İçeriğe geç

Vitrinde Yaşamak Kitap Alıntıları – Nurdan Gürbilek

Nurdan Gürbilek kitaplarından Vitrinde Yaşamak kitap alıntıları sizlerle…

Vitrinde Yaşamak Kitap Alıntıları

“Gerçi yabancı, eskiden de önemliydi bu toplum için; ama daha çok öykünülen, ulaşılmaya çalışılan bir model olarak. Bugünün farkı burada: Artık yaranılmaya çalışılan bir bakış, bir turist oldu yabancı.”
“Çünkü, yaşadıkları hayatın ancak seyredildiği ölçüde değer kazandığının farkındalar.”
“Bakılanla kurulan ilişki aslen bir seyir ilişkisine, sözün kendisi bir vitrine dönüştü. Birçok şeyin gösterildiği için ve göründüğü kadar varolduğu, sergilendiği için ve seyredildiği kadarıyla değer kazandığı bir toplum çıktı ortaya. Epeydir vitrinde yaşıyoruz hepimiz.”
“Bazen insana ancak neyin yanlış olduğunu söylemek düşüyor. Doğrular varlıklarını ancak yanlışlarla birlikte, yanlışların içinde sürdürebiliyor.”
“Bastırılmış olan hiçbir zaman bastırıldığı şey olarak, orada öylece keşfedilmeyi bekleyen saf ve sahici bir içerik olarak, gaspedilmiş payını talep eden saf bir yıkıcı enerji olarak geri dönmez. Tersine geri döndüğü yerin ihtiyaçlarıyla şekillenen, başka biçimler altında hep yeniden inşa edilen, yeni kurgulara olduğu kadar politik manevralara ve kışkırtmalara da açık bir şey olarak geri döner. Bu yüzden de geçmişte bastırılmış olan bugün için daima bir mücadele konusudur. Bir başka deyişle bastırılmış olan me sadece bastırılmıştır ne de tam anlamıyla geri dönmüştür.”
özgürlüklerin en çok kısıtlandığı dönemdi 80’ler, ama insanlar kendilerini belki de ilk kez bu kadar serbest hissedebildiler; kurumların dışında olmanın serbestliğini, tüketme özgürlüğünü, kendilerini bu dünyaya teslim etmemenin hazzını tattılar.
bazen insana ancak neyin yanlış olduğunu söylemek düşüyor. doğrular varlıklarını ancak yanlışlarla birlikte yanlışların içinde sürdürebiliyor.
Konuşan Türkiye konuşurken neden bu kadar kişisel, dolaysız, mesafesiz bir ses tonunu seçti?
Burjuva toplumunda insanın kendi benliğiyle kurduğu ilişki kalıcı bir yabancılaşmadır.
Yeni bir dünyanın umutlarımızdan başka habercisi yok mu?
Sözün geçersiz olduğu, bir simgeye dönüştüğü bir toplum, muhalefeti de kendisi gibi bir jest, bir simge olmaya zorlar.
İşçinin kaderi tüm toplumun kaderidir.
Bakılanla kurulan ilişki aslen seyir ilişkisine, sözün kendisi vitrine dönüştü.
Türkiye’de vitrinler hiç bu kadar zengin, insanların alım güçleri hiç bu kadar düşük olmamıştı.
Türkiye ‘de vitrinler hiç bu kadar zengin, İnsanların alım güçleri hiç bu kadar düşük olmamıştı.
Görüntü, bir imaja dönüşecek kadar birikmiş sermayedir.
Simmel yabancıyı bugün gelip, yarın kalan kişi olarak tanımlamıştı. Turist bugün gelip yarın giden kişiyse eğer, yabancı da bugün gelip yarın gidemeyen, geri dönme imkanı olmayan kişidir.
İşitmeyen ama gören kişi, görmeyen ama işiten kişiden çok daha tedirgindir. Büyük şehir sosyolojisine özgü bir şey var burada. Büyük şehirde insanlar arasındaki ilişkilerin ayırt edici özelliği, gözün kulağa üstünlüğüdür.
Birçok şeyin gösterildiği için ve göründüğü kadarıyla varolduğu, sergilendiği için ve seyredildiği kadarıyla değer kazandığı bir toplum çıktı ortay. Epeydir vitrinde yaşıyoruz hepimiz.
Herkesin hep birlikte her şey olmak istediği,
Bazen insana ancak neyin yanlış olduğunu söylemek düşüyor. Doğrular varlıklarını ancak yanlışlarla birlikte, yanlışların içinde sürdürebiliyor.
birçok şeyin gösterildiği için ve göründüğü kadarıyla varolduğu, sergilendiği için ve seyredildiği kadarıyla değer kazandığı bir toplum çıktı ortaya. epeydir vitrinde yaşıyoruz hepimiz.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı şu cümleyle başlar:Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. Ve devam eder: İçimdeki sıkıntı eridi.
Sözün geçersiz olduğu, bir simgeye dönüştüğü bir toplum, muhalefeti de kendisi gibi bir jest, bir simge olmaya zorlar.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
8 Kasım 1988’de, oğlu idamla yargılanan bir kadın, üzerine benzin dökerek kendini yakmak istedi. Bunun bile bu kadar az ses getirdiği, bu kadar çaresiz kaldığı bir dünyada, sözün fiilin yerini bu kadar kolayca almasına şaşmamak gerek.
Bakılanla kurulan ilişki aslen bir seyir ilişkisine, sözün kendisi bir vitrine dönüştü. Birçok şeyin gösterildiği için ve göründüğü kadarıyla varolduğu, sergilendiği için ve seyredildiği kadarıyla değer kazandığı bir toplum çıktı ortaya. Epeydir vitrinde yaşıyoruz hepimiz.
Emek, eşittir iktidar. Sömürü, eşittir ilkellik.
İnsanlık önüne ancak çözebileceği sorunları koyarmış.
80’lerde festivallerin, hapishaneden yükselen çığlığı bastırmaya yaradığı söylenebilir mi?
Bastırılmış olan hiçbir zaman bastırıldığı şey olarak, orada öylece keşfedilmeyi bekleyen saf ve sahici bir içerik olarak, gaspedilmis payını talep eden saf bir yıkıcı enerji olarak geri dönmez. Tersine geri döndüğü yerin ihtiyaçlarıyla şekillenen, başka biçimler altında hep yeniden inşa edilen, yeni kurgulara olduğu kadar politik manevralara ve kışkırtmalara da açık bir şey olarak geri döner. Bu yüzden de geçmişte bastırılmış olan bugün için daima bir mücadele konusudur. Bir başka deyişle bastırılmış olan ne sadece bastırılmıştır ne de tam anlamıyla geri dönmüştür.
İşitmeyen ama gören kişi, görmeyen ama işiten kişiden çok daha tedirgindir.
Özgürlüklerin en çok kısıtlandığı dönemdi 80’ler, ama insanlar kendilerini belki de ilk kez bu kadar serbest hissedebildiler; kurumların dışında olmanın serbestliğini, tüketme özgürlüğünü, kendilerini dünyaya teslim etmenin hazzını tattılar.
Troçki de Stalinizmi Marksizmin Kanseri olarak adlandırmış, Stalinizmi kolera ve frengiye benzetmiş, işçi hareketinde kızgın demirle dağlanması gereken kanserden söz edebilmişti.
Foccault şu soruyu sormuştu : Cinselliğin saklanan şey olduğu söylenir. Ama ya tersine itiraf edilen şeyse cinsellik?
Artık önemli olan yapıp edilenler, yaşananlar ve hatta hissedilenler değil, onların bir iç dökme söylemi içerisinde nasıl dile getirildiğidir.
İnsanların özel hayatlarını açıklamaya çağrılmaları için, önce onun bir sır olarak tarif edilmiş olması gerekirdi. Cinsellik ancak hayatın karanlıkta kalmış gizli bölgesi olarak tarif edildiğinde, insanlar onu deliğinden çıkarmaya, sözün ışığıyla aydınlatmaya çağrılabilir.
Vitrin, teşhir edilen bir malın emek ürünü olduğunu gizler bakan kişiden.
Vitrinler hep bir bolluğa işaret eder. Ama bu bolluğu mümkün kılan, onu var eden, onun için harcanan, o sırada tükenen yer almaz vitrinde.
Bakılanla kurulan ilişki aslen seyir ilişkisine, sözün kendisi vitrine dönüştü.
Birçok şeyin gösterildiğin için ve gösterildiği kadarıyla var olduğu, sergilendiği için ve seyredildiği kadarıyla değer kazandığı bir toplum çıktı ortaya. Epeydir vitrinde yaşıyoruz hepimiz.
80’lerin egemen söyleminde emek ve sömürü kavramları gözden düşmekle kalmadı, tümüyle yananlamdan, bir çağrışımdan, bir ideolojik yükten ibaret kaldı.
Salon her an bastırabilecek bir misafire karşı daima derli toplu olmalıydı. Bu yüzden ilk salon hayatımızı diken üstünde geçirilmiş bir hayat olarak hatırlıyorum. Kapı zili çalındığında içeriye, evin mahrem bölgelerine doğru kaçışanlar, ortalığın alelacele toplanması, kapının epey gecikilerek açılması, nihayet gelenin kapıcı olduğu anlaşılınca, salonu evin öbür bölümlerinden ayıran uzun koridorda bekleşenlere tehlikenin savuşturulduğunun haber verilmesi vs
o adamın kendisini seviyor ya da kendisine sinir oluyoruz artık.
Neden artık herkes beni sanki ben onun yakınıymışım gibi çağırıyor? Neden artık kimse sınıflardan, rollerden, kurumlardan değil de kişiliklerden; her türlü dıştan arınmış bir içten söz ediyor? Neden her şey ancak ardında bir psikolojik hikâye varsa, senli benli bir dille ifade edilebiliyorsa gerçek kabul ediliyor? Yalnızca yıldızların değil haber sunucularının, köşe yazarlarının, radyo programcılarının da konuşmalarındaki bu sahicilik ısrarı ne? Dahası, bütün bunlardan yakınırken neden kendimizi hep aynı soruyu sorarken buluyoruz: Hangisi sahte, hangisi sahici, hangisi rol yapıyor, hangisi samimi?
Çünkü geri dönen, hiçbir zaman bastırılmış olamn kendisi değildir. Geri dönerken aslında taşıdığı vaadi de tüketmiştir; bize bu kez çıplak bir öfke, bir arsızlık, bir açlık olarak görünür.
İbrahim Tatlıses, sokağın artık adalet değil özgürlük istediği bir dönemin yıldızıydı. Bu yüzden de kitlesi onda, onlarla konuşan bir yabancıyı; kendilerini temsil eden, onların vicdanı olmaya aday birini değil, kendi suretini gördü İbrahim Tatlıses’in, Beni Yılmaz Güney’le karıştırıyorsunuz, demesi boşuna değil.
Bu da ancak bir çilecilikle, bu dünyanın sunabileceği hazlardan feragat ederek, arzunun bu dünyada hiçbir zaman tatmin edilemeyeceğini baştan kabul ederek, hazdansa arzunun kendisini mutlak kılarak, bir bakıma dünyayla aradaki mesafeyi hep koruyarak mümkün olabilirdi. Kısacası o. mutluluğun ve tatminin ertelenmek zorunda olduğu bir dünyanın sesiydi. Orada aşk kadar ihanet de mutlaktı, bu dünyanın reddi de mutlak olmalıydı. Bu iki uç arasında hiçbir geçişkenlik, hiçbir ara konum yoktu. Ben doğarken ölmüşüm , ömür boyu bitmeyen dert ile yoğrulmuşum , bu dünyada dost kalmadı , Tanrım beni baştan yarat gibi dizeler yalnızca bir ânı değil, tüm bir ömrü kuşatan bir çileciliği dile getiriyordu. Onu bugünün dünyasına yabancı, 1970’lerde sol muhalefetin içine doğduğu dünyaya akraba kılan bir özelliği buydu.
İskender Savaşır bir yazısında, Orhan Gencebay’ın dost- düşman, burası-ötesi, yalan-hakikat gibi ikili karşıtlıklar çevresinde örgütlenmiş bir dünyanın içinden konuştuğunu söylemişti. Bu karşıtlıklar daha da çeşitlendirilebilir. Orhan Gencebay’ın şarkılarının hemen hepsi vefa-ihanet, aynlık-kavuşma, hasret-vuslat, boyun eğme-onur, sevgi-nefret, günah-sevap gibi mutlak karşıtlıklara dayanıyordu. Şarkılarında aşk hep bir efendi-köle karşıtlığı olarak vardı; sevilen her zaman ulaşılmaz ve zalim, seven bu zulme katlanandı.Müziği de bu uzlaşmaz karşıtlıkları yansıtıyordu, dramatikti. Sesinin mutlaklığı da, bu karşıtlıkların hiçbir zaman uzlaşamayacağında, arzunun hiçbir zaman tatmin olmayacağında ısrar eden bir sesin mutlaklığıydı.
Yunanlılar normal çocuklardı. Sanatlarından aldığımız tad o sanatın doğduğu olgunlaşmamış toplumsal koşullar bir daha geri gelmeyeceği için böyledir.
Yalçın Küçük, Türkiye’de her hücreye akılcılığın egemen olacağı günlere kadar insan ruhunun doktorluğunu politik bir görev olarak üstlenmiş görünüyor. Küfür Romanlarinm tek bir teması var: Sağlıksız sanat. Jdanov nasıl Ahmatova’nın kilise ile garsoniyer arasında yalpalayan yoz ve düşmüş bir kadın oluşu ya da Genet’nin eşcinselliği ile emperyalizmin çürümüşlüğü arasında kurduğu bağlantıdan bir teori çıkartmaya çalıştıysa, Küçük de Robbe-Grillet, Oğuz Atay ya da Latife Tekin’in sağlıksızlığı ile iltihap dolu tekelci kapitalizm arasında benzer bağlantılar kurar. Ön teşhisini koyar: Şizofreni ve hezeyan. Yine de kesin teşhis için uzmanlara (Prof. Dr. Ayhan Songar, Prof. Rasim Adasal, Prof. Özcan Köknel) başvurur. înşan ister istemez merak ediyor: Yalçın Küçük’ün politikasıyla bu uzmanların tedavi yöntemleri bir araya geldiğinde acaba nasıl bir tedavi çıkardı ortaya?
İtalyan fütüristlerinin önderi şair Marinetti de komünizmi bürokratik kanserin şiddetlenmesi olarak görür, savaşı dünya sağlığını sağlayacak yegâne eylem olarak selamlar.
Onları asmayıp da cezaevlerinde ömür boyu besleyelim mi?
Hiç kimsenin yabancı olmadığı bir kurgudan, herkesin yabancı olduğu, başkalarının ilginçlikten başka bir şey ifade etmediği bir kurguya geçtik.
80’lerin farkı zengin ve yoksul mahallelerini birbirinden tümüyle ayırması olduğu kadar, farklı sınıflardan insanların rastlaşabileceği, ilişki kurabileceği ortak mekânları da hemen hemen tümüyle ortadan kaldırması. Artık yalnızca semtler değil, zengin ve yoksulların alışveriş merkezleri, eğlence yerleri, iş muhitleri de birbirinden ayrışmış durumda.
Türkiye’de vitrinler hiç bu kadar zengin, insanların alım güçleri hiç bu kadar düşük olmamıştı.
Ama acıyı vitrine çıkaranlar, her zaman öteki olmayabilir. Acı çekenlerin kendileri de artık yaşadıklarını seyirlik kılabiliyor.
Simgeler de göçebe bir hayat sürüyor. Bugün çevreci bir hareketin simgesi olabilecek bir caretta caretta, yarın pekâlâ büyük bir turizm şirketinin amblemi de olabilir.
Şehre gelip köye dönme imkânı olmayan, ne köylü ne şehirli olanın müziğidir arabesk. Hapse giren, çıktığında bıraktığı ortama geri dönme imkânı olmayan, hem içeride hem dışarıda olan devrimcinin müziği
Sokağı öldürmeliyiz.
Dalan’la birlikte şehir hiçkimse nin seyri olan bir mekâna dönüşürken, göz de görenin değil görülenin, seyredilenin metaforu oldu. Şehir, Dalan’ın gözlerinin simgelediği bir vitrine dönüştü. Şehirde yaşayanlardan beklenense, ya bu vitrinde değer kazanmayı beklemek, ya da yaşadıktan şehre bir turistin gözünden dışardan bakmak. Gerçi yabancı, eskiden de önemliydi bu toplum için; ama daha çok öykünü­len, ulaşılmaya çalışılan bir model olarak. Bugünün farkı burada: Artık yaranılmaya çalışılan bir bakış, bir turist oldu yabancı.
Çünkü, yaşadıkları hayatın ancak seyredildiği ölçüde değer kazandığının farkındalar
80 sonrasında Türkiye’yi bir sis kapladı; birçok şey görünmez oldu. Sisin örttüğü insanlardı, ilişkilerdi, nesnelerdi. Sis
dağıldığında, her şeyin net birer görüntü haline geldiğini fark
ettik. Bakılanla kurulan ilişki aslen bir seyir ilişkisine, sözün kendisi bir vitrine dönüştü. Birçok şeyin gösterildiği için ve göründüğü kadarıyla varolduğu, sergilendiği için ve seyredildiği kadarıyla değer kazandığı bir toplum çıktı ortaya. Epeydir vitrinde yaşıyoruz hepimiz.
Bastırılmış olan hiçbir zaman bastırıldığı şey olarak, orada öylece keşfedilmeyi bekleyen saf ve sahici bir içerik olarak, gaspedilmiş payını talep eden saf bir yıkıcı eneıji olarak geri dönmez. Tersine geri döndüğü yerin ihtiyaçlarıyla şekillenen, başka biçimler altında hep yeniden inşa edilen, yeni kurgulara olduğu kadar politik manevralara ve kışkırtmalara da açık bir şey olarak geri döner. Bu yüzden de geçmişte bastırılmış olan bugün için daima bir mücadele konusudur. Bir başka deyişle bastırılmış olan ne sadece bastırılmıştır ne de tam anlamıyla geri dönmüştür.
Varlığın ve imkanların dünyasıyla yokluğun ve imkansızlığın dünyasını, birbirine temas etmeyecek, birbirine geçişi olmayan iki kampa ayırdı. Şimdi sormak gerekiyor: Birincisinin imkanlarını, ikincisinin isyanına tercüme edecek bir güç yeniden uyanacak mı?
Vitrinler, hep bir bolluğa işaret eder. Ama bu bolluğu mümkün kılan, onu vareden, onun için harcanan, o sırada tü­kenen yer almaz vitrinde. Vitrin, teşhir ettiği malın bir emek ürünü olduğunu gizler bakan kişiden. Nasıl piyasa farklı emek biçimlerini eşitler ve malları soyut bir değişim değerine indirgerse, toplum vitrine dönüştüğünde de bütün yaşantılar, yitirilen fırsatlar ve sarfedilen emek bir imajdan ibaret kalır.
Bazen insana ancak neyin yanlış olduğunu söylemek düşüyor. Doğrular varlıklarını ancak yanlışlarla birlikte, yanlışların içinde sürdürebiliyor.
Türkiye’de vitrinler hiç bu kadar zengin, insanların alım güçleri de hiç bu kadar düşük olmamıştı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir