İçeriğe geç

Toplu Öyküler 1 Kitap Alıntıları – Nezihe Meriç

Nezihe Meriç kitaplarından Toplu Öyküler 1 kitap alıntıları sizlerle…

Toplu Öyküler 1 Kitap Alıntıları

&“&”

Bize ne verdiler ki ne isteyebilirler? Biz adam olup paçamızı kurtarmışsak, bu onur bize aittir. Ne aileye, ne topluma."
Ayazlamış bir nisan gecesinde kent uzak ışıklar içinde; gurbet gibi, akşam alacasında ovadan doğru gelen yusufcuk sesi gibi bir hoş yürek sızısı…
Anlatmalıdır insan. Anlayan biri olmalıdır, anlatmalıdır. Ne olursa olsun anlatmalıdır. Tıkanır, katılır kalır yoksa insan.
Yeniden başlanamaz. Çünkü insanoğlunun kaderinde yoktur bu. Hayatı ona verilmiştir; büyük bir oyun. İstediği gibi oynayabilir. Yanlışlar ve doğrularla. Ama bozmak, bozup yeniden başlamak yoktur bu işte.
İnsanın evi çok güzel olmayabilir ama evine giden yol, ille güzel bir yol olmalıdır.
Biz sıramızı savdık" dedi. "Ama bilemedik; o gençlik hep öyle kalacak sandık. Ama sizler bir şeyler yapmalısınız evladım. Siz bizden talihli bir döneme yetiştiniz. Istırap ve can sıkıntısı size göre değil. Demir tavında gerek…"
Ama ayrıca, benim içimde bir şey yapamamaktan gelen, nasıl diyeyim işe yaramamak, parazit insan ya da küçük insan kalmaktan doğan bir kırılış var. Belki de bende bir sanatçı yaradılışı var, ama bir sanatçı değilim. Ben toplumu, yığınları etkilemek, büyük şeyler yapabilmek ve o, Sokrat’ın tanımladığı görkemli sevinci duymak istiyorum anlıyor musun? Yapamayınca da kuruyorum.
Başınızın üstünde gökyüzünün maviliğini gördüğünüz sürece kendinizi mutlu saymalısınız."
"Ve ben bir anlık hayatını yaşamak isterim herkesin."
Sevdiğimin kavalı kaldı dayalı yerde.
Anladınız mı? Anlamazsınız. Dinlediniz mi? Dinlemezsiniz.
Sıkıntıdan, iç sıkıntısından sararıp mum oluyorlar. Muhammed’in, İsa’nın, daha
daha Musa’nın, Yahya Peygamberin, daha daha birilerinin, geniş, yaygın, mutluluktan dem vuran gölgelerine sığınmış sıkılıyorlar.
Bizi, mutlu kıl ey ulu Tanrı.
Ne sıkıntı veriyor yaşamak. Neden versin?
İki nokta, her zaman anlamlı boşluklar veremez düşüncemize.
Ben daha sözümü söylemedim.
Hiç ummadığım bir gece sevdiğim adam çıkar gelir. Umduğum geceler neden gelmez bilmem.
Gücümün tümünü, çağresizliğimle bağdaştırmayı öğrenmedim mi ?
Bir sokağı bitirip, köşeyi döner dönmez, deniz görünüverince, insanın neler duyduğunu yüce şairler iyi anlatırlar. Oysa çocuklar, balonlarını kaçırmanın acısını daha yürekten duyarlar, ünlü şairlere karşı.
Onlar sözcüklerin değerini bilmezler.
Hiç kimse onu nasıl kendimde taşıdığımı bilemez.
Baktım çevremdekilerin hiçbiri aile denen varlığın bilincinde değil, bir araya gelmiş, âdet budur demiş yaşıyorlar; karşı çıktım ben de.
Bir gülün açılmasını öğreteceğim ben onlara.
Hep kullanılmış duyguların, hep kullanılmışlıkların içinde çevremdekiler. Beni tüketen bu oluyor.
Başkaldırımızsam ölürüm.
Seninle dost olabilirdik. İstemedin. Büyüyüşüm seni kızdırdı. Elimde olsaydı, seni üzmemek için büyümezdim.
Biz artık kendi hayatımızın törelerini koymalıyız.
Ben hayatı, kendime göre olan bir hayatı istiyorum.
Gelecek günlerinizi kendiniz kuracaktınız. Ne umutlarınız, ne düşleriniz vardı.
Sessizce başkaldırıyoruz.
İstenilen bir kadın, isteyen bir erkeğe gidiyor. Ne korkunç güzellik.
Adam başını kızın göğsüne bastırarak, “Beni bırakma!” dedi.
Dudaklarınız bu denli güzel olduğu halde, neden gülmüyorsunuz?
Bir bu oturup konuşmalar kurtarıyor bizi zaten.
Bir çılgınlık anında görkemli bir çığlık halinde dünyadan atladığınızı ve boşlukta tükeninceye kadar parçalandığınızı düşünün. Aşk budur.
İnsanın evi çok güzel olmayabilir diye düşünürdü. Ama evine giden yol, ille güzel bir yol olmalıdır.
İnsan âşık olunca, kapalı göz kapakları arkasından bütün dünyayı filiz yeşili bir dinginlik olarak görür.
Her şeye rağmen, bulunduğunuz şartlar dahilinde memnun ve mes’ut olmaya çalışmalısınız.
Ben; toprağı, suyu, içimde duymak, böyle yaşamanın tadını çıkara çıkara yaşamak, bir işe yaramak, bir…
Ben için için kuruyorum anlıyor musun?
Ah ne tutsaklık! Toplum moplum diye yüreğini öldürüyorsun.
Sevdayı muhabbet başıma gör neler açtı.
Demin yolda bir özel araba geçti, içinde bıyıklı bir subay vardı. Adam, vallahi dört dörtlük kurulmuştu. Hello! diye el salladım. O da bana sallamaz mı? Akılsız, ben Hello diyecek kıza benziyor muyum?
Bana öyle tanımlamalara sığmaz bir sevinç veriyordu ki, hemen yaşamakla ilgili neşeli düşlerimin en başına onu geçirdim.
Yüzündeki huzur, bir kadının bir erkeğe verebileceği yaşam tadının en güzel anlatımıydı.
Ben iyileşmeye onun neşesiyle başladım.
Kadınlar bilirim, kabadayı ve yırtıcı görünüşlerinin, boyaların, kokuların altında ürkek, yalnız kadınlar.
Yalnızlar geliyor… Onları gözlerinden bilirim. Kalabalık caddelerde, ıssız kır yollarında, dairelerin loş koridorlarında… Nerede rastlarsam rastlayım hemen tanırım.
Aslında, yalnızlık, gariplik benim içimde zaten.
Ben de kaçmayı istedim bir an. Kestane-
cinin çiçek bozuğu suratından, insanların seslerinden, birbirlerine sokuluşlarından, bakışlarından… Karanlık rüzgârın uğuldadığı tenha dağ yollarında kendi başıma yürümek, rüzgâra karışıp uğuldamak istedim.
Uzak, çok uzak dağlardan iniyor sessiz sessiz
Dev gibi yalnızlık.

#MehmetDeligönül

Söyleyin bakalım gülümseyiş ne renktir?
Örneğin ben piçin âlâsıyım. Benim babam pis, adi, sarhoş herifin biri. Annem de eh, sıradan bir kadın. Birbirini düşünmeden, arzu etmeden, rastgele birleşmiş iki insan. Nikâh ne demek? Ne idüğü belirsiz bir herif, yani imam; üç beş kişiden âmin âmin ve peydahlanan ben. Ama düşünün, birbirini arayıp bulan, isteyen iki ruh, iki vücut birleşirse… O zaman kâğıtlar ve imzalar bir yana, doğan çocuk piç değildir. Kesinlikle! Sahici insan odur işte…
Sevgilim değil, sevdiğim; aşk yerine sevgi.
Ben her şeyi yanaklarımla seviyorum. Öpmekten çok. Onun yüzüne yanağımı dayamayı…
Bu devirde kız anası olanın Allah yardımcısı olsun. Şimdi de Oya’nın nişanına ne giyeceğim diye tutturmuş. Hakkı da var. Gençtir, ister, ister ama…
‘Yalnız’ insanlar var bu dünyada.
Yaşamak için ekmek kadar, su kadar gerekli olan, inanmak, güvenmek, çalışmak gücünü bulamamak… Günlük olayların, dedikoduların içinde yuvarlanmak…
Randevu evleri, karısını peşkeş çeken kocalar, kadınlar, erkekler, ahlaksızlık… ahlaksızlık… duyduğumuz, çevremiz hep bu, hep bu…
Bizim kuşak erkekleri niye böyle?
Tutunacak hiçbir yeri olmayan bir boşluk içindeydi sanki.
Hiçbir şey onun değildi. Her şeye karşı bir yabancılık duyuyordu.
Başınızın üstünde gökyüzünün maviliğini gördüğünüz sürece kendinizi mutlu saymalısınız.
Akıl veren çok, ekmek veren yok.
Ve ben bir anlık hayatını yaşamak isterim herkesin.
Hiç mutlu değilim. Kendimi çok mutlu bulsam da."
Kuvvet sabrın içindedir."
İnsan aşık olunca, kapalı göz kapakları arkasından bütün dünyayı filiz yeşili bir dinginlik olarak görür."
hayatı bu kadar anlamamalıydık."
Büyük kentlerde yaşadıkları için mi böyle katı, içine ka­panmış, somurtkan, sinirli oluyorlar? Büyük kent, yenilmez, diş geçirilmez, yok edilemez gücüyle onları dört bir yandan sa­rıyor, sıkıştırıyor, eziyor, boğuyor mu? – Ufukları yok çünkü.
Evlerin -evlerin… evlerin… evlerin- sokakların yan yana… iç içe… üst üste…- Gökyüzüne gerilmiş tellerin, gökyüzüne çı­kan yokuşların, diklemesine büyük taş binaların, bacaların ara­sında; birbirleriyle yüz yüze, soluk soluğa, omuz omuza yaşı­yorlar. Birbirlerinden nefret mi ediyorlar? Kırları, güneşi, yeşili mi istiyorlar? Gökyüzünü çok yükseklerde, en üst kat camların­da, baca deliklerinde; yeşili, çekmeyen bacaların ve kent du­manlarının isinde kararmış buldukları için mi böyle sarı suratlı, kinli, hırçın oluyorlar? Bütün bunlar için mi âşık olmuyorlar, gülmüyorlar, genç, kuvvetli, neşeli, yeşil, beyaz, mavi olmuyor­lar? Omuzlarında bir yük -Günlük yaşam bir kat karabasan gi­bi omuzlarına çökmüş- kırgınlığın, bezginliğin, bulanık sarılı­ğında, içlerine çekilip somurtmuşlar. Bütün bunlardan ötürü mü -mü… mü… mü…ne?- böyle olmuşlar. Yoksa başka bir şeyler mi var? Aradıkları veya kaybettikleri ne? Yoksa aradıkla­rı ya da kaybettikleri bir şey yok mu? -Hiçbir şeyin olmaması, (mı?)- Ekmek peşinde koşanlar, para hırsına tutulanlar, kanseri olanlar, dosyalar, makineler arasında kendini unutanlar, ku­marbaz olanlar, hovarda olanlar, çirkin olanlar, hayvan olanlar, insan olmayanlar -lar… Lar…- lar. İyi hoş. Ya ötekiler? Aradıkları ya da kaybettikleri bir şeyi olmayanlar?
İnsanın evi çok güzel olmayabilir diye düşünürdü. Ama evine giden yol, ille güzel bir yol olmalıdır. Ken­dince, kentin dış mahallelerine doğru, kırlara ve dağlara yakın, asfalttan ayrılan bir toprak yol düşünürdü. Bahar vakti, insan bostanların kenarından, rüzgârın sesini dinleyerek ağır ağır yü­rür. Kent uzakta, deniz ile göğün birörnek maviliği arasında, hafif dumanlı ve değişik bir mavilikte küme halinde durmakta­dır. Uzaklardan sesler duyulur. Kırlangıçlar gelir geçer; ancak o zaman, gökyüzü bir baştan bir başa, çepeçevre, sonsuz derinli­ğinden baş dönerek seyredilebilir. Böğürtlenler daha olmamış­sa, onların o çok bilmiş kırmızı rengini akıldan geçirmek zor bir şey değildir. Ev yolun sonunda, kocaman bir bahçenin içinde olmalı, bahçenin toprak duvarlarından ille de salkımlar sarkmalıydı. Bu olmayacak bir şey değildi ki.
Akşam olur, kırlık bir yerde rüzgâr eser ve tenha asfaltta tek başına bir elektrik feneri yanar. İnsan, o rüzgârı garipser; fenerin yalnızlığını ta içinde duyar; o, fener değil de, bir insanmış, garipmiş, öksüzmüş sanır. Dalgın dalgın yürür gider. Çok sonra, uzaktan kentin ışıkları görünür. Bir taksi geçer. Arkasındaki kırmızı ışıklar bir yanar bir söner. Ama o tek başına yanıp duran fenerin getirdiği kırık duygu kaybolmaz.
Dert bir. Toplumun bozuk yanı, kirli, kusurlu, içler acısı olan yanı her yönde bir. Sadece rivayet muhtelif. Şu anlatılan yaşam, yaşamın, yaşam savaşının, ekmek kavgasının bu yanı; ipekler, renkler, pullar, allıklar, pudralar, içki masaları, renkli fenerler arasında bir soytarı acısı ile görünüyor…
Uzun zamandır susuşum, kafamdaki bu dağınıklıktan. Şu dünyada, okuyarak, yaşayarak edindiklerimin tümünü, unutmuşum gibi bir duyguya kapılıyorum; geceyarıları uykusuz otururken."

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir