İçeriğe geç

Uçun Kuşlar Uçun Kitap Alıntıları – Sargun A. Tont

Sargun A. Tont kitaplarından Uçun Kuşlar Uçun kitap alıntıları sizlerle…

Uçun Kuşlar Uçun Kitap Alıntıları

“Toynbee’ye göre, toplumlar, seçtikleri bir hedefe ulaşmak için çaba harcadıkları zaman canlılığını korur ve gelişir. Ulaşılacak bir hedef, aşılacak bir engel yoksa yaşlanır ve tarihe karışırlar.”
“Bacon ‘Of Goodness and Goodness of Nature’ başlıklı makalesinde, Türklerin köpeklere ve kuşlara çok iyi davrandığını ve İstanbullu bir gencin uzun gagalı bir kuşu boğmaya çalıştığını gören halkın nasıl galeyana geldiğini anlatır.”
“Kraliçe I. Elizabeth zamanında İngiltere’de en popüler eğlencelerden biri, özel bir arenada, azgın bir köpek sürüsünün canlı bir boğayı parçalamasını seyretmekmiş. Bu eğlencenin yapıldığı perşembe günleri arenaya mümkün olduğu kadar fazla müşteri çekebilmek için o gün tiyatro oyunları bile yasaklanırmış. Milletvekili William Wilberforce bu trajediye son vermek için 1800’lü yılların başında hazırladığı kanun teklifini meclise sunduğu zaman, Savaş Bakanı William Windham, bu eğlencenin aşağı tabakalar için çok önem taşıdığını, men edildiği takdirde Fransız İhtilali’nde olduğu gibi halkın enerjisini aristokratları devirmek için kullanacağını iddia ederek bu teklifin reddedilmesini sağlar.”
Diğer akademik disiplinlerde matematikçilerin ne kadar etkili olabileceği tartışabilir ama ekonomi-matematik evliliğinin çok mutlu bir balayı yaşadığını kesinlikle söyleyebiliriz. Şüpheniz varsa Nobel’in anısına verilen ekonomi ödülleri listesine bir bakın. Anısına dedik çünkü diğer Nobellerin aksine bunun parası bir İsveç Bankası’ndan geliyor. Nobel Komitesi bu tanıtım konusunda çok hassas. Dedikoduya göre, Nobel’in matematiği dışlaması, karısının bir matematikçiyle arkadaşlığın ötesinde bir ilişki kurması yüzündenmiş.
Geçenlerde Discover dergisinde Roger Penrose’la yapılan bir söyleşiyi okurken içim sızladı. Penrose sekiz yaşındayken matematik dersinde o kadar zorlanmış ki, öğretmeni onu bir aşağı sınıfa kaydırmış. İmtihanlarda soruları çözerken inanılmaz derecede yavaştım diyor Penrose, ama çok daha anlayışlı başka bir öğretmen ne kadar zorlandığımı görünce bana daha fazla zaman tanıdı. Diğer öğrenciler imtihanı bitirip dışarıda oynayıp eğlenirken ben hâlâ sınıfta soruları çözmekte zorlanıyordum. Hatta bazen bir ekstra saat bile yetmiyormuş. Böyle bir başlangıca rağmen Penrose, Cambridge Üniversitesi’nde matematikten doktora aldıktan sonra fizik ve kozmoloji alanlarında da günümüzün en büyük düşünürlerinden biri olmayı başarıyor.
Penrose söyleşide Kuantum Mekaniğine ve Sicim teorisine verip veriştiriyor. Haddimizi biliriz, Penrose’un eleştirilerini benden çok daha iyi değerlendirecek akademisyenlerimiz var, benim gibi kuark ı kuazar dan ayırt edemeyen birinin bu değerlendirmelerde en çok ilgisini çeken, iyi bir ilkokul hocasının büyük bir bilimcinin yetişmesinde ne kadar önemli bir rol oynayabileceği.
Bizde asıl sorun üniversiteden çok, üniversite öncesindeki eğitimde yatıyor. Kafası çoğu gereksiz bilgilerle tıka basa doldurulmuş, haftanın beş gününü okulda, hafta sonunu dershanede geçiren, gerçek demokrasinin, insan haklarının, laikliğin ne olduğundan haberi olmayan gençlerimiz üniversiteye geldiklerinde zaten iş işten geçmiş oluyor.
Baharatın özellikle et gibi yiyeceklerin bozulmasını önleme açısından faydalı olduğu doğru ama tuz varken baharata gerek yok. Gerçi eski zamanlarda Romalı askerlere tuz alabilmeleri için ek para ödenirmiş ama bu istisnai bir durum. (İngilizcede maaş anlamına gelen salary, Latincede tuz anlamına gelen salarium kelimesinden üretilmiş).
Hayvanları koruma hakkında en güzel ve anlamlı sözleri bana çok yakın bir arkadaşım anlattı. Çöldeki bir mağarada yaşayan, nesli tükenmeye yüz tutmuş ufacık bir balığı kurtarmak için yoğun çaba harcayan bir bilim insanını ziyaret eden birisi, bu balığın ne faydası var ki diye sorduğunda adamın aklına yüzyıllar boyunca birçok filozofun akıl edemediği muhteşem bir yanıt gelmiş: Peki, senin ne faydan var?
Bu tür problemler sırf fayda açısından değerlendirilseydi insan neslinin yıllar öncesi tükenmesi gerekirdi.
Bugünlerde bizim üniversitelerimizde çalışan akademisyenler arasında kadın/erkek oranı ABD’deki üniversitelerden çok daha yüksektir. Bunu da kadınlarımızın önlerini açan, onları birinci sınıf vatandaş seviyesine getiren yüce Atatürk’ten başka kime borçlu olabiliriz ki? Eğer ulu önder, Evrim ve onun gibi kadınlarımızın çalışmalarını görebilseydi kimbilir ne kadar mutlu olurdu. Ama bir de erkekler kulübünü andıran meclisimize göz atsaydı kaşlarının çatılacağından bizim hiç şüphemiz yok.
Sakın şaşırmayın, direkt veya dolaylı olarak yaptığınız her hareket karbon salınımına yol açar. Örneğin, bilgisayarda Google’ı kullanarak yaptığınız tek bir araştırma bile 0,2 gram karbon salınımına neden oluyor! (Bu bilgiyi Google’ın kendi sitesinden öğrendik.)
Hayvanların akıllı yaratıklar olduklarından eski Budist kitaplarında bahsedilir. Romalı doğa tarihçisi Pliny, sahibini arayan bir köpeğin, gittiği yolun aniden üçe ayrıldığını gördüğünde nasıl ilk iki kavşakta yeri koklayıp sahibinin kokusunu bulamayınca koklamaya gerek görmeden üçüncü kavşağa daldığını yazar. Pliny’ye göre hayvanlar doğanın öz, biz insanlar ise üvey çocuklarıyız. Doğa hayvanlara güzel kürk, kabuk, tüy dağıtmış ve kısa zamanda onlara uçmayı, yüzmeyi öğretmiş. Öte yandan biz insanlar Doğduğumuz andan itibaren çıplak bir şekilde toprağa atılırız ve hemen ağlamaya ve yalvarmaya başlarız. Hiçbir hayvan insan gibi doğar doğmaz ağlamaya başlamaz.
Çalışmayı yürüten grubun başkanı Georgi Daskalov’a göre son 50 yıl boyunca Karadeniz’de iki önemli değişiklik oldu. 1970 yılından önce aşırı avlanma yunus, uskumru ve ton balığı stoklarını neredeyse tüketmiş. Bu canlıların ortadan çekilmesi, onlara yem olan hamsinin işine yaradığı için bu kez hamsi sayısında büyük artışlar gözlenmiş, tabii bu da balıkçıların işine yaramış ama yeteri kadar önlem alınmadığı için aşırı avlanma hamsi stoklarını aşağı indirmiş. Yani balıkçılar, bir başka deyişle, kendi oturdukları dalı kesmişler. Hamsinin azalması onun ana menüsünü oluşturan zooplanktonun dediğimiz mikroskobik canlıların çoğalmasına yol açmış. Böylelikle eski memleketinde plankton yiyen Mneopsis bölgeye geldiğinde bol miktarda yiyecek bulduğu ve onu yiyen bir tür de olmadığı için kısa zamanda Karadeniz’i bir örtü gibi kaplamış, ta ki onu yiyen başka denizanasının (Beroe ovata) tesadüfen bölgeye gelişine kadar. Şimdi aşağı yukarı bir denge sağlanmış durumda.
Kendi ülkesinde uslu uslu yaşayan bir canlı gittiği yerde neden adeta bir canavar kesiliyor? Bu soruyu yanıtlamak o kadar zor değil. Doğal ortamda bir türün ne kadar sayıda olacağını belirleyen etkenlerin başında o türü kimin yediği ve o türün kimi yediği gelir. Ot, çekirge ve kuştan oluşan basit bir sistem düşünün. Eğer çekirgeler yeteri kadar ot bulamazlarsa sayıları ancak otun besleyeceği bir düzeyde kalır. Eğer yeteri kadar ot varsa bu kez çekirgenin aşırı derecede çoğalmasını onları yiyen kuşlar önler. Biraz önce bahsettiğimiz terörist yosunun kendi ülkesinde tehlike olmamasının en büyük nedeni orada onu yiyen ve böylelikle artmasını önleyen bir salyangozun olması. Başka önemli bir nokta, doğal ortamlar yüz binlerce veya milyonlarca yıl devam eden bir evrim sonucunda ortaya çıkmışlardır. Dolayısıyla, o ortamda yaşayan canlılar yaşamlarını sürdürebilmek için çeşitli taktikler geliştirmiştir. Hiç izlemediği bir takımla maç yapacak bir antrenör, takımına nasıl sağlıklı bir taktik veremezse, aynı şekilde, belirli bir yörede yaşayan canlılar da yeni gelene karşı kendilerini nasıl koruyacaklarını bilemezler.
Eğer insanlar yok olursa dünya bir süre sonra 10 bin yıl önceki dengeli durumuna döner, ama böcekler yok olursa, kaos hüküm sürer.
Teknik açıdan, böcek olsun, yosun olsun her canlı bilgi açısından Caravaggio’nun bir tablosuna, Mozart’ın senfonisine veya herhangi büyük bir sanat eserine kıyasla daha zengindir.
Yağmur ormanlarını yok etmek, bir Rönesans tablosunu yakmak gibidir.
Kaç canlı türü olduğunu, nerede bulunduklarını, ne hızla yok olduklarını bilmiyoruz. Bu, yıldızların nerede olduğunu bilmeden astronomi yapmaya benzer.
Hölderlin veya Shakespeare Kuzey Avrupa’da değil de Adana’da doğup büyümüş olsalardı yaz mevsimini bu kadar överler miydi? Bu sorunun yanıtı bir hafta sonra yine Bilkent’te Adana’nın belki de en ünlü evladı üzerine düzenlenen bir sempozyumda kendiliğinden ortaya çıktı. Sempozyum, Yaşar Kemal üzerineydi. Üstadın kendisinin de katıldığı toplantıda bildiriler sunuldu, analizler yapıldı; fakat bizim en çok dikkatimizi çeken, Olcay Poyraz Hanım’ın, yazarın Sinek adlı öyküsünü dramatize eden bir oyunu sahnelemesi oldu. Bir karı-koca arasında geçen bu öyküde kadın, sivrilerin ısırmasından o kadar rahatsız olur ki, çareyi saman yığınının içine saklanmakta bulur. Yaşar Kemal’in nasıl bir doğa aşığı olduğunu hepimiz biliriz ama birçoğumuz gibi, o da sivrileri bu sevginin içine katmıyor. Evet, yazın şairler tarafından ıskalanmasının en büyük nedeni sivrisinekler olmalı; Çukurovalı kadının başına gelenler Shakespeare’in başına gelseydi, Bir Yaz Gecesi Rüyası ya Bir Yaz Gecesi Trajedisi veya Bir Yayla Gecesi Rüyası olurdu.
Yazıklar olsun, doların yeşili uğruna kentin yeşilini yok ettiniz.
Ruhu büyük bir insan, aklının pencerelerini ardına kadar açarak evrenin her köşesinden gelen rüzgârların başının içinde hücre esmesini sağlar. Ve o insan görecektir ki, dünyaya ayna tutan bir aklın sahibi, bir anlamda, dünya kadar büyüktür.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Bir öğretim üyesi, mühendis veya ekolojist, hiç fark etmez, bütün bilimsel çabalarını tek bir konuyla sınırlandirabilir. Tabii kısa bir zaman sonra o konunun uzmanı olur.
Eğer çok sayıda makale bastırır, aldığı projelerle okulun kasasını doldurursa, idareciler onun Shakespeare’den bile haberi olmamasından hiç rahatsız olmazlar. Alan memnun satan memnun ama bizim uzman bunlarla yetinmez, bir de bakarsınız bizimki yeni açılan bir üniversitede fen ve edebiyat fakültesinin başına geçmiş.
Kültür Bir topluma özgü düşünce ve sanat eserlerinin bütünü diye tanımlanır. Burada Yer veriyor, yer veriyor / orta direk bel veriyor türküsü ile Beethoven’in 9. Senfonisi’nin aynı kefeye konulmasından rahatsız olan kültür komiserleri yüksek kültür, popüler kültür diye bir ayırım yaparlar. Bizim mega kültürcümüz Kâtip Çelebi, Eflatun’un, öğrencisi Aristoteles’e bilgilerini her önüne gelenle paylaşmamasını öğütlediğini yazar. Mevlana’nın uyarısı daha kibarcadır: Sen ne anlatırsan anlat, anlattığın karşındakinin anladığı kadardır.
Bizden esinlenen İngiliz tacirleri ilk kahvehaneyi 1650 yılında Oxford’a açmışlar. Kahvehaneler Ingiltere’de de o kadar rağbet görmüş ki birkaç yıl içinde sayılar iki bini aşmış. Kadirşinas Ingilizler kahvehanelerin birine Turk’s Head (Türk’ün Başı) adını da koymayı ihmal etmemişler.
Ünlü Osmanlı tarihçisi Peçevi Ibrahim Efendi bizde ilk kahvehanenin 1554 yılında Istanbul’da açıldığını yazar:”Keyiflerine düşkün bazı safa ehli insanlar ile kişiler, okur yazar makulesinden (soydan) zarif kimseler orada toplanmaya başlamıştı kimi kitap ve güzel şeyler okur, kimi tavla ve satranç oynar, kimi yeni söylenmiş gazeller getirerek şiirden ve edebiyattan bahsederdi.”
Gelişmeler karşısında bilimin sonu geldi diye kitap yazanlara, Allah akıl versin demekten başka söylenecek bir sözümüz yok.
Bitkiler kökler aracılığı ile besin paylaşıp atmosferdeki nitrojeni kullanılabilir hale getiren mikro organizmalara ev sahipliği yapıyorlarmış. Tabii her çuvalda bir çürük elma olur misali onların arasında da başkalarının malına göz diken, hatta öldüren bile oluyor. Örneğin, bir incir ağacı türü fırsat bulduğunda yandaki ağacı dallarıyla sararak boğuyor ve besini kendisine aktarıyor.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Amerika kıtasına ilk ayak basan Avrupalıların orada bir cennet görmeleri normaldir diyor Krech çünkü o zamanlar Kızılderili nüfusu 3 milyon 7 milyon arasındaydı. Yani Yerliler isteseler de o kadar büyük bir kıtaya fazla zarar veremezlerdi. Kızılderililer daha kolay avlanabilmek için orman yakmaktan hiç kaçınmazlarmış. O zamanlar kürkü çok makbul sayılan kunduz o kadar avlanmış ki 1700 yıllarında nesli tükenmeye yüz tutmuş. En popüler geyik avlama taktiklerden bir tanesi şöyleymiş: Hayvanları uçurumun kenarına getirdikten sonra korkutarak aşağı atlamalarını sağlayan Yerliler sert kayaların üzerinde can çekişen hayvanların yalnız but ve dillerini alıp geri kalan etleri çürümeye bırakırlarmış.
Gordon’un kitabından sizler için tercüme ettiğimiz Kızarmış Domates Kurtları yemeğinin tarifi:

3 yemek kaşığı zeytinyağı.
16 domates kurdu.
Yarım santim kalınlığında yuvarlak olarak doğranmış 4 tane orta boy yeşil domates.
Tuz ve karabiber.
Beyaz mısır unu.

Büyük bir tavada yağı ısıtın. Sonra domates kurtlarını 4 dakika boyunca kavurun. Ayrı bir yerde kesilmiş domatesleri tuz ve biber attıktan sonra mısır ununa bulayın ve onları da kavurun. Her domates parçasının üstüne iki kavrulmuş kurt koyarak servis yapın.

Böyle müthiş bir ziyafetin sonunda eğer bir tatlı yemek isterseniz Çikolataya Bulanmış Karınca ya ne dersiniz? Hem bu karıncalar belgesellerde gördüğünüz yağmur ormanların da yaprak kesen yaratıklar.

Tadı sirkeye çok benzeyen karıncadan yapılan sos Tayland’da limon yerine kullanılır. Bal arıları larva, pupa ve yetişkin olarak dünyanın birçok yerinde yenir. Tabii zehirlerinden arıtmak için önce kaynatmanız gerekir Ağaç kurtları çekirgeden sonra belki de en çok yenilen böcek türüdür Ağustos böceği sığır etine çok iyi bir alternatiftir.
Günümüzde çeşitli ülkelerde 1462 çeşit böceğin yendiği tespit edilmiş.
Tekrar böcek yiyen Afrikalılara dönersek, aslında bu tür beslenme sanıldığı kadar sıra dışı bir olay değildir. Örneğin, Japonlar, ağustos böceği, çekirge, eşek arısı ve güve larvası yer.
Her ne hikmetse insanların, kediden tutun da piton yılanına kadar tapmadıkları veya kutsal saymadıkları hayvan yoksa da böceklerin bu ilgiden yeteri kadar nasiplerini almamaları uzun zamandır benim merakımı uyandırmıştır. Yoğun araştırmalarıma rağmen akademik literatürde bu konu da ancak tek bir referans bulabildim. Eski Mısırlılar güneşin kutsal bir bokböceği tarafindan fezada yuvarlandığına inanırlarmış! Ne kadar ilginç değil mi? Tarih boyunca kutsallaştırılan tek böceğin bu şekilde karnını doyurduğu hiç aklınıza gelir miydi? Aslında olaya ekolojik açıdan bakarsak bok böceğine saygı duymak gerekir; çünkü eğer bu doğanın en ünlü kanalizasyon mühendisi, görevinde bu kadar başarılı olmasa dışkılardan atmosfere yayılan metan gazı yüzünden küresel ısınma bundan yüzlerce yıl önce ortaya çıkardı.
Mısırlıların dışında bir böceğe en çok saygı gösterenler Avustralya’nın ufak bir kasaba halkı olmuş. Bundan birkaç yıl önce kasabaya göçmen gelen bir kaktüs türü kısa zaman da çoğalarak çiftçilerin ürünlerini yok etmeye başlamış. Son çare olarak ekolojistler bölgede kaktüsün bir numaralı düşmanı olarak bilinen, bilimsel adı Cactoblastis olan kelebeğe benzer bir böceği devreye sokunca bu kez kaktüsün kendisi yok olmuş. Bu zaferden sonra yöre halkı kasabanın ortasına Cactoblastis’in bir heykelini dikmiş.
Dinle bilimin karıştırılmasının ne kadar yanlış, hatta tehlikeli olabileceğini şu örnekle açıklayabiliriz:

“Burada yaşayanların vücutları pelte gibidir ve ne yiyecek ne de içeceklerle araları iyi değildir. Zayıf kafalı erkekler genellikle iyi içkici değillerdir; sabahları baş ağrısı çekerler Kadınlar ise hastalıklıdır ve vajina akıntıları çoktur; birçoğu kısırdır.”

Bu satırların sahibi tıp biliminin kurucusu Hipokrates’tir.
Yazılanlar gülünç ama, o zamana kadar hastalıkların tanrıların gazabından, cin çarpmasından kaynaklandığına inanılırdı. Ama tıpkı Hipokrates’in yaptığı gibi eğer doğal olaylar doğal nedenlerle açıklanırsa, yanlışlar eninde sonunda düzeltilir.

Darwin’in teorisi, birkaç istisna dışında, bilim dünyasında çok çabuk kabul gördü, fakat aşırı dindarlarla bilim insanları arasında o sıralarda başlayan, bizce gereksiz, kavgalar maalesef günümüzde bile devam ediyor. Gereksiz, çünkü bilim ve din iki ayrı kulvarda seyreder, birincisi doğal olayları doğal nedenlerle açıklar, diğerinde ise inanç yeterlidir. Darwin, Türlerin Kökeni’nin 520. sayfasında Bu yazdıklarımın kişilerin dinsel duygularını şoke etmemesi gerekir diyerek dine karşı olmadığını açıkça belirtir.
Evrim teorisi zaten bilim dünyasının gündeminde olan bir konu, fakat ne gibi bir doğal mekanizmanın evrimi tetiklediği ve yönlendirdiği hakkıda mutabakat sağlanmış değil. Darwin’in en büyük katkısı, bu mekanizmanın doğal seçilim olduğunu Türlerin Kökeni, İnsanın Türeyişi ve Seksüel Seçme adlı kitaplarında yüzlerce örnek vererek kanıtlaması.
Dünyada 150 kadar köpekbalığı türü vardır ve bunlardan yalnızca dördü insanlara saldırır. En tehlikeli türlerden biri bizim denizlerimizde de bulunan beyaz köpekbalığıdır. En önemlisi, her yıl bütün dünya denizlerinde kaydedilen köpekbalığı saldırısı sadece 15 civarındadır.
Dünya Sağlık Orgütü’nün (WHO) verilerine göre dünyada her yıl yılan sokmasından ölen insanların sayısı 40.000 gibi hiç de küçümsenemeyecek bir sayıdır. Yerlilerine çoğunun yalınayak dolaştığı Burma ve Hindistan bu listenin başını çekiyor.
Bilimkurgu denince akla ilk gelen yazarlardan biri Ray Bradbury’dir. Özellikle gezegenler arası yolculuklar üzerine yazdığı hikâye ve romanlarıyla bu türün tiryakilerince çok beğenilen bu yazarın bir kere bile olsa uçağa binmeye cesaret edememesi ne kadar garip değil mi?
Bu dünyada asansöre binemeyen, 30 yıldır evinden çıkamayan ve ufacık bir tırtılı görünce dehşete düşen insanlar varmış.
Her geçen gün birçok hayvan ve bitki türünün yok olduğunu ve birçokları için de felaketin kapıya dayandığını sanirim bilmeyen yoktur.
Thoreau Yukarılarda aradığınız cennet, ayaklarınızın altındadır demiş.
Türkler hayvanlara çocuk muamelesi yapar. Türkiye’de insanların hayvanlara gösterdiği şefkat örneklerini görebilmeniz için haftalarca orada yaşamanız gerekmez.
Modern bilimin kurucularından Fran Bacon Of Goodness and Goodness of Nature başlıklı makalesinde Türklerin köpeklere ve kuşlara cok iyi davrandığını ve Istanbullu bir gencin “uzun gagali (leylek?) bir kuşu boğmaya çalıştığını gören halkın nasıl galeyana geldiğini anlatır.
Hayvanların akıllı yaratıklar olduklarından eski Budist kitaplarında bahsedilir. Romalı doğa tarihçisi Pliny, sahibini arayan bir köpeğin, gittiği yolun aniden üçe ayrıldığını gördüğünde nasıl ilk iki kavşakta yeri koklayıp sahibinin kokusunu bulamayınca koklamaya gerek görmeden üçüncü kavşağa daldığını yazar. Pliny’ye göre hayvanlar doğanın öz, biz insanlar ise üvey çocuklarıyız. Doğa hayvanlara güzel kürk, kabuk, tüy dağıtmış ve kısa zamanda onlara uçmayı, yüzmeyi öğretmiş. Öte yandan biz insanlar Doğduğumuz andan itibaren çıplak bir şekilde toprağa atılırız ve hemen ağlamaya ve yalvarmaya başlarız. Hiçbir hayvan insan gibi doğar doğmaz ağlamaya başlamaz.
Akıllı düşman aptal arkadaştan iyidir.
On sekizinci yüzyılda Ingiltere’de bizim Lale Devri’ne benzer bir çağ yaşandı. Ama burada ilgi odağı tek bir bitki değildi; yosunlardan tutun, böceklere, timsahlara kadar doğada karşıniza çıkabilecek her canlıyı toplamak, incelemek makbul sayılırdı. Lynn Barber’ın yazdığına göre Victoria Çağı diye bilinen o zamanlarda mesleği veya sosyal statüsü ne olursa olsun, yediden yetmişe bütün Ingilizler ellerinde kelebek ağları ve yosun, yengeç gibi canlıları toplamak için (akvaryum o zamanlarda icat edilmişti) kovalar olduğu halde her firsatta soluğu doğada alırlarmış.
“Eğer insanlar yok olursa dünya bir süre sonra 10 bin yıl önceki dengeli durumuna döner, ama böcekler yok olursa, kaos hüküm sürer. Teknik açıdan, böcek olsun, yosun olsun her canlı bilgi açısından Caravaggio’nun bir tablosuna, Mozart’ın senfonisi ya herhangi büyük bir sanat eserine kıyasla daha zengindir. Yağmur ormanlarını yok etmek, bir Rönesans tablosu yakmak gibidir. Kaç canlı türü olduğunu, nerede bulunduklarını, ne hızla yok olduklarını bilmiyoruz. Bu, yıldızların nerede olduğunu bilmeden astronomi yapmaya benzer.”
Ne kadar yazık değil mi? Yaşamın özünü simgeleyen, felsefeden tutun atom fiziğine kadar her türlü akademik disiplin ile ortaklık yapan çevrebilim hala üniversitelerimizin çoğunda okutulmuyor.
Hayvanların biz insanlara bakarak ürettikleri faydalı bir şey var mı acaba?
Sivrisinek ısırmasının acıtması iğnesini sokmasından değil, kanın pıhtılaşmasını önlemek için, açtığı yaraya akıttığı salyada bulunan bakterilerden kaynaklanır. Işte, hastalığa yol açan parazitler de bu yolla diğer canlılara geçer.
Bildiğiniz gibi, sivriler bizleri kaşındırmakla kalmayıp sıtmadan menenjite kadar birçok hastalığa neden olabilirler.
Uzmanları da korkutan bu. Küresel ısınma sonucu sivrilerin sayısının astronomik boyutlara ulaşması. Sivrisineklerin daha fazla çoğalmalarını, onların suda büyüyen larvalarını yiyen balıklar bir dereceye kadar önler. Özellikle mosquito fish (sivrisinek balığı) çok usta bir sivrisinek avcısıdır.
T.S Eliot’ın veya Nâzım Hikmet’in bazı şiirlerini okumak bir dakikanızı bile almaz. İngilizcede Kıymetli şeyler küçük paketler içinde gelir diye bir söz vardır. Buna kısa zamanlarda” gelenleri eklemek de gerekir, herhalde.
Edip Cansever ne güzel dile getirmiş Gelincik çiçeğini:

Yeter ki görünsün gelincikler
Önce tek tek görünsün sonra topluca
Usta bir doğramacı gibi kırmızılar doğrar kasaba
Gelincikler indi mi çayırlardan
Su bardaklarına, berber dükkânlarına girdi mi.

Bir yaban çiçeğinin sıkıldığını hissedebilecek kadar doğayla iç içe olmak kim bilir ne kadar güzel bir duygu. Japonlar da doğaya yakın bir toplumdur. Orada ilkbaharın geldiğini kiraz ağaçlarının çiçek açması müjdeler ve Japonlar bu mutlu olayı ilahiler söyleyerek törenlerle kutlarlar.
Çiçeklerin ne zaman ve neden ortaya çıktığı evrim bilimcilerin kafasını karıştıran en önemli soruların başında gelir. Charles Darwin bile bu soruyu yanıtlamakta çok zorlanıp “çözümü çok zor bir muamma diyerek pes etmiş.
Canlılar bize faydaları olduğu için değil var oldukları için değerlidir.
Kelebekler göç esnasında yollarını bulabilmek için güneşi ve beden saatlerini kullanıyorlarmış. Bu saatin çalışması per adına bir gen tarafından ayarlanıyormuş. Yeni başarının yarısı iyi bir pilot olmalarına, diğer yarısıda içgüdüye bağlı.
Hayvanların biz insanlara bakarak ürettikleri faydalı bir şey varmı acaba?
En yüksekte uçan martı en uzağı görür.
Bir yaban çiçeğinin sıkıldığını hissedebilecek kadar doğayla iç içe olmak isteyenler için..
Bilimsel bir yorum olmayacak ama gelinciklerin kokmaması sanırım çok güzel olduklarındandır. Öyle ya, çok güzel hanımlar da çok kez koku sürmeye gerek duymazlar.
Yazıklar olsun, doların yeşili uğruna kentin yeşilini yok ettiniz.
Aristoteles İnsan düşünen bir hayvandır demiş; güzeli, çirkini ayıran tek yaratıktır deseydi çok daha doğru olurdu.
Okuduğun ne kızım?
-Bir roman.
Neden bahsediyor?
-Hiç
Adı ne?
-Descante
Ne demek?
-Sevinçten, saadetten mahrum kadınlar demek.
Onlar kimmiş?
-Biz Türk kadınları.
Yemeklere kadınbudu, kadıngöbeği gibi isimler takılan bir toplumda, her ne hikmetse, eşek gibi yüzyıllar boyunca insanoğluna hizmet etmiş munis bir hayvanın adını anmadan önce ‘sözüm meclisten dışarı’ gibi laflar edilir !
Doğduğumuz andan itibaren çıplak bir şekilde toprağa atılırız ve hemen ağlamaya ve yalvarmaya başlarız. Hiçbir hayvan insan gibi doğar doğmaz ağlamaya başlamaz.
Gelinciğin doğanın yaralarını sarma çabalarının en görkemlisi Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransa’nın kuzeyindeki Flanders bölgesinde yaşanmış. Çatışmadan birkaç gün sonra tarlalar cesetlerle birlikte kan kırmızı gelincikleri bürünmüş. Hayatta kalanlardan Kanadalı cerrah John McCrae ünlü Flanders Kırları şiirini işte o zaman yazmış. Ogün bugündür gelincik, cephede yaşamını yitiren askerlerin sembolü haline gelmiş.

Her yıl Anma Günü törenlerine katılanların göğüslerine bir gelincik takmaları işte bu yüzdendir.
 

Toynbee’ye göre toplumlar seçtikleri bir hedefe ulaşmak için çaba harcadıkları zaman canlılığını korur ve gelişir. Ulaşılacak bir hedef, ulaşılacak bir engel yoksa yaşlanır ve tarihe karışırlar.
Ülkemizde 9.000 civarında bitki türü var; bunların üçte biri yalnız bizim topraklarımızda yetişiyor. Bu sayıya 10.000’e yakın hayvan türünü de eklerseniz ne kadar büyük bir doğal zenginliğe sahip olduğumuzu anlamakta güçlük çekmezsiniz.
Dünya annenizdir. Dünyaya ne olursa dünyanın oğullarına da aynısı olur. Eğer insanlar yere tükürürse kendi üzerlerine tükürürler.
Arada sırada elmanın içinde rastladığımız bir kurttan rahatsız olmasak çiftçiler sağlığımız için çok daha tehlikeli olan böcek ilacı kullanmaya mecbur kalmazdı.
Bilimsel bir yorum olmayacak ama gelinciklerin kokmaması sanırım çok güzel olduklarındandır. Öyle ya, çok güzel hanımlar da çok kez koku sürmeye gerek duymazlar.
Geçenlerde Discover dergisinde Roger Penrose ile yapılan bir söyleşiyi okurken içim sızladı. Penrose sekiz yaşındayken matematik dersinde o kadar zorlanmış ki, öğretmeni onu bir aşağı sınıfa kaydırmış. İmtihanlarda soruları çözerken inanılmaz derecede yavaştım diyor Penrose ama çok da anlayışlı başka bir öğretmen ne kadar zorlandığımı görünce bana daha fazla zaman tanıdı. Diğer öğrenciler imtihanı bitirip dışarda oynayıp eğlenirken ben hala sınıfta soruları çözmek ve zorlanıyordum. Hatta bazen bir ekstra saat bile yetmiyormuş. Böyle bir başlangıca rağmen Penrose Cambridge Üniversitesi’nde matematikten doktora aldıktan sonra fizik ve kozmoloji alanlarında da günümüzün en büyük düşünürlerinden biri olmayı başarıyor.
Penrose söyleşide Kuantum Mekaniğine ve Sicim teorisine verip veriştiriyor. Haddimizi biliriz, Penrose’un eleştirilerini benden çok daha iyi değerlendirebilecek akademisyenlerimiz var; benim gibi kuark ı kuazar dan ayırt edemeyen birinin bu değerlendirmelerde en çok ilgisini çeken, iyi bir ilkokul hocasının büyük bir bilimcinin yetişmesinde ne kadar önemli bir rol oynayabileceği.
Evet bir ülkenin hazineleri sadece camekanlar içinde sergilenen elmaslardan,yakutlardan ve pırlantalardan ibaret değildir. Doğal hazineler de en az onlar kadar kıymetlidir. Bu gerçeğin yıllar önce farkına varan batılılar hem Humboldt gibi dahilerin diğer ülkelerden topladıkları örnekleri hem kendi ülkelerine özgü bitki, böcek, hayvan ve jeolojik zenginlikleri doğal tarih müzelerinde sergilerler. Halkın bu müzelere gösterdiği ilgi paha biçilmez sanat eserlerinin sergilendiği müzelere gösterilen ilgiden daha az değildir.
Boksör Muhammed Ali’nin Ben bir kelebek gibi daha dans eder arı gibi sokarım sözünü ne anlama geldiğini milli judocumuz genç arkadaşım Fatoş Koç’a sorduk. Fatoş bize, bu sporların kuvvet kadar zerafet de içerdiğini örneğin Ali’nin ringte sanki bir dansör gibi hareket ettiğini ve bu hareketlerin bir kelebeğin uçuşuna benzetilmesinin doğal olduğunu zarif bir dille açıkladı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir