İçeriğe geç

Unutulmuşluklar Kitap Alıntıları – Alaeddin Özdenören

Alaeddin Özdenören kitaplarından Unutulmuşluklar kitap alıntıları sizlerle…

Unutulmuşluklar Kitap Alıntıları

Bir yerden başlamak gerekiyor; ama nereden başlamak gerektiğini kestiremiyorum.
Bir yerden başlamak gerekiyor; ama nereden başlamak gerektiğini kestiremiyorum.
İnsan yaşlandıkça nereden gelip nereye gittiğini bilmediği bir uçurumun üzerine eğilmiş gibi oluyor.
Allah’a inanmazsa insan, bu yırtıcı dünyaya nasıl karşı koyabilir?
Aşk ölümün gülümseyen yüzüdür. Cahitcik ölürken kapının eşiğine bakmış ve gülümsemiş.
Iyi şiirle kötü şiir arasındaki fark, balgamla tükürük arasındaki fark gibi. sırıtmak gülmek arasındaki fark gibi. Gül Kokusu ile parfüm kokusu arasındaki fark gibi. aralarında ne kadar bitimsiz mesafe var.
Aklım ölümü kabul etmiyor. aklımın dar çemberine sığdıramıyorum ölümü.
ara veren biziz, zaman değil; çünkü zaman unutturmaz.
Havada çocuklar uçuşuyor, şiir avcıları.
Ben sadece yaşadıklarımla söylediklerim denk düşsün istedim.
Elimiz işten, yüreklerimiz para hırsından uzaktı. Ruhlarımıza nankörlük etmez, hayınca davranmazdık.
Allah’a inanmazsa insan, bu yırtıcı dünyaya nasıl karşı koyabilir?
Her dert, bir sevinç, her sevinç bir dert doğurur. Bunun gibi, iyiliği kötülükten, kötülüğü iyilikten bağımsız olarak düşünemezsiniz.
Bir hamle, sadece bir hamle işidir. Belki de ömrü boyunca eline geçiremeyeceği bir fırsatı kaçırıyordu.
Kız, “Sizde sessizliğimi bulacağımı sanıyorum” diyor ve yanına oturuyor. Adam sadece, “Güzel bir kızdı” demekle yetiniyor.
Her nesne insanı terk edebilir, sevgi hariç.
Adamın eline tutuşturulan kitap, bir açlığın başlangıcı.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Unutmak için ömür bu kadar kısa mı?
Saklanmak, bir yerde kendinden emin olmamak demektir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Hiçbir çaba kendimi, “mutlak şuursuz” ya da “yok” olarak göstermeme yetmez. Descartes, “her şeyi, hatta bedenimi bile yok farz edebilirim, ama şuurumu asla!” der.
İnsan, sevdiğinde kendini ebedileştirmek ister.
Sonradan düşündüm; bu yazı, ölü’nün ininden çıktığı zamana denk geliyordu.
Şiir, kalbimde yaşayan gizemli, bilinmez bir varlık.
Evden sanki sevinç de, keder de, umut da, korku da uçup gitmişti. Anladım ki çocuklar, evdeki kimsesizliği okula taşıyorlar.
Ara veren biziz, zaman değil; çünkü zaman unutturmaz.
Hayat bir armağan değil, canla başka çalışarak yerine getirilmesi gereken bir vazife.
Bıraksak insanları ve eşyayı hep böyle harabeye mi dönüşeceklerdi?
Allah’a inanmazsa insan, bu yırtıcı dünyaya nasıl karşı koyabilir?
İstanbul seni unutmam için kendimi unutmam gerekir.
Şiir okuyan yoksulluk çekmez.
Şiir giren eve yalnız şiir girer.
Hiçbir hayvanın zevk ve eğlence olsun diye bir başka hayvanı parçaladığı görülmemiştir.
Şiir gece bulutun gölgesidir.
İki ıslak dünya arasında şiir vardır.
Bazen buğulu ve belirsiz, bazen de düzenlenmiş bir çılgınlıktır; bunu şiire sarılanlar anlar.
Hani İstanbul’da gün batınca kanatlarını kapayıp dalgaların beşiğinde uyuklayan martılar görürsünüz. İşte öyle. Onun yalnızlığı kaderin değişmez örgüsüdür. Hayatın kalın halatında incecik bir lif. Lifler. Hayaller dünyasında kendinden geçmiş, dalgaların ve düşüncelerin salıncağında kim olduğunu unutuvermiş. Ruhunun fırtınalarını olduğu gibi açığa vurmaz.
ara veren biziz, zaman değil; çünkü zaman unutturmaz.
Yol uzun, herkes ölümünü yanına alsın, eceliyle helâlleşsin, yüreğindekiyle ahretlik olsun
Madem ki bilinmedik bir hayata doğru koşuyorum, o halde kendime yeni yeni cevaplar sormalıyım: Gitmek bulmak mıdır? Bulmak aramak mıdır? Aranan, bir sözcük müdür? Sözcük her kesin duvarına astığı simli, sırmalı kılıfın içinde midir? Kitap cevap mıdır?
Yol iz bilmeden koşmakla; öncemi geride, sonramı ileride aramakla arınabilir miyim? Hep kendimden önde koşarak, ardımda ki çokluktan kurtulmaya çalışmakla arınacak mıydım?
Yalnızlığım çoğaldı. Ben eksildim. Yalnızlığımı ve noksanlığımı bereketlendirmeliyim.
Dilediğim en güzel hayat, çöplerin içinde rüya aradım, düştümse eğer sana bakarken düştüm
• Cahit Zarifoğlu
Kendisini büyüğe, bütüne, kemale erdirecek bir biçimde yaşardı aşkı.
Ölüm sanki bir ok atımlık mesafede.
Kalbimde bir tomurcuk patlar gibi olmuştu.
Dipsiz uçurumunda gözlerinin, yok olup gidiyor her şey.
Bu kara yalnızlıktan körelen
Işık benimdir
Bu uzayıp giden yolda
Ağlayıp ağlayıp da
Aklımı sokmuşum girdabına
Yaşamanın.
Şiirim sızıyor ğöğsümün orta yerinden.
Gözlerim yıldız yağmurlarının içinde dolaşır.
İçimde bir şiirin tohumu var.
Bir yerden başlamak gerekiyor; ama nereden başlamak gerektiğini kestiremiyorum. Maraş’tan mı başlasam? Uzun sürer. Bir başka zamana bırakıyorum. İstanbul’dan başlayayım: İstanbul; gençliğim, zevk ve coşkunluğum, doya doya yaşadığım, ama bir türlü doyamadığım büyük şehir. İnsan kafasında harikalar yaratan şehir. Ben onu ölmüş yüceliklerin seraplarında yitirdim. İstanbul; güzelim benim, devinimlerim, kargaşalığım, ölümüm benim. Bir atlas açsanız, dünyanın biçimlerini veren bu albümü dalgın dalgın karıştırsanız, karşınıza İstanbul’dan başka ne çıkabilir? İstanbul; gözbebeğim benim. Benim senden başka kimim var? Konuş benimle, dinle beni.
Ben sınıfın pencere yanını seçerdim; öğretmen ders anlatırken yaprakları dökülmüş ağaçlara, daha yeni ışımış gökyüzüne bakardım. Sonra dikkatimi derse vermeye çalışır, sınıfı kolaçan ederdim. İki sıra önümde oturan Münevver’in sarı saçlarına takılırdım. Her şey belirsiz bir biçim alır, dayanılmaz, ağrılı bir oyun başlardı. Bütün eşya bana göre belirsizdi, çıplaktı, yalnızdı, oldukları gibiydi, çünkü adlarını unutmuştum, yalnız Münevver’in saçlarında kelimeler dolaşırdı. Sonra zil çalar ve ara verilirdi; ara veren biziz, zaman değil; çünkü zaman unutturmaz. Çok sonraları Münevver’in saçlarını şöyle gördüm: Sarı ışıldıyor, bir çektirmenin güvertesinde. Kelime kelimeyle barışıyor.
Yola çıkarken şiirimle konuştum. Bana, ecelin gelinceye kadar korkuya bürün dedi.
Cahit’ten;
İçim ey içim / Yine bir kentin ölümünü başlatır gibisin
Aldanmış aşkın, kadri bilinmemiş bağlılığın, ödülsüz kalmış çabaların, sessizce, alçakgönüllülükle katlanılmış hayat yükünün sayısız efsaneleri. Vakitse sonsuzluk.

Allah’a inanmazsa insan, bu yırtıcı dünyaya nasıl karşı koyabilir?

Yol uzun, herkes ölümünü yanına alsın, eceliyle helâlleşsin, yüreğindekiyle ahretlik olsun
Madem ki bilinmedik bir hayata doğru koşuyorum, o halde kendime yeni yeni cevaplar sormalıyım: Gitmek bulmak mıdır? Bulmak aramak mıdır? Aranan bir sözcük müdür? Sözcük herkesin duvarına astığı simli, sırmalı kılıfın içinde midir? Kitap cevap mıdır?
Yol iz bilmeden koşmakla; öncemi geride, sonramı ileride aramakla arınabilir miyim? Hep kendimden önde koşarak, ardımdaki çokluktan kurtulmaya çalışmakla arınacak mıydım? Üstelik böylesine yabancı sokakta, sadece başımın üstündeki hâleye tutunarak? Hep benimle olan, hep benim olan soruları yineleyip durmak arınmak mı? Ben neyim? Hayat ne? Onun anlamı? Benim masalım? İkimizin birlikte anlamı?
Ömrümüzden bir mevsim kopuyor. Yapraklar dökülürken, ağaçlar rüzgârın ve ısıtmayan keyifsiz güneşin altında soyunurlarken, her yıl bir parça daha mı ölüyoruz?
Her nesne insanı terk edebilir, sevgi hariç. İnsanın asla yanılmayacağından emin olduğu haller vardır ve bu mutlaktır. Sevgide ne kadar derinlere varılırsa, ruhun ölümsüzlüğü de o kadar derinden duyulur.
Ayrı ve itaatkâr bir düzen içinde gelişmemiş iki hayatın, iki gizli kalbin buluşma noktası.
İnsanoğlu bir başkasını yargılarken, hiçbir zaman kendisini o bir başkasının yerine koyamaz.
İnsan yaşlandıkça nereden gelip nereye gittiğini bilmediği bir uçurumun üzerine eğilmiş gibi oluyor.
Pazartesi günü doğdu. Salı günü vaftiz oldu. Çarşamba günü evlendi. Perşembe günü hastalandı. Cuma günü ağırlaştı. Cumartesi günü öldü. Pazar günü gömüldü.
Bir yerden başlamak gerekiyor; ama nereden başlamak gerektiğini kestiremiyorum.
Bu ilk geç kalmış yürüyüş, hep geç kalmış yürüyüşlerle devam edecek. Sessizliğin altında ayak izleri nasıl akıp giderse işte öyle.
Yalnızlığını kalabalıklaştırmasını bilmeyen,
telaşlı bir kalabalık içinde yalnız olmasını da bilmez.
Ramazan bir gün Cahit’e telefon açıyor.
Cahit Akabe’de.
-“Abi ne yapıyorsun?”
-“Ne yapayım, Ahmet Sağlam’la karşılıklı oturduk, konuşuyoruz.” (Ahmet Sağlam, Cahit’in müstear ismidir.)
“Öyle üzüldüm ki” demişti Ramazan, “ağaçtan düşmüş çocuk gibi olmuştum.” Dairesinden fırladığı gibi soluğu Cahit’in yanında alıyor.
Evet yalnızlık. Yunus Peygamberin balığın karnındaki yalnızlığı.. Yusuf Peygamberin kuyudaki yalnızlığı..Peygamberimizin Hira dağındaki yalnızlığı..Zindandaki insanın yalnızlığı..Ufukta titreyen, küçüklüğüyle, yapayalnız kalmışlığıyla, kendi çaresiz varlığını korumak için direnen teknenin yalnızlığı..
ve teknenin içindeki ihtiyar..
Ve öğret onlara
Kelimelerin nasıl dizildiğini
Usta askerler gibi.
Her nesne insanı terk edebilir, sevgi hariç..
Ağaçların sararan yaprakları dökülüyordu.
Hiç ağrı duymuyorlardı.
Çünkü isyan bulaşıcıdır..
En iyisi susmak..
Geç kalmaktan korkuyorum..
Bir daha görmem dediğim bu kaçıncı bahar?
Bilgi kültürün hammaddesidir; gereklidir ama yeterli değildir. Bilginin kültür haline gelmesi için ruhun ve zekanın süzgecinden geçmesi, mamul madde yani fikir haline gelmesi gerekir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir