Orhan Pamuk kitaplarından The White Castle kitap alıntıları sizlerle…
The White Castle Kitap Alıntıları
Aptal oldukları için başlarının üstünde gezinen yıldızlara bakıp düşünmüyorlardı, aptal oldukları için öğrenecekleri şeyin önce neye yarayacağını soruyorlardı, aptal oldukları için ayrıntılara değil özetlere meraklıydılar, aptal oldukları için birbirlerine benziyorlardı.
Önceden belirlenmiş bir hayat olmadığını, bütün hikâyelerin aslında birer rastlantılar zinciri olduğunu birçokları bilir.
Yıkımdan, Osmanlı’nın elindeki ülkeleri bir bir kaybetmesini mi anlıyorduk? Yoksa yıkım, insanların ve inançların farkına varmadan değişmesi anlamına mı geliyordu? Belki de yıkım, ötekilerin üstünlüğünü görerek onlara benzemeye çalışmaktı.
Hayır, cesaretim değil, halim yokmuş.
Aptallar üzerine düşünüyorum. Niye o kadar aptallar?
Bu ahmaklar gerçeklerin farkına ne zaman varacaklardı? Bu kadar aptalın birbirini bulması bir rastlantı mıydı, zorunluluk mu? Niye bu kadar aptaldılar?
Bu ahmaklar gerçeklerin farkına ne zaman varacaklardı? Bu kadar aptalın birbirini bulması bir rastlantı mıydı, zorunluluk mu? Niye bu kadar aptaldılar?
Her gün, bir öncekinin, her ay, geçirdiğimiz ayın, her mevsim yaşadığımız başka bir mevsimin bıktırıcı, sinir bozucu bir tekrarıydı: Aynı şeyleri acı ve umutsuzlukla yeniden görüyor ve adlandıramadığımız bir yenilgiyi boş yere bekliyorduk sanki.
Akşamları gene zincirlerle birbirimize bağlı zindanımıza dönerken İstanbul’un güzel şehir olduğunu, ama insanın burada köle değil, efendi olması gerektiğini düşünürdüm.
Hayatın bir bekleyiş değil de tat alınabilecek bir şey olduğunu o yıllarda öğrendim.
İnsanın kim olduğunun ne önemi var, derdim. Önemli olan yaptıklarımız ve yapacaklarımızdır.
Ama tuhaf ve şaşırtıcı olanı, dünyada aramalıymışız, kendi içimizde değil! Kendi içimizdekini aramak, kendi üzerimizde o kadar uzun boylu düşünmek mutsuz edermiş bizleri.
Kaybettiğimiz hayatı ve düşleri yeniden ele geçirmek için, onları yeniden düşlemek gerektiğini herkes bilir: Ben hikâyeme inandım!
Aynaya bakarken nasıl görünüşünü seyrediyorsa insan, kendi düşüncesinin içine bakarak da özünü seyredebilirdi.
Her şeyi birbiri ile ilgili görmek, sanırım günümüzün hastalığıdır.
Kitabımın sonuna geldim artık. Belki de akıllı okuyucularım aslında hikâyemin çoktan bittiğine karar vererek onu ellerinden atmışlardır bile.
İnsanın kim olduğunun ne önemi var, önemli olan yaptıklarımız ve yapacaklarımızdır.
Aynaya bakarken nasıl görünüşünü seyrediyorsa insan, kendi düşüncesinin içine bakarak da özünü seyredebilirdi.
Bu ahmaklar gerçeklerin farkına ne zaman varacaklardı?
Kelimeler de aynıydı, nesneler de.
Aynaya bakarken nasıl görünüşünü seyrediyorsa insan, kendi düşüncesinin içine bakarak da özünü seyredebilirdi.
Ötekiler gibi oldu, dedi onun için. Bilmediğini bilmek istemiyor artık!
İnsan, seçtiği hayatı sonradan benimseyecek kadar sevmeli.
Her gün, bir öncekinin, her ay, geçirdiğimiz ayın, her mevsim yaşadığımız başka bir mevsimin bıktırıcı, sinir bozucu bir tekrarıydı: Aynı şeyleri acı ve umutsuzlukla yeniden görüyor ve adlandıramadığımız bir yenilgiyi boş yere bekliyorduk sanki.
Herkesin kendine benzememesinden huzursuzluk duyuyordu sanki.
Tuhaf ve şaşırtıcı olanı aramalıymışız; evet, dünyanın bu bıkkınlık verici sıkıcılığına karşı yapabileceğimiz belki de tek şey buymuş.
Yüzündeki kederi görür görmez derdinin yalnızlık olduğuna karar verdim.
İnsanın kim olduğunun ne önemi var, önemli olan yaptıklarımız ve yapacaklarımızdır.
Kendimizi tanıyor muyuz? İnsan kim olduğunu iyi bilmeli.
Nedense, insanın böyle güzel ve erişilmez bir şeyi ancak uykusunda görebileceğini düşündüm.
Aptallar üzerine düşünüyorum, niye o kadar aptallar? Peki, aptal değiller, ama kafalarında bir şey eksik.
Aptal oldukları için başlarının üstünde gezinen yıldızlara bakıp düşünmüyorlardı, aptal oldukları için öğrenecekleri şeyin önce neye yarayacağını soruyorlardı, aptal oldukları için ayrıntılara değil özetlere meraklıydılar, aptal oldukları için birbirlerine benziyorlardı.
Hayatındaki en büyük günah, işlediği en büyük kötülük neydi?
İnsan bazan bir çocuğun, bir gencin davranışlarında kendi çocukluğu ve gençliğini görür de sevgi ve merakla onu izler.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Sanki hayatta yapmak istediğim şeylere sonunda cesaretle başlamıştım; sanki hangi şehirde olduğumun o sırada hiçbir önemi yoktu.
Həyatın ən xoş cəhəti xoş hekayələr uydurub xoş hekayələr dinləmək deyildimi?
Sanki kitaptaki düşünceler, cümleler, denklemler arasında kaybetmek istemediğim bütün geçmişim vardı.
Ben niye benim?
İnsan, seçtiği hayatı sonradan benimseyecek kadar sevmeli; seviyorum da.
Sanki kulaklarımın içinde bir ses, sürekli bana şarkı söylüyor.
Zaman boşu boşuna akıyor.
Bütün gün taş topladıktan sonra akşamları gene zincirlerle birbirimize bağlı zındanımıza dönerken İstanbul’ un güzel şehir olduğunu, ama insanın burada köle değil, efendi olması gerektiğini düşünürdüm.
Çocuk olmak istiyordum!
Hayatta yapmak istediğim şeylere sonunda cesaretle başlamıştım.
Aynaya bakarken nasıl görünüşünü seyrediyorsa insan kendi düşüncesinin içine bakarak da özünü seyredebilirdi.
İnsan, seçtiği hayatı sonradan benimseyecek kadar sevmeli ‘
Aynaya bakarken nasıl görünüşünü seyrediyorsa insan, kendi düşüncesinin içine bakarak da özünü seyredebilirdi.
Kehanet bir soytarılıktır, ama aptallıkları etkilemekte güzel güzel kullanılabilir.
Yıkımdan imparatorluğun elindeki ülkeleri bir bir kaybetmesini mı anlıyorduk?( ) Yoksa, yıkım, insanların ve inançların farkına varmadan değişmesi anlamına mı geliyordu?
İstanbul’un güzel şehir olduğunu, ama insanın burada köle değil, efendi olması gerektiğini düşünürdüm.
Aynaya bakarken nasıl görünüşünü seyrediyorsa insan,kendi düşüncesinin içine bakarak da özünü seyredebilirdi.
”Ötekiler gibi oldu, ” dedi onun için. ”Bilmediğini bilmek istemiyor artık! ”
Kehanet bir soytarılıktır ama aptallıkları etkilemekte güzel güzel kullanılabilir.
Alakamızı uyandıran bir kimseyi, bizce meçhul ve meçhullüğü derecesinde cazibeli bir hayatın unsurlarına karışmış sanmak ve hayata ancak onun sevgisiyle girebileceğimizi düşünmek bir aşk başlangıcından başka neyi ifade eder?
Marcel Proust’tan çeviren
Y. K. Karaosmanoğlu
Marcel Proust’tan çeviren
Y. K. Karaosmanoğlu
“İnsan, seçtiği hayatı sonradan benimseyecek kadar sevmeli; seviyorum da.”
İnsan, seçtiği hayatı sonradan benimseyecek kadar sevmeli.
Aptal oldukları için başlarının üstünde gezinen yıldızlara bakıp düşünmüyorlardı, aptal oldukları için öğrenecekleri şeyin önce neye yarayacağını soruyorlardı, aptal oldukları için ayrıntılara değil özetlere meraklıydılar, aptal oldukları için birbirlerine benziyorlardı
Sonbaharda, bir ara kozmoğrafya kuramını yeniden ele almayı düşündü, ama umutsuzluğa kapıldı: Rasathane gerekiyordu; üstelik aptalların yıldızlara metelik vermemesi gibi, yıldızlar da aptallara metelik vermiyordu.
Benim sana inandığımdan çok, sen bana inandığın için korkuyorsun.
Aynaya bakarken nasıl görünüşünü seyrediyorsa insan, kendi düşüncesinin içine bakarak da özünü seyredebilirdi
Niye benim ben ?
Insan, seçtiği hayatı sonradan benimseyecek kadar sevmeli
Yalnız kalmaktan, düşünürken tek başına olduğunu hissetmekten korkuyordu.
Hayır, cesaretim değil, halim yokmuş.
Sanki kitaptaki düşünceler, cümleler, denklemler arasında kaybetmek istemediğim bütün geçmişim vardı; gözüme rastgele takılıveren satırları dua eder gibi mırıldanarak okurken bütün kitabı aklıma kazımak istiyordum ki, onlar gelince, onları bana ve çektirdiklerini değil, severek ezberlenmiş bir kitabın sevgili kelimelerini hatırlar gibi geçmişin renklerini hatırlayayım.
Önceden belirlenmiş bir hayat olmadığını, bütün hikayelerin aslında birer rastlantılar zinciri olduğunu birçokları bilir. Ama, gene de bu gerçeği bilenler bile, hayatlarının bir döneminde, geri dönüp ona baktıklarında, rastlantı olarak yaşadıkları şeylerin birer zorunluluk olduğuna karar verirler.
akşamları gene zincirlerle birbirimize bağlı zindanımıza dönerken İstanbul’un güzel şehir olduğunu, ama insanın burada köle değil, efendi olması gerektiğini düşünürdüm.
Bir düzenin yıkılacağı tahminini yürütmek o düzeni devirmek için fena bir yol sayılmaz.
Belki de yıkım, ötekilerin üstünlüğünü görerek onlara benzemeye çalışmak demektir.
Kehanet bir soytarılıktır, ama aptalları etkilemekte güzel güzel kullanılabilir.
İnsanın, en küçük ayrıntısına kadar tanıdığı birisinin büyüsüne, korkulu bir rüyayı sever gibi kapılacağını ileri sürdüm.