İçeriğe geç

Xatirələr Kitap Alıntıları – Farah Pehlevi

Farah Pehlevi kitaplarından Xatirələr kitap alıntıları sizlerle…

Xatirələr Kitap Alıntıları

Radyoda durmadan Gloria Gaynor “I will survive” adlı şarkıyo söylüyordu. Ben de her şeye karşın pes etmemek için bu şarkının sözlerine sarılıyordum.
Ayetullah Humeynini yakında geri döneceğinden bahsediliyordu. Bize eşlik eden subaylardan birisi gelip Şah’a, ülkeyi karanlığa sürükleyecek olan yobaz liderin uçağını İran’a ulaşmadan düşürmeyi önerdi. Eşim bunu kesin bir dille reddetti.
Ateş açanlar öldürüldüler, daha sonra bana, er Salamatbakhsh’in suikastten önce karısına yazdığı son mektubun bir kopyasını getirdiler. “Bunu Ayetullah Humeyninin emrini yerine getirmek üzere yaptım ve doğru cennete gideceğim,” diye yazıyordu.
Bizi çoktan ölüme mahkum etmiş olan insanlara el uzatmaya devam ediyorduk.
İnsanlar güvenlerini yitirmişler, akıllarını oynatmaya başlamışlardı.
Yaşamak dayanılmaz bir yük olmaya başlamıştı.
Kural dışı ihtilal koalisyonun her bileşeninin -dinciler, liberaller, marksistler- o dönemde diğerleriyle ittifak yapmak için eyyamcı çıkarları vardı ancak hangisi ülkenin yönetimini ele geçirirse, eski ortaklarını ortadan kaldırıncaya kadar çarpışacakları da besbelliydi. Nitekim öyle de oldu!
İlk gösteriler 7 Ocak 1978 günü kutsal Kum Kentinde patlak verdi. O günü ilahiyat fakültesi öğrencileri Ettelâ’ât* adlı günlük gazetede yayımlanan bir makalede Ayetullah Humeyni’ye hakaret edildiği bahanesiyle sokaklara döküldü. Kum, Ayetullah’ın 1963 yılına kadar kadar öğretmenlik yaptığı kenttir. O sene, onun kışkırtmasıyla insanlar, referandum sonucunda benimsenen reformları protesto etmek için ayaklanmışlardı.
Ona yardım edememek korkunç bir duyguydu.
O 1976 yılının 21 Mart’ında Pehlevi Hanedanı’nın ellinci yıldönümünü kutladık. Özellikle o gün halkla rejim arasında bir şeylerin değiştiğini sezinledim; insanı aniden buz kesen bir esinti gibi tenimde hissettim bu soğukluğu. Halkla aramızda var olan uyum ve güvenin üzerinde gözle görülmesi mümkün olmayan lekeler oluşmuş gibiydi.
Tarım reformu çok sayıda büyük toprak ağasının kızdırmıştı. Din adamlarının sahip oldukları toprakların bir bölümünü topraksız köylüye dağıtarak, ruhban sınıfın önemli kesimini aleyhimize çevirmiştik. Kadının özgürlüğüne kavuşması ve başka kültürlere açılım için yapılan çalışmalar sadece mollaların rejime karşı besledikleri düşmanlığı arttırmaya yaramıştı.
Fransa Cumhurbaşkanı bizi muhteşem bir şekilde karşılayıp, onurumuza Versailles Sarayı’nın salonlarında son derecede görkemli bir davet düzenledi. Şah dünyanın bütün büyük ülkelerinin gözünde İran’ın nihayet saygınlık kazanmış olmasından dolayı mutlu ve gururluydu. Yarım asırlık bir sürede tamamlanmış olan eseri gözlerimizle görebiliyorduk.
Şah ülkenin, ekonomik olarak geri kalmışlıktan kurtulduğu zaman demokrasi alanındaki gelişimini de tamamlayacağını düşünüyordu; oysa ki ben, bir demokrasi için kültürel alandaki kalkınmanın en iyi itici güç olduğu kanısındaydım.
Gittiğimiz her yerde Mao’ya mekanik, coşkulu bir sevgi gösterilirdiğine ona adeta tapıldığına tanık oluyorduk.
Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra Prag’a tekrar gittim. Charles Köprüsü’nün üstünde, bir zamanlar Kızılordu mensuplarının gururla taktıkları her türlü madalya bir iki dolara satılıyordu. Çok acı bir alay vardı bunda, bu madalyaları hak etmiş olan insanlar için ne hüzün verici bir durumdu. Ama insan, adalet er geç yerini bulur diye düşünmekten kendini alamıyordu.
1968 yazındaki Sovyet işgalinden sonra gittigimiz Çekoslavakya’da geçirdigimiz bir akşamı hatırlıyorum. Yöneticiler salondan ayrılır ayrılmaz insanlar şakalaşmaya başladılar.
Komünist bloktaki bütün ülkelerle ilişkilerimizi sürdürüyorduk, Küba ve Arnavutluk ile, 1977 sonlarında İran’daki gergin ortam yüzünden davetini kabul edemediğimiz Doğu Almanya dışında hepsini ziyaret etmiştik. Benim için samimiyetten uzak, ikiyüzlülügün hakim olduğu bu ziyaretler oldukça sıkıcıydı.
Bugün komünist rejim artık sona erdi. Tudeh’in bazı eski militanları sınırın öte yanında bir cennet bulmayı umarlarken, ne kadar içler acısı bir yaşam sürmüş olduklarını yazıp söylüyorlar
Yol kenarında yürümekte olan, taşıdığı yükün altında iki büklüm olmuş bir kadın gördük. Durdum ve kendisini bir yere bırakıp bırakmayacağımı sordum. Beni tanımadı, böylece çok doğal bir ortamda sohbet edebildik. Bana yaşamındaki sıkıntılarını anlattı, üzüntüsünü göstermiyordu, ağır başlıydı. Ülkenin kuzeyinde Babol’daydık. Kısa bir süre sonra, benim nereye gittiğini merak etti, kim olduğumu sordu. Ben de çok doğal bir ifadeyle cevapladım, günlük yaşamında büyük bir yoksulluk çeken bu kadın -60’lı yılların ortalarındaydık- öyle içten bir şekilde, öyle sıcacık elimi tuttu ki bu hareketi, bulmakta zorlandığı bütün kelimelerin yerini tutuyordu. Evi de yoktu. Onun kısa bir süre sonra bir ev sahibi olmasına yardımcı oldum.
Lise mezunu acemi erlerden oluşan bir Bilgi Ordusu kurulacaktı. 60’lı yılların başında İran’da okuma yazma bilmeyenlerin %80 oranınında olduğunu unutmamak gerekir. O dönemde yetişen ilkokul öğretmenlerinin sayısı ancak kentlerin ihtiyaçlarını karşılarken, bu çok büyük gecikme nasıl telafi edilebilirdi? Askerliğini er olarak yapan gençlerin, manevi tatmini çok yüksek olan bu devasa iş için görevlendirilmelerinin, sonradan bütün dünyada da ilgi çeken dahiyane bir fikir olduğu ortaya çıktı On yıl geçtikten sonra, büyük bir şevkle çalışan askerler ve Cehaletle Mücadele Örgütü sayesinde bu korkunç engel hemen hemen ortadan kalkmıştı: artık okuma yazma bilmeyenlerin oranı %20’ye düşmüştü; oranı tersine çevirebilmiştik
Yöneticilerin kendileri de mizah yapmayı denedikleri zaman büsbütün iç karartıyorlardı. Bir akşam Opera’da Aleksi Kosigin ile yan yana oturmuştuk. Kuğu Gölü oynuyordu. Siyah kuğu sahneye çıkınca, Kosigin bize doğru eğilip zoraki bir tebessümle “Sanki NATO’ya benziyor değil mi? demişti. “Daha çok Varşova Paktı’na benziyor” demek geldi dilimin ucuna ama, kuşkusuz kendimi tuttum.
Hiçbir komünist ülkeye gitmemiştim, o bomboş caddeler içime biraz korku salıyordu, sokakta pek seyrek karşılaştığımız insanların yüzünde gördüğümüz o hüznü ve suskunluğu başka hiçbir yerde görmemiştim. Bir de arabaya bindiğimizde veya etrafımız küçük bir grupla çevriliyken, başka ülkelerde yaptığımız gibi, normal bir şekilde havadan sudan söz etmek mümkün olmuyordu. Burada hemen aşırı bir propoganda başlıyordu, kimsenin ağzından rejimi övmeyen tek sözcük çıkmıyordu. Şu kadar bina inşa edilmiş, bu kadar okul yapılmıştı: bense ümitsizce bunların dışında biraz mizah, biraz incelik bekliyordum, ne mümkün! Kendimi robotlarla kuşatılmış gibi hissediyordum.
Ülkelerini ziyaret ettiğimde, büyük bir incelik göstererek, bana son imparatorluk dönemi kalıntılarını gezdirmekten sakınan Çinli yöneticilerin aksine, Ruslar 2 Nicolas’nın sarayını, yöneticilerin idam edildikleri yerlere varıncaya kadar gezdirmekten zevk alıyor gibi görünüyorlardı.
Köpek konuştu ve şöyle dedi: “Biz sanata karşı daha özenliyiz. Aya karşı atalarımıza göre daha ritmik şekilde havlıyoruz. Suyun üstündeki yansımamıza baktığımızda ayırt edici özelliklerimizin geçmişe göre daha belirgin olduğunu görüyoruz.”
Bir hükümdarın, etrafına bu tarz bir gösteri sunması pek alışılmış bir şey değildir, bu nedenle güvenliğimden sorumlu subayın çok üzüldüğünü anımsıyorum. Ben şaşkınlıktan sersemlemiştim, ayağa kalkamıyordum, subay ise, gülünecek şey, sadece benim imajımı düşünüyordu: “Ayağa kalkınız, Majeste, rica ediyorum.” Diye yalvarıyordu, “insanların sizi bu durumda görmesi hiç hoş değil!” Meraklılar etrafımızı hemen çevirmişlerdi. Daha sonra durumumu subayıma açıklamış ve özür dilemiştim.
Binlerce kadın idam edildi, içlerinden bakire olanlara, infazdan önce tecavüz edildi çünkü dini metinler bakirelerin doğrudan cennete gideceğini yazar
Milli eğitim bakanı bayan Ferruhsu Parsa Onun özellikle kadınlar için oynadığı rolü bilen mollalar, kendisini ölüme mahkûm etmiş ve burada anlatmaktan utanç duyduğum bir yöntemle -İranlıların böyle bir şeyi yapabilmiş olmasından gerçekten çok utanıyorum- onu kurşuna dizmişlerdi: Kurşunlar altında düşerken giysileri açılabilir ve katillerinin nefsini tahrik edebilir diye, idam etmeden önce onu, bir kenevir çuvalın içine sokmuşlar
Genç hanımlar insanların kafasına aile planlaması fikrini sokmaya çaba göstermek için de bizden nöbeti devraldılar. Hükümet bu konuda din adamlarına danıştığında, onlar önce karşı çıkmışlar, sonra da bir fetva vermeye razı olmuşlardı. İslam Devrimi’nin hemen ertesinde, Şah’ın aile planlaması konusunda müslümanların sayısını azaltmaktan başka bir gayesi olmadığını iddia ederek önce planlamayı kaldırdılar. Sonra, nüfustaki kaygı verici boyutlardaki artış karşısında yeniden aile planlamasını uygulamaya koydular.
“Neden biz de okuma yazma kurslarında görev almıyoruz? diye sormuşlardı. Bu genç kızlar haklıydılar, hem de iki kez haklıydılar çünkü bazı bölgelerde, öğretmen erkek olduğu için ana-babalar kızlarını okula göndermeyi reddediyordu. Eşim, kadınların katılımıyla kurulacak kadın bilgi ordusu fikrini heyecanla kabul etti, artık özellikle direnen ana-baba engelini de aşabilecektik.
Çöl dünyanın dışında insan için bir meditasyon, bir sıkıntılarından arınma yeridir, onca yoğun geçen günlerden sonra, ben de bir ruh erincine ulaşmak için çölün sessizliğine ihtiyaç duyuyordum. Orada bir ateş yakıyor ve hiç usanmadan gökyüzünün sonsuzluğuna dalıp gidiyorduk, insanı büyüleyen yıldızlardan gözümüzü alamıyorduk,
Eşimin, bütün gücüyle sürdürdüğü, bazen insanın cesaretini kıran, nankör olduğunu sandığım çalışmasının aslında doğru olduğunu, emeklerinin boşa gitmediğini görüyordum. Bu sevgi gösterileri, hükümetin bütün girişimlerinin, zor gibi görünse de sonunda amacına ulaştığının göstergesiydi çünkü bu insanlar hükümdarlarına inanıyorlardı.
Yaptığım bu geziler sırasında, din adamlarının kadının özgürleşme hareketlerine ya da tarım reformuna karşı görüşlerini açıkladıklarını asla duymadım. Daha sonra, ülkeyi savaşa ve karanlığa sürükleyecek olan bu mollalar beni her yerde, toplum için yaptıklarıma övgü dolu sözlerle, güleryüzle karşılıyorlardı, onların samimiyetine inanıyordum.
O zaman daha ancak üç yaşındaydı, kendisine, ya Fransız mürebbiyesinin takuigi isimle Tutun dememizi ya da Pilot diye seslenmemizi istiyordu çünkü en büyük hayali kendisini büyüleyen Amerikan avcı uçağı Fantom’u kullanmaktı.
Benim kendi adıma hiçbir iktidar talebim yoktu. Amerikalı bir gazeteci, bana adadığı filminin sonunda şu yorumu yapmıştı: “O bu dünyaya ait değil.”
Eşim taç giyme törenini sürekli ertelemişti. Tacını giymesi için onu zorlayanlara ciddi bir şekilde, ancak ülkesinin gelişme yolundaki adımları kararlı bir şekilde attığına emin olduğunu hissettiği zaman tacını takacağını, bu süreci beklerken hâlâ fakir ve bir bölümü okuma yazma bilmeyen bir halkın önünde taç giymekten gurur duymasına imkan olmadığı cevabını veriyordu.
Gezgin kütüphane çalışanları, Bilgi Ordusu nun en uzak köylere ulaşabilen genç öğretmenleriyle sıkı bir işbirligi içine girdiler. Ümidimizi gitgide daha çok yeşerten sahneler yaşanıyordu: ana-babanın okuma yazma bilmediği bir aile ortamında, çocuklar artık kitap okuyabilmekteydiler. İnsanın sadece kalbinin sesini dinlemesi, yardımlar yapması güzeldi, ancak yapılan yardımlar sorunları kökünden çözmekte yetersiz kalıyordu.
Bana naiplik verilmesi kararını, meclis tarafından resmen onaylanmasına karşın, tamamen biçimsel bir saygı gösterisi olarak kabul ettim. Benim nazarımda bu karar, eşimin beni takdir ettiğinin ve bana olan güveninin kanıtından başka bir şey değildi. Bundan için için gurur ve mutluluk duyuyordum.
Zaten her yeni yaşam da, bir düş kurarak gerçekleşmeye başlamaz mı? Evet, eğer çocuklara kitap okuma alışkanlığını verebilirsek, onların, çağdaş fikirleri daha kolay anlamalarına, sorumluluk duygusu ve etik değerler kazanmalarına yardımcı olabilirdik.
Eğer çocukların günlük yaşamına kitabı sokmayı başanrsak, onlara nasıl olağanüstü bir kültürel açılım sağlayabilecegimizi düşündük. Kitap kuşkusuz, başkalarının yaşamöyküleri ve yazgılarından yararlanarak, insana kendi geleceğini tasarlama imkânını veren en iyi araçtır.
Humeyni, daha sonra Şah’tan aldığı izinle yerleştiği Irak’ta rejimi temelinden yıkma çalışmalarını sürdürdü. İslam Devrimi sonrasında Tahran’a dönünce ilk idam ettirdiklerinden birisi onun hayatını kurtarmış olan General Pâkravân oldu.
Baba şah Rıza, güçlü güçlü ve çağdaş bir devlet kurma yolunda Mustafa Kemal Atatürk’ü kendine örnek almıştır
Beşinci önlem de çok ağır sonuçlar doğurabilecek bir önlemdi: kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilecekti. Köktendinci ve aydınlık düşmanı bir kısım mollalar bundan hemen rahatsız olmuşlardı. Daha 1936 yılında kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olmasını isteyen Rıza Şah, çarşaf giyilmesini yasaklayarak, ruhban sınıfının şimşeklerini üzerine çekmişti.
Günde on iki saat İranlıların refahı için çalışan biri olarak, Şah’a şunu söyledim: Oraya gidip gene hakaretlere maruz kalmaktansa, Tahran’da kalırım, burada daha yararlı olurum. Yirmi yıl sonra gene aynı göstericilerin, vatanından sürülmüş, üstelik hastalıkla savaşan Şah’ın kaldığı New York Hastanesi’nin pencerelerinin altına gelip bağıracaklarını, eşimin ölmesi için dua edeceklerini bilemezdim
200.000 hektar kamu arazisinin 42.000 çiftçiye dağıtımı başarılabilmişti. Bu daha sadece bir başlangıçtı: gene de bu başlangıç, aralarında, gelirlerinin büyük kısmını topraktan elde eden din adamlarının da bulunduğu, büyük toprak ağalarını çok öfkelendiriyordu.
Çok büyük nüfuz sahibi Şii din adamlarıyla uğraşmak hiç de kolay değildi. Şah bunu biliyordu ama bildiği başka bir şey daha vardı: gerçekleştirmek istediği reformlar ve demokratik açılımlar için bazı kalıplaşmış düşüncelerin değişmesinin zorunlu olduğu.
Topraksız köylüler sıkıntı içindeyken, uçsuz bucaksız topraklara sahip ağalara bu sorunu çözme konusunda örnek olmak üzere Şah, daha 1941 yılında kendi topraklarını hükümete devretmiş, topraklarının halka dağıtılmasını istemişti.
Charlot’nun soytarlıklarına güldüğü kadar güldüğünü görmedim. Çocuklar gibi gülmekten katılıyordu, ben de kendi kendime onun eğlenip rahatlamasını sağlayan böyle küçücük bir sinema salonumuz olduğu için seviniyordum Bazı tarihi kahramanların yiğitlik öykülerini anlatan tarihi ve savaş filmlerini de severdik.
Günün küçük olaylarını, oyun sahneliyormuşum gibi anlatmaya bayılırım. Çocukken gevezeliklerimle kuzenim Rıza’yı serseme çevirirdim, bazen dayanamayıp kaçtığında peşinden koşup kendisini beni dinlemeye zorlardım. Şah’a gelince, o bıkmıyordu
Hayatımda hiç böyle içten bir sevgi, böyle büyük bir coşku görmemiştim, heyecandan boğazım düğümlendi. Aralarından çıktığım Tahran halkı bana güvenini gösteriyor, beni kutluyor ve bağrına basıyordu, oysa ben ne Tahran halkı ne de İran için henüz bir şey yapmamıştım. Hem çok duygulanmış hem de mahcup olmuştum. Bu kadınlar, bu erkekler ve ağaçlara çıkmış bekleyen bu çocuklar için elimden gelen her şeyi yapmaya kendi kendime söz verdim.
Paris’ten saçımı yapmak için özel olarak gelen Carita kardeşlerin usta ellerine kendimi bırakmam gerekiyordu. Onlar benden çok daha heyecanlı ve gergin görünüyorlardı, ben onları rahatlatmaya çabalayınca etrafımızdakiler gülmekten kendilerini alamadılar. Duygu yüklü, uzun bir gün bizi bekliyordu
Daha önce hiç böyle bir kargaşaya tanık olmamıştım. Dört ay önce, aynı havaalanından ayrılırken kimsenin fark etmediği, sıradan biri olarak, bu kalabalığın nedeninin ben olduğumu nasıl kabullenebilirdim?.. Kendinden geçmiş bir vaziyette bağırarak adımı söyleyen, birbirini ezen bu kalabalıktan beni kurtarmak için her çareye başvuruldu. Birileri tarafından çekiştirildim, adeta sürüklendim, o kadar çok flaş patlıyordu ki hiçbir şey görmüyordum; beni nereye götürdüklerini bile bilmiyordum, hatta pistlerin yakının da bir yerde, çimenlerin üzerinde ayakkabımın bir tekini kaybettim ve bu dehşet verici durumdan on beş dakika sonra, aniden kendimi lüks bir arabanın sessiz ortamı içinde buldum: İran Büyükelçiliği’nin arabasıydı bu!..
Önce yanlarından geçtiğimi fark etmemişlerdi bile. Ama bundan sonra, makineli tüfekle ateş eder gibi durmadan çektikleri resimlerle yüzüm dünyayı dolaşacaktı. O andan itibaren, herhangi bir kadın gibi rahatça dolaşabilme özgürlüğümün üzerine bir çizgi çekilmişti ama bunu henüz bilmiyordum.
Kendisine Paris’te İran Büyükelçiliği’ndeki toplantıda benimle karşılaşmasını anımsayıp anısamadığını sorma cesaretini buldum. Hatırlamadığını söyleyip bana ayrıntılarıyla anlattırdı. Her ayrıntıya verdiğim önemin onu çok eğlendirdiğini gördüm, resmi bir ziyaretteki böyle küçük şeyler onun için hiçbir anlam ifade etmiyordu. O güldü. Ben de güldüm.
Herkese küçük hediyeler götürmek istiyorum. Ayrıca beni gördüklerinde kıyafetimi beğenmelerini, tam bir Parisli hanım gibi giyindiğimi düşünmelerini sağlamalıyım. Fil dişi ve uçuk yeşil tonda, çiçekli, emprime bir ipek bluz, aynı fildişi tonda, vücudumu saran bir dar etek, çok yüksek topuklu, fuşya renkli ayakkabılar, asorti bir çanta ve nihayet zeytin yeşili, süet deriden, hafif bir manto satın aldım. Dört ay sonra bu defa müstakbel Kraliçe olarak çeyizimi hazırlamak için Paris’e geri dönüp, Crillon Oteli’nde kalacağım, yeniden mağazalarda koşuşturacağım aklımın köşesinden bile geçmedi!
Öyle sevinçliyim ki kabıma sığamıyorum sanki.
Cezayir savaşına karşı yapılacak gösteriye katılmayı reddedince, arkadaşım cesur olmadığımı söyleyerek benimle alay etti. Sonuç olarak ona bunun aksini kanıtlamak için mi bu gösteriye katıldım? Hiç şüphe yok ki öyle. O gün ne söylediğimizi tamamen unuttum ama erkeklerin çoğunun deri ceketlerinin altında coplar, demir çubuklar sakladıklarını görünce şaşkınlıktan donakaldığımı çok iyi hatırlıyorum.
Okulun eski öğrencilerinden biriydim artık, yani bizutajdan kurtulmuştum. Dahası benden cellatların arasında yerimi almam bekleniyordu. Bana yapılmasını sevmediğim bir şeyi başkalarına yapamayacak kadar vicdanlıydım.
Eger birisi gelip benden matematikte yardım isterse ben elimden geleni yapıyordum, başka türlüsünü düşünmezdim bile. Ama aksi bir durum söz konusu olduğunda herkesin bir bahaneyle ortadan kaybolduğunu görüyordum. Bunu son derecede incitici buluyor, üzülüyordum.
Mimarlık okulundaki zihniyet Jeanne-d’Arc ve Razi Lisesi’nden çok farklıydı. Yıllar boyunca bize dayanışma ve takım ruhu öğretilmişti, burdaysa başarılı olmak için tam aksini uygulamak gerekiyordu. Benim dönem arkadaşlarımda hakim olan değerler bireyselcilik ve seçkincilikti.
Öğrenci konusunda çok seçici olma şöhretine sahip mimarlık okuluna kabul edilmiştim. Bürokrasi ile ilk tanışmam, asla alamadığım bu burs vesilesiyle oldu. Sanki engelli koşuda yarışıyordum. Günlerce uğraştığım Eğitim Bakanlığı’nda hiç kimse, hatta ailemin tanıştığı ve görüşme imkânı bulduğum bakan bile bana nasıl bir yol izleyeceğimi söyleyemedi. Bir dil sınavına girmem gerektiğini iddia edenler de oldu ama bu sınavın sorumlusunun kim olduğunu ve nasıl kayıt yaptıracağını açıklamaktan acizdiler. Haftalar geçti, yaz bitti ve benim burs dilekçem Milli Eğitim Bakanlığı’nın değişik masaları arasında kayboldu gitti.
İran’ın en önemli şahsiyeti ile evlendiğinde bu soyadını kesinlikle kaybettim. Ama kaderin cilvesine bakın ki birçok ülkede, özellikle Fransa’da bana Farah Diba demeyi sürdürüyorlar. Oysa resmi olarak ve tarih önünde, bütün benliğim ve bütün ruhumla ben Farah Pehleviyim.
Soyadımızın yok olup gitme tehlikesi vardı. Bu konuda kuzenlerime, dostlarıma, amca ve halalarıma söylediklerimi çok iyi anımsıyorum: “İyi bir öğrenim görür ve olağanüstü başarılı bir kadın olursam belki de soyadımı korumama izin verirler, ne dersiniz?”
İranlı annelerin çoğunun aksine, annem benim görücü usulüyle evlenmemin lafını bile ettirmiyordu, ben de elbette buna karşıydım. Aileden birilerinin gizlice onu teşvik ettiklerini biliyordum, onlara göre, benim için iyi bir kısmet aramanın normal olduğu bir yaşa gelmiştim. Ama annem ve ben, evliliği düşünmeden önce ögrenimimi bitirmem gerektiğine inanıyorduk. Annem liseyi bitirmiş, aydın bir hanımdı. Onunla beraberken evlilikten söz açıl dığında benim tek düşüncem, babamdan bana miras kalan, kalben çok bağlı olduğum Diba soyadımızı muhafaza edebilmekti.
Babam Fransa’ya, özelikle onun başkentine karşı beslediği sevgi ve dostluk duygularını bana da geçirmişti.
“Seni öyle sıradan birine vermeyeceğiz. Şah bile ordusunu alıp, bakanıyla seni istemeye gelse belki veririz, belki de vermeyiz.”
Sürgündeyken ve nereye gideceğimizi bilemezken, sonunda denizde karar kıldığımızı hatırlıyorum. Ama o tarihte plaj kapalıydı ve benim güvenliğinden sorumlu olan kişilerin muhatabı, bir plaj bekçisiydi. Ona Nevruz geleneğimizden söz ettiğimde -Amerikahlar gelenekler konusunda son derece duyarlıdırlar- bekçi bizim buğday filizlerimizi dalgalara bırakmamıza izin verdi.
Kanımca pohpohlamalar, içten gelmeyen davranışlar, insan zekâsına hakaret anlamını taşır.
Sevgi gösterilerini kabul etmek eğilimiyle, kulağıma çok hoş gelen o sevgi sözlerinin samimi olmadığını fısıldayan iç sesime inanma arasında bocaladım durdum. Bu endişem daha sonra geçti. Ama bu dönemden kalma bir şüpheciligim vardı, bana yapılan iltifatları sorgulanım. Bu nedenle kraliçe olduğumda dalkavuklardan, saraydaki yaltakçılardan hep sakınmışımdır.
Yeryüzünde gelip geçici olduğumuz kabul etmenin ve alçakgönüllülükle düşünürlerimizin bilgeliğine sığınmanın bir başka yoluydu şiir. Ben gene Şirazlı olan Sadi’yi, Mevlana Celaleddin Rumi’yi, Ömer Hayyam’ı ve çağdaş şairlerimizden Füruğ Ferruhzadeyi, Feridun Meclisi’yi, Sohrap Sepehri’yi ve daha birçoklarını da severim.
Annem tepeden tırnağa şiirle dolu yaşardı. Her olayla ilgili hatı ladıgı bir şiir olurdu mutlaka, yüzü aniden aydınlanır, şiirini ezbere okurdu.
Bana göre şairlerimizin en insancıl, en cömert, en sıradışı olanıdır Hafız. İnsan karmaşık bir ruh hali içindeyken ne karar vereceğini, nereye gideceğini bilmiyorsa, eseri rastgele açıp cevabı mutlaka onun dizelerinde bulur.
Şiraz’da onun kabrini ziyaret etmiş, akşam serin bir rüzgâr eserken yaşam ve mutluluk konusunda düşüncelere dalmış tim. Hafız da kabrine uğrayan gezginleri buna davet eder: “Benim toprağıma şarap ve sazla otur, ta ki kokunu duyarak ben de kalkıp raksla sana eşlik edinceye kadar ”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir