İçeriğe geç

Uygarlıkların Batışı Kitap Alıntıları – Amin Maalouf

Amin Maalouf kitaplarından Uygarlıkların Batışı kitap alıntıları sizlerle…

Uygarlıkların Batışı Kitap Alıntıları

Çünkü çağımızda umutsuzluk; denizleri, duvarları, tüm somut veya zihinsel sınırları aşarak yayılıyor ve önüne set çekmek kolay değil.
Kaderin beni yıkılmaya mâhkum bir evde doğmaya mecbur ettiğine inanmak istemiyordum.
Vietnam’da, savaş Nisan 1975’te sona ermişti. Ülkenin o ana dek ABD tarafından desteklenen ayrı bir cumhuriyet halindeki güney kısmı, kendilerine Ulusal Kurtuluş Cephesi diyen ama Ame­ rikalılar tarafından Vietkong diye anılan yerel komünist hareketin desteğiyle kuzeyden gelen kuvvetler tarafından
ele geçirilmişti .
nihai muharebeye tanıklık etmek için Saygon’a gitmiştim. Sona yaklaşıldığını biliyordum, ancak işlerin o kadar da hızlı ge­ lişeceğini tahmin etmemiştim. Oraya vardığım gün, 26 Mart’ta komünist birlikler eski imparatorluk başkenti Hue’yi almışlardı; bir hafta sonra ise yedi yüz kilometre güneydeki Saygon civarına gelmişlerdi. İlerlemelerinin sonuna dek süreceği aşikardı. Güney’in başkentinde hiçbir direniş isteği fark etmedim. Daha çok kabullenmişlik, hatta kaçan kurtulur havası egemendi. Gel­ mekte olan rejimin katılığından ürken herkes, umutsuzca ülkeden ayrılmanın çaresini arıyordu.
Saygon 30 Nisan’da düştü. O devri yaşamış olanlar, Amerikan elçiliğine sığınan sivillerin ve askerlerin kaçmak için son helikop­ terlere asılmaya çalıştıkları dokunaklı sahneleri unutmamışlardır. Kaçanlardan ziyade kurtarıcıları küçük düşüren görüntülerdi bun­lar.
Neyse ki halkların bozgunlarını aşıp haysiyetlerini geri kazanmak için sahip oldukları tek çare, silahlarla öç almak değildir.

Örneğin II. Dünya Savaşı’nın mağluplarına, özellikle de Almanya ile Japonya’ya bakacak olursak, 1945’ten sonra o müthiş askeri güçlerini yeniden oluşturmaktan vazgeçtiklerini, hatta ulusal gururlarıyla her türlü savaş şanı arasına mesafe koymaya gayret ettiklerini, ağırlığı endüstriyel kalkınma ve refah arayışına vermeyi tercih ettiklerini görürüz. Gerçekten de ekonomik alanda elde ettikleri mucizevi başarılar onları yirmi yıl içinde dünya uluslarının en ön sırasına fırlatmış, bazen onları yenenleri bile kıskandırmıştır.
Büyük bir tarihsel sınavla yüzleşme biçimleri konusunda bir diğer anlamlı örnek Güney Kore’dir. Bu ülke XX. yüzyılın ortasından beri çok travmatik bir durum yaşamaktadır; yarımadanın kuzeyi en yıkıcı silahları geliştirmiş ve yoluna çıkacaklara, özellikle de Güney Kore’ye karşı bunları kullanma tehditleri savurup duran tuhaf bir komünist hanedanın hâkimiyetindedir.
Eğer Güney Kore son otuz kırk yıl boyunca sürekli bir paranoya içinde yaşayıp, kalıcı bir sıkıyönetim altında baskıcı askeri bir rejimi iktidarda tutup tüm kaynaklarını ufukta görülen büyük savaşa ayırsaydı, kimse onu suçlayamazdı. Ama bunu yapmadı. Bir antikomunist diktatörlük döneminden sonra, seksenli yıllardan itibaren kararlı bir şekilde çoğulcu ve liberal demokrasi yoluna girdi; mutlak önceliği eğitim kalitesine verdi, bu sayede bugün gezegenin en iyi eğitilmiş nüfuslarından birine sahip oldu; ayrıca ekonomisini geliştirmeye ve yıldan yıla yurttaşlarının yaşam seviyesini yükseltmeye uğraştı.
Bugünün Koresi’ne baktığımda, gençliğimin atlaslarında Üçüncü Dünya’nın parçası olduğuna, hatta o zamanki sıralamalarda, daha sonra yarış içinde zarifçe “sollamayı” bildiği Meksika, Arjantin, İspanya, Türkiye, İran, Irak ve Lübnan, Suriye ya da Mısır gibi onlarca ülkenin gerisinde -çoğunun epey gerisinde yer aldığına inanmakta güçlük çekiyorum. Hele Mısır ile kıyaslama oldukça öğretici. 1966’da, o dönemin dolarıyla, kişi başına gelir Kore’de 130 dolar iken Mısır’da 164 dolardı. Elli yıl sonra rakamlar kabaca Güney Kore için 30.000 dolar, Mısır için 2.500 dolar. İki ülke artık “boksta” aynı sıklette değillerdi.

özel baskı çok büyük harflerle savaşın başladığını ve İsrail hava kuvvetlerinin imha edildiğini duyuruyordu.
Evet, İsrail hava kuvvetlerinin. Bütün gazeteler, Kahire ve Şam kaynaklı askeri bildirilere dayanarak aynı şeyi söylüyorlardı. O sırada Arap hava kuvvetlerinin filoları çoktan yerde imha edilmişti ama bu bilinmiyor ve tam tersi söyleniyordu. Yayınları hoparlörlerden bangir bangir verilen Arap radyoları, İsrail’in “tuzağa düştüğünü” duyuruyor ve düşürülmüş uçak sayılarını veriyorlardı. Sonradan öğrenciler öfke ve utançtan ağlayacaklardı; o sırada hepsi İsrail’in elinde kaç uçak kalmış olabileceğini hesaplamakla meşguldü.
Amerikalı filozof William James bir gün üniversite öğrencilerine verdiği konferansta çok yerinde bir soru sormuştu: Mademki savaş dönemleri duyguları seferber ediyor ve her insanın sunabileceği en iyi şeyleri –arkadaşlık, yardımlaşma, gayret, fedakârlık-sunmasını sağlıyor, uyuşukluktan ve vurdumduymazlıktan sıyrılmak için,bazılarını yaptığı gibi, “iyi bir savaş” mı istemek lazım? Sorunun cevabı, toplumlarımızın bağrında “savaşın manevi bir muadili”ni icat etmek gerektiğiydi; yani erdemlere seslenecek, aynı duyguları harekete geçirecek ama savaşların yol açtığı vahşete yol açmayacak barışçı kavgalar bulmalıyız
“İnsanlar özgürlük ile mutluluk arasında seçim yapmak zorundaydı ve büyük çoğunluk mutluluğu seçiyordu.”
“Giderek mükemmelleşen, bize gücümüzün her şeye yettiği ve zengin olduğumuz duygusunu veren cihazlara sahibiz. Ama bunlar adli kontrol şartıyla serbest bırakılmış hükümlülerin elektronik bileziklerine veya boynumuzda taşıdığımız ama diğer ucunun kimin elinde olduğunu dert etmediğimiz tasmalara benziyorlar.”
“…delinmiş bir haznedeki yağ gibi, özgürlüğümüz damla damla akıp gidiyor ve biz bunu dert etmiyoruz.”
Nasıl ki en iyi perdahlanmış demir bile paslanmaya uzak değilse, en medeni imparatorluklar da her zaman barbarlığa aynı ölçüde yakın olacaktır; metaller gibi milletlerin de sadece dış yüzeyleri parlar.

Antoine DE RIVAROL (1753-1801) De la philosophie moderne

“… kimlik kaynaklı çalkantıların hüküm sürdüğü bir dünyada, herkes bir başkasının, bazen de tüm tarafların gözünde kaçınılmaz olarak hain haline geliyor. Her azınlık mensubu, her göçmen, her kozmopolit kişi, her çifte vatandaş potansiyel “hain” oluyor.”
“ Günümüz insanlığının ayırt edici özelliği, çok geniş kümeler içinde bir araya gelme eğiliminin aksine, çoğunlukla şiddet ve hırçınlık içinde parçalanmaya, hizipleşmeye yöneliştir.”
“ No siempre lo peor es cierto.
En beteri nedir, bilinmez.”
“Komünizm ve kapitalizm, tüm yeryüzünde amansızca savaşmaya devam edeceklerine, birbirlerine adım adım yaklaşsalar ve -komünizm özgürlük ve demokrasi konularında daha düzenli davranarak, kapitalizm de sosyal adalet dozajını arttırarak – bir senteze ulaşmayı başarsalar nasıl olurdu? O zaman tüm insanlığı yok etme tehdidini barındıran bu bloklar arası tüketici çatışmanın sonu gelmez miydi ?”
Tek rehberim kalbimdir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
“Nasıl ki gelecek olgunlaşır geçmişte,
Geçmiş de çürür geleceğin içinde-
Dökülür yapraklar, hazan şenliği.”
“Bozgun bazen bir fırsattır, Araplar fırsatı yakalamayı bilemedi. Zafer bazen bir tuzaktır, İsrailliler tuzaktan kaçınmayı bilemedi.”
“Bir felaket gerçekten cereyan ettiğinde, aslında kaçınılabilir olduğu asla ispat edilemez. İnsan buna bizzat ikna olsa bile…”
“… çünkü çağımızda umutsuzluk; denizleri, duvarları, tüm somut veya zihinsel sınırları aşarak yayılıyor ve önüne set çekmek kolay değil.”
“Bir insan yaşamını sona erdirmeye karar verdiğinde, niçin bu kadar aşırı bir noktaya geldiğinden başka bir şey sorulamaz. Nedenler bir intihardan diğerine hiçbir zaman aynı olmasa da, genellikle ortak bir sebep mevcuttur: Umut yokluğu, hayatı değerli kılan şeyi- sağlık, servet, itibar veya sevilen insan- bir daha geri gelmeyecek şekilde kaybetmiş olma duygusu.”
“Nasıl ki en iyi perdahlanmış demir bile paslanmaya uzak değilse, en medeni imparotorluklar da her zaman barbarlığa aynı ölçüde yakın olacaktır; metaller gibi milletlerin de sadece dış yüzeyleri parlar.”
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
“Azınlıklar çoğunlukla tozlayıcıdır(polen taşıyıcı). Dolanıp dururlar, fırıl fırıl dönerler, çiçek özü toplarlar; bütün bunlar, haklarında menfaatçi, hatta asalak imajı uyanmasına neden olur. Ama ne kadar faydalı olduklarının farkına ancak yok olduklarında varılır.”
“Komünist ütopya okyanus çukurlarına gömülürken, kapitalizmin zaferine eşitsizliklerin edepsizce zincirlerinden boşanması eşlik ediyor.”
“… Washington’a bakarken de bir batış imgesi akla gelmiyor mu ? Potomac nehrinde kazadan kurtulanları taşıyan sallara rastlanmıyor; ama bir anlamda, insanlık gemisinin kaptan köşkü sular altında kalmış, tüm insanlık batıyor.”
“Ölçü güllerin belleğiyse bir bahçıvanın öldüğü asla görülmemiştir.”
Bir bağlam söz konusuydu. Sanki yeni bir mevsim giderek olgunlaşmıştı ve o mevsimin çiçekleri aynı anda bin bir yerde birden açıyordu. Veya zamanın ruhu bize bir devrin bitip bir diğerinin başladığına işaret ediyordu.
Nasıl ki gelecek olgunlaşır geçmişte,
Geçmiş de çürür geleceğin içinde
ANNA AHMATOVA
İnsanlar etnik veya dinsel aidiyetlerine gönderme yapmaksızın yurttaşlık haklarını kullanamaz hale geldiklerinde, ulus bütünüyle barbarlık yoluna girmiş demektir.
Nasıl ki en iyi perdahlanmış demir bile paslanmaya uzak değilse, en medeni imparatorluklar da her zaman barbarlığa aynı ölçüde yakın olacaktır; metaller gibi milletlerin de sadece dış yüzeyi parlar.
Yasak olmayan her şey mecburi*
İçimden, benzerlerimiz hiç bu kadar benzerimiz olmamışlardı, demek geliyor.
Daha temel bir endişeye, bilimin saptırılması, ideallerin bozulması ve insanlığın kendisini özgürleştireceği varsayılan şey tarafından köleleştirilmesi endişesine sahipti.
Parasal açıdan kazançlı işlere toplumsal açıdan yararlı işlerden daha çok değer verildiğinde, bunun yıkıcı sonuçlarını engellemek imkansızlaşır.
Atalarımın uygarlığına hep çok bağlılık duydum, yeniden doğmasını, gelişmesini, zenginleşmesini, ışıltısına, büyüklüğüne, cömertliğine, yaratıcılığına kavuşup tüm insanlığın bir kez daha gözlerini kamaştırmasını umutla bekledim. Ömrümün günbatımında onun güzergahını sıkıntı, hüzün, başıboş sürüklenme, felaket, gerileme, batma, yok olma gibi kelimelerle betimleyeceğim asla aklıma gelmezdi.
En medeni imparatorluklar da her zaman barbarlığa aynı ölçüde yakın olacaktır; Metaller gibi milletlerin de sadece dış yüzeyleri parlar.
Sanki hep birlikte çok şiddetli zihinsel bir depreme maruz kaldık
Çeşitli nüfus topluluklarının böylesine yan yana yaşadıkları, sayısız elde bu kadar çok sayıda imha gücü yüksek silahın bulunduğu bir dünyada, herkesin tutkuları ve aç gözlülükleri serbest bırakılamaz. Herhangi bir kolektif hayatta kalma içgüdüsü sayesinde tehlikelerin kendiliklerinden bertaraf edileceği düşünülüyorsa, bu iyimserlik ve geleceğe inanmak değil, inkârcılık, körlük ve sorumsuzluktur.
Geleceğin yolları pusularla doluysa, takınılacak en berbat tavır, her şey çok güzel olacak diye mırıldana mırıldana gözü kapalı ilerlemek olacaktır.
Bugün yaşayanların ve onların çocuklarının, torunlarının, bunun için bazı özgürlükleri ve bazı değerleri askıya almak gerekse bile yüksek duvarlı, etkili bir şekilde korunan bir kalede yaşamak daha iyidir diyecek seslere daha duyarlı olacaklarından korkuyorum.
Eğer yarın kentlerimiz konvansiyonel olmayan- biyolojik,kimyasal veya nükleer- silahların da kullanıldığı kitlesel saldırılara maruz kalırsa çağdaşlarımızın nasıl bir tavır takılacaklarını hayal etmeyi göze alamıyorum.
Koruyucu makamlara güvenme eğilimindeyiz ve bazen abarttıklarında, hafifletici nedenler buluyoruz.
İnsan toplumlarının, ne kadar ileri olurlarsa olsun en eski devirlerden beri, inşa ettikleri her şeyi tehlikeye atabilecek bir çarka kendilerini kaptırma riski mevcuttur.
Giderek mükemmelleşen, bize gücümüzün her şeye yettiği ve zengin olduğumuz duygusunu veren cihazlara sahibiz. Ama bunlar adli kontrol şartı ile serbest bırakılmış hükümlülerin elektronik bileziklerine veya boynumuzda taşıdığımız ama diğer ucunun kimin elinde olduğunu dert etmediğimiz tasmalara benziyorlar.
Delinmiş bir haznedeki yağ gibi, özgürlüğümüz damla damla akıp gidiyor ve biz bunu dert etmiyoruz. Her şey normal görünüyor.
Terörizm ile vergi kaçakçılığının bir ilgisi var mı ? Hiçbir ilgisi yok. Sadece şu var: Denetleme için uygun teknolojiye ve iyi bir bahaneye sahip olunduğunda denetleme yapılır.
Türdeşlik pahalı ve zalim bir hayaldir. Ona erişmek için yüksek bedeller ödenir ve şayet erişilirse ödenmesi gereken bedel daha da artar.
Her türlü küresel yönetişime düşman olanlar, iklimsel bozulmanın gerçekliğini ve bu felaketlerde insan faaliyetlerinin sorumluluğunu şüphe ile karşılayan görüşleri öne çıkarma eğilimi gösterecektir. Buna karşılık, uluslararası mercilere güvenenler tehlike konusunda en uyarıcı rakamlara inanma eğiliminde olacaktır.
Günümüz insanlığının ayırt edici özelliği, çok geniş kümeler içinde bir araya gelme eğiliminin aksine, çoğunlukla şiddet ve hırçınlık içinde parçalanmaya, hizipleşmeye yöneliştir.
Radikal görünerek radikalleri susturacağını düşünmek bir yanılgıdır.
Anti-komünizim adına Müslüman dünyanın seçkinlerine karşı işlenen suçlar söz konusu olduğunda bilinçler uyuşuvermektedir.
Tarihler, kişiler, tutkular ve efsaneler ormanında kaybolmak istemiyorsak, bazen budama bıçağıyla vura vura bir yol açmak gerekebilir.
Ayrıca silkinip toparlanmanın hâlâ mümkün olduğuna eminim. İnsanlığın bugüne kadar inşa ettiği her şeyin yok oluşuna uslu uslu boyun eğeceğine inanmam zor.
Geleceğin yolları pusularla doluysa, takınılacak en berbat tavır, her şey çok güzel olacak diye mırıldana mırıldana gözü kapalı ilerlemek olacaktır.
Örneğin kimlik söylemlerinde sürekli bahsedilen dinsel aidiyet, dindaşların zihnine net bir “biz” ve “ötekiler” ayrımı yerleştirmek konusunda ürkütücü biçimde sonuç alıcıdır. Ama yakından bakıldığında, müminler arasında bile nadiren bir kenetlenme etkeni oluşturur.
…yani hiçbir insanın renginden, dinden, dilinden, milliyetinden, cinsel kimliği veya toplumsal kökeninden dolayı ayrımcılığa uğramayacağı bir dünyaya inananları korudum.
“Artık yasak olmayan her şey mecburi!” Bana otoriterliğin mükemmel bir tanımı olarak gelen bu cümleyi hiç unutmadım.
Ölçü güllerin belleğiyse, bir bahçıvanın öldüğü asla görülmemiştir.
Nasıl ki düşmanın tek bir muharebeyi bile kaybetmeye tahammülü yoksa, biz de artık kaybetmeyi göze alamayız. Düşman sırtını denize vererek savaşıyor, biz ise sırtımızı hiçliğe vererek savaşıyoruz.
Azınlıkların ayrımcılığa ve baskıya maruz kaldıkları bir toplumda her şey çürür ve bozulur.
Sonunda o küçük ülkenin duvarları, güzelim çatısından temellerine kadar çatlamaya başladı.
Hatta içimden açık açık şunu yazmak geçiyor: Arap umutsuzluğu 5 Haziran 1967’de doğdu.
Balçıktan yapılmışsam
Tekmil dünya yurdumdur benim
Tekmil mahlûkat da yakınlarım.

//Ebu’s-Salt Ümeyye b. el-Endülüsî

Eskiden Araplarfan nefret edenlerin yabancı düşmanlığından ve sömürgecilik özleminden şüphe edilirdi; bugün ise herkes modernite, laiklik, ifade özgürlüğü veya kadın hakları adına hiç vicdan azabı çekmeden onlardan nefret etme hakkını buluyor kendinde.
Nasıl ki en iyi perdahlanmış demir bile paslanmaya uzak değilse, en medeni imparatorluklar da her zaman barbarlığa aynı ölçüde yakın olacaktır; metaller gibi milletlerin de sadece dış yüzeyleri parlar.
// Antonio DE RIVAROL
Bu bölgede ağır ve daha önce hiç görülmemiş bir şeyler cereyan etti, bu da dünyamızın düzeninin bozulmasına ve izlemesi gereken yoldan sapmasına katkı yaptı. Sanki hep birlikte çok şiddetli zihinsel bir depreme maruz kaldık.
Çoğunlukla, değerlerine ihanet eden bir ülke aynı zamanda çıkarkarına da ihanet eder.
Hiç kimsenin isteyerek tetiklemediği bir çark dönüyor ve hepimiz uygarlıklarımızı yok edebilecek bu çarka doğru zorla sürükleniyoruz, konu bu.
Ama bu asrın kahredici çelişkisi de bu zaten: Tarihte ilk kez insan türünü başındaki her türlü felaketten kurtarıp bir özgürlük, kusursuz ilerleme, gezegen dayanışması ve paylaşılan refah çağına dinginlik içinde götürmenin araçlarına sahibiz; ama son sürat zıt istikamette ilerliyoruz.
Bir edebi eserde en önemli şeyin yazarın bize aktarmak istediği ileti değil her okuyucunun kendi bulabileceği entelektüel ve duygusal gıda olduğunu anladığım gün, 1984 ile barıştım. Bu romanı yetişkinliğinde tekrar okuduğumda şunun farkına vardım: insan toplumlarının ne kadar ileri olurlarsa olsun, en eski devirlerden beri, inşa ettikleri her şeyi tehlikeye atabilecek bir çarka kendini kaptırma riski mevcuttur.
Kimi zaman yüce gönüllü bir davranış bir ustalık, alçaklık ise beceriksizliktir. Bizim sinik dünyamız bunu kabullenmese de tarih bu yönde örneklerle doludur. Çoğunlukla, değerlerine ihanet eden bir ülke aynı zamanda çıkarlarına da ihanet eder.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir