İçeriğe geç

Yaşamak Hatırlamaktır Kitap Alıntıları – Ülkü Tamer

Ülkü Tamer kitaplarından Yaşamak Hatırlamaktır kitap alıntıları sizlerle…

Yaşamak Hatırlamaktır Kitap Alıntıları

İçim karardı. Şiir okuyayım biraz.
Önyargılardan sıyrılmalısın.
Onu tanıdım ya, dünyaya geldiğime değdi diyebileceğim birkaç kişiden biriydi
Seveyim sevmeyeyim, kim olursa olsun bir insanın düşünceleri yüzünden özgürlüğünün kısıtlanmasına her zaman karşıyım.
Çocuğun mutluluğuna değer biçilir mi!
Yıllar sonra ilk şiirim de Kaynak’ta yayımlanacaktı: “ Dünyanın Bir Köşesinden- Lucia”. Asaf Halet’in Mariyya’sı, Özdemir Asaf’ın Lavinia’sı, Attila İlhan’ın Pia’sı olur da benim Lucia’m olmaz mıydı!
Sabahları erkenden kalkardık. Bütün Antepliler gibi. Güneş doğduktan sonra uyunmazdı. “Göbeğine gün değdi, uyan” derlerdi adama.
Bazı insanlar vardır , tanıdığınıza sevinirsiniz. onları tanımak onur verir size, değerlerinize yeni değerler katar.
Bazı insanları tanımak ise bunların ötesinde, bunların üstünde duygular yaratır.
onu tanıdım ya, dünyaya geldiğime değdi, diyebileceğim birkaç kişiden biriydi abdi bey.
Ama filmlerin üstüne çıkan sinemalar da vardır. Vardı. Şimdi de var mıdır? Sinemaya gitmek, bir törene katılmaktı. Şimdide bir törene katılmak mıdır? Bir şenliği yaşamaktı. Şimdi de bir şenliği yaşamak mıdır? Yoksa biz artık sadece film seyircisi mi olduk?
“Güneş Topla Benim İçin” ilgiyle karşılandı. Theodoraks’ın da katıldığı bir toplantıda şunları söyleyecekti Zülfü:
“Herkes terziye bir insan götürür, ‘Bu insana bir elbise dik’ der. Biz Ülkü’ye bir elbise götürdük, ‘Bu elbiseye bir insan uydur’ dedik.”
Elbiseye insan uydurmak çileli işmiş gerçi, ama çile de keyfe dönüşebiliyormuş. Yeter ki elbise güzel olsun.
Bizim standa geldiler sonunda. Hiçbirini daha önce görmüşlüğümüz yok. Biri topluluğun önündeki kişiyi tanıttı:
“Sayın Frankfurt Konsolosumuz.” Ötekilere döndü sonra:
“Fuara Türk yayıncılarının katılışını beyefendiye borçluyuz.” Dayanamadım artık. Elimi cebime attım, cüzdanımı çıkardım. “Aman” dedim, “borcumuz ne kadarsa hemen takdim edeyim.” Bir an içinde ortadan yok oldular.
İşte o zaman, “Keşke bu üç yazarı da tanımasaydım” diye düşündüm. “Antep’te yaşıyor olsaydım Onların yazdıklarını okurken ne büyük keyif duyardım artık yapıtlarıyla kişiliklerini ayırmak hiç kolay değil!”
Churchill’e verilen edebiyat ödülünün bir yazar için hiçbir anlam taşımayacağını, bu ödülü alırsa, Nobel’in Yaşar Kemal’e değil, Yaşar Kemal’in Nobel’e bir şeyler kazandıracağını söyledim. “O, ödülünü zaten okurlarından aldı” dedim.
Bazı insanlar vardır, tanıdığınıza sevinirsiniz. Onları tanımak onur verir size, değerlerinize yeni değerler katar. Bazı insanları tanımak ise bunların ötesinde, bunların üstünde duygular yaratır. “Onu tanıdım ya, dünyaya geldiğime değdi” diyebileceğim birkaç kişiden biriydi Abdi Bey. (Abdi İpekçi)
Dergiyi hazırlarken neredeyse herkes, “Aman” diyordu, “bol bol çizgiroman koyun. Çocuklar onlara bayılıyor. Yazıları az tutun. Yoksa sıkılır, dergiyi bırakırlar.”
“Peki ama” diye düşünüyordum, “biz de çocuklara okuma alışkanlığı kazandırmaya çalışmazsak, kim yapacak bunu?”
Ara Güler, “Fotoğraf, makineyle değil, beyinle, yürekle çekilir” demişti. “En güzel daktilo benim olsa, en iyi romanları ben mi yazarım?” Yayıncılık serüvenimizde de öyleydi. Şimdiki teknoloji bir yana, o günkü düzeyin de çok altında teknik koşullarla çalışıyor, haftada 64 sayfalık dergi hazırlıyorduk. Beş kişi. Yüreğimizle.
Deneyimlerim de, araştırmalarım da, çocukların “kendilerinin çocuk yerine konmasından” hoşlanmadıklarını göstermişti. Sekiz yaşındaki çocuk bile, bakla kadar harflerle yazılmış bir yazıyı görünce, “Çocuklar için bu!” diyor, onu bir yana itiyordu.
Bir de duvar yazısı hatırlıyorum Lima’da. Koca koca harflerle yazılmış
“Yoksullukla savaş Bir dilenci öldür!”
Bir ara “toplumcu” tiyatrolar enflasyonu vardı. Onlarca topluluk Anadolu’yu dolaşıyordu. Günün birinde Aziz Nesin geldi. Öfkeliydi. Bir afiş çıkardı. “Şuna bakın” dedi. “Benim oyunu oynuyorlar. Siz izin verdiniz mi?”
“Yoo” dedi Osman Bey. “Haberimiz bile yok.” Topluluğa noter kanalıyla bir protesto çekildi. Oyunu durdurmaları istendi. Üç gün sonra tiyatronun yöneticisi damladı ajansa. Parkalı bir genç. Osman Bey, “Yazarından izin almadan oyununu oynamak devrimciliğe sığar mı?” diye sordu. “Olmaz öyle şey!” diye bağırdı genç. “Devrimci, emeğe saygılıdır. Biz Anadolu’da dolaşırken bazı tiyatrolara rastlıyoruz. Yazarından izin almadan oynadıklarını öğrenirsek, toplulukta kim varsa hepsinin ağzını burnunu dağıtıyoruz. Böyle bir şeye izin verilemez. Emek kutsaldır. Yazarın emeğini sömürmek devrimciye yakışmaz.”
“Peki ama” dedi Osman Bey, “sizin yaptığınız da aynı şey değil mi?” Gencin yanıtı kısaydı:
“ Sosyalist mücadele döneminde böyle karışıklıklar olur bazen.”
Koltuğa uzandım. “Eh, Ülkü” dedim, “yakasın şimdi bi cıgara.”
“Bodrum’da ana babalar çocuklarının kitap okumasından pek hoşlanmıyor” dedi Pamili. “Bir toplantı yapalım, ana-babalarıyla konuşalım; çocuklarını kitap okumaya özendirsinler.”
İyi de, bir konuşmayla olacak şey miydi bu? Pamili, “Sen bir konuşma yaparsın” dedi. “Yahu” dedim, “beni kim dinler!” Pamili Nuh diyor, peygamber demiyor. Diretiyor. “Dinler, dinler ” Baktım olmayacak, “En iyisi adı sanı olan birini getirelim” dedim. “Yaşar’ı getirelim. Yaşar Kemal.”
“Koskoca Yaşar Kemal gelir mi hiç?” dedi Pamili. “Gelir” dedim. “Sen bana bırak.”
İstanbul’a dönünce Yaşar’a telefon ettim. Ne yalan söyleyeyim, yüreğim güm güm atıyordu. Öyle ya, Yaşar bugün İstanbul’da, yarın Fransa’da, öbür gün İsveç’te!
“Buyur, ağa” dedi. “Seni Bodrum’a götüreceğim.” “Gideriz.”
O kadar. Sorgu sual yok. Aslan Yaşar! Sonra anlattım neden gideceğimizi. “Konuşmasak olmaz mı?” dedi. “Gideri iki gün kalır, geliriz.”
“Olmaz.” dedim. “Gitmemizin nedeni bu.”
“Peki, ağam, konuşuruz öyleyse.”
Aynı Hurşit aylar sonra çarşıda koluma yapışacak, “Gel” diyecekti. “Livaneli’nin yeni kaseti geldi. Sana bir şarkı dinleteceğim. İlk benden dinle. Çok seveceksin.” Sesimi çıkarmadan Güneş Topla Benim İçin’i dinledim. Kim bilir kaçıncı kere. Stüdyoda kaydı yapılırken de Zülfü’nün yanındaydım. Sözler benimdi çünkü.
Teknik Üniversite’de okuyorlarmış. Mühendis olacakmış üçü de. Eski günleri andık, şakalaştık. Ayrılırken boynuma sarıldılar. Biri, “Hocam” dedi, “siz olmasaydınız biz bugün çok başka yerlerdeydik.” Yaşamım boyunca aldığım en büyük ödüldü bu.
Okulda bir yedek subay öğretmen daha vardı: Mehmet Taneri. Günün ünlü pop şarkıcılarından biriydi. Ne yalan söyleyeyim, önceleri uzak durmuştum ondan. Ama kısa sürede kendisine kanım ısındı. Dost olduk. Başlangıçta, “Canım, ne olacak işte” diyordu. “Arada bir gider geliriz, askerliği tamamlarız.” Çocukları tanıdıkça, öğretmenliğe daha sıkı sarıldı, kendini öğrencilerine adadı. Şarkıcılığı bile bir yana bıraktı. Mehmet’in ne kadar değiştiğini, ne kadar başarılı olduğunu düşünüyorum da, “yedek subay öğretmenlik” kurumunun neden kaldırıldığına akıl erdiremiyorum.
Azmi’yi anlatmam gerek. Azmi Karamustafa’yı. En ön sırada otururdu. Altın gibi, aslanlar gibi bir yüreği vardı. Haksızlıklara başkaldırır, zayıflara kol kanat gererdi. Bu yüzden bir gece Okmeydanı’nda koca koca adamlar tarafından tabancayla bile kovalanmıştı.
Okulda ilk kışım. Kar yağıyor. Çocuklar geliyorlar. Kiminin sırtında incecik kolsuz bir kazak, kiminin ayağında plastik terlik. Bende onları giydirecek para ne gezer! 550 lira aylık alıyorum. Gidip bir yerlerden çuvallar dolusu çocuk giysisi topladım, okula getirdim. Azmi’yi aldım karşıma. “Sen hepsini tanıyorsun” dedim. “Kime ne verelim, söyle bakalım.” Teker teker ayırdı giysileri. “Bu Şemsettin’in olsun. Kardeşinin ceketini giyip geliyor. Şu kazak Zeytin’e göre. Şu paltoyu da Nurgül’e verelim o çok zayıf, öğretmenim, üşüyor ”
Giysileri öğrencilere dağıttık. Ertesi gün bir geldiler sınıfa, hepsi pırıl pırıl. Bir baktım. Azmi’nin sırtında incecik bir hırka. Kafama dank etti. “Yahu” dedim, “sana bir şey vermedik.”
“Ben üşümem, öğretmenim” dedi. “Onların daha çok ihtiyacı var.” Öğleden sonra gidip fiyakalı bir trençkot aldım Azmi’ye. Ertesi gün de zorla sırtına giydirdim.
Günün birinde ilk dersin ortasında kapı açıldı. Müfettiş girdi. Teftiş! Masama oturdu. “Dersinize devam edin” dedi. Ettik. Bir süre sonra kesti. “Üniteye bağlı kalmıyorsunuz.”
Neden çekineceğim! Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir öğretmen değilim ki! Yedek subayım. Ne “terfi”yle ilgim var, ne “sicil”le!
“Dün akşam ne yediklerini sorar mısınız?” dedim. “Ben bunlara her gün et yemelerini mi söyleyeceğim?” “Ama ünite ”
“Üniteye bağlı kalırsam, her şeyi bir yana bırakıp Ay’a ilk kimin ayak bastığını öğretmem gerekecek. Bu çocuklar dördüncü sınıfta. Daha okullarının adını bile doğru yazamıyorlar.”
Bir sabah yine sordum:
“Bugün kimler gazete okudu?” Hiç parmak kalkmadı. “Ne o?” dedim. “Gazete okumadınız mı?” Çocuklardan biri ayağa kalktı. “Öğretmenim” dedi, “Ramazan’da gazete okumak günahmış. Dün akşam camide hoca söyledi.”
“Peki” dedim. “Siz küme çalışması yapın.” Gazetemi açtım. Bütün ders boyunca aynı haberleri belki yüz kere okudum. Ertesi sabah, yüreğim gümbür gümbür, sordum:
“Bugün gazete okudunuz mu?” Bütün parmaklar havaya kalktı. O anda hangi ressam olsa, yüzüme bakarak mutluluğun resmini yapabilirdi.
Sirk, inanılmaz bir serüven oldu çocuklar için. Ama bir şey ilgimi çekti. Palyaçolara herkes gülüyordu. Benim öğrenciler dışında. Onlar şaşkın şaşkın bakıyorlardı. Tel cambazları çıkınca da kahkahayı basıyorlardı. Palyaço nedir bilmiyorlardı. Garip giysiler içindeki bu suratları boyalı adamları ilk kez görüyorlardı. Cambazlar görününce de, daha önce köylerinde izledikleri, tel üstünde kurban kesecekken ansızın vazgeçip yanaklarına şiş saplamaya kalkan, şaklabanlık yaparak milleti kırıp geçiren adamları anımsıyorlardı herhalde
Öğretmenliğe başladığımda, bir de baktım, ufak tefek armağanlar beliriyor. Takvim, dolmakalem, not defteri Hiçbirini almadım. “Şakın bana bir şey getirmeye kalkmayın” dedim. Bunun lafta kalmadığı, ne kadar kararlı olduğum anlaşılınca armağan verme teşebbüsleri kesildi. Bu ilkemi sadece bir kere bozdum Karadenizli bir kız vardı sınıfta. Andersen’in Kibritçi Kız’ı. Yoksullar arasında en yoksulu. Ama inanılmaz derecede onurluydu. Kimseye göstermek istemezdi yoksulluğunu. Hüzünlü, acılı yüzüne bakışımda yüreğimin ortasına incecik bir bıçak saplanırdı. Bir kış günü ders arasında sınıftan çıkmadım. Pencereye gidip dışarıyı seyretmeye koyuldum. Yağmur çiseliyor. Kapının önünde bir simitçiyle bir tatlıcı çene çalıyor. Karadenizli kızı gördüm birden. Koşarak simitçiye gitti, bir simit aldı, yine koşarak okula döndü. Koridorlarda oynayan öteki öğrencilerin yanına. O güne kadar bir kerecik bile simit görmemiştim elinde. Kapı vuruldu. Açıldı. Döndüm. Karadenizli kız. Simiti uzattı. “Al, öğretmenim” dedi. “Biliyorsun” dedim,”ben ” Sözümü kesti. “Yiyeceksin!” diye bağırdı. “Sana aldım! Sen bizim için neler yapıyorsun!” Simiti elime tutuşturdu. Koşarak çıktı. O simiti yedim. Dünyanın en acı, ama en lezzetli simitiydi. İyi ki ders arasındaydık. İyi ki çocuklar koridordaydı. İyi ki hiçbiri onu nasıl boğazım düğümlenerek yediğimi görmüyordu.
Sınıfa girmek üzere koridordan geçerken benim öğrencilerden birinin sesini duydum. Bir başka çocuğa caka satıyordu: “Sen ne diyorsun be! Bizim öğretmen Cüneyt Arkın’ın arkadaşı!” Tamam! Öğrencilerin güvenlerini ders dışı yollarda sağlamak yolunda önemli bir adım atılmış, “operasyon”un ilk bölümü başarıyla tamamlanmıştı.
Öğrencilerden önce yoksulluğu görmüştüm sınıfta. Çocuklardan çoğunun defteri bile yoktu. Kurşun kalemlerini yonta yonta, iki santim kalıncaya kadar kullanıyorlardı. Kimi geceleri Kasımpaşa’da bir sinemada gazoz satıyor, kimi kahvede çıraklık ediyor, kimi dikiş dikiyordu. Muharrem adlı bir öğrencim vardı. İlk derste karatahtaya adını bile yazamıyor, ancak ikinci derste açılıyordu. Nedenini araştırdım. Erkenden kalkıyor, okula gelmeden önce bir kaynakçının yanında çalışıyormuş. Bu yüzden, gözleri bir süre hiçbir şeyi doğru dürüst seçemiyordu.
Selim Ağabey’le eşi boşanmak için mahkemeye başvurmuşlar. Yargıç, eşine, “Kocanızla altı aydır konuşmuyormuşsunuz” demiş. “Ne yapayım” demiş eşi, “sözünü kesmek istemiyorum.”
Yokluktan var etmeyi becerebilen Musa’ların sokağıdır Yeşilçam. Boyuna mucizeler yaratır. Bana sorarsanız, dünyanın sekizinci harikası olmasa bile “İlk yirmi”ye mutlaka girer. Dostlukların en hasını, düşmanlıkların en amansızını orada bulabilirsiniz. Oturup Kierkegaard’dan söz edebileceğiniz kişiler de vardır Yeşilçam’da, Yahya Kemal deyince boş gözlerle yüzünüze bakanlar da. Kimi çalışkandır, boyuna üretir, kimi kahvede çanak oynarken gökten zembille proje ve devlet yardımı inmesini bekler.
Biraz sonra sahneye girmesi gereken Adile Abla, “Şimdi ne yapacağım? Makyajım bitmedi” diye inledi. Gerçekten bitmemişti. Yüzünün sadece bir yanı makyajlıydı. Sen de profilden oynarsın” dedi Gazanfer Bey.
Çaresiz, Adile Abla kendini sahneye öyle attı. Başladı oynamaya. Spotlar yandığı için salonu göremiyordu tabi. Bir süre oynadı. Sonunda salondan Sümer’in sesi yükseldi: “Aaa, şuna bak! Yüzünün yarısı başka!” Adile abla dondu kaldı. Sahnedekiler başladılar gülmeye. Önce ne olduğunu çıkaramadı Adile Abla, kekeleyerek oyununu sürdürmeye çalıştı. Gerçeği ancak salonun ışıkları yanıp da Gazanfer Bey ona sarılınca anladı. Öfkeyle bağırıp çağırdı bir süre. On saniye kadar. Sonra “baygın vaziyette” kuliste bir koltuğa yığıldı. İki dakika sonra ise hepimizden çok gülüyordu
Yıllar sonra Okmeydanı’nda yedek subay öğretmenlik yaparken, bir sabah öğrenciler ışıl ışıl girdiler sınıfa. Gözlerinin içi parlıyordu. “Ne oldu?” dedim. “Bir şey mi var?” Sessizlik. “Ne oldu?” Sonunda Azim dayanamadı. “Öğretmenim” dedi, “sinemada seni seyrettik.” Kasımpaşa’da oynuyormuş Ben Öldükçe Yaşarım. Bizimkiler hafta sonunda seyretmişler. O iki saniyeyi de kaçırmamışlar. Nihat parmağını kaldırdı: “ Öğretmenim sen Selma Güneri’yi öptün.” Başladılar kıkır kıkır gülmeye. Seçiciler Kurulu bizim sınıftan oluşsaydı, o yılın Oscar’ını kimse elimden alamazdı.
Çocukluğumda Antep’te sorarlardı: “Büyüyünce ne olacaksın?” Soranın yüzüne şöyle bir bakardım, sır saklayacak birine benziyor mu diye. Benzemiyorsa, “Mühendis” derdim, “Doktor” derdim, “Avukat” derdim. Artık o anda aklıma ne gelirse. Ama karşındakini gözüm tuttuysa, yanıtı yapıştırırdım: “Sinemacı olacağım.” “Artist mi?” derlerdi. “Hayır” derdim. “Sinemacı. Nakıp Ali gibi. Sinema salonum olacak. Çeşit çeşit film oynatacağım.” Büyüdüm. Sinemacı olamadım. Ama ışık hızıyla gelip geçen üç artistlik serüveni yaşadım Yeşilçam’da.
Sıra son sahneye geldi. Tabancayı bir daha yokladım. Tamam. Kapsüller yerinde. Yanımda yardakçım Sipsi Selim (Aydemir Akbaş), nara atarak daldım sahneye. Sözlerimi söyledim. Keşanlı Ali (Engin Cezzar) karşıma dikildi. Tetiğe bastım. Tabanca değil, Ramazan topu patladı sanki. Aydemir’le benim suratıma barut fışkırdı. Sonra anlayacaktık: Artık nasıl olduysa bütün kapsüller bir kerede patlamış. Keşanlı karşımda. Tetiğe bastım yine. Çıt diye bir ses. Bir daha bastım. Çıt. Ne olacak şimdi? Ateş edeceğim. Keşanlı yere yığılacak. Yanına gideceğim. Tabancayı elimden kapıp o bana ateş edecek, öleceğim. Bunları bir an içinde düşünüyor insan. Yapacak başka bir şey yok, “Bari üstüne saldırayım, beni boğarak öldürsün” dedim kendi kendime. Fırlatıp attım tabancayı. Bir de nara patlattım. Saldırdım Keşanlı’nın üstüne. Ama ne saldırma! Kaptırmışım kendimi, sanki oyun oynamıyorum da, Hayber Kalesi’nde cenk ediyorum. Keşanlı’yla bir kapıştık ki, artık o kadar olur. Engin Cezzar’ın inlemesiyle kendime geldim:
“Ölüyorum ulan ” Birde baktım, Keşanlı’yı altıma almışım, sarılmışım gırtlağına, resmen boğuyorum. Hemen gevşettim parmaklarımı, yere uzandım, Keşanlı da Manyak Cafer’i boğarak öldürdü. Ama Engin Cezzar bir hafta boğazı sarılı gezdi, fısıltıyla konuştu.
Bir gün öğleden sonra tiyatroda oturuyordum. Orta yaşın biraz üstünde bir ziyaretçi geldi. “Siz Manyak Cafer’i oynuyorsunuz, değil mi?” dedi. “Evet.”
“Dün gece oynunu seyrettim. Radyoyla sahneye giriyor, ‘Aldık radyomuzu, geldik’ diyorsunuz.” Bakalım sonu ne çıkacak? “Öyle” dedim. “Ben Philips’in yöneticilerindenim” dedi adam. “Size bir önerim var. Bu sözü değiştirip, ‘Aldık Philips’imizi geldik’ derseniz, size güzel bir radyo armağan ederiz.” Öneri dehşet! O sıralarda külüstür bir radyom olsun diye can atıyordum. Ama hiç düşünmeden “Olmaz”ı yapıştırdım. Adam tiyatrodan ayrılırken, “Bunların çağdaş reklamcılıktan haberleri bile yok” diye söyleniyordu.
Köln’deki temsili unutamam. Koca bir salon. Tıklım tıklım dolu. Alkışlardan ortalık yıkılıyor. Hele Şişman Polisi oynayan Hüseyin Salıcı sahneye adım atınca kıyamet koptu. Hüseyin Bey pek sevinmişti buna. Kurumundan yanına yaklaşılmıyordu. “Yahu” diyordu, “beni burada bile tanıyorlar.” Hiçbirimiz, “Onlar seni değil, sırtındaki Türk polisi üniformasını alkışladı” deyip keyfini kaçırmadık Hüseyin Bey’in.
Bir yaz günü Eskişehir’deyim. Baktım, Karım Yine Doğurdu o gece Kılıçoğlu sinemasında oynanıyor. Bekledim. Oyun başladıktan sonra doğru sahne arkasına Gazanfer Bey(Gazanfer Özcan) sahnede. Kuliste öteki arkadaşlarla kucaklaştık. Adile Naşit sahneye girmek üzere. Elinde bavulla dağ başında otele giden bir müşteriyi oynuyor. “Adile abla, bir dakika” dedim, kaptım bavulu. Ben de sahneye gireceğim, müşterinin bavulunu taşıyan taksi şoförü gibi. Bakalım, Gazanfer Bey beni Eskişehir’de, sahnede görünce ne yapacak? Daldık sahneye. Gazanfer Bey beni görür görmez, “Oooo, Ülkü! diye bağırdı. “Yahu, nerelerdesin? Artık arabanla bize müşteri de getirmez oldun ” Soru soruyor. Bir şeyler söylemeye çalışıyorum. Her yanımı ter bastı. Sen misin yılların tiyatro kurduna oyun etmeye kalkan? Kendimi sahneden atıncaya kadar akla karayı seçtim.
Oyunun bir yerinde sahne karanlık. Gece. Umur giriyor tek başına. Bir elinde sopa, bir elinde fener, mahalleyi denetliyor. Sahnenin önüne, arkasına, sonra iki yanına, kulise doğru bakıyor. Bir gece, yine o sahnede, Umur girdi. Mahalleyi denetleyecek. Öne, arkaya baktı. Sonra yana, kulise yöneldi. Fenerini uzattı. Tam o sırada, gündüzden hazırladığım koca bir boy aynasını tuttum Umur’a. Umur bir de baktı ki, yarım metre ötesinde, palabıyıklı, eli sopalı korkunç bir adam! “Aaah!” diye bir çığlık attı. Sopa bir yana, fener bir yana, sahneyi bırakıp kaçtı. Perde kapanınca ise kaçma sırası bendeydi.
Bizimkiler dizisinin yaratıcısı Umur Bugay’la bir süre aynı sahneyi paylaştık. Oyunculuk ettik. O birkaç yıl içinde benden çektiğini herhalde ömrü boyunca kimseden çekmemiştir. Umur’un bir özelliği var. Korkar. Yanlış anlaşılmasın, büyük sorunlardan, zorbalıklardan korkmaz. Ufak tefek, önemsiz şeylerden korkar. Elinize bir tesbih alıp yüzüne doğru sallayın, onun tesbih olduğunu bile bile korkudan bağırmaya başlar. Bu özelliğini keşfedince bana gün doğmuştu. Her gün sahnede bir şey yapıyordum ona. Oyun sırasında yapamazsam, seyirciyi selamlarken bir sosis tutuşturuveriyordum eline. Bir yandan zangır zangır titriyor, bir yandan, “Allah belanı versin” diye homurdanıyordu. Sahneye çıkarken, tepede asılı spotlardan birini gösteriyordum. “Şu spot sallanıyor, kafamıza düşecek” diyordum. Sonra seyret Umur’u! Oyun mu oynasın, tepedeki spotu mu kollasın!
Artık “genç şair” sayıldığım yıllar. Beyoğlu’nda yürüyorum. Galatasaray Postanesi’nin önünde Tarık’a (Dursun K.) rastladım. Yanında bir adam. Tarık bizi tanıştırdı. Adam “Ülkü Tamer”i duyar duymaz sırtını döndü bana, başını postanenin duvarına vurmaya başladı. Kalakaldım. Adam bu kere de duvarı yumrukluyor. Hem yumrukluyor hem “Olamaz!” diye bağırıyor. İlk gördüğüm biri. Tek söz söyleyecek halim yok. Şaşkınlıkla Tarık’a baktım. Tarık, “Ben de bir şey anlamadım” gibilerden dudak büktü. Sonra kolundan yakaladı adamı, “Ne oldu?” diye sordu. Şöyle bir kendine geldi adam. “Ne olacak?” dedi. “Ege Ernant’ı kız sanıyordum, erkekmiş. Ece Ayhan’ı kız sanıyordum, o da erkekmiş. Son umudum Ülkü Tamer’di, karşıma böyle bir herif çıktı! Ben kafamı duvara vurmayayım da ne halt edeyim,”
Yeni Dergi bir okuldu. Mehmet Fuat bir öğretmendi. Öğrenmemiz gerekenleri “dikte” etmiyordu. Kendi kendimize sorular sormamızı sağlıyordu. Bir duvarın arkadasındaki yolları gösteriyordu. O yollardan dağlara vurmak bize kalmıştı artık. Kimimiz dağlara vurduk, kimimiz ovalara, ormanlara. Kentlerin, kalabalıkların ortasına. Ama Yeni Dergi’den bu yana nereye gittimse, ne zaman iki satır karaladımsa dönüp arkama baktım hep. “Mehmet Fuat, geldiğim bu yer için ne der? Şu yazdığımı beğenir mi acaba?” diye düşündüm.
“Nedir bu, Kemal Bey?” dedim. “Sorma” dedi. “Geçenlerde Fransız turistler geldi. Hepsi genç. Resim tahsil ediyorlarmış. Paraları yoktu. Karınları açtı. Sevabına iki hafta onları besledik, burada yatırdık. Onlar da duvarları boydan boya resimlediler. Biz de yiyip içtiklerinin altında ezilmesinler diye ses etmedik.” Yiyip içtiklerinin altında ezilmesinler diye Dünyanın parasını dökse yaptıramazdı bunu. Ama farkında değildi. Birkaç hafta sonra yine gittim Kör Kemal’e. Duvarlar yine fıstık yeşiline boyanmıştı. “Ne yaptınız?” dedim. “Ne yapacağız “ dedi, “eski haline getirdik. Durup dururken bir sürü masraf çıktı ama resimlerin üstüne tertemiz boyayı çekip dükkanı yine adam ettik.”
Klişeyi şebekeme bastırdım. Apollinare’nin imzası pırıl pırıl çıktı. Ertesi gün Haydarpaşa’ya gidip biletimi aldım. Gişe memuru şebekemi inceledi. Tamam! Antep’e gidip gelirken trende de kim bilir kaç kondoktörün denetiminden geçti Apollinare imzası. O yıl hiç zahmet edip sekreterliğe çıkmadım. Öteki dönemlerde de Apollinare imzaladı şebekemi.
Onat Kutlar, “İnsan önce Hukuk Fakültesi kantininden mezun olur, sonra da Hukuk Fakültesi’nden mezun olur” derdi.
İyi de, neden bir şey yapılmıyor, herkes neden bekleşiyor? Atilla’ya sordum. “Kemal Ağabey’i bekliyoruz” dedi Atilla. Biraz sonra Kemal Ağabey geldi. Kemal Tahir! Filmin senaristi oymuş. Hemen bir masa açtılar. Kemal Ağabey, portatif daktilosuna bir kağıt taktı, çekilecek sahneyi yazdı hemen. Atilla kağıdı aldı. İki önce yazılan sahne bir çırpıda çekildi. Arkasından, bir sonraki sahnenin yazılması beklenmeye başlandı. Öykünün nasıl gelişeceğini, değil oyuncular, Atıf Ağabey’le Kemal Ağabey bile bilmiyordu.
Tanıdığı iki kaçakçının öyküsünü anlattı. İki Antepli, Halep’e gidip yüz çift kundura almış. Sınırdan geçiremeyeceklerini, yakalanacaklarını biliyorlar. Biri yüz çiftin sağ tekleriyle Tibil’den yurda girmiş. Girerken de yüz sağ teki gümrüğe bırakmış. Öteki bir başka kapıdan girerken yüz sol teki teslim etmiş. Bir süre sonra gümrükte mallar satışa çıkarılmış. Biri Tibil’e, arkadaşı öteki gümrük kapısına gitmiş. Yüz tek kundurayı kim ne yapacak! Alıcı çıkmamış. Bizimkiler, üç otuz paraya almış kunduraları, Antep’e getirip birleştirmişler. Al sana yüz çift pırıl pırıl iskarpin!
Albayla yarbay kısa sürede canciğer dost oldular. Öğrencilikleri dirildi. Orta 1’ler gibi el ense çekmeye, ders aralarında güreşmeye başladılar. Bir gün yine koridorda güreşe tutuştular. Yarbay daha genç ya, albayı kaldırdığı gibi iki metre öteye, iktisat hocamız Ahmet Kılıçbay’ın odasının kapısına fırlattı. Çarpmanın şiddetinden kapı güm diye açıldı. Albay, Ahmet Kılıçbay’ın masasının önüne düştü. Kılıçbay şaşkınlıkla baktı albaya. Albay yattığı yerde ceketinin düğmelerini ilikledi. “Afedersiniz, hocam” diye mırıldandı. “Şakalaşıyorduk da ”
Gazhane döneminde hakemin yönetimini beğenmeyen, “Gözüne gözlük’ diye bağırırdı. “Gözlük takarsan belki daha iyi görür, daha doğru karar verirsin” anlamına geliyordu bu. Futbolculara da sövülmezdi. Olsa olsa, yarı şaka, sözgelimi Galatasaraylı İsfendiyar’a, “Kel! Kel!” diye bağırılırdı. İsfendiyar da kapalı tribünde Fenerbahçelilerinin oturduğu bölümün önüne gelir, onları selamlar, sarı-lacivertli taraftarlardan alkışını alırdı! Çok iyi hatırlıyorum, bir keresinde, Beşiktaş’ın solbeki Doktor Vedi (Tosuncuk), maç sırasında santra çizgisine kadar gidince, seyircilerden biri, “Nereye gidiyorsun? Yerine dönsene ulan!” diye bağırmıştı. Öteki seyirciler, “Ulan denir mi? Ayıp!” diye, bağıranın üstüne yürümüşlerdi. Gazhane yıkılıp da yerinede yeni açık tribün yükselince, seyirciye de bir şey oldu! Türkiye değişiyordu; insanlar, insan ilişkileri, davranışlar, tepkiler değişiyordu. Seyirci mi değişmeyecekti!
Geceleyin karanlıkta
Suya attım ben sesimi
Türkü oldu birdenbire
Denizinden geçen gemi

Geceleyin karanlıkta
Gülümsedim buluta ben
Saçlarına düşen yağmur
Gökkuşağı oldu birden

Geceleyin karanlıkta
Yıldız tuttum gök içinde
Işığını sana vurdu
Bir gül açtı yüreğinde

Sahneye ben çıktım. Söyleşiyi ben yönetecektim. Birkaç seyircinin sorusundan sonra, ön sırada, ortada oturan bir adam, “Siz bu oyunda Bolşeviklik görmediniz mi?” diye gürledi. Yandık! Dönem, Demokrat Parti dönemi! “Görmedik” dedim. “Görseydik buraya getirmezdik.” Sonra yanımdaki Kütahyalıya eğilip, “Kim bu adam?” diye fısıldadım. Kütahyalının sesi titriyordu:
“Vali.” Yandık ki tam yandık! Salonda buz gibi hava. “Madem öyle düşünüyorsunuz, bunu konuşalım” dedim valiye. “Bunu yarın makamımda konuşacağız” dedi vali.
Herkes terziye bir insan götürür, ‘Bu insana bir elbise dik ‘ der. Biz Ülkü ‘ye bir elbise götürdük, ‘Bu elbiseye bir insan uydur’ dedik.

Elbiseye insan uydurmak çileli işmiş gerçi, ama çile de keyfe dönüşebiliyormuş. Yeter ki elbise güzel olsun.

Kaymakam ayağa kalktı.
“Sayın konuklarımız” dedi. Hillary Sumner- Boyd’u gösterdi. “Aramızda İngiliz bulunduğu için hoş geldiniz konuşmamı Fransızca yapacağım.”
Gohunun gannesi neçiye? Anlaşılmayacak ne var ki bunda : Kolonyanın şişesi kaç para?
Hele Ugo Betti’nin Tatiller Ülkesi oyunumuz pek beğenilmişti. Antep’te bile oynamıştık. Hem de Nakıp Ali’nin sinemasında. Seyfettin Başçıllar anlattı. Oyunu izliyormuş. Arkasında iki adam. Biri bana kızmış. “Ne salak herif bu” diye homurdanmış. “Niye?” demiş öteki. “Niye olacak, kızın kendisini sevdiğini bir türlü anlamıyor!” “Ben bunu tanırım. İpekçi Tahsin Bey’in oğlu.” “Külahıma anlat! Tahsin Bey’in oğlu böyle salak olur mu!”
Yedik içtik, ağaçların altında Yaşar ‘ın fotoğraflarını çektim.
( )
Aslında o fotoğraf Yaşar Kemal ‘in değil, dört porsiyon çöp kebabının üstüne kocaman bir peynirli pide yenilip on şişe kadar da soda içildikten sonra duyulan hazzın suretidir.
Boyuna mucizeler yaratır. Bana sorarsanız dünyanın sekizinci harikası olmasa bile, ilk yirmi ye mutlaka girer.
Su toprağa karışırsa
ekin olur, ekmek olur,
kan küle karışırsa ne olur?
Konuşacakmış gibi ağzını açardı Özdemir Ağabey, bir şey söylemez susardı.
Kahkahalar, alkışlar.
Sonra başlardı şiir:
Sana gitme demiyoğum
Ama gitme Lavinia..
Ya da;
Bütün ğenkleğ aynı hızla kiğleniyoğdu..
Üç arkadaşımız, Biyoloji Öğretmeni Kortepeter’in odasına anahtar uydurmuşlar. Yatılıyız ya, her sınavdan önceki akşam Kortepeter’in olmadığı zamanı kolluyorlar, odaya girip teksirle çoğaltılmış haftalık test sorularından üç kağıdı yürütüyorlar. Geceleyin onları bir güzel doldurup ertesi gün sınıfta kendilerine uzatılan kağıtlarla değiştiriyorlar. Sonuç: Üçü de10! Bir sınav, iki sınav, üç sınav Hep 10! Be mübarekler, bari arada bir 8 filan alın. Hayır, gözlerini hırs bürümüş.
Sonunda Kortepeter kuşkulanmış. Bir gün kağıtları topladıktan sonra, “Bir dakika, kimse çıkmasın” dedi. Kağıtları deste yaptı, şöyle bir masaya vurup kaldırdı. Üçüncü ötekilerden uzun! Meğer dağıtacağı kağıtları sınavdan önce alttan birer santim kestirmiş. Bizim kafadarları cezalandırmadı. Önceki 10’larını da olduğu gibi bıraktı. Kendi öğrencilik yıllarına dönmüştü belki.
Gol goldür deyip geçmezdik o yıllarda. Bizim için ancak güzel golün, Metin ‘in attığı gollere benzeyen gollerin bir anlamı vardı.
Kerem dirseğiyle beni dürttü. “Sen hep bir Antep sözü söylersin” dedi. “Tam sırası.” “Doğru” dedim. “Bayramdan sonra gelen kınayı kıçına yak.”
Ayda bir kere de bir başka soruyu sorardık: Hocam, niye evlenmediniz?

Her keresinde bu soruyu ömründe ilk yanıtlıyormuş gibi, Niye evleneyim? derdi. Iyi bir kız alsak kıza yazık; kötü bir kız alsak bize yazık!

Tembel tembel oturmak istiyorsak, doğru “keşhane”ye. Anderson Hall’ün arkasındaki ağaçlığa. Çimenlere oturup sigaralarımızı tüttürüyoruz. Herkes Bafra içiyor. Benden başka. Ben Yenice içiyorum. Antep’te tanıdığım ne kadar büyük varsa hepsi Yenice içiyor çünkü.
Günün birinde, Ben oyuncu oluyorum, bir filmde oynayacağım, dedi.
Ulan senden oyuncu mu olur! diye güldük.
Sadece oyuncu değil, gerçek bir sinemacı oldu.
Vay be! dedi. Kimin kitapları bunlar?
Babamın, dedim.
Benim babamın bu kadar çok kitabı olsa onu hemen öldürürüm. Hepsi bana kalır. dedi.
Mamet (Mehmet) öyle şişmandı ki, kendisine Her Yanı Mamet denirdi.
Antepliysen korkmazdın.

Hele Ipekçi Tahsin’in oğluysan, Antep savunmasında yer almış, Fransızlarla çarpışmış, Istiklal Madalyasıyla ödüllendirilmiş has bir Anteplinin oğluysan hiç korkmazdın..

Sadece ders öğreten insanlar değildi bunlar. Öğretmendiler.
Arada yazılı yapardı. Ama hiç okumazdı kağıtlarımızı. Anıl’a, Spiro’ya, bana 10! Ötekilere de 7,8,9 Arkadaşlardan biri ders yılının ikinci haftasında okuldan ayrıldı. Behçet Hoca ona 8, 9 vermeyi sürdürüyor Bir baktık, sömestr yazılısından 8 vermiş. Bizim arkadaş kim bilir hangi kentte, hangi okulda Hocaya gittik. “Bari sınıfı geçirmeyin, aylar önce okuldan ayrıldı” dedik. “Öyle mi?” dedi Behçet Hoca, not kağıdını çıkarıp arkadaşın adını karaladı. Bir yazılıda üç sorudan birini yanıtlayamamıştık. Hoca ertesi ders geldi, çantasını açıp kağıtları çıkardı. Notlarımızı okudu. Anıl, Spiro, ben yine 10! “Çok güzel yazmışsınız, sınıfta okuyalım” dedi. Aman! Hadi, biz neyde de, hoca rezil olacak! Hemen ayağa fırladım. “Hocam” dedim. “Battal Gazi nasıl gidiyor?”
Dersi kaynatmak istedik mi bunu sorardık hemen: “Battal Gazi nasıl gidiyor ?”
İlk hafta içinde bir gece bahçeye indirdiler bizi. Müdür Sakallı Allen, “Şimdi Dört Gözlü Şamokan Amca’yla tanışacaksınız” dedi. Dört gözlü Şamokan Amca da kim ola ki? Bir baktık, tahtadan yapılmış korkuluk gibi bir şey. Kolları iki yana açılmış. Kolun birini bastırınca öteki kol havaya kalkıyor. Sıraya girdik. Dört Gözlü Şamokan Amca’nın elini öpeceğiz. Öteki elin başında Hazırlık 2’den bir çocuk. Biz el öperken, o kolu bastırıyor, öptüğümüz el küüt diye suratımıza çarpıyor. Dudağı kanayan kanayana! Arkasından, iki sıra olmuş Hazırlık 2 öğrencilerinin arasından geçtik koşarak. Biz koşarken, “ağabey”lerimiz sopa haline getirilmiş gazeteleri sırtımıza, kafamıza indiriyorlar. Ne o? Büyüklerimizi saymayı öğreneceğiz.
Belirli bir olayı yaşamak başka şey, o olayı sonradan öğrenmek, değerlendirmek başka şey. Sözgelimi, bizim kuşak 1960’ta 28 Nisan öğrenci olaylarını yaşadı. Çok daha sonra gelen kuşaklar bu olayları gazetelerden, dergilerden, kitaplardan, anlatılanlardan öğrendiler, araştırdılar, incelediler. Belki bizden daha iyi, daha doğru değerlendirdiler. Ama biz yaşadık. Sinemanın altın çağını da yaşadık biz. Gary Cooper film çevirirken, biz o dünyanın, o zamanın içindeydik. Beyazperdede beliren görüntüler, o dünyayı, o zamanı bütünlüyordu. Sinematek seyircisi değildik. Bir filmi, çekiminden yıllar sonra, serinkanlı, mantıklı, nesnel eleştirel bir gözle izlemiyorduk. Oyuncular için ansiklopedilere başvurmuyorduk. John Wayne’in bir sözü var: “Ben aktör değilim, reaktörüm.” Belki de aktörlerle değil, reaktörlerle ilgileniyorduk. Salonda Işık’lar söndükten sonra yüreklerimiz beyinlerimize egemen oluyordu. Ya keyif duyuyorduk, ya öfke. Güldüğümüzde içimiz gülüyordu. Çünkü “Nakıp Ali’nin Sineması”ndaydık.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir