İçeriğe geç

Üniversiteler ve Felsefe Kitap Alıntıları – Arthur Schopenhauer

Arthur Schopenhauer kitaplarından Üniversiteler ve Felsefe kitap alıntıları sizlerle…

Üniversiteler ve Felsefe Kitap Alıntıları

Bir bilim olarak felsefenin, inanılabilecek, inanılacak yahut inanılması gereken şeyle hangi türden olursa olsun hiçbir alıp vereceği yoktur, o sadece bilinebilir olanla ilgilenir.
Dünyayı ya amaç ya da araç olarak düşünmekten kendimizi alıkoyamamamız aklımızın doğasının bir sonucudur, çünkü kökeni iradedir.
Dinler, kısmen dogmalarını erken yaşlarda aşılamak suretiyle onu felç ederek, kısmen onun her türlü özgür ve önyargısız ifadelerini yasaklayıp tabulaştırarak insanın metafizik eğilimini zorla elinden almıştır.
Bildiğimiz şey, aynı zamanda kendimize bilmediğimiz şeyi bilmediğimizi kabul ettirdiğimizde, iki kat değerlidir
Büyük düşünceler yürekten çıkar.
Sanat ve şiir gibi felsefenin de kökeni
dünyanın derin sezgisel kavrayışla kavranışında olmalıdır.
Felsefe tarihi çalışarak filozof olacaklannı umut edenlerin, şairlik gibi, filozofluğun da ancak doguştan olabileceğini ve bunun çok nadir rastlanır bir şey olduğunu öğrenmeleri gerekir.
Dolayısıyla şairlerin eserleri koyunlar gibi yan yana barış içinde otlarken,felsefeninkiler yırtıcı hayvanlar olarak doğar ve tıpkı akrepler, örümcekler, ve belli böceklerin larvaları gibi yok etme dürtüleri öncelikle kendi türüne karşı yönelir.
Sıradan ve eğitimsiz kimselerin evrensel hakikatler için düşüncesi ya da arzusu yoktur.
Eğer hayatımız sonsuz ve ıstırapsız olmuş olsaydı dünyanın neden var olduğunu ve neden tam da bu şekilde var olduğunu sormak muhtemelen kimsenin aklına gelmez,her şey tamamen doğal olarak kabul edilirdi.
İnsan dışında hiçbir varlık varoluşuna hayret etmez; hepsi için bu öylesine doğal bir şeydir ki ona dikkat bile etmezler.
Dar kafalılık ve ahmaklık her zaman ve her yerde, bütün durum ve koşullarda, anlayıştan, zekâdan ve yetenekten nefret ettiği kadar şu dünyada başka hiçbir şeyden böylesine içten ve yürekten nefret etmez.
Herkes ancak kendisinin başaracağını umut ettiği kadarını över.
Bir bilim olarak felsefenin, inanılabilecek, inanılacak yahut inanılması gereken şeyle hangi türden olursa olsun hiçbir alıp vereceği yoktur, o sadece bilinebilir olanla ilgilenir.
Bizim bir şey olabilmemiz için dünyada beceriksizler olmalı, beceriksizlerden başka kimse olmamalı! Bu onların gerçek kılavuz sözüdür ve fare yakalamak kedi için ne kadar doğal bir içgüdüyse, yetenekli insanların tanınmasının önünü tıkamak da onlar için o kadar doğal bir içgüdüdür.
Felsefe tıpkı uçurumların kenarında yetişen pembecik (die Alpenrose) çiçekler gibi ancak özgür dağ havasında serpilir, yapay koşullarda yetiştirildiğinde bozulup yozlaşır. Günlük hayatta felsefeyi temsil edenler büyük ölçüde kralı temsil eden oyuncunun yaptığını yaparlar. Sokrates’in böylesine bıkmaz usanmaz biçimde meydan okuduğu ve Platon’un alay konusu yaptığı sofistlerin felsefe ve retorik profesörlerinden farklı bir yanları var mıydı? Bu, hiçbir zaman bütünüyle ortadan kalkmadığı için benim hâlâ sürdürmekte olduğum o eski kan davası değil mi? İnsan zihninin en yüksek çabaları kârla kazançla yan yana getirilemez; onların soylu doğalanı böyle bir alaşımı kabul etmez.
Kant Felsefe sinin Eleştirisi nde zaten iktibas edilmiş ve 1840’da hayli saygın bir felsefe profesörü tarafından dile getirilmiş olan şu çocuksu ifadenin kökenidir. O şöyle diyordu: Eğer bir felsefe Hıristiyanlığın temel fikirlerini inkar ediyorsa ya o yanlıştır ya da eğer doğru olsa bile, bir yaranı yoktur. Buradan üniversitelerdeki felsefede hakikatin ancak ikinci sırada geldiği ve eğer ihtiyaç duyulursa ora dan da kalkıp başka bir niteliğe yer açması gerektiği an laşılır. Dolayısıyla üniversitelerde felsefeyi orada öğreti len diğer bütün bilgi dallarından ayıran şey budur.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Insanın kendinde şey özü ancak her şeyin ve dolayısıyla dünyanın kendinde şey özüyle birlikte anlaşılabilir. Bu sebepten ötürü Platon Phaidros’ta Sokrates’e soruyu olumsuz bir anlamda sordurur(Bütün evrenin asil doğasını bilmeden ruhun asli doğasını uygun biçimde bilmenin mümkün olduğuna inanıyor musun?)
Başkalarının kendimizinkine karşıt olan görüşlerine hoşgörülü ve çelişkiye karşı sabırlı olmak için belki de hiçbir şey kendimizin aynı konu hakkında birbiri ardına karşıt görüşler benimsediğimizi, onları tekrar tekrar, hatta kimi zaman çok kısa bir dönem içinde değiştirdi ğimizi; konunun kendisini şimdi bu açıdan, az sonra bir başka açıdan göstermesine bağlı olarak, bir görüşü reddedip ardından onun tam aksini kabul ettiğimizi hatırlamak kadar etkili değildir.

Benzer şekilde, görüşünü çürüttükten sonra bir baş kasının tasvibini (teveccühünü) kazanmak için hiçbir şey şu ifadeden daha iyi düşünülmüş değildir: Ben de daha önce aynı görüşteydim, fakat vs.

Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Eşyanın nesnel sezgisel bir kavranışından kaynaklanmış ve mantıksal ve tutarlı bir şekilde savunulmuş olan hiçbir dünya görüşü bütünüyle yanlış olamaz. Böyle bir görüş, en kötü haliyle, tek yanlı olabilir, katıksız maddecilik, mutlak idealizm, ve diğerlerinde olduğu gibi. Bunların hepsi doğrudur, ama bir o kadar da tek yanlıdır; bu yüzden doğruluklan ancak izafidir. Dolayısıyla böylesi her kavrayış ancak belirli bir görüş noktasından doğrudur, nasıl ki bir resim bir manzarayı tek bir bakış noktasından sergilerse. Ne var ki eğer kendimizi böyle bir sistemin bakış noktasının üzerine çıkarırsak, doğruluğunun izafiliğini, yani tek yanlılığını fark ederiz. Ancak her şeye yukarıdan bakıp tüm her şeyi hesaba katan en yüksek bakış noktası mutlak hakikati sağlayabilir. Dolayısıyla söz gelimi kendimi, bir bakıma Koheleth (Vaiz) kitabının tarzina uygun olarak, doğanın zaman içinde var olmuş ve akıbeti tam bir yok oluş olan salt gelip geçici bir ürünü olarak düşündüğümde bu doğrudur. Ama aynı zamanda var olmuş ve var olacak her şeyin ben olduğu, ve benim dışımda hiçbir şeyin olmadığı da doğrudur. Anakreon’un yolunu takip ederek en yüksek mutluluğu şimdiki zamanın tadının çıkarılmasına yerleştirirsem bu da bir o kadar doğrudur; ama aynı zamanda istirabın olumlu-yararlı doğasını ve her türlü hazzın boşluğunu, hatta tehlikeli tesirini tanıyıp, ölümü varoluşumun hedefi ve amacı olarak düşünmem de aynı derecede doğrudur.
Bildiğimiz şey, aynı zamanda kendimize bilmediğimiz şeyi bilmediğimizi kabul ettirdiğimizde, iki kat değerlidir. Çünkü böylelikle ilki, sözgelimi Schellingciler gibi, bilmediğimiz şeyi de bilir göründüğümüzde, açık bırakıldiği şüpheden kurtulur.
Felsefe tarihi çalışarak filozof olacaklarını umut edenlerin, şairlik gibi, filozofluğun da ancak doğuştan olabileceğini ve bunun çok nadir rastlanır bir şey olduğunu öğrenmeleri gerekir.
Şiirin başarılarının felsefeninkiler üzerindeki bir diğer büyük üstünlüğü şiirsel eserlerin tümünün eş zamanlı olarak, biri diğerine engel olmaksızın, zarar vermeksizin var olabilmesidir; halbuki bir felsefi sistem tıpkı tahta çıkan bir Asya sultanı gibi kardeşlerinin tümünü öldürmeyi düşünmeksizin dünyaya zor gelir. Zira nasıl ki bir kovanda tek bir kraliçe an olabilirse gündemde de sadece tek bir felsefe olabilir. Dolayısıyla sistemler doğalanı gereği örümcekler kadar toplumsallıktan uzaktır, her biri kendi başına ağında oturur ve ne kadar sineğin yakalanacağını seyreder, ama bir başka örümceğe sadece savaşmak için yaklaşır. Dolayısıyla şairlerin eserleri koyunlar gibi yan yana barış içinde otlarken, felsefeninkiler yırtıcı hayvanlar olarak doğar ve tıpkı akrepler, örümcekler, ve belli böceklerin larvaları gibi yok etme dürtüleri öncelikle kendi türüne karşı yönelir. Onlar dünyaya Iason’un ejderhasının dişlerinin tohumundan zırhlı-silahlı insanlar gibi gelirler ve tıpkı bunlar gibi şimdiye dek birbirlerini yok ettiler. Bu savaş iki bin yıldan fazla bir zamandır sürmekte: Acaba bundan nihai bir zafer ve kalıcı bir barış çıkacak mıdır?
Felsefe yapmanın ilk iki koşulu: öncelikle bir soru hakkında söylenecek her şeyi söyleme cesaretine sahip olmak, ikincileyin, onu bir sorun olarak kavramak için kendiliğinden aşikâr olan her şeyin açık biçimde bilincinde olmaktır. Son olarak gerçek anlamda felsefe yapmak için ruhun-dimağın hakiki manada serbest olması gerekir. Herhangi bir amacın peşinde olmaması, dolayısıyla irade tarafından yönlendirilmemesi, fakat bölünmemiş dikkatini sezgisel kavrayış dünyasının ve kendi bilincinin öğrettiği şeye vermesi gerekir. Halbuki felsefe profesörlerinin akıllarında kişisel çıkarları ve avantajları ve bunlara götüren şeyler vardır; onların ciddi oldukları nokta burasıdır. Bu sebepten ötürü bunca aşikâr şeyi göremezler; aslında felsefenin sorunları onların akıllarına bile gelmez.
Eğer hayatımız sonsuz ve istirapsız olmuş olsaydı dünyanın neden var olduğunu ve neden tam da bu şekilde var olduğunu sormak muhtemelen kimsenin aklına gelmez, her şey tamamen doğal olarak kabul edilirdi.
Hakikate pek az kıymet veren ya da hiç kulak asmayan alçak ve paragöz adamlar; bunlar olağan olarak bilgi diye kabul gören şey­le yetinirler, içlerinde hakiki bilgelik aşkına yer yoktur. Bunlar bil­geliğin sağladığı şöhret ve saygınlığın peşinde koşarlar; bir şey ola­rak görünmeye can atarlar ve bir şey olmakla çok az ilgilenirler.
Hakikatin keşfine en karşıt şey, şeylerden ileri gelen ve yanlışa götüren asılsız-sahte görünüm, ya da doğrudan akıl (anlayış gücü) zayıflığı değildir; fakat önceden edinil­miş kanaat yani önyargıdır ve o sahte bir a priori olarak hakikate karşıttır. O zaman gemiyi karanın bulunduğu is­tikametten geriye doğru sürükleyen ters bir rüzgara ben­zer, öyle ki dümen ve yelken kullanmak beyhudedir.
Bir kuşkucu olmak için kurnazlık yeterlidir, ama bir filozof
olmak için değil.
Yoksulluğun bunalttığı herkes istediğini söyleyemez, yapamaz. Onun dili artık özgür değildir.
#Theognis
Çünkü felsefe bir kilise ya da bir din değildir. O dün­yadaki fevkalade az kimsenin girebildiği küçük bir yerdir ki orada her zaman her yerde nefret edilip eziyet gören hakikat her türlü zevk ve zorlamadan bir kerecik olsun özgür olacaktır; orada kölelerin bile özgürce konuşması­
na izin verildiği hakikatin saturnaliası (Saturnus onuruna kutlanan bir ekim şenliği) kutlanacak, ulula­nacak, hatta ayrıcalıklı olup son sözü o söyleyecektir; orada mutlak olarak tek başına hakikat hüküm sürecek ve beraberinde başka hiçbir şeyi kabul etmeyecektir.
Hakikate pek az kıymet veren ya da hiç kulak asmayan alçak ve paragöz adamlar; bunlar olağan olarak bilgi diye kabul gören şey­le yetinirler, içlerinde hakiki bilgelik aşkına yer yoktur. Bunlar bil­geligin sağladıgı şöhret ve saygınlığın peşinde koşarlar; bir şey ola­rak görünmeye can atarlar ve bir şey olmakla çok az ilgilenirler.
Kişisel hedeflerin peşine takılmış safi sofistlerin pa­lavralarının Kant’ın ciddi, derin ve namuslu felsefesinin ayağını kaydırıp yerine geçmesinin çağın kültürü üzerin­de en tehlikeli, en onulmaz tesiri yaptığına kuşku yok­tur. Hegel’inki gibi böylesine bütünüyle değersiz, hatta böylesine bozucu bir kafaya, bu ya da herhangi bir ça­ğın birinci sınıf filozofu diye, düzülen övgü kesinlikle felsefenin bütünüyle soysuzlaşmasının ve bunun sonucun­ da genel olarak son otuz yıl boyunca yüksek edebiyatın gerilemesinin sebebi olmuştur. Felsefede küstahlık ve saçmalığın derin kavrayış ve anlayışın ayağını kaydırıp yerine geçtiği zamana yazıklar olsun, çünkü meyveler
yetiştikleri toprağın tadını alırlar. Okunan ve dolayısıyla olgunluğa erişen neslin zihinsel gıdası olan, gürültüyle, alenen ve evrensel olarak övülen şeylerdir; fakat bu gı­danın en belirleyici etkisi onun yaşam gücü ve ardından onun yaratılan üzerinedir. Dolayısıyla bir çağın hakim felsefesi onun ruhunu belirler. Eğer şimdi mutlak saçmalıktan ibaret bir felsefe egemense ve deli zırvalarının altında uydurulup ortaya konulmuş saçmalıklar büyük düşüncelerin yerine geçiyorsa, o zaman böyle bir tohum saçmanın sonucu şimdi önümüzde duran gibi berbat in­san soyudur. Bunlarda akıl, hakikat sevgisi, namus, zevk yoktur ve herhangi bir soylu dürtüden, siyasi olan­lar da dahil, maddi çıkarların ötesinde yer alan bir şey için güçlü bir arzudan yoksundurlar.
Dolayısıyla günümüzün daha genç bilginleri genellikle artık sağlam düşünce hatta doğal anlatım gücünden yoksundur. Kafalarında tek bir doğru anlayış olmadığı gibi, herhangi bir şey hak­kında tek bir açık ve belirli fikir de yoktur; bu boş ve karmaşık laf kalabalığı onların düşünce melekelerini çö­züp dağıtmıştır.
Kısacası, Hegelciliğin kuluçka maki­nesinde olgunlaşmış gençler, zihinsel olarak hadım edil­miş, düşünme iktidarından yoksun, hadden huduttan ha­berleri olmayan gülünç adamlara benzemiyorlar mı?
Ahmaklar kendilerine mecazi olarak ve tuhaf ya da şaşırtıcı söz­cüklerle söylenen her şeye aşırı derecede hayran kalır ve hoşnut olur.

#Lucretius

Kamuoyunun sabrına kesinlikle akıl ermez; yıllar birbi­rini kovalar, o üzerine tıpkı kalın bir bulut tabakası gibi çullanan azap verici can sıkıntısına aldırmaksızın, bu ka­lın kafalı ve sıkıcı filozof taslaklarının sonu gelmez gevezeliklerini okur durur; en ufak bir fikir kırıntısı elde etmek­sizin, sırf okuyor olmak için okur. Çünkü zihninde açık ve belirli hiçbir şey bulunmayan yazar, sözcükleri sözcükle­re, deyimleri deyimlere ular durur; ama yine de hiçbir şey söylemez, çünkü söyleyecek bir şeyi yoktur, hiçbir şey bil­mez, hiçbir şey düşünmez. Bu haliyle gene de konuşmak ister ve dolayısıyla sözcüklerini, fikirlerimi ve yargılarımı nasıl daha çarpıcı biçimde anlatının kaygısıyla değil, fakat nasıl yapar da onların fikir ve yargı yoksunluklarını daha mahirane bir şekilde gizlerim kaygısıyla seçer.
Fakat felsefe bir bütün, dolayısıyla bir birliktir; o gü­ izeli değil, hakikati hedefler. Güzelliğin çok çeşitli türleri olabilir, ama buna karşı bir tek hakikat vardır; birçok Mousa, fakat bir tek Minerva vardır. Bu sebepten ötürü şair kötü olanı eleştirmeyi neşeyle küçümseyebilir, fakat filozof kendisini bunu yapmaya zorunlu ve yükümlü ad­dedebilir. Çünkü kabulü için uygun şartlar bulan kötü, açık ve kesin düşmantıkla iyiye karşı çıkar ve çoğalan yabani otlar faydalı bitkileri boğar.
Eğer felsefeden kazanç elde ediliyorsa, derin kavrayış derhal giz­li niyet ve maksatın egemenliği altına girer ve sözde filozoflardan ancak felsefenin asalaklarını elde ederiz.
Bllgeligi onu Isteyen birine para karşıtıgı satanlara soflst denir.
Bir bilim olarak felsefenin, inanılabilecek, inanılacak yahut inanılması gereken şey­le hangi türden olursa olsun hiçbir alıp vereceği yoktur, o sadece bilinebilir olanla ilgilenir.
Orada yerde yatıyor erdem, şandan şöhretten yoksun bırakılmış olarak.
Dünyanın uçsuz bucaksızlığının ve varlıklarının sayılmazlığının kendilerini gösterdikleri dışarıya baktığımız­da safi bir birey olarak kendi benliğimiz büzülüp hiçleşir ve öyle görünür ki sanki gözden kaybolur.
Yoksa biz o kadar saf mıyız ki onların başka bir nedenle değil sırf tanımak, hayran olmak ve duyurmak için üstün olanı beklediklerine ve böylece kendilerini haklı olarak hiç hesaba katmadıklarına inanacağız? Buna imkan yok! Fakat tantum quisque Jaudat, quantum se posse sperat imitari.* Bizim bir şey olabilmemiz için dünyada beceriksizler olmalı, beceriksizlerden başka kimse olmamalı! Bu onların gerçek kılavuz sözüdür ve fare yakalamak kedi için ne kadar doğal bir içgüdüyse, yetenekli insanların tanınmasının önünü tıkamak da onlar için o kadar doğal bir içgüdüdür.

* (: Herkes ancak kendisinin başaracağını umut ettiği kadarını över.)

Çünkü kendimizi kandırmayalım: dünyanın neresinde olursa olsun, her zaman, her koşulda cins zekaya ve anlayış gücüne karşı bizzat tabiatın tasarladığı, bütün vasatların, yetersizlerin, ve kalın kafaların gizli bir işbirliği vardır; bunların tümü bir araya gelir ve muazzam büyüklükte sadık birlikler oluşturur.
Dolayısıyla sürekli tefekkür sonucunda zihinlerinde temeli her zaman sezgisel dünya kavrayışı olan sabit, tutarlı ve esaslı bir görüş yavaş yavaş gelişti. Her alandaki özel hakikatlere yollar buradan ışır; bunlar da sırasında o temel görüşe ışık yansıtır.
Fakat felsefe bir bütün, dolayısıyla bir birliktir; o güzeli değil, hakikati hedefler. Güzelliğin çok çeşitli türleri olabilir, ama buna karşı bir tek hakikat vardır; birçok Mousa, fakat bir tek Minerva vardır. Bu sebepten ötürü şair kötü olanı eleştirmeyi neşeyle küçümseyebilir, fakat filozof kendisini bunu yapmaya zorunlu ve yükümlü addedebilir. Çünkü kabulü için uygun şartlar bulan kötü, açık ve kesin düşmanlıkla iyiye karşı çıkar ve çoğalan yabani otlar faydalı bitkileri boğar.
Doğası gereği felsefe dışlayıcıdır; esasen o çağın düşünme tarzının temelidir; ve dolayısıyla hakim sistem, tıpkı sultanların oğulları gibi, kendisiyle birlikte başka herhangi bir sistemin varlığına tahammül etmeyecektir.
Bu arada bir kentaurosa benzer bir şey olarak tanımlanan bu din felsefesi üniversite filozoflarının satışa çıkardığı belli başlı mallardan biridir. O kendince son unda bir tür gnosis ya. da bilgiye, hiçbir şekilde doğrulanmayan belli gözde varsayımlar üzerine bir felsefe yapmaya varır.
Yerleşik dine genel saygıyla şekillenmiş olan bu felsefe özünde ona paralel hareket eder; ve dolayısıyla belki karmaşık biçimde telif edilmiş, tuhaf biçimde süslenmiş ve böylece anlaşılmaz derecede güçleştirilmiş de olsa, temelde ve esas itibariyle her zaman yerleşik dinin (farklı sözcüklerle yeni) bir anlatım ı ve
müdafaasından başka bir şey değildir.
Felsefe küçük düştü, çünkü insanlar onun hak ettiği ölçüde bağlanmadı ona; düzmece değil hakiki filozoflar ona kendilerini
adamalı.
Başkalarının kendimizinkine karşıt olan görüşlerine hoşgörülü ve çelişkiye karşı sabırlı olmak için belki de hiçbir şey kendimizin aynı konu hakkında birbiri ardına karşıt görüşler benimsediğimizi, onları tekrar tekrar, hatta kimi zaman çok kısa bir dönem içinde değiştirdiğimizi; konunun kendisini şimdi bu açıdan, az sonra bir başka açıdan göst -ermesine bağlı olarak, bir görüşü reddedip ardından onun tam aksini kabul ettiğimizi hatırlamak kadar etkili değildir.
Ne var ki burada ilk defa ölümle bilinçli olarak karşı karşıya kaldığı ve ayrıca her türlü varoluşun sınırlılılğı, her türlü çabanın beyhudeliği ve verimsizligi üzerine az ya da çok yüklendiği için hayreti daha ciddidir. Dolayısıyla bu düşünme ve hayret ile birlikte sadece insana özgü olan metafizik ihtiyacı doğar; bu yüzden o bir animal metaphysicumdur.
“ İnsan dışında hiçbir varlık varoluşuna hayret etmez; hepsi için bu öylesine doğal bir şeydir ki ona dikkat bile etmezler.”
Felsefe tarihi çalışarak filozof olacaklarını umut eden­lerin, şairlik gibi filozofluğun da ancak doğuştan olabi­leceğini ve bunun çok nadir rastlanır bir şey olduğunu öğrenmeleri gerekir.
Başkalarının söylemiş olduklarının karşılaştırılması ve tartışılmasıyla büyük ölçüde ne bilgimiz ne de derin kavrayışımız artacaktır; çünkü bu her zaman suyun sadece bir kaptan diğerine boşaltılmasına benzer. Kavra­yışımız ve bilgimiz ancak şeylerin kendilerini bizzat de­rinlemesine düşünmek suretiyle zenginleşebilir; çünkü sadece o her zaman hazır ve el altında olan canlı kaynak­tır.
kişide aklın daha yüksek gelişimi dün­yayı bütünüyle nesnel olarak kavramaktan kaynaklanan felsefi hayretin koşuludur; fakat hiç kuşkusuz, felsefi dü­şünceye ve dünyanın metafizik açıklamalarına en güçlü uyarıyı yapan şey ölüm bilgisi ve onunla birlikte hayatın ıstırap ve sefaletinin düşünülmesidir. Eğer hayatımız sonsuz ve ıstırapsız olmuş olsaydı dünyanın neden var olduğunu ve neden tam da bu şekilde var olduğunu sor­mak muhtemelen kimsenin aklına gelmez, her şey ta­mamen doğal olarak kabul edilirdi.
Şair çiçekleri derleyenle karıştırılabilir, halbuki filozof çiçeklerin özünü-esasını getirene benzer.
Büyük düşünceler yürekten çıkar.
Başkalarını aydınlatan sadece bir insanın kendisi için yaktığıdır.
Yoksulluğun bunalttığı herkes istediğini söyleyemez, yapamaz, onun dili artık özgür değildir.
Hakikate pek az kıymet veren ya da hiç kulak asmayan alçak ve paragöz adamlar; bunlar olağan olarak bilgi diye kabul gören şeyle yetinirler, içlerinde hakiki bilgelik aşkına yer yoktur. Bunlar bilgeliğin sağladığı şöhret ve saygınlığın peşinde koşarlar; bir şey olarak görünmeye can atarlar ve bir şey olmakla çok az ilgilenirler.
Son elli yılın bütün bu felsefi rezaleti, profesörün kendilerine anlatmaktan keyif duyduğu her şeye dini bir sadakatle inanan öğrencilerden oluşan bir kamuoyu ile birlikte ancak üniversiteler sayesinde mümkün olabilmiştir.
Bütün bilgi ve bilimimizin üzerine oturduğu nihai temel açıklanamazdır. Dolayısıyla her açıklama az çok ara aşamalarla buna geri döner, nasıl ki denizde iskandil kurşunu, kimi zaman daha derin, kimi zaman daha az derinde dibi bulur, ama yine de her yerde önünde sonunda ister istemez dibe erişecekse. Bu açıklanamaz olan şey Metafiziğin payına düşer.
Ahmaklar kendilerine mecazi olarak ve tuhaf ya da şaşırtıcı sözcüklerle söylenen her şeye aşırı derecede hayran kalır ve hoşnut olur.
Sözgelimi Aristoteles ve Herbart ya da Spinoza ve Hegel , Platon ve Schleiermacher isimlerinin birlikte yazıldığını görürüz, ve şaşırıp kalmış bir dünya şunu her halde gözden kaçırmayacaktır: aşırı tutumlu doğanın bir zamanlar yüzyılda ancak bir tane yetiştirebildiği filozoflar, son bir kaç 10 yıl içinde, böylesine yüksek yeteneklere (!) sahip olduğunu hepimizin bildiği Almanların arasında her yerde mantar gibi bitmektedir.
Kesinlikle 66 ve 67. Sayfaları okumalısınız. Konular birleşik olduğu için paylaşamadım. Gerçekten muazzam!
Edebi namusunu bir yana bırakıp kendisini dönemin etkili çam devirenlerine ve softalık taslayan mankafalarına övgüler düzmeye adar, ya da maaşı devlet tarafından devletin amaçları için ödendiğinden dolayı büyük bir gayretle devleti Tanrılaştırmaya çalışır, onu her türlü insani çabanın ve her şeyin zirvesi haline getirmeyi kendisine hedef edinir.
Dinler, kısmen dogmalarını erken yaşlarda aşılamak suretiyle onu felç ederek, kısmen onun her türlü özgür ve önyargısız ifadelerini yasaklayıp tabulaştırarak insanın metafizik eğilimini zorla elinden almıştır.
Felsefe bir cebir problemi değildir: tam tersine Vauvenargeus: Büyük düşünceler yürekten çıkar. derken gayet haklıdır.
Felsefe tarihi çalışarak filozof olacaklarını umut edenlerin, şairlik gibi, filozofluğun da ancak doğuştan olabileceğini ve bunun çok nadir rastlanır bir şey olduğunu öğrenmeleri gerek.
Sıradan ve eğitimsiz kimselerin evrensel hakikatler için düşüncesi ya da arzusu yoktur, halbuki deha tikel olanı küçümser ve görmezden gelir.
Hakikatin yolu sarp ve uzundur; kimse bu mesafeyi sözü edilen ayak bağlarıyla kat edemez; tam tersine burada kanatlar gereklidir. Bu yüzden ben felsefenin bir geçim kapısı olmaktan çıkmasından yanayım; bu onun özleminin yüceliğiyle bağdaşmaz; esasen bu eskilerin bile bildiği bir şeydi. Gençler hayatlarının kalanında felsefeye karşı çıksınlar diye her üniversitede birkaç derinliksiz konuşmacıyı tutmak tamamen gereksizdir.
Nasıl ki bir devletin başına gelebilecek en kötü şey en ahlaksız sınıfın, ayaktakımının başa geçmesiyse, felsefenin ve ona bağlı her şeyin, dolayısıyla insanlığın bütün bilgisi ve düşünsel hayatının başına da, bir yandan sadece yaltaklığıyla, diğer yandan zırva şeyleri yazacak yüzsüzlüğüyle tanınmış bir sıradan kafanın, dolayısıyla bir Hegel’in, en güçlü ve emsali görülmemiş vurguyla, en büyük dahi ve felsefenin sayesinde nihayet ve bütün zamanlar için uzun zamandır peşinde koştuğu hedefe eriştiği adam diye duyurulmasından daha kötü bir şey gelemez.
Çünkü kendimizi kandırmayalım: dünyanın neresinde olursa olsun, her zaman, her koşulda cins zekaya ve anlayış gücüne karşı bizzat tabiatın tasarladığı, bütün vasatların, yetersizlerin, ve kalın kafaların gizli bir işbirliği vardır; bunların tümü bir araya gelir ve muazzam büyüklükte sadık birlikler oluşturur.
İyi üslup öncelikle bir yazarın gerçekten söyleyecek bir şeyinin olup olmadığına dayanır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir