İçeriğe geç

Uygarlık Tarihi Kitap Alıntıları – Server Tanilli

Server Tanilli kitaplarından Uygarlık Tarihi kitap alıntıları sizlerle…

Uygarlık Tarihi Kitap Alıntıları

Resim, odaları süslemek için yapılmamıştır. Resim, düşmana karşı bir saldırıda ve savunmada kullanılması gereken bir savaş silahıdır.
Picasso
Batı uygarlığı demokrasiyi, parlamentarizm ve çok partili bir rejim biçiminde anlar ve uygulamaya çalışırken sosyalist uygarlık onu, işçi sınıfının ülkülerine hizmet eden tek partili bir rejim biçiminde anlamakta ve uygulamaya çalışmakta.
Bir ülke düşünülsün ki, bilim adamları yazdıkları ya da çevirdikleri kitaplardan ötürü, ağır hapis cezası istemiyle mahkemeye verilirler.
Böyle bir ülkede bilim gelişebilir mi?
Korktukları ne sosyalizmdir bugün, ne de komünizm.
Korktukları demokrasidir!
Yığınların susturulduğu, demokratikleşmenin askıya alındığı bir düzende, etkin bir kalkınma umudu ıssız bir çöle dönüşmektedir.
    Devrimini gerçekleştiremeyen sınıf görgüsüzdür.
    Kabaca üç sınıf, yeryüzü tarihinde geçmişten geleceğe egemenliklerini kurmuş, toplumların yaşamına damgasını vurmuştur. Eskilerde aristokrasi, büyük toprak sahibi…Sonra burjuva, fabrika sahibi…Ve proletarya, emek sahibi…
    Tarihte tarımdan endüstriye geçişin öncülüğünü yapan burjuvazi, yapısı ve yaratıcı özelliğini İngiltere ve Fransa’dan başlayarak Batı’da ispatladı. Bilim adamları, mucitleri, gezginleri, ressamları, romancıları, ozanları, müzisyenleri ve her şeyiyle yeni bir yaşam biçiminin haritasını çizdi dünyaya…Batı dediğimiz zaman, temelde burjuva devrimlerinin yapısal ve biçimsel dünyasını anlıyoruz.
     Ve şimdi kendi içinde fışkıran bir yeni gücün ve bir yeni devrimin sancılarıyla kıvranıyor bu dünya… Fabrika uygarlığının ürettiği proletarya yığınları sendikaların, üniversitelerin, siyasal partilerin örgütlenmesinde gümbür gümbür gelişiyor. Çağımızın yaratıcı gücü, alın teri felsefesinin kaynağı, kendine özgü yeni bir dünyanın koşullarını için için hazırlıyor bilim adamlarıyla, ressamlarıyla, romancılarıyla, ozanlarıyla, sosyologlarıyla, ekonomistleriyle… Yarınların dünyası, emekçilerin dünyasıdır kuşkusuz. Batıda burjuvazi proletaryanın gücünü, fikrini, sanatını benimsemiş; toplum yaşamında yeni bir sentezin aranışını insan haklarının ve özgürlüklerinin gereği saymıştır.
     Bir de bizimki gibi, daha burjuva devrimlerini gerçekleştirememiş ülkeler var.
     Batı burjuva sınıfına özenen mukallit çevrelerin, köksüz, düşüncesiz, edebiyatsız, sanatsız, bilimsiz, resimsiz, müziksiz, heykelsiz; ama parasal görgüsüzlüğü, bu ülkelerin apartman yığınlarından konaklarına, zengin salonlarından sözde üniversitelerine dek her yanı sarmış, bilim ve sanat düşmanlığını yaşanan toplumun hayat biçimi olarak benimsemiştir.
     Ticaret odalarına kiralanmış maskeli balo profesörleri, mütevelli heyetlerine sokulmuş sahte bilim adamları, ucuz alıp, pahalıya satmak üzerine kazıkçı işadamları, yurdun emekçisine düşman kurulu-düzen koruyucuları, yeryüzündeki tüm ileri eylemlere ve insanlığın yaratıcı bütün yeniliklerine kapalı kalmaktan kokuşmuş bir anlayış içinde, banknot saltanatı üzerine kurulmuş yozlaşmış bir düzenin çürük kokuları…
     Bir herif-i naşerif düşünün ki, Anadolu’daki Amerikan kasalarından İsviçre’deki Siyonist bankalarına dek her yerde sağdan bol sıfırlı hesapları bulunsun, ama hayatı boyunca banknotun yeşili gibi öğürmekle geçsin gündüz ve gece… Kendisine birazcık yakınlaşıp;
     -Gel kardeşim, şu güzelim evrende yaşamak, hayatın tadını damağında duymak için bir şeyler yap…
     -Ne yapalım?
     -Al Aziz Nesin’in, Yaşar Kemal’in, Orhan Kemal’in romanlarını, bir kitaplık kur evinde…
     -Allah göstermesin, hepsi komünist!…
     -Ruhi’nin plaklarını al, türkülerini dinle…
     -Şeytan görsün yüzünü…
     -Ulan herif! Duvarına birkaç güzel resim as. Abidin, Avni, Cihat, Selim; bizim ressamlarımız bunlar…
     -Boş ver, kimini sürdüm, kimini vatandaşlıktan attım, kimini defterden sildim…
     -Nazım’ı oku be!… Türk dilinin büyük ozanını tanı! Dilini sevmeyen insan yurdunu sevmez ve yaşamın tadıdır şiir okumak…
     -Nazım mı? Düşmanım o benim…Mezardan çıksa yine gömerim ellerimle…
      Duvarında ressamı, dilinde şiiri, kitaplığında romancısı, üniversitelerinde bilim adamı bulunmayan bir görgüsüz sınıf… Hilton’da düğün yapıp, göbekçinin külotuna banknot sokuşturmaktan başka keyfi olmayan, kasaba hovardalığıyla play-boy mukallitliğinde ömür tüketen; çarpık, zevksiz, renksiz, utanç verici bir sınıf Türkiye’nin yazgısına egemen bugün…
      Evet, devrimin gerçekleştiremeyen sınıf görgüsüzdür ve Türkiye’nin yarını, mazlum uyanışı, emekçi yığınların iktidarı ve alın teri ülküsünün yükselmesiyle kurtulacaktır. Görgüsüzlüğün çirkinliğinden gerçeğin güzelliğine yöneleceğiz o zaman…
Devrimini gerçekleştiremeyen sınıf görgüsüzdür.
Emparyalizmle iş birliği içinde, Türkiye’yi doğasıyla ve insanıyla yağmalamak bir varlık nedenidir onlar için.
Güçlüsün, dirençlisin, bunu söyleyeceğim,
yapışırsın boğazlarına, kırarsın kafalarını
seni diri diri yakmak isteyenlerin
Sevgi, bilgiden doğar; nefret, bilgisizlikten
Yığınların susturulduğu, demokratikleşmenin askıya alındığı bir düzende, etkin bir kalkınma umudu ıssız bir çöle dönüşür.
Dünya’nın hiçbir yerinde, insan serüvenini bu denli temsil eden bir toprak bulunamaz: Savaş toprağı, istila toprağı, karşılaşma toprağı ve bazen hatta kıyım toprağı Ama aynı zamanda da birlikte yaşama, sentez ve ahenkli anlaşma toprağı.
Paranın böylesine güçlü oluşu, demokratik sistemimizin en büyük ayıplarından biridir.
Aklın kurallarına uyarak barbar diyebiliriz yamyamlara ama bize benzemiyorlar diye barbar diyemeyiz.
Batıcılık, başı sonu belli olmayan anlamsız bir kelimedir.
İslamcılık gibi, Osmanlıcılık gibi, Türkçülük gibi
Gençlik bunalıyor dedikleri zaman, bunalımın toplumun kirli havasından ileri geldiğini itiraf etmeliyiz. Adaletsizlik ve erdemsizlik bizim toplumun yaşamına ağır bir sis gibi çökmüştür. Bazı ciğerler bu zifiri teneffüs etmeye alışmış olabilirler, gençliğin körpe ve temiz ciğerlerinden aynı alışkanlığı bekleyemeyiz.
İlhan Selçuk, Yeni Krallar Yeni Soytarılar 1974
Demokratik hak ve özgürlükler, hiçbir zaman, egemen sınıfların bir ihsanı olmadı. Demokratik hak ve özgürlükler, yerleşmiş oldukları her yerde, uzun süreli mücadelelerle, emekçi kitlelerin inançlı, kararlı ve örgütlü çabalarıyla kazanıldı.
Duvarında ressamı, dilinde şairi, kitaplığında romancısı, üniversitelerinde bilim adamı bulunmayan bir görgüsüz sınıf Hilton’da düğün yapıp, dansözün külotuna para sokuşturmaktan başka zevki olmayan, kasaba hovardalığıyla playboy taklitçiliğinde ömür tüketen; çarpık, zevksiz, renksiz, utanç verici bir sınıf Türkiye’nin yazgısına egemen bugün.
İlhan Selçuk Görgüsüz Sınıf , Cumhuriyet 1 Mart 1975
Tarihsel gelişimin belli bir döneminde iktidara geçen ve onu elden bırakmamak için örgütlenen, toplumda kilit noktaları ele geçiren bir burjuva sınıfından, ayrıcalıklarını kendiliğinden bırakmasını istemek, boş bir hayal arkasından koşmak olur. O yüzdendir ki, işçi sınıfı, zora başvurmadan iktidarı ele geçiremez.
Çağdaş yazarlardan pek azının eserleri bu büyük Alman şairin, bu dahi dram yazarınınki kadar barış düşüncesiyle dolmuş, barışa hizmetin gerekliliğini belirtmiştir. Brecht, insanlık davasının, iyilik için, gelecek için, yaşamak için savaşan basit insanın davasının neferi olmuştur.
İsa, Tanrı’nın evreni kavrayan babalığı adına, neye karşı çıkıyor ve ne getiriyordu? Ne idi İsa’ nın ihtilalciliği?
– Önce, zamanının dar milliyet inancına karşı çıkıyordu İsa. Tanrı saltanatında ayrıcalıklı ırk, ayrıcalıklı insanlar yoktu. Bütün insanlar kardeş ve birbirine eşittirler.
– Zamanının dar aile bağlarına karşı çıkıyordu. Tanrı saltanatı İsa’nın arkasından gidenlerden oluşacak büyük bir aile topluluğu olacaktı.
– Zamanının iktisadi düzenine, zenginliğine ve kişisel ayrıcalıklara karşı çıkıyordu.
– Son olarak İsa, yerleşik dine bağlı kimselerin çıkarlara dayanan sahte dürüstlüklerine de tahammül edemiyordu.
Özetle İsa’nın vaat ettiği göz kamaştırıcı ülkede, ne mülkiyet, ne ayrıcalık, ne gurur ne de üstlük-altlık olacaktı. Sevgiden başka ödül bulunmayacaktı orada!
. Ve çarmıha gerdiler, adet yerini bulsun diye yargılamayı da unutmadılar doğallıkla!
Roma İmparatoru’na vergi verip vermemekte duraksayanlara karşı, İsa’nın verdiği yanıt ünlüdür:
Sezar’ınkini Sezar’a, Tanrı’nınkini de Tanrı’ ya!
Milli bağımsızlığa inanmak, laik olmak ve demokrat olmak. Bunlardan birinin eksik olduğu bir kafa çağdaş değildir, giderek uygar değildir.
1789’da, burjuvaziye karşı soyluları, onların düzenini – yani feodaliteyi- tutmak çağdışı idi.
Peki, ya bugün, emekçilere karşı burjuvaziyi tutmak? Sosyalizme karşı kapitalizmi, milli bağımsızlığa karşı emperyalizmi, laikliğe karşı ümmetçiliği, demokrasiye karşı diktatörlüğü, giderek faşizmi tutmak?
Avrupa uygarlığı, daha yaygın bir terim olarak Batı Uygarlığı, Avrupa’da tarihin belli bir döneminde ortaya çıkıp gelişmesini yapmış belli bir sosyal sınıfın, burjuva sınıfının uygarlığı dır. İşin gerçeği bu!
Soyluluğun miras yoluyla geçmesi, dinsel bağnazlık, ırkçı düşünceler gibi ortaçağ kavramlarına karşı çıkarken, açgözlülüğü, altın hırsınıda sergiler.
Bir herif-i naşerif düşünün ki, Anadolu’daki Amerikan kasalarından İsviçre’deki Siyonist bankalarına dek her yerde sağdan bol sıfırlı hesapları bulunsun, ama hayatı banknotun yeşili gibi öğürmekle geçsin gündüz ve gece Kendisine birazcık yakınlaşıp;
– Gel kardeşim, şu güzelim evrende yaşamak, hayatın tadını damağında duymak için bir şeyler yap
– Ne yapalım?
– Al Aziz Nesin’in, Yaşar Kemal’in, Orhan Kemal’in romanlarını, bir kitaplık kur evinde
– Allah göstermesin, hepsi komünist!..
– Ruhi’nin plaklarını al, türkülerini dinle
– Şeytan görsün yüzünü
– Ulan herif! Duvarına birkaç güzel resim as. Abidin, Avni, Cihat, Selim; bizim ressamlarımız bunlar
– Boş ver, kimini sürdüm, kimini vatandaşlıktan attım, kimini defterden sildim
– Nâzım’ı oku be!.. Türk dilinin büyük ozanını tanı! Dilini sevmeyen insan yurdunu sevemez ve yaşamın tadıdır şiir okumak
– Nâzım mı? Düşmanım benim o Mezardan çıksa yine gömerim ellerimle
Duvarında ressamı, dilinde şiiri, kitaplığında romancısı, üniversitelerinde bilim adamı bulunmayan bir görgüsüz sınıf Hilton’da düğün yapıp, göbekçinin külotuna banknot sokuşturmaktan başka zevki olmayan, kasaba hovardalığıyla play-boy mukallitliğinde ömür tüketen; çarpık, zevksiz, renksiz, utanç verici bir sınıf Türkiye’nin yazgısına egemen bugün
II. Dünya Savaşı’ndan sonra, dünya tekelci kapitalizminin silahlı gücünü NATO ve onun içinde bir Birleşik Amerika temsil etmektedir. Açıktır ki, bu güç, yalnız ve sadece dünya tekelci kapitalizminin çıkarları uğrunda kullanılacaktır. Böylece, bu bağlaşığa girmiş bir ülkenin, silahlı güçlerini yalnız kendi hesabına kullanmaya kalkışması, NATO ve Amerikan bağlaşıklığının mantığına ve işleyiş düzenine aykırıdır. 1964’teki Johnson mektubu ve -Kıbrıs çıkartması dolayısıyla da- askerî yardımın kesilmesi, bunun böyle olduğunu artık hiçbir kuşku bırakmamıştır.
Milano Fermanı’ndan on yıl kadar sonra, büyük Constantinus, Hıristiyanlığı kabul etti. Bu ani karar ile yeni bir dönem başladı. Bin yıl süren bu dönemde, akıl zincire vuruldu, düşünce köle oldu, bilgi ise hiç ilerlemedi.
Hıristiyanlık, Doğu mistisizminin, Yahudi mesihciliğinin, Yunan düşüncesinin ve Roma evrenselciliğinin “kavşak noktasında” ortaya çıktı. “
Yunanlılar, “Doğu despotizmi”ne karşı “demokratik yönetim”in ilk uygulayıcıları oldular. Rejimin yalnız biçimi değil, kelimenin kendisi de onların. Yunanca “demos” (halk) ve “kratos” (iktidar) kelimelerinden oluşuyor demokrasi: “Halkın iktidarı” demek.
Bir de bana şiirlerim / Neden söz açmazlar diye soruyormuşsunuzdur/ Düşlerden, yapraklardan / Doğduğun ülkenin koca yanardağlarından/ Gelin görün sokaklar kan/ Gelin görün kanı / Sokaklar boyunca akan
Ben isterim ki
Eğilsin dallar bereketten;
Ama insanoğlu başını eğmesin
Utançtan ya da güçsüzlükten
Ben isterim ki
Gözyaşı gibi aksın pınarları
Toprağın üzerinde duru berrak;
Ama pınarları gibi akmasın gözyaşı
Yeryüzünün hiçbir yerinde.
Eğitimin görevi, soyut bir bilgiler yığınıyla yüklenmiş insanlar yaratmak değil; içinde bulundukları ortamın maddesel ve kültürel gereklerini karşılayacak yetenekleri yetiştirmektir.
-Dünyanın varlıklı ve yoksul ülkeleri arasındaki uçurum her yıl biraz daha büyümektedir. Bu durumu değiştirecek bir çare var mıdır?
-Bir aldatmaca ve tuzak olan mevcut yardım sistemi ile azgelişmişlik uçurumunun değiştirilmesine imkân yoktur. Zira, dış yardımlardan en büyük çıkarı sağlayanlar, azgelişmiş ülkelerde statükonun temsilcisi olan yönetici üst sınıflardır. İktidardaki bu sınıflar o ülkelere daha önce egemen olan yabancı güçler tarafından kendi isteklerine kolayca uyacakları için güvenilerek bu yere getirilmişlerdir Tüketim düzeyleri ise toplumun öteki sınıflarının çok üstünde, dolayısıyla dışındadır. Ülkelerinin gübreye ihtiyacı varken bunlar teyp satın alırlar. Çocukları ileri cerrahlık ve yabancı edebiyat öğrenimi görürlerken, gerçekte tarımcılara ihtiyaç vardır. Azgelişmiş ülkeler yeni iş alanları yaratmak zorundadırlar. Fakat gelişmiş ülkelerin sattığı modern teknoloji işsizliği artırmaktadır
Bir sanatçı nedir dersiniz? Ressamsa yalnız gözleri, müzikçi ise yalnız kulakları, ozansa kalbinin her katında bir lir ve hatta boksörse, yalnız adaleleri olan bir ahmak mı? Tersine aynı zamanda siyasal bir kişidir sanatçı. Bütün varlığı ile tepki göstermesi gereken, acıklı, keskin, mutlu olayların karşısında her an bilinçli olması zorunlu bir kişidir sanatçı. Başkalarına karşı ilgi göstermeden yapabilir mi kişi Kendisine bol bol canlılık getirenlerden kopabilir mi? Resim, odaları süslemek için yapılmamıştır. Resim, düşmana karşı saldırıda ve savunmada kullanılması gereken bir savaş silahıdır.

Ve düşman, bencilliği ve çıkarı için başka insanları sömüren kişidir.

Batılılaşmanın, giderek Batıcılığın bir tek anlamı kalmıştır bugün: Batıcılık, geri kalmış toplumlardaki aydınların, kendi toplumlarının geriliği gerçeği karşısında, ilerlemiş toplumlara bakarak aşağılık duygularını hafifletmek için yapıştıkları bir hayal, bir toplumsal sakatlığın aydınlar arasında nükseden bir belirtisidir.Batıcılık, başı sonu belli olmayan anlamsız bir kelimedir.

İslamcılık gibi, Osmanlıcılık gibi, Türkçülük gibi

Proletarya diktatörlüğü, ezenleri ezmek için, ezilenlerin öncülerinin örgütüdür. Proletarya diktatörlüğü, demokrasinin genişlemesidir: O demokrasi, artık yoksulların ve halkın demokrasisidir. Ama proletarya diktatörlüğü, aynı zamanda özgürlüklere de sınırlamalar getirir. Fakat kimlerin özgürlüğüne? Ezenlerin, sömürücülerin, kapitalistlerin İnsanlığı ücretli kölelikten kurtarmak için, ezmemiz gerekiyor; direnişleri zorla kırmak gerekiyor.

Lenin, böyle tanımlıyordu proletarya diktatörlüğünü.

Kültürel planda, Batılılaşmanın yarattığı çoğu edebiyat ve düşünce ürünleri de, topluma yabancı kalmışlığın ve taklitçiliğin belgeleridir.
Az gelişmiş ülkelerde orta sınıfların zayıf olmasının nedenleri arasında şunlar var:
-Batılı toplumlar, feodalite döneminden geçerek ulus halini almışlardır. Bu dönemde köylülerin özgürlüklerini kazanmaları, büyük kentlerin kurulması, ticaret yaşamıyla sanayiye başlangıç olan el sanatları, bu ülkelerde orta sınıfların çekirdeğini oluşturmuştur. Oysa az gelişmiş ülkeler bu tarihsel gelişimin dışında kalmışlardır.
-Az gelişmiş ülkelerde, iktisadi faaliyetlerin dış güçler yararına işletilmesi, orta sınıfların gelişmesini sınırlandırmıştır. Çünkü çoğu hallerde, özellikle sömürge döneminde, iktisadi ve ticari faaliyet yabancılarca yürütülmüştür.
-Az gelişmiş ülkelerin -zayıf da olsa- burjuvazisi, yaratıcı iktisadi faaliyetler yerine spekülasyona ve aracılığa eğilim duymuştur.
Hala da duymaktadır.
Yeni sömürgecilik, kapitalist sömürgecilik ve emperyalizmin, az gelişmiş ülkede ulusal bağımsızlık kazanıldıktan sonra süren biçimine verilen ad. Ulusal bağımsızlık kazanılmıştır ama, eski sömürgeci ülkeyle iktisadi bağlantılar sürmektedir ya da başka birtakım kapitalist ülkelerle -yine sömürülmeye dayanan- yeni ilişkiler kurulmuştur. Yeni sömürgceilik arkasında koşan devletler de, sömürecekleri ülkelerde sağlam bir sosyal temele dayanabilmek için, kendi kültürlerini yaymak, özellikle yabancı sermaye ile kalkınma zorunluluğu gibi kavramları benimsetmek yoluna gitmekte, hatta gerektiğinde, kendilerine yakın çevreleri iktidara getirmek için siyasal tertiplere girişmekten kaçınmamaktadırlar. İnsancıl düşüncelere dayanır gibi gözüken dış yardımlar , çoğu zaman, yeni sömürgeciliğe doğru atılmış birer adım olmakta, yardımda bulunan ülke ile yardım alan ülke arasındaki ticaret ilişkilerini geliştirmek ve giderek az gelişmiş ekonomileri denetim altında tutmak hedeflerine yönelmektedir.
İşin içine, siyasal ve askeri amaçlar da girmektedir doğallıkla.
Yeni sömürgecilik, az gelişmiş ülkelerde, genellikle tutucu güçlerle iş birliği yapmaktadır. Ancak, bu güçlerin toplum düzenini altüst olmaktan kurtaramayacağını gördüğü hallerde de, hafif reformcu hareketlerle iş birliği yapmayı kendisi için daha karlı bulmaktadır.
Tarihsel gelişimin belli bir döneminde iktidara geçen ve onu elden bırakmamak için örgütlenen, toplumda kilit noktaları ele geçiren bir burjuva sınıfından, ayrıcalıklarını kendiliğinden bırakmasını istemek, boş bir hayal arkasından koşmak olur. O yüzdendir ki, işçi sınıfı, zora başvurmadan iktidara geçemez.
Bilin: Halkın ekmeğidir adalet.
Bakarsınız bol olur bu ekmek,
bakarsınız kıt,
bakarsınız doyum olmaz tadına,
bakarsınız berbat.
Azaldı mı ekmek, başlar açlık,
bozuldu mu tadı, başlar hoşnutsuzluk boy atmaya.
Bozuk adalet yeter artık!
Acemi ellerde yoğrulan, iyi pişirilmemiş adalet yeter!
Yeter katıksız, kara kabuklu adalet!
Dura dura bayatlayan adalet yeter!

Bolsa insanın önünde ekmek, lezzetliyse,
gözler öbür yiyeceklere yumulsa da olur.
Ama her şey bollaşmaz ki birdenbire.
Bilirsiniz, nasıl bolluk doğurur ekmek:
Adaletin ekmeğiyle beslene beslene.

Ekmek her gün gerekliyse nasıl,
adalet de gerekli her gün,
hem o, günde birçok kez gerekli.

Sabahtan akşama dek, iş yerinde, eğlencede,
hele çalışırken canla başla,
kederliyken, sevinçliyken,
halkın ihtiyacı var pişkin, bol ekmeğe,
günlük, has ekmeğine adaletin.

Madem adaletin ekmeği bu kadar önemli,
onu kim pişirmeli, dostlar, söyleyin?
Öteki ekmeği kim pişiren?
Adaletin ekmeğini de kendisi pişirmeli halkın,
gündelik ekmek gibi,
Bol, pişkin, verimli.

Demokratik sayılmak için, refahın gelişmesi, elbette zenginliklerin eşit biçimde dağıtılmasını gerektirir; oysa kalkınmanın ürünleri çok eşitsiz bir biçimde bölünmektedir. Ve bazı sosyal sınıflar eğer bir kenara itilmemişlerse, pay diye yalnız birkaç kırıntı alabilmekte, buna karşılık bir mutlu azınlık, aslan payına konmaktadır.
1. Dünya Savaşı’nda yenik düşen İtalya ve Almanya’da, tekelci burjuvazi, işçi sınıfına gereken ödünü veremediği içindir ki, sosyalist devrim tehlikesiyle yüz yüze gelir. Bu tehlikeyi savuşturmak için de şoven ve kanlı bir diktatörlüğe başvurur.
Faşizm böyle ortaya çıkar.
Böylece, faşizm olayı ile emperyalizm arasında yakın bir ilişki var.
İhtilal, mevcut bir durumun ya da toplum düzeninin zor kullanılarak ansızın değiştirilmesi ya da yıkılması anlamına gelir. Devrim ise, daha geniş kapsamlıdır. İhtilalin yıkıcı niteliğinin yanı sıra, yapıcı öğeyi de içerir. İhtilaller, tasfiye edilen üretim ilişkileri nin yerine, daha gelişmiş bir yeni düzen kurabildiklerinde devrime dönüşürler.
Batı uygarlığı, bir coğrafi deyim değil, her şeyden önce bir iktisadi ve sosyal sistemin ifadesidir ki, o da “kapitalizm”dir. Gerçekten, Batı uygarlığı, kapitalizmin doğup geliştiği ülkelerin uygarlığıdır.
Montaigne’in dediği gibi, “aklın kurallarına uyarak barbar diyebiliriz yamyamlara ama bize benzemiyorlar diye barbar diyemeyiz.”
Düşünceler zorla değil, kanıtlama ve tanıtmayla kabul ettirilirdi; hiç kimseden, Gökler Saltanatı na, küçücük cocuklar gibi inanıvermesi ya da zekasını -yanılmazlığı ileri sürülen- bir otorite önünde secde ettirmesi istenmezdi
Batıcılık, geri kalmış toplumlardaki aydınların, kendi toplumlarının geriliği gerçeği karşısında, ilerlemiş toplumlara bakarak aşağılık duygularını hafifletmek için yapıştıkları bir hayal, bir toplumsal sakatlığın aydınlar arasında nükseden bir belirtisidir. Hele sosyalist açıdan bakınca, Batıcılık , sonu başı belli olmayan anlamsız bir kelimedir.
Sömürüye ve emperyalizme karşı direnmek, özgürlük ve bağımsızlık uğrunda mücadele etmek.

Çağdaşlık bu kısacası!

“Tarihte Descartes ile Locke’un dönemi olmuştur; Kant’ın ve Hegelin dönemi olmuştur. Son olarak -içinde yaşadığımız- Marx’ın dönemi gelmiştir. ( ) İnsanlık tarihinin tek geçerli yorumu diyalektik maddeciliktir.
Reformcu Padişah III. Selim, 1789’da tahta çıktıktan sonra, dışarda esen rüzgârlar” hakkında kendisini aydınlatması için -o zamanlar reisülküttap denilen- Dışişleri Bakanı Atıf Efendi’den bir muhtıra ister. Büyük Fransız Devrimi’nin üstünden birkaç yıl geçmiştir henüz. Atif Efendi, hazırlayıp padişaha sunduğu -ve metni bugün de elimizde bulunan- ünlü muhtırasında -özetle- şunları söyler:

Burada Voltaire, Rousseau adlı zındıklar ve onlardan beter ukalalar, peygamberlere sövmek, büyükleri zem etmek, bütün dinleri kaldırmak, cumhuriyet ve eşitliği ima etmekten ibaret birtakım kışkırtıcı düşünceler yaymışlardır. Aslında fitne ve fesattan başka bir şey olmayan bu düşünceler -frengi hastalığı gibi- halkın beyinlerine işlemiştir. İşin garip yanı, halk da rağbet etmektedir bu tür düşüncelere. İşte, bunların etkisinde kalanlar, birkaç yıl önce, bir fitne ve fesat ateşi tutuşturup çevreye yaymışlar, Allah korkusunu kaldırıp ar ve namusu mahvetmişler, Fransa halkını vahşi hayvan kıyafetine sokmaya çalışmışlar, bununla da yetinmeyip -her yerde kafa darlar sağlayarak- İnsan Hakları dedikleri isyan bildirilerini yabancı dillere de çevirtip, milletleri hükümdarları aleyhine kışkırtmışlardır.

18. yüzyıl “Aydınlıklar felsefesi”nin -adları önünde bugün de en derin saygılarla eğildiğimiz- büyük temsilcilerini, “zındık , yani allahsız deyip -aklı sıra- küçümseyen ve kışkırtıcılıkla suçlayan, insanlık tarihinin dönüm noktalarından biri olan Büyük Fransız Devrimi’ni de fitne ve fesat hareketi” olarak niteleyen Atıf Efendi’nin kafası nasıl bir kafadır?

Kuşkusuz, “çağdışı”!

Hiçbir yerde gerçekleşmemiş, son bir çözümlemede gericiliğe yarayan bir bireyci aydın ütopyasıdır Batıcılık.
Türkiye bütün Batılılaşma çabalarına karşın, bugün ,tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş aşaması yaşayan ve kapitalistleşme süreci içinde bulunan bir Üçüncü Dünya ülkesidir.
Geri kalmış bir ülkedir bir başka deyişle.
Ve iki yüzyıla yaklaşan çabalarına karşın, dar çemberini de henüz kıramamıştır bu geri kalmışlığın.
Ama, öyle de olsa, Türkiye, öteki geri kalmış ülkelerle kıyaslanamayacak denli köklü bir kültüre, eski ve büyük bir tarihe sahiptir.Stratejik öneminden -az görülür-bir folklor çeşitliliğine ve renkliliğine dek uzanan özellikleri,bölgesel bir liderliğin potansiyel gücü, kalkınmanın insan ve ham madde olarak zengin kaynakları vardır onda.
Bu bakımdan, Türkiye geri kalmış ülkeler içinde, gerçekten ayrıcalıklı bir durumdadır.
İktisadi ve sosyal bakımdan azgelişmiş ülke deyince, gelişmiş kapitalist ve sosyalist ülkeler dışında kalan ülkeler anlaşılır.

Azgelişmişliğin, gelişmişlikten ayrılan belirtileri nelerdir?
Bir ülkede okur-yazar olmayanların çoğunlukta olması,kadının erkekten aşağıda tutulması,beslenme yetersizliği, sağlığı korumada yetersizlik, milli ve iktisadi bütünlüğün zayıflığı, yapısal işsizlik, ortalama ulusal gelirin düşüklüğü, sınırlı bir sanayileşme, tarımda uğraşanların çokluğu ve şişkin bir hizmet kesimi, iktisadi bakımdan -özellikle- kapitalist ülkelere bağımlılık Akla ilk gelen belirtiler oluyor.

Egemen sınıfların ideolojik faaliyeti, üst yapı etkilemesinin tipik örneklerinden biridir:Üretim araçlarını ellerinde bulundurdukları için egemen sınıf durumuna gelmiş olanlar, kurulu düzenin ideolojisini kullanarak -örneğin dine başvurarak ya da sınıf çatışması gerçeğini yadsıyarak ya da yozlaştırarak -tarihsel gelişimi gözlerden kaçırmaya ve artık aşikar duruma gelmiş çözümler yerine sahte çözümler ileri sürmeye çalışırlar.
Bütün bunlarla, İsa, içinde yaşadığı toplumun düzen ve inançlarına karşı çıkıyordu. O düzenden yararlananlar da ona karşı çıktılar ve garip bir yönetim kurmaya yeltenmekle suçladılar. Ve çarmıha gerdiler.
Nedir amacı yeni sömürgecilik politikasının?
Yeni sömürgecilik politikası, yeni bağımsız devletlerin gelişmelerini etkilemek, siyasal bağımsızlıklarını sağlam­laştırmalarını ve tam bir iktisadi bağımsızlık kazanmaları­nı önlemek, bu genç devletleri kapitalist ekonominin yö­rüngesinde tutmak ve giderek sosyalizmi kurmalarına en­gel olmak amacını güder.
I. Dünya Savaşı’nda yenik düşen İtalya ve Alman­ya’da, tekelci burjuvazi, işçi sınıfına gereken ödünü vere­mediği içindir ki, sosyalist devrim tehlikesiyle yüz yüze gelir.
Bu tehlikeyi savuşturmak için de şoven ve kanlı bir diktatörlüğe başvurur.
Faşizm böyle ortaya çıkar.
20. yüzyılın başlarında, dünyanın emperyalistlerce paylaşılması tamamlanmıştı.
Bu durum, dünyanın yeni­den paylaşılmasını günün sorunu haline getiriyordu.
So­runu gündeme getirenler de, dünyayı daha önce paylaş­mış İngiltere ve Fransa gibi emperyalist ülkelere karşı, bu paylaşmaya katılmakta gecikmiş, Almanya ve İtalya gibi emperyalist ülkelerdi.
I. Dünya Savaşı bundan doğacaktır.
II. Dünya Savaşı da öyle.
Özgür yarışmanın yerini tekellerin alması, emperyaliz­min temel ekonomik çizgisidir, özüdür.
Emperyalizm, kelime anlamıyla imparatorluk kurma eğilimi demek. Böylece, etnik ve kültürel bakımdan bir­ birinden çok farklı birtakım halklar, bir başka halkın oto­riter yönetimi altında, aynı iktisadi ve sosyal bütün için­de bir araya getirilmek istenir.
Sosyalist partiler, kesin olarak reformcu çizgiyi temsil ederken; komünist partiler, devrimci liği asıl ken­dilerinin temsil ettiklerini ileri süreceklerdir artık.
kı­sa bir ömür, düzene girmiş olsaydı, bu derece verimli olamazdı
Fransız Devrimi’nde, kral ortadan kal­dırılınca, ortaya çıkan boşluğu ulusal egemenlik düşün­cesi doldurmaya başladı. Az sonra, halkların kendi yaz­gılarını kendilerinin belirlemesi hakkı ortaya çıktı.
İhtilal, mevcut bir durumun ya da toplum düzeninin zor kullanılarak ansızın değiştirilmesi ya da yıkılması an­lamına gelir.
Devrim ise, daha geniş kapsamlıdır. İhtilalin yıkıcı niteliğinin yanı sıra, yapıcı öğeyi de içerir.
İhtilal­ler, tasfiye edilen üretim ilişkileri nin yerine, daha geliş­miş bir yeni düzen kurabildiklerinde devrime dönüşürler.
1789 İhtilali, bu anlamda bir devrimdir.
Aydınlanma felsefesinin amacı, peşin yargıları yıkmaktır. Aydınlanma felsefesi akla, doğaya, insanın mutluluğuna aykırı tüm peşin yargılara, boş inançlara karşıdır
İlkçağda Yunan Aydınlanması’nın merkezi Atina idi.
18. yüzyıl Aydınlanması ise bütün Avrupa’ya yayılmış olan bir fi­kir akımıdır.
Feodal düzen içinde yavaş yavaş gelişerek iktisadi ve sosyal alanda üstünlüğü ele geçiren sınıfın burjuva sınıfı olduğunu daha önceleri belirttik.
İşte maddi temellere dayanan bu olay, yeni bir sosyal sınıfın ortaya çıkarak siyasi iktidara adaylığını koyması olayı, her zaman olduğu gibi, yeni bir dünya görüşü, yeni bir felsefe, yeni bir iktisadi ve sosyal doktrini de beraberin­ de getirmiştir. İşte burjuvaziye özgü bu genel dünya görüşüne Aydınlanma Felsefesi diyoruz.
Rousseau’nun mut­lak demokrasi si, Marksist demokrasi anlayışını çok nok­tada etkileyecektir ilerde.
İngiliz parlamentarizminin etkisini taşıyan Montesquieu’nün sistemi bireysel ve liberaldir; Rousseau ise, eşitliği savunarak ve özgürlüğü, kanunların yapılışına katılma diye göstererek siyasal demokrasinin kuralları­nı koymaktadır.
Rousseau ise, insanlığın gelişimi ile ilgili şöyle bir düşünceden hareket eder: Önceleri doğal bir yaşamı ya­şamışlardır insanlar. O zaman özgürdüler; mutlu idiler de.
Daha sonra, aralarında bir sözleşme yaparak, toplum yaşamına geçmişlerdir. Ne var ki, sözleşmenin hükümle­rine uymaz olmuştur iktidardakiler.
Artık doğal yaşayışa dönmek söz konusu olamaz. Ama hükümleri bozulmuş sosyal sözleşmeye de eski değerini ve gücünü vermek ge­rekir. Bu olasıdır ve yolu da toplumda yönetimi halka vermektir, egemenlik halkındır çünkü.
Montesquieu’ye göre, her toplum için amaç, bireylerin özgürlüğüdür.
Kimdir bu özgürlüğün düşmanı? Despotluk.
O halde, özgürlüğü gerçekleştir­mek için despotluktan sakınmalı.
Onun da yolu, devlette özellikle yasama, yürütme ve yargıyı birbirinden ayır­maktır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir