benzeyen ülke Şili’dir. Katolik Kilisesi hayatın pek çok alanında tek otorite. Dünyada kürtajın ve boşanmanın en son yasallaştığı (o da kısıtlamalarla!) ülke Şili’dir.
Önce bir tespit: Seçmenlerin partileri neye göre seçtiklerine baktığımızda karşımıza üç tür seçmen çıkıyor: İdeolojik seçmenler, lider odaklı seçmenler ve ekonomi seçmenleri.
İdeolojimizi kolay kolay terk edemiyoruz çünkü temelde bu kimliğin altında ahlaki bir değerler sistemi yatıyor. Haidt bu sistemi altı temel prensiple açıklıyor: Dayanışma, Adalet, Özgürlük, Sadakat, Otorite ve Kutsallık. Eğer sizin için ilk üç ahlaki değer önemli ise, yani zayıflarla dayanışmaya, adalet ve eşitliğe, insanların özgürlüğüne önem veriyorsanız sol ideolojilere daha yakınsınız demektir. Eğer sizin için devlete sadakat, dirlik düzenlik (otorite) ve kutsal değerlere saygı önemli ise sağ ideolojilere daha yakınsınız demektir.
New York Üniversitesi’nden (NYU) meslektaşım Jonathan Haidt tam da bu soruları dert etmiş bir sosyal psikolog. Hindistan’dan Brezilya’ya pek çok kültürde gelenekleri inceleyip ilginç deneyler yapan Haidt altı temel prensibin siyasal ideolojiyi belirlediğini saptamış.
Araştırmalar özellikle erken yaşlardaki çocuklarımızla yaptığımız sohbetlerin, oynadığımız oyunların, onların zeka gelişimini de son derece pozitif etkilediğini gösteriyor.
WhatsApp geçtiğimiz dönemde 19 milyar dolara satıldı. Rakam beni şaşırttığı için merak edip Türkiye’nin en büyük şirketlerinin pazar değerine baktım. Türk Telekom, TÜPRAŞ, THY, ve Petrol Ofisi’nin piyasa değerlerini topladığımızda hepsi bir WhatsApp etmiyor. Peki nedir bu WhatsApp? Madem bu kadar kıymetli bizde neden olmasın?
Güney Kore’nin tek bir şirketi Samsung’un sadece 2013 yılında aldığı patent sayısı bizim ülke olarak 50 yılda aldığımız patent sayısının 18 katı!
Bir ülkenin ekonomik kalkınmışlık seviyesini anlamak için asıl bakmamız gereken veri o ülkenin kendi içinde nereden nereye geldiği değil, o ülkenin dünyada nereden nereye geldiğidir.
İnovasyona dayalı ekonomilerde yurttaşların milli geliri ciddi oranda artıyor.
Bilgi ekonomisi, adı üstünde, bilgiye özgürce ulaşılan ve bireylerin özgürce tahayyül edebildiği bir ekosistemde gelişiyor. O halde her iki faktörde nerede olduğumuza tek tek bakalım. Bilgiye ulaşımda, yani basın özgürlüğünde 180 ülke arasında 154. sıradayız. Böyle olunca da inovasyon seviyesinde 142 ülke arasında 68. sıradayız. Bir taraftan bilgiye erişimin önüne her türlü engeli koyup diğer taraftan bilgiye dayalı inovasyonda ciddi bir rekabet yakalayabilmek mümkün değil.
Yüzde 2,2’si problem çözen, her 20 kişiden biri yaratıcı düşünebilen bir toplumun inovasyona yani yaratıcılığa dayalı yeni ekonomide şansı olabilir mi?
Peki neden? Neden çocuklarımız yaratıcı problem çözme becerisine sahip değil? Bunun iki sebebi var: Biri eğitim sisteminden kaynaklı temel beceri eksikliği diğeri ise genel ekosisteme dair yapısal sorunlar.
Önce şu yeni ekonominin girdilerine bakalım. Malum eski sanayi üretimine dayalı ekonomi doğal kaynaklara, tarıma, jeopolitik konuma göre şekilleniyordu. Yeni ekonominin lokomotifi ise yüksek becerilere sahip insan. Yani eğitimli bireyler! Bu yeni ekonomiye bilgi ekonomisi denmesi boşuna değil. Bilgiye özgürce ulaşanların, o bilgiyi alıp eleştirel süzgeçten geçirerek yeni icatlar ortaya koyanların kurduğu bir ekonomi bu.
Gençler isyan ediyordu. Bizden istenen her şeyi yaptık, çalış üniversiteye gir dediler girdik, olaylara karışma mezun ol dediler olduk. Sonra bir daha sınava gir dediler, KPSS’de derece yaptık. Ama hâlâ atanamıyoruz! Mesleklerinin başına yeni bir unvan koyan yeni bir kuşak bu: Atanamayan mühendisler, atanamayan öğretmenler ve atanamayan İİBF’liler
Erdoğan’ın başarısının sırrı dindarlık ya da örgütlenmeden ziyade kalkınma hikâyesinde, duygusal söylemde ve sağdaki rakipsiz ortamda aranmalıdır.
Eğer siz belli değerleri rakiplerinize hiçbir rekabet olmadan teslim ederseniz onlar da sizi kolayca kendi istedikleri gibi tarif eder. Türkiye solunun ihanet içinde (sadakatten yoksun), toplumun dirlik ve düzenine düşman (otoriteye saygısı olmayan) ve yoz bir kültüre sahip (kutsal değerlere saygısı olmayan) bir ideoloji olarak tarif edilebiliyor olması bundandır.
Bu çağda yeni çocuk bekleyenler, çocuğu olanlar çok iyi bilirler. Ana babalık, bilmediğiniz bir memlekette yol bulmaktır.
Bir ülkeyi zengin, diğerini fakir yapan iklim, kültür ya da doğal kaynaklar değildir. Önemli olan karar verme süreçlerini geniş bir tabana yaymaktır ve bu süreci hukuksal güvence altına almaktır.
Yaşar Kemal’in kaderi kitap okunmayan bir toplumda yazar olmayı tercih etmiş olmasıydı. En son İPSOS’un yaptığı araştırmada yüzde 45’i açıkça kitap okumuyorum demiş bir ülkede yazar olmak zor.
İşçi olmanın doğasında ölmek var sözünü duydukça, bize de ısrarla şu soruyu sormak düşüyor: İş kazalarında ölüm gerçekten işin doğasından ya da fıtratından mı kaynaklanıyor yoksa böyle söyleyerek sistematik bir açıklama yapmaktan mı kaçınıyoruz?
Türkiye’de ürün çok ama marka yok.
Hukuk üstünlüğünün yerleşmediği ülkelerde ise parayı güvence altına almanın yolu inşaata yatırım.
Bir ülkenin ekonomik olarak kalkınmışlık seviyesini anlamak için asıl bakmamız gereken veri o ülkenin kendi içinde nereden nereye geldiği değil o ülkenin dünyada nereden nereye geldiğidir.
Gelir hesaplarında aslolan satın alma gücü olduğu için tabii ki bakmamız gereken veri reel artış verisidir, zira cebinizdeki paranın üzerinde ne yazdığı değil, o paranın piyasada neyi satın alabildiği önemlidir.
Artık doğal kaynağı ya da jeopolitik üstünlüğü olan ülkeler değil, insanını iyi eğiten ülkeler ekonomik olarak daha başarılı oluyor. Finlandiya’dan Güney Kore’ye bu yeni ekonominin yıldızları varlarını yoklarını eğitime borçlular. Biz ise bu rekabet ortamında en iyi eğitilmiş yurttaşlarımızı ekonomik hayatın dışında tutuyoruz. Nasıl büyüyecek bu pasta?
Hukuksal dayanağı olmayan kalkınma modeli iflas ediyor. insanlar yasal güvence altına alınmış adil yarışma koşulları olduğu zaman daha verimli oluyor. Aynı şekilde yabancı sermaye hukukun işlemediği ülkelere ya gitmiyor ya da gidince uzun vadeli yatırıma dönüşmüyor.
Türkiye eğer önümüzdeki 10 yılı kurtaracak bir kalkınma hamlesi yapacaksa bu ancak katma değeri yüksek ürünlerin üretilmesi ile mümkün.
Yeni ekonomik düzende özgürlük, adalet ve dayanışma olmadan soframızda ekmek de olmayacak. Ya özgürlük ya sefalet!
Yaratıcı fikirler, bilginin özgürce dolaştığı ve kolayca erişilebildiği ekosistemlerde daha kolay hayat buluyor.
Hukukun üstün olduğu ülkelerde yurttaşlar birikimlerini tapu güvencesine hapsetmek zorunda değil çünkü bu ülkelerde devlet keyfi uygulamalarla ekonomik alana müdahale etmiyor. Hukuk üstünlüğü yerleşmeyen ülkelerde ise parayı güvence altına almanın yolu inşaata yatırım.
Ödüllendirilen davranış tekrar eder,cezalandırılan davranış söner..
Hukukun üstün olduğu ülkelerde yurttaşlar birikimlerini tapu güvencesine hapsetmek zorunda değil çünkü bu ülkelerde devlet keyfi uygulamalarla ekonomik alana müdahale etmiyor. Hukuk üstünlüğü yerleşmeyen ülkelerde ise parayı güvence altına almanın yolu inşaata yatırım.
İnsanların bilgiye ulaşmasının önünde gerek ekonomik gerek politik engeller olduğu zaman yeni fikirler ortaya çıkmıyor. İnsanlar bilgiye özgürce ulaştığında, geliştirdikleri bilgiyi serbestçe paylaştığında inovasyon ortaya çıkıyor.
Ya özgürlük ya sefalet!
Ödevsiz eğitim daha iyi
Sonuç olarak ödev verme alışkanlıklarımız küçükleri okuldan soğutmaktan, büyükleri öğrenme fırsatlarından uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Ya özen gösterip yaşa uygun zengin içerikli ödevler hazırlayalım ya da hiç ödev vermeyelim. Çünkü bizim verdiğimiz ödevler çocukların başarısını artırmıyor, tam tersine ciddi olarak azaltıyor. PISA’da en başarılı ülkeler arasında yer alan Finlandiya ve Güney Kore en az ödev veren iki ülke! O nedenle bu verilere bakınca benim önerim ödevsiz bir sistem.
15 yaş grubundaki gençlerde ödevin başarıya etkisi Türkiye’de negatif!
Yandaki tabloda PISA verilerine baktığımızda ise asıl çarpıcı sonuçla karşılaşıyoruz. Tüm OECD ülkelerinde yapılan analizde ödeve harcanan zaman genel olarak başarıyı pozitif olarak etkiliyor. Ödev süresi arttıkça başarı da artıyor. Ancak Karadağ’dan sonra ödev süresinin başarıyı negatif olarak etkilediği ikinci ülke Türkiye. Yani diğer pek çok ülkenin aksine, bizim çocuklar ödev için daha fazla vakit harcadıkça PISA testinden aldıkları puan düşüyor! Gerçekten açıklanmaya muhtaç bir durum!
Önemli olan ödevin niteliği!
Bizde lise yıllarında ödevin başarıyı düşürmesinin bir nedeni verilen ödevlerin niteliği. Ödevin başarıyı pozitif olarak etkilemesi için hem ders tekrarı (pratik), hem derse hazırlık, hem uygulama hem de entegrasyon (yaratıcılık) amaçlı olması gerek. Benim tahminim bizdeki ödevlerin daha ziyade ilk iki gruba odaklandığı, uygulama ve entegrasyona dayalı ödevlerin ise ya hiç olmadığı ya da çok az olduğu.
Ortaokulda çok ödev, lisede az ödev veriyoruz!
Türkiye’deki ödev yükünü dünyayla kıyaslamak için elimizde iki veritabanı var. Biri sekizinci sınıfta ödevi araştıran TIMSS, diğeri de 15 yaş grubundaki gençlerde ödevi araştıran PISA. Bu iki veritabanına baktığımızda iki ayrı sonuçla karşılaşıyoruz: Türkiye sekizinci sınıflarda en fazla ödev veren beşinci ülke. Ancak 15 yaş karşılaştırmasında OECD ortalamasının epey altında, en az ödev veren ülkeler arasında yer alıyoruz. PISA verilerine göre lisede ödev yükü bakımından Türkiye OECD ortalamasının ciddi olarak altına düşüyor.
Cooper tarafından yapılan kapsamlı ödev analizinde önerilen bunun tam tersi.
İlkokul ve ortaokulda ödevin azı, lisede ise ödevin çoğu makbul!
Eğitimde reform için yedi öneri!
İlk 20 ekonomi arasındayız ama çocuklarımız ilk 40’ta yok! Yetişkinlerde anlaşamıyoruz bari gelin çocuklarımızın geleceğinde uzlaşalım. Koalisyon eğitim üzerinden kurulsun.
Çocuklarımız yeni ekonomide rekabet edebilecek mi?
Son yedi yıldır kişi başı milli gelirimiz 10 bin dolara çakılıp kaldı. Yılda 3-4 bin dolardan 10 bin dolara inşaatla çıkıldı ama 20 bin dolara çıkmak katma değeri yüksek üretimle mümkün. Onun yolu da yapısal reformdan geçiyor. Hukuk sisteminde, temel özgürlüklerde ve elbette eğitimde reform şart. Aşağıda eğitimde reform için yedi maddelik bir olmazsa olmaz listesi sunuyorum. Dikkate alınması umuduyla.
1. Veriye dayalı reform kültürü
Hayat değişiyor. Eğitim de buna ayak uydurmalı ve iyiye doğru sürekli değişmeli. Bu değişimde önemli olan sürekli reform yapılması değil, reformun neye göre yapıldığıdır. Bizde ise ilk temel sorun, reformların verilerden uzak bir şekilde yapılmasıdır. Yeni hükümetin eğitim alanındaki ilk reformu, eğitimdeki tüm değişikliklerin verilere dayandırılarak yapılmasıdır. Çocuklarımızın geleceği veriye dayalı reform kültürünün yeşermesine bağlıdır.
2. Herkes için okul öncesi eğitim
Eğitimde geri dönüşü en yüksek yatırım okul öncesi döneme yapılan yatırımdır. Türkiye okul öncesi eğitime katılımda yüzde 30 ile AB ve OECD’de açık ara en son sırada yer almaktadır Türkiye’nin ikinci reform önceliği kaliteli okul öncesi eğitimi tüm yurtta zorunlu kılmaktır. Yeni hükümet okul öncesi eğitim öğretmeni yetiştirmekten müfredat geliştirmeye kadar, ciddi bir kalkınma hamlesine imza atmalıdır.
3. Öğretmenlik profesyonel bir meslek olmalı
Asya ülkeleri ve Finlandiya’nın eğitim başarılarının ardında öğretmene verilen değer yatmaktadır. Bu sistemlerde öğretmenlik profesyonel bir meslek olarak tanımlanmış, öğretmen seçimi, eğitimi ve sosyoekonomik statüsü buna göre organize edilmiştir. Yeni hükümet, reformun merkezine teknoloji yerine öğretmeni almak zorundadır.
4. Ankara’nın egemenliğine son!
Türkiye, PISA’ya katılan ülkeler içinde en merkezi eğitim sistemine sahip ülkedir. PISA’da zirvede olan ülkelerde okul yöneticileri başarı kriterlerini belirlemekte, öğretmen alımlarını yönetmekte, ders kitaplarını seçmekte, müfredatı çeşitlendirebilmektedir. Yeni hükümet, Ankara’nın elinde olan bazı yetkileri il, ilçe ve okul yönetimlerine bırakmak için yapısal reformlar yapmalıdır.
5. Dezavantajlı öğrenciler için küçük sınıflar
OECD ülkeleri arasında fakir öğrencilerin sayısı arttıkça sınıfların kalabalıklaştığı tek ülke Türkiye’dir. Bu böyle devam edemez! Yeni hükümet, öğretmen atamalarında önceliği sosyo-ekonomik açıdan dezavantajlı öğrencilerin gittiği okullara vermeli, yoksul çocukların gittiği okullarda sınıf mevcutlarını aşağı çekmelidir.
6. Milli STEM seferberliği
Matematik ve fen alanında üstün başarı seviyesini yakalayan öğrencilerimizin oranı OECD ortalamasının çok altındadır. Yeni hükümet; milli bir STEM seferberliği (fen, teknoloji, matematik, mühendislik eğitimi) başlatarak katma değeri yüksek üretimin esas olduğu, yeni ekonominin ihtiyaç duyduğu bu alanlarda, yüksek becerili bireylerin yetişmesi için her ilde en az bir fen ve teknoloji lisesi açılmasına önayak olmalıdır.
7. Başka bir sınav mümkün!
Çoktan seçmeli sorularla, temel becerilere dayalı sınavlar: Öğrencilerin ezber yeteneklerini ölçmekten başka bir işe yaramamaktadır. Yeni hükümet açık-uçlu sorularla muhakeme, eleştirel düşünce gibi üst beceri seviyelerine hitap eden yeni bir ulusal sınav sistemini hayata geçirmelidir.
Çocuklarımızın geleceği üzerinde anlaşalım!
Madem yetişkinler üzerinde anlaşamıyoruz bari çocuklarımızın geleceği üzerinde anlaşalım. Koalisyonu eğitim üzerinden kuralım.
Sadece akademik başarıda sıralamıyor
PISA’ya veya TIMSS’e gereken önemi verseydik görecektik ki bu veritabanları yalnızca ülkeleri akademik başarıda sıralamıyor. Ülkeler hem birbirleriyle hem de kendi içinde öğrenci, öğretmen, ebeveyn verileri ve en önemlisi de okul ve evlerdeki öğrenme ortamının niteliğine ilişkin verilerle de kıyaslanabiliyor. Bu ek verileri kullanarak bir ülkenin niçin başarılı olduğunu ya da hangi faktörlerin eğitimde başarıyı nasıl etkilediğini de görmek mümkün ki bu testlerin asıl işlevi de bu.
Örneğin, geçen yıl yaptığım TIMSS analizinde öğrenci motivasyonunda dünyada birinci olduğumuzu biraz da şaşırarak rapor etmiştim.
Aynı şekilde o analizde ev ödevlerinin başarıyı artırmadığını ve daha da önemlisi okullarda kişi başına düşen bilgisayar-tablet sayısının tek başına başarı üzerine olsa da negatif bir etkisi olacağını ortaya koymuştum.
Yine TIMSS verilerinden yola çıkarak kütüphanesi olan okullara giden çocukların ya da evlerinde 100 kitaptan daha büyük kütüphanesi olan çocukların bu kaynaklardan mahrum akranlarına göre ciddi anlamda avantajlı olduklarını ifade etmiştim.
PISA sonuçlarını aynı titizlikle analiz etmemiz gerekiyor. PISA’ya 10 yıldır katılıyoruz, toplam dört test aldık bu dönemde ve her seferinde OECD ülkeleri arasında sondan üçteyiz. Oysa aynı dönemde bütçeden eğitime ayrılan pay üç kat artırıldı. Artan kaynaklara rağmen sıralamada yukarı çıkamıyorsak eğitim sistemimizi masaya yatırmalı ve sistematik reformlarla nasıl ileriye gideceğimize karar vermeliyiz.
Dayanışma, Adalet, Özgürlük, Sadakat, Otorite, ve Kutsallık.
Eğer sizin için ilk üç ahlaki değer önemli ise, yani zayıflarla dayanışmaya, adalet ve eşitliğe, insanların özgürlüğüne önem veriyorsanız sol ideolojilere daha yakınsınız demektir.
Eğer sizin için devlete sadakat, dirlik düzenlik (otorite) ve kutsal değerlere saygı önemli ise sağ ideolojilere daha yakınsınız demektir.
Sol partiler genelde ilk üç prensibe önem verirken sağ partiler son üç prensibe önem veriyor. Ancak burada önemli bir nüans var. Sol partiler nadiren sağın hegemonya alanında rekabet ederken, sağ partiler mütemadiyen solun sahasında rekabet ediyor.
Sağ hem özgürlüğü hem kutsal değerlere saygıyı, hem otoriteyi hem de adaleti savunurken sol, adalet, özgürlük ve toplumun kenara ittiği kesimlerle dayanışmaya öncelik verip sadakat, itaat ve kutsal değerlere saygıya gereken önemi vermiyor.
İşte tam da bu nedenle sağ ideoloji dünyamın pek çok ülkesinde egemen ideoloji durumunda.
Dünya ortalama olarak ne kadar kalkındıysa biz de o kadar kalkınmışız. Ve evet tahmin ettiniz, 2000’li yıllarda tüm dünya bir kalkınma sürecine girmiş, atağa kalkmış ve dünyada kişi başı gelir ortalaması sıçramış. Aynı süreçten biz de nasibimize düşeni almışız. Su yükselmiş, bizim tekne de yükselmiş.
Yapısal reform dediğimiz şey sacayağına dayanıyor: Hukuk, eğitim ve özgürlükler.
Yeni ekonomik düzende özgürlük, adalet ve dayanışma olmadan soframızda ekmek de olmayacak. Ya özgürlük ya sefalet!
Bir ülkedeki bilgiye ulaşma özgürlüğü, o ülkedeki inovasyon seviyesinin yarısından epey fazlasını açıklıyor ve inovasyon seviyesi de doğrudan milli geliri belirliyor. Özetle NE KADAR ÖZGÜRLÜK, O KADAR REFAH!
Ya meseleyi gündeme getirenlere ayar vermeye devam edeceğiz ya da ülkenin girişim potansiyelinin önünü açacağız.
Doğal kaynaklara, tarıma ya da jeopolitik konuma dayalı eski ekonominin yerini alan bu yeni ekonomi; bilgiye, inovasyona yani yüksek teknolojiye dayanıyor.
Bir ülkede bilgiye erişim özgürlüğü sınırlanırsa oradan yeni icatlar (inovasyon) çıkar mı?
Bizden bir Whatsapp çıkması için bilgiye erişimin de eleştirel düşüncenin de ülke ekonomisinin temel sorunu olduğunu kabul etmemiz ve buna göre adım atmamız gerekmektedir.
İyi bir ekosistem ve yaratıcılığa dayalı bir eğitim sistemiyle bir değil onlarca Whatsapp çıkartmak mümkün!
Güney Kore’nin tek bir şirketi Samsung’un sadece 2013 yılında aldığı patent sayısı bizim ülke olarak 50 yılda aldığımız patent sayısının 18 katı!
Türkiye en iyi eğitim sistemini kursa dahi sadece eğitim sistemiyle yeni ekonomide rekabet gücünü yakalamış olmayacak. Bu ekonomide başlangıç elbette beceri sahibi bireyler yetiştirmek ama bununla birlikte bilgiye ulaşma özgürlüğü ve adil rekabet koşulları da şart.
Yeni ekonominin lokomotifi yüksek becerilere sahip insan. Yani eğitimli bireyler!
Ne kadar hukuk o kadar refah!
Türkiye gibi ülkelerin yapması gereken, eğitimi kalkınmanın lokomotifi yapmaktır. Nitekim son yıllarda bizi geride bırakan Brezilya’nın bütçeden eğitime en fazla para ayıran ülke olması ve bulduğu yeni petrol rezervlerinden gelecek geliri doğrudan eğitime aktarması dikkate alınması gereken stratejik hamledir.
Artık doğal kaynağı ya da jeopolitik üstünlüğü olan ülkeler değil, insanını iyi eğiten ülkeler ekonomik olarak daha başarılı oluyor.
Daha sağlam bir kalkınma için ilk şart şu: Resmi doğru okumak.
Türkiye önümüzdeki dönemde bir kalkınma hamlesi yapacaksa formül belli: Bilgiye ulaşmanın önündeki engelleri kaldırmak ve hukukun üstünlüğünü ihdas etmek. Yeni kuşaklara 21. yüzyıl becerileri kazandırıp fikri olana teşvik sunacak bir ekosistem kurmak.
Ne kadar özgürlük, o kadar refah!
ilk olarak inovasyona dayalı ekonomilerde bilgiye ulaşmanın önünde ekonomik ve siyasal engeller yok. İkinci olarak, bu ekonomilerde adil rekabet yasal güvence altında. Üçüncü olarak yeni ekonomi dayanışmaya dayalı bir ekosistemde gelişiyor.
Oturmamış demokrasimiz, çalkantılı coğrafyamız ve dinamik nüfüsumuzla her sabah yeni bir Türkiye’ye uyanıyoruz
Yeni ekonominin sihirli formülü: özgürlük, adalet, dayanışma