İçeriğe geç

Tevrat, İnciller Kur’an-ı Kerim ve Bilim Kitap Alıntıları – Maurice Bucaille

Maurice Bucaille kitaplarından Tevrat, İnciller Kur’an-ı Kerim ve Bilim kitap alıntıları sizlerle…

Tevrat, İnciller Kur’an-ı Kerim ve Bilim Kitap Alıntıları

Bilmediğimiz konularda ödevimiz susmaktır.
Herkes de kabul eder ki, gerçeğe uygun anlatmamak durumunda tarih, tarihî bir romana dönüşür.
Eski Ahit’e aykırı olarak Kur’ân, yaratılış kıssasını bir bütün halinde vermez. Devam eden bir kıssa yerine, kitabın çeşitli yerlerinde, kıssanın başka başka taraflarını zikreden ve onu işaretleyen ard arda gelen hâdiseler hakkında az çok izahat veren parçalar bulunur. Bu hâdiselerin nasıl bildirildiği hakkında bir fikir edinebilmek için, birçok sûreye dağılmış parçaları bir araya toplamak gerekir. Aynı konudan bahseden yerlerin kitabın çeþitli kısımlarına serpiştirilmesi, sadece yaratma konusuna has değildir. Gerek dünyevî, gerek semavî hâdiseler, gerekse bilim adamını ilgilendiren insanla ilgili meseleler olsun, bütün geniþ konular Kur’ân’da bu şekilde ele alınmıştır. Bunlardan her biri için, âyetleri bir araya toplayıp tasnif etme işlemine girişilmiştir. Avrupalı müelliflerin çoğuna göre, Kur’ân’daki yaratılış kıssası, Tevrat kıssasına son derece yakındır, bundan dolayı her iki kıssayı, paralel olarak vermekten memnunluk duyarlar. Fakat benim anladığıma göre bu telâkki hatalıdır, zira ikisi arasýnda açık uyuşmazlıklar vardır. Bilimsel açıdan hiç de önemsiz olmayan birtakım meseleler vardır ki, bunlara Kur’ân’da rastlandığı halde, benzerlerini Tevrat’ta aramak neticesiz kalır. Tevrat ise, Kur’ân’da bulunmayan ayrıntıları ihtiva eder. Her iki metindeki zâhir benzerlikler, iyice bilinmektedir ki bazıları þunlardır: Yaratılışın ard arda gelen safhalarının sayısı, ilk bakışta aynıdır: Tevrat’taki altı gün, Kur’ân’da da yer alır. Fakat gerçekte, mesele göründüğünden daha karmaşık olup, üzerinde durulmaya değer.
( Eucharistie( ökaristi) : insanın yiyip içtiği kutsal ekmek ve şarapta Tanrının hazır bulunduğuna ve insanın bunu yemek suretiyle Tanrı ile birleştiğine inanmak )

Yuhanna İncili’nde haça gerilme hikâyesini
okuyan kimseyi en çok şaşırtan durum, orada, hz. İsa’nın havarileriyle yemiş olduğu son yemek esnasında eucharistie esasının hiç mi hiç zikredilmeyişidir. Hz. İsa’nın son olarak, havarilerin arasında sofraya oturmuş gösteren son yemek resmini bilmeyen bir tek Hristiyan bile yoktur. En büyük ressamlar bu son toplantıda Yuhanna’yı hz. İsa’nın yanında gösteren tablolar yapmışlardır. Bu yuhanna, adını taşıyan İncilin yazarı olduğu geleneksel olarak kabul edilen Yuhanna’dır.
Birçokları için ne kadar şaşırtıcı olursa olsun, havari Yuhanna ,uzmanların çoğunluğu tarafından dördüncü incilin yazarı sayılmamakta ve zaten bu incil de , eucharistie esasını anmamaktadır. Oysa hz. İsa’nın bedeni ve kanı haline geldiğine inanılan ekmek ve şarap kutsanması, Hıristiyanlığın temel ibadetidir. Yuhanna ise bu hususta tek bir kelime bile söylemez.

Muhterem müellif Dr. M. Bucaille, bütün gayret ve himmetini, Kur’ân-ı Kerim’in Allah tarafından vahyedildiğini ispatlamaya hasrettiğinden hadîslere sathî bir nazarla bakmaktadır. Bunun başlıca iki sebebinden birincisi, hadîslerin Hz.
Peygamber’den sübutundaki tereddüdü, diğeri ise Allah Tealâ’nın O’na, dinî hususlar dışında (meselâ tabiat bilimlerinin sahasına giren konularda) bir şey bildirmediği düşüncesidir.
Hz. Peygamber, insanların tecrübe ile öğrenebileceği bir meselede şayet zanna dayanarak bir şey söylemişse onun hilâfı vaki olabilir. Fakat zann ile söylediğine dair karine yoksa, bilgi ve haber veren bir tarzda söylüyorsa, dünyevî ve tecrübî bir mevzu dahi olsa, onun Allah tarafından bildirildiğini kabul etmek gerekir. Onun beşeriyet vasfı, dünyevî malumatının, şahsî tecrübesi veya asrının seviyesi ile sınırlı olduğu, bu sahada Allah Tealâ’nın, Ona hiçbir şey bildirmediği mânâsına gelmez. Nitekim asrının bilgi seviyesini aşan birçok hususu haber vermiştir.
İncil yazarları, Hz. İsâ ile ilgili bazı olayları büyütmek konusunda, Orta Çağ Fransasındaki yiğitlik destanlarını terennüm eden sanatçılar gibi davranmışlardır. Bunun sonucu olarak, olaylar, anlatanlardan her birinin kendisine mahsus durumuna göre şekillenmiş ve anlatılan hâdiselerin doğruluğunun, birçok durumda son derece şüpheli olduğu ortaya çıkmıştır.
– Bir yandan çoğu zaman basit gibi görünen Kur’ân’daki bazı ifadeler, bilimin daha sonra ortaya koyacağı tarafları ihtiva etmektedir ki bu, çağdaş bilimsel imkânların ışığında incelenmekle anlaşılmaktadır.
– Öbür yandan bazı hadîsler, söylendiği çağın zihniyetine tamamen uygun olmakla birlikte, bugün bilimsel yönden kabul edilemeyecek ifadeler ihtiva ederler. Bu fikirler, sahihliği ittifakla kabul edilen ve tartışma götürmeyen İslâm’ın talimatlarına ve hükümlerine de girmiştir.
Çağdaş buluşların katkılarında, Kutsal Kitapların doğruluğunun delillerini araştıranlar için, Kahire’deki Mısır müzesinin Kral Mumyaları Salonu’nda, firavunun cesedi konusundaki Kur’ân âyetlerinin ne de parlak bir ispatı sergileniyor!
Yûnus sûresi, 90 ilâ 92’de Allah şöyle hitap ediyor:
“İsrailoğullarını denizden geçirdik, Firavun ve askerleri de zulmetmek ve saldırmak için onların arkalarına düştü. Nihayet boğulma kendisini yakalayınca: ‘Gerçekten, İsrailoğullarının inandığından başka Tanrı olmadığına inandım, ben de müslümanlardanım!’ dedi.”
“(Allah dedi): Şimdi mi (inanıyorsun?) Oysa daha önce isyan etmiş, bozgunculardan olmuştun? Bugün senin bedenini (denizin dibinden) kurtaracağız ki, senden sonra gelenlere ibret olasın.”
Bu parça şu iki açıklamayı yapmayı gerektirir:

a) Söz konusu isyan ve saldırganlık hâlet-i ruhiyesi, Hz.Musa’nın, firavun nezdinde yaptığı ikna tesebbüslerini göz önünde bulundurmakla anlaşılmalıdır.
b) Firavunun kurtarılması, onun cesedi için anlaşılmalıdır; zira, Hûd sûrenin 98. âyetinde açıkça belirtildiği gibi firavun ile taraftarları cehennemlikler arasındadır:
“(Firavun) kıyamet günü kavminin önünde gidip, onları ateşe götürecektir.”

Çünkü Kur’ân, tufanı, Allah’ın buyruklarına tam bir şekilde karşı çıkan suçlu toplumlara yöneltilen cezalandırmalardan ibaret olan genel bir muhteva içinde nakleder.
Kur’ân’da, Tufan’ın bütün bölümlerini ard arda sıralayan tek anlatım yer almaz.
Hz. Nuh’un kavmine verilen cezadan birçok sûre bahseder. Nisbeten tamam sayılabilecek kıssa, Hûd sûresinde (25 ilâ 49. âyetler)bulunur. Nuh’un adını taşıyan Nûh suresi, özellikle onun irşad ve tebliğini dile getirir; nitekim Şuarâ sûresinin 105 ilâ 115. âyetlerinde de aynı durumla karşılaşırız.
Tevrat’taki Tufan kıssası, çağdaş bilgilerimiz yönünden, şu iki sebepten dolayı kabule şayan değildir:
a) Eski Ahit, onun evrensel bir felâket olduğunu belirtir.
b) Yahvist kaynak, Tufan’ın tarihini bildirmediği halde, Din Adamları Metni, bu olayın, böylesi evrensel bir felâketin meydana gelmiş olmasının kabul edilemeyeceği bir zamanda gerçekleştiğini kaydeder.
“En dayanıksız yuva”ya sahip olan bu hayvanın, yuvasının inceliğinin belirtilmesi için, örümcek Kur’ân’da anılır.
Kur’ân metni, örümcek yuvasının, Allah’tan başkasını Rabb edinen insanların durumu kadar dayanıksız olduğunu söyler.
Hayatın kaynağına çok genel bir plânda bakan Kur’ân, onu son derece özlü bir ifade ile bir tek âyette bildirir. Daha önce zikredilip açıklandığı üzere bu âyet, aynı zamanda kâinatın oluşumu ile de ilgilidir.

“İnkâr edenler görmediler mi ki göklerle yer bitişik idi, Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan meydana getirdik? Hâlâ inanmıyorlar mı?” (Enbiyâ: 21, 30).

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanların faydasına olan şeyleri, denizde taşıyıp giden gemilerde, Allah’ın gökten su indirip onunla ölmüş olan yeri (tekrar) dirilterek üzerinde her çeşit canlıyı yaymasında rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde, elbette düşünen kimseler için deliller vardır.” (Bakara: 2, 164).
Şu halde, uzayın fethi konusunda, Kur’ân’ın iki âyeti ile karşı karşıya bulunuyoruz: Bunlardan biri, Allah’ın insan zekâsına ve maharetine vereceği güçler sayesinde, günün birinde gerçekleşecek olan hâdiseye, öbürü ise Mekke müşriklerinin yaşayış göremeyecekleri bir duruma -ki gerçekleşmeyecek bir şart hâlinde ifade edilmesi de bundan ileri gelmiştir- işaret etmektedir.
Zira İslâm’ın başlangıcından beri, Hz. Muhammed’in Tevrat kıssalarını kopya ettiği şeklindeki ithamlar, hiçbir esasa dayanmaksızın, rast gele ileri sürülmüştür.

Yaratılış konusunda, bu ithamın en ufak bir dayanağı yoktur. Bundan yaklaşık on dört asır önce, nasıl olur da bir adam kalkıp herkesçe muteber olan bir metni, bilimsel yönden yanlışlıklarını ayıklayarak düzeltebilirdi?
Nasıl olur da, çağımızda, bilimin netice itibariyle doğruluğunu ispatlayacağı bilgileri, kendiliğinden açıklayabilirdi? Böylesi bir faraziyenin tutar tarafı yoktur. Kur’ân, yaratılış konusunda, Tevrat’ınkinden tamamen farklı bir anlatım ortaya koyar.

Kur’ân okuyucusunu şaşırtan bir başka konu da şudur: Âyetler, yaratılan üç grup varlık zikrederler ki onlar da şunlardır:
– Göklerde bulunan yaratıklar
– Yerde bulunan yaratıklar
– Göklerle yer arasında bulunan yaratıklar.
İşte bu âyetlerden bazıları:
“Göklerde, yerde, ikisinin arasında ve toprağın altında bulunanlar hep O’nundur.” (Tâhâ: 20, 6).

“O ki gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde (devrede) yarattı.” (Furkan: 25, 59).

“O (Allah) ki gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları altı günde (devrede) yarattı.” (Secde: 32, 4).

“Celâlim hakkı için Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde (devrede) yarattık, Bize hiçbir yorgunluk dokunmadı. (Kaf: 50, 38).

“Gökler ve yer arasında bulunanlar”dan, ayrıca Kur’ân’ın şu âyetlerinde bahsedilir: 21:16; 44:7 ve 38; 78:37; 15:85; 46:3; 43:85.

“İnkâr edenler görmediler mi ki göklerle yer bitişik idi. Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık? Hâlâ inanmıyorlar mı?”(Enbiyâ: 21, 30).
Yerin yaratılması konusunda düşünmeye davet ettikten sonra Allah, Hz. Peygamber’e şöyle demesini emrediyor:
“Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yere dedi ki ” (Fussilet: 41, 11).
Âyetin bundan sonraki kısmında, yukarıda işaret edilmiş olduğu üzere, yerin ve göğün boyun eğmelerini isteyen emir gelir.
Avrupalı müelliflerin çoğuna göre, Kur’ân’daki yaratılış kıssası, Tevrat kıssasına son derece yakındır, bundan dolayı her iki kıssayı, paralel olarak vermekten memnunluk duyarlar. Fakat benim anladığıma göre bu telâkki hatalıdır, zira ikisi arasında açık uyuşmazlıklar vardır. Bilimsel açıdan hiç de önemsiz olmayan birtakım meseleler vardır ki, bunlara Kur’ân’da rastlandığı halde, benzerlerini Tevrat’ta aramak neticesiz kalır. Tevrat ise, Kur’ân’da bulunmayan ayrıntıları ihtiva eder.
Vahyedilen ilk parça şu olmuştur:
“Yaratan Rabbi’nin adıyla oku. O ki insanı, asılıp tutunan bir şeyden yarattı. Oku! Rabbin en büyük kerem sahibidir.
O’dur ki insana kalemle (yazıyı) öğretti. İnsana bilmediğini öğretti.” (Alâk: 96, 1-5).
Vahiy geldikçe Kur’ân metni, hem Peygamber hem de çevresindeki mü’minler tarafından ezberlendiği gibi, öbür yandan vahiy kâtipleri tarafından yazı ile de tespit ediliyordu. Dolayısıyla, daha işin başında, İncillerin sahip olmadığı, bu iki sıhhat unsuru söz konusudur. Hz. Peygamberin vefatına dek, bu iş böyle devam edecektir. Herkesin yazma imkânına sahip olmadığı ve fakat ezberlemesinin mümkün olduğu bir devirde ezberden okuma keyfiyeti, metnin nihâî olarak tespit edileceği zaman, kontrol unsurlarının çokluğunu temin etmekle, çok önemli bir avantaj sağlamıştır.
Bana göre, Kur’ân’ı beşerî plâna ait saymak imkânsızdır.
Çünkü Yahudileri, Hıristiyanları ve dinsizleri ile bütün Batılılar -en küçük bir delile de sahip olmaksızın- söz birliği ile derler ki “Muhammed, Tevrat’ı taklit ederek Kur’ân’ı yazmış veya yazdırmıştır.” İddiaya göre Kur’ân’daki dinî tarihe ait kıssalar, Tevrat’taki kıssaların tekrarından ibarettir.
Bilimsel kuramları (teorileri), sürekli olarak gözlemlenip kontrol edilebilen olaylardan ayırt etmek gerekir. Kuram, güçlükle anlaşılabilecek bir olayı veya olaylar bütününü açıklamaya çalışmak amacını taşır. Birçok durumda kuram, değişkendir. Bilimsel gelişme, meseleleri daha iyi tahlil etmeye ve daha geçerli bir izah düşünmeye imkân verdiği zaman, bir başkası tarafından değiştirilmeye veya tamamen yerini bırakmaya elverişlidir.
Çağdaş mütercimler, çoğunlukla pek de eleştiri esprisine sahip olmaksızın, eski tefsircilerin yorumlarını tekrarlamaktadırlar. Eski tefsirciler, kendi devirlerinde, müteaddit mânâları hâiz olan Arapça bir kelimeye, uygun olmayan bir anlam vermeleri halinde mazur görülürler, zira -ancak bilimsel gelişme sayesinde zamanımızda anlaşılması imkân dahiline giren- o kelimenin veya o cümlenin gerçek medlûlünü anlayamazlardı.
İslâm hakkında derinlemesine bilgi edinen her Batılı, onun tarihinin, inanç esaslarının ve gâyelerinin nasıl çarpıtılarak tanıtıldığını pek iyi anlar. Keza şunu da göz önünde bulundurmak gerekir ki, Batı dillerinde İslâm üzerine yayınlanan eserler -çok teknik incelemeler hariç tutulursa-onu öğrenmek isteyen okuyucunun işini kolaylaştırmamaktadır.
Hayatın, özellikle son derece küçük tezahürleriyle ilgili alanlarında bilgimiz arttıkça, bir Yaratıcı’nın varlığı lehindeki deliller, daha bir etkinlik kazanmaktadır.
Bilimin, dünyada ilk defa olarak, milletlerarası bir nitelik kazanması, Orta Çağ’daki İslâm Üniversitelerinde gerçekleşmiştir.
Kimi dönemlerde öğrenim ve öğretim ödevinin yanlış anlaşıldığı ve -başka yerlerde olduğu gibi- İslâm dünyasında da bazen bilimsel gelişmeyi durdurmaya girişildiği de bir gerçektir. Fakat hatırlanmalıdır ki, Müslümanların yükseliş çağı olan Milâdî 8.
ve 12. asırlar arasında, bizim Hıristiyan ülkelerde bilimsel gelişmeye kısıtlamalar uygulanırken, İslâm üniversitelerinde dikkati çekecek kadar bilimsel araştırmalar ve buluşlar gerçekleştiriliyordu. O dönemde kültürün, görülmemiş ve yeni imkânlarının bulunduğu yer, İslâm dünyasıdır.

Kurtuba’da Halife’nin Kütüphanesi 400.000 cilt kitap ihtiva ediyordu.İbn Rüşd orada öğretimini sürdürüyordu. Yunan, Hint ve İran bilimi de yine İslâm dünyasına intikal ettiriliyordu. Bundan ötürü -günümüzde, bazı alanlarda uzmanlaşmak amacıyla Amerika Birleşik Devletlerine gidildiği gibi- o zaman da, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden Kurtuba’ya öğrenim yapmaya gidiliyordu. Eski kültüre ait birçok yazma eser günümüze ulaşmışsa, bu, fethedilen ülkelere kültür taşıyan Arap aydınlarının aracılığı ile olmuştur.

Bilim karşısındaki tutum yönünden İslâm’ın durumu ise, genellikle tamamen başka türlü olmuştur. Bu konuda, Hz.Peygamber’in şu meşhur hadisinden, daha açık bir şey olamaz:
“Çin’de bile olsa, ilmi ara.” İlmi aramanın her Müslüman erkek ve kadına kesin farz olduğunu bildiren hadis de böyledir.
Dinlerle bilim arasındaki ilişkiler, her yerde ve her zaman aynı tarzda olmuş değildir. Şu kesindir ki, Allah’ın birliğini bildiren din kitaplarından hiçbiri bilimi kınamaz.
İslâm’da ahlâkın yeri olmadığı şeklindeki asılsız propagandayı reddettiği gibi, birçok Yahudi ve Hıristiyanın benimsediği “mutaassıp İslâm” düşüncesini de reddederek durumu şöyle açıklar: “Gerçekten tarihi boyunca İslâm, Hıristiyanlığın kutsal beldelerinde Hıristiyan dininin, bir anlamda siyasî bir değer kazandığı dönemlerde gösterdiği taassup derecesinde mutaassıp olmamıştır.”
Burada müellifler, Batılıların yanlış olarak “Kutsal Savaş” diye çevirdiği Kur’ân tabirlerini zikreder ve derler ki: Arapça’da “el-cihâd fi sebilillâh” Allah yolunda gayret sarfetmek, anlamına gelir.Bu da “İslâm’ı yaymak ve ona saldıranlara karşı onu savunmak için gayret sarfetmek”ten ibarettir.
Zira artık günümüzde dinler, eskiden olduğu gibi, kendi içlerine kapanmış değillerdir. Birçoğu, karşılıklı bir anlayış aramaya yönelmişlerdir. Dinî hiyerarşinin en üst düzeyindeki Katolik Hıristiyanların, Müslümanlarla temas kurmaya girişmeleri, anlayışsızlıkla mücadele peşinde olmaları ve İslâm hakkında yayılmış yanlış değer hükümlerini düzeltmeye yönelmeleri karşısında etkilenmemek mümkün değildir.
Ayrıca, İslâm hakkında, -hem de yanlış anlayışlar üzerine kurulmuş- o kadar çok gerçek olmayan hüküm yayılmıştır ki, günümüzde, İslâm’ın gerçek mahiyeti hususunda bir fikir edinmek, iyiden iyiye zorlaşmıştır.
Matta’nın hayâlî uydurmaları, İnciller arasındaki âşikâr çelişkiler, tutarsızlıklar ve çağdaş bilimin verileriyle bağdaştırılamayacak taraflar, metinlerin çeşitli zamanlarda değiştirilmiş olması gibi durumlar, İncillerin, sırf insan hayâlinden kaynaklanan bölümler ve parçalar ihtiva etmesine yol açmışlardır. Fakat bütün bu eksiklikler, Hz. İsâ’nın risâletinin varlığı konusunda şüphe uyandıramazlar; şüpheler, sadece bu risaletin nasıl cereyan etmiş olduğu konusu etrafında dolaşmaktadır.
Şimdi elimizde mevcut metinde bulunan “Kutsal Ruh” kelimeleri tamamen kasdî olarak sonradan yazılmış bir ilâveden ileri gelmektedir. İlâvenin gayesi, Hz. İsâ’dan sonra bir peygamberin geleceğini haber veren bir parçanın ilk anlamını değiştirmektir. Çünkü buna inanmak, Hz. İsâ’nın son peygamber olmasını isteyen, gelişme halindeki Hıristiyan cemaatlerinin öğrettikleriyle çelişki ortaya çıkarıyordu.
Demek ki Hz. İsâ, kendisinden sonra, Allah’ın yeryüzüne bir başka insan göndereceğini ve Yuhanna’ya göre onun rolünün, bir cümleyle söylemek gerekirse, Allah’ın kelâmını işiten ve onun mesajını insanlara tebliğ eden bir peygamberin rolü olacağını haber vermektedir. Kelimelere gerçek anlamları verilecek olursa, Yuhanna’nın metninin mantıkî yorumu bundan ibarettir.
Ciddi olan her metin tenkidi, rivâyetleri (variantes) araştırmakla işe başlar. Anlaşılıyor ki, Yuhanna İncili’nin bilinen bütün yazmalarında, bir tek yer hariç, cümlenin mânâsını değiştirebilecek hiçbir rivâyet farkı bulunmamaktadır. Cümlenin mânâsını değiştirecek bu tek fark 14, 26 cümlesinde olup Palimpseste adı verilen Süryanca’daki meşhur metinde yer almaktadır. Burada “Kutsal Ruh” denilmez, sadece “Ruh” denilir.
İnkâr edenler görmediler mi ki göklerle yer bitişik idi, Biz onları ayırdık (patlattık) ve her canlı şeyi sudan meydana getirdik. Hâlâ inanmıyorlar mı?

(Enbiya: 21, 30)

Hem ilâhî mûcizeye, hem de bilime inanmak pek âlâ bağdaştırılabilir: Biri ilâhî alana, öbürü ise beşerî alana aittir.
Matta İncili’ni, her şeyden önce niteleyen özellik onun, Eski Ahit çizgisinde kalmakla birlikte, Yahudilikle her türlü bağını koparmış olan bir Yahudi-Hıristiyan cemaatine ait olmasıdır. Yahudi-Hıristiyanlığın tarihi bakımından, bu İncil’in dikkate değer bir önemi vardır.
Otuz veya kırk yıl boyunca İncil, hemen hemen sadece sözlü bir tarzda bulunuyordu, oysa sözlü rivayet, özellikle kenarda köşede kalmış sözleri ve hikâyeleri intikal ettirir.
Bir kere, İnciller, oldukça erken bir dönemden beri değil, Hz. İsâ’nın risâletinin sona ermesinden bir asırdan fazla bir zaman sonra bir bütün teşkil ederler.
Gerçeği yakalamak ve kavramak kolay değildir; huşûnetle savunulan bir geleneğin baskısı öylesine ağır basmaktadır ki, gerçeği yakalamak ve kavramak pek de kolay olmamaktadır.
Eğer ondan kurtulmak istenirse, meseleyi temelinden ele almak, yani önce, Hıristiyanlığın doğuşunu damgalayan şartları incelemek gerekir.
Ne Matta ne de Yuhanna Hz. İsâ’nın göğe yükselişinden bahsetmezler. Luka, İncilinde bunun Hz. İsâ’nın dirildiği günde olduğunu bildirdiği halde, yine kendisinin kaleme aldığı kabul edilen Resullerin İşleri’nde dirilişinden kırk gün sonraya yerleştirir. Markos’a gelince o -şimdi kendisine nispetinin sahih sayılmadığı İncilinin son kısmında- bu olayı, tarih bildirmeksizin zikreder. Şu halde Hz. İsâ’nın göğe çıkmasının kitapta hiçbir sağlam temeli yoktur. Ama buna rağmen tefsirciler, bu önemli probleme, inanılmayacak bir hafiflikle yaklaşırlar.
Vatikan II. Konsili (1962–1965), “eksik ve geçersiz hususlar ihtiva eden”, “Eski Ahit kitapları” için bir ihtiyat kaydı dâhil etmekle, bu uzlaşmaz inatçı tutumu adamakıllı hafifletti. Bakalım bu bir saygılı temenni olarak mı kalacak? Yoksa aslında -her türlü beşerî değiştirmeden uzak kalıp- “gerçek bir ilahî pedagojinin tanıkları” olmak üzere gönderilen kutsal kitaplar konusunda -20. yüzyılda artık kabul edilemeyecek hususlar karşısında- bir tavır değişikliği ile takip mi edilecek?
Kitab-ı Mukaddes metinlerine, onları, sahip olmaları arzulanan vasıflarla sun’î olarak donatarak bakmak yerine, tarafsız bir şekilde inceleyerek, onların, gerçekte ne olduklarını ortaya koymak gerekir. Bu da sadece o metinleri değil, ayrıca onların tarihlerini de bilmeyi icap ettirir. Gerçekten tarihlerini bilmek, asırlar boyunca metinleri değiştirmeye yol açan ve -sayısız ilâveler ve çıkarmalarla bugün elimizde bulunan şekliyle- kitabın, yavaş yavaş oluşumuna sevk eden şartlar hakkında bir fikir edinme imkânı verir.
Herkes de kabul eder ki, gerçeğe uygun anlatmamak durumunda tarih, tarihî bir romana dönüşür.
6-8. cümleler:
“Tanrı dedi: ‘Suların ortasında bir kubbe olsun ve suları, sulardan ayırsın.’ Ve böyle olur. Tanrı gök kubbesinin altında kalan suları, üstünde kalan sulardan ayıran gök kubbesini yaptı ve kubbeyi ‘gök’ diye adlandırdı. Bir akşam ve bir sabah oldu: İkinci gün.”

Sular efsanesi burada da, suların, gök kubbesi vasıtasıyla iki tabakaya ayrılması ile devam ediyor. Tufan hikâyesinde gök kubbesinin, üstteki suların, yeryüzü üzerine boşanmasına müsaade edeceği bildirilecektir. Suların bu şekilde iki ayrı kitleye bölünmesi tasviri, bilimsel yönden kabul edilemez.

1. Bölüm, 1. ve 2. cümleler:
“Tanrı ilkin göğü ve yeri yarattı. Yer bulanık ve boş idi, karanlık dipsizliği örtüyordu. Tanrı’nın ruhu, sular üzerinde dolaşıyordu.”
Sonradan, şimdi bildiğimiz dünyayı teşkil edecek olan unsurun karanlıklara gömülü olduğu kabul edilebilir, fakat bu dönemde suların varlığını zikretmek, sırf mecazdan ibarettir.
Bu cümle muhtemelen bir efsanenin ifadesidir. Bu kitabın üçüncü bölümünde görülecektir ki, kâinatın teşekkülünün başlangıç safhasında, bir gaz kitlesinin varlığını düşünmek mümkündür; buraya “su”yu koymak hatadır.
Tekvin’e göre (6/3) Tanrı, tam Tufan’dan önce, bundan böyle insanın ömrünü 120 yıl olarak sınırlamaya karar verir.
“ onun ömrü ancak yüz yirmi yıl olacak.” diye yazılıyor. Oysa, daha ileride (Tekvin, 11/10-32) Hz. Nuh’un soyundan gelen on ayrı nesle mensub şahısların 148-600 arasında değişen bir hayat süresine sahip oldukları kaydedilir (Bu bölümde vereceğimiz, Hz. Nuh’tan Hz. İbrahim’e kadar inen soy kütüğünü gösteren tabloya bakınız). Bu iki pasaj arasındaki çelişki ortadadır.
Birinci parça (Tekvin, 6/3) Yahvist metinden olup, yukarıda görülmüş olduğu üzere, herhalde İ.Ö. onuncu yüzyıla aittir. Tekvin’in ikinci parçası ise (11/10-32), öbürüne göre daha yakın bir döneme (İ.Ö. 6. yüzyıla) ait olan Din Adamları Metni’nden gelmektedir ki bu rivâyet, şecerelerdeki sıralamalarda ömür süreleri hakkında ayrıntılı bilgi vermenin ve -tüm olarak ele alındığında- yanlışların kaynağını teşkil eder.
Günümüzde gerçek bir metin tenkidi anlayışı doğdu; ne var ki bu alanın, din adamlarından olan uzmanları, sayısız ayrıntıları incelemekte büyük bir maharet göstermekle beraber, çekingen bir tavırla “müşkilât” diye adlandırdıkları hususlarda, daha fazla ileri gitmemenin tercihe şayan olduğuna hükmettiler. Zira onlar, bu konuları çağdaş bilgilerin ışığında incelemeye yönelmiş görünmüyorlar.
-Özellikle Kitab-ı Mukaddes hikâyeleriyle herhangi bir uygunluk bulunduğu sırada- tarihî yakınlıklar kurulduğu halde, bilimsel verilerle açıkça ve derinlemesine bir karşılaştırma yoluna henüz girilmiş değildir. Bunun sebebi de, bu karşılaştırmanın, şimdiye kadar tartışılamaz sayılan Yahudi-Hıristiyan kitaplarının gerçekliği kavramına itiraza yol açacağı düşüncesidir.
Tevrat’ın kâtipler tarafından, -bazen kendi derlemelerini birbirine eklemek, bazen sentez kaygısıyla hikâyeleri değiştirmek suretiyle farklı rivâyetlerin az çok becerikli bir şekilde birbirine geçirilmesinden meydana gelmiş olduğu anlaşılıyor. Fakat bu yapılırken ne de olsa birçok acayiplikler ve tutarsızlıklar kalmıştır ki bu durum, yeni zamanların insanlarını, kaynakların tarafsız bir incelemesine götürmüştür.
İsâ’dan önce 721’de Samiriye’nin alınması, İsrail Krallığına son verir. Yehuda Krallığı, onun dînî mirasına sahip olur.
Pentateuque’ün Yahvist ve Elohist metinlerinin bir tek kitap halinde kaynaşması özelliğini ortaya koyar Proverbes mecmuası, bu dönemden kalmış olmalıdır; böylece Tevrat meydana gelir. Tesniye kitabının yazılışı da bu dönemde yer almış olmalıdır.
Eski Ahit, çeşitli türlerde ve farklı uzunluklarda olup; sözlü rivayetten hareket edilerek, dokuz asırdan fazla bir zamanda, müteaddit lisanlarda yazılmış olan eserler külliyâtı demektir.
Yaratmanın gerçek olduğuna, Allah tarafından Hz.
Musa’ya buyrukların verildiğine, meselâ kral Hz.
Süleyman’ın zamanında olduğu gibi, insanların işlerine Allah’ın müdahalelerine pek âlâ inanılabilir, bu olayların özünün bize bildirildiği düşünülebilir. Fakat başlangıçtaki sözlü rivayetin yazıya çekilmesinde insanların payları son derece fazla olduğundan, tasvir edilen hususların ayrıntılarının titiz bir eleştiriye tâbi tutulması gerektiği de aslâ gözden uzak tutulmamalıdır.
İslâm nazarında din ile bilimin ikiz kardeş telâkki edildiği bilinirse, bunda şaşılacak hiçbir taraf kalmaz. Bilimsel gelişme, başlangıçtan beri, İslâm dininin emirlerinden sayılmıştır. Bu emrin uygulanması, İslâm medeniyetinin yükselme döneminde, olağanüstü bir ilmî gelişmeye yol açmıştır ki, bizzat Batı da, Rönesanstan önce bu kaynaktan beslenmiştir. Kur’ân’ın, şimdiye kadar anlaşılmamış ya da yanlış yorumlanmış kimi âyetlerinin, bilimsel gelişme sayesinde açıklanması, günümüzde, Kutsal kitaplarla bilimin karşılaştırılmasında çok ileri bir safhayı ortaya koymaktadır.
Kur’ân’ın bildirdiklerinden hiçbirisi, bilimsel bakış açısından herhangi bir itiraza mahal vermez.
Kültürlü çağdaşlarımızın birçoğu, kelimenin tam anlamıyla İslâm vahyi üzerinde gerektiği gibi düşünmeksizin, İslâm’ın felsefî, sosyal ve siyasî yönleriyle ilgilenmektedir. Bizâtihi Kur’ân’ı incelemeyi bir tarafa bıraktırmak gayesiyle, Hz. Muhammed’in kendisinden önceki peygamberlerin kitaplarından faydalandığı iddiası, kesin bir gerçekmişçesine kabul ettirilmek isteniyor.
İslâm hakkındaki bu son bilgilerin, bizim Batı ülkelerinde genellikle bilinmediği görülmektedir. Nesiller boyunca onların, insanlığın dînî meselelerini öğrenme tarzları ve İslâm’a ait her hususta bilgisiz bırakıldıkları hatırlanırsa, buna şaşmamak gerekir.
Allah’ın birliğine inanan üç dinden her birinin, kendisine has kutsal bir kitabı vardır. Bu metinler, ister Yahûdi ister Hıristiyan veya Müslüman olsun, her mü’minin inancının temelini oluşturur.Kutsal kitaplar, bu dinlerden her birine göre, ilahî vahyin maddî bir şekilde kaydedilmesinden ibarettir.
Çünkü “bilimin dini iptal ettiği” uydurması, bu yolla iptal edilebilir. Bilimlerin, yeni nesilleri, inkâra yöneltecek şekilde öğretildiğini göz önüne alırsak, İslâmî tebliğ bakımından da, bu usulün faydasını reddedemeyiz.
Işık, bizim galaksimizin bir ucundan öbür ucuna gidebilmek için 90.000 yıllık bir zaman ölçüsüne muhtaçtır.
Halbuki mensup olduğumuz bu Samanyolu galaksisi olağanüstü genişliğine rağmen göğün küçük bir unsurundan başka bir şey değildir.
İnkâr edenler görmediler mi ki göklerle yer bitişik idi. Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık? Hâlâ inanmıyorlar mı?

(Enbiya, 21:30)

Okudukları metinlerle yollarını şaşıran İncil okuyucularına, haftalık bir Katolik dergisinde uzun yıllar boyunca cevap hazırlamakla görevli olmasının verdiği büyük bir tecrübe sayesinde M.P. Roguet, muhatapları nezdinde, okudukları metinlerden ileri gelen sarsıntının önemini ölçüp biçecek imkâni elde etmişti.
Kendisinin kaydettiğine göre, çok çeşitli toplumsal ve kültürel çevrelere mensup olan muhataplarının açıklama istekleri, “karanlık, anlaşılmaz, hattâ çelişkili, saçma, utanç verici” bulunan metinlerle ilgiliydi. Şu halde şüpheye mahal yoktur ki, incillerin bütün metinlerini okumak, Hıristiyanları derinden derine sarsabilecek niteliktedir.
“Müslümanların yükseliş çağı olan Milâdî 8. ve 12. asırlar arasında, bizim Hristiyan ülkelerde bilimsel gelişmeye kısıtlamalar uygulanırken, İslam üniversitelerinde dikkati çekecek kadar bilimsel araştırmalar ve buluşlar gerçekleştiriliyordu. O dönemde kültürün, görülmemiş ve yeni imkanlarının bulunduğu yer, İslam dünyasıdır. Kurtuba’da Halife’nin Kütüphanesi 400.000 cilt kitap ihtiva ediyordu. İbn Rüşd orada öğretimini sürdürüyordu. Yunan, Hint ve İran bilimi de yine İslam dünyasına intikal ettiriliyordu. Bundan ötürü günümüzde, bazı alanlarda uzmanlaşmak amacıyla Amerika Birleşik Devletlerine gidildiği gibi o zaman da, Avrupanın çeşitli ülkelerinden Kurtuba’ya öğrenim yapmaya gidiliyordu. Eski kültüre ait birçok yazma eser günümüze ulaşmasıysa, bu, fethedilen ülkelere kültür taşıyan Arap aydınlarının aracılığı ile olmuştur. Matematik (Cebir, Arapça bir kelimedir), astronomi, fizik (optik), jeoloji, botanik, tıp (İbn Sina) vs. bilim dallarında Arap kültürüne olan borcumuz o kadar fazladır ki! Bilimin, dünyada ilk defa olarak, milletlerarası bir nitelik kazanması, Orta Çağ’daki İslâm Üniversitelerinde gerçekleşmiştir. O dönemde insanlar, zamanımızda olduğundan çok daha fazla dinî bir zihniyete sahip idiler ve bu da, İslâm dünyasında onların, aynı anda hem mü’min hem de bilgin olmalarını engellemiyordu. Bilim dinin ikiz kardeşiydi. Başka türlü de olamazdı.”
Kendisinden önceki iki Vahyin arkasından gelen Kur’ân, sadece, -müteaddit insanlarca kaleme alınmasının alâmeti olarak İncillerde bulunan- olaylar arasındaki çelişkilerden uzak olmakla kalmaz; ayrıca tam bir tarafsızlıkla, onu bilimin ışığında incelemeye girişen kimseye, “çağdaş bilimsel sonuçlarla mükemmel bir uygunluk” şeklinde özetlenebilecek, kendisine has özelliğini de gösterir. Dahası var, kitabımızda ispatladığımız üzere onda, bilimsel türden öyle açıklamalar bulunur ki, Hz. Muhammed’in çağında yaşamış herhangi bir insanın, onun yazarı olabileceğini düşünmek mümkün değildir. Bilimsel sonuçların, şimdiye kadar açıklanmayan bazı âyetleri anlama imkânı vermesi de bunu gösterir.
Burada nakledilen ikinci âyet (Yâsin Sûresi, âyet 38), güneşin kendisi için belirlenmiş bir yere doğru dolaştığını bildiriyordu. Çağdaş astronomi, onu iyice yerine yerleştirmiş, hattâ ona güneş Apex’i (Apex solaire) adını vermiştir. Gerçekten Güneş Sistemi uzayda, koordinatları iyice tesbit olunan Vega yıldızı yakınındaki Herkül burcunda bulunan bir noktaya doğru ilerlemektedir. Bu hareketin, iyice belirlenmiş bir hızı olup saniyede 19 kilometredir.
Arapça’daki kavvara fiili, Fransızca’ya en iyi bir şekilde, R. Blachére’in tercümesinde yapıldığı gibi, enrouler diye çevrilebilir. Bu fiilin ilk anlamı, sarığı helozonî (spirale) bir tarzda yuvarlayarak başa sarmaktır; kelimenin bütün öteki mânâlarında da işbu “dolamak, yuvarlamak” anlamı muhafaza edilmiştir.

Şimdi, gerçekte işin uzayda cereyan ediş tarzı nasıldır? Amerikan uzay adamlarının iyice görüp uzay araçlarından da fotoğraflarını çektikleri gibi, özellikle dünyadan çok uzak mesafeden -meselâ ay’dan- bakıldığında, (tutulma hali dışında) güneş, sürekli olarak, yer küresinin ona bakan yarısını aydınlattığı halde, öbür yarı küre karanlığa gömülmektedir. Aydınlatma sâbit kaldığı halde, dünya kendi çevresinde döndüğünden, yarı küre şeklindeki aydınlık bölge, yirmi dört saatte bir dünya etrafında dönerken, karanlıkta kalan öbür yarı küre de, aynı zaman boyunca aynı geziyi tamamlamaktadır. Gündüz ile gecenin bu kesintisiz yuvarlak dilimi, Kur’ân tarafından mükemmel bir biçimde tasvir edilmiştir. Günümüzde bu tasvir, insan anlayışının kolayca nüfuz edebileceği bir durum arzeder, zira biz güneşin (nisbî bir şekilde) sâbit olup, dünyanın ise döndüğünü biliyoruz. Bu devamlı dolama ve sürekli olarak bir bölümün, öbür bölüme girmesi süreci, Kur’ân’da belirtilirken insana, o devirde dünyanın yuvarlaklığı biliniyormuş gibi gelir, hâlbuki böyle olmadığı bellidir.

Böylece ekseriya, İ.Ö. 6. yüzyılda yerin kendi etrafında döndüğünü ve gezegenlerin de güneşin etrafında hareket ettiklerini savunan Pitagorcuların durumu öne sürülür. Şayet Hz. Muhammed’in durumu Pitagorcularınkine yaklaştırılacak olursa, çağdaş bilimin, kendisinin vefatından asırlarca sonra keşfedeceği konuları, kendiliğinden tasavvur eden “dâhî düşünür Hz. Muhammed” hipotezi rahatlıkla ortaya atılabilir. Bu yapılırken, felsefî düşünce dâhîlerinin, fikir ürünlerinin öbür yönlerini ve eserlerini öbek öbek dolduran kocaman hatalarını zikretmek hemencecik unutuluyor. Bu cümleden olarak unutmamalıdır ki Pitagorcular, aynı zamanda güneşin uzayda sabit olduğunu kabul ediyorlar ve onu, kâinatın merkezi sayarak gök nizamının ancak onun etrafında düzenlenmiş olduğunu düşünüyorlardı. Antik dönemin bu büyük filozoflarında, kâinat hakkında doğru ve yanlış fikirler karışımına sık sık rastlanır. Bu beşerî eserlerin ihtiva ettiği ileri görüşlerden meydana gelen göz alıcılık, yine o eserlerin bize miras bıraktığı yanlış anlayışları unutturmamalıdır. Sadece tabiat bilimleri alanında bile, çağdaş bilgilerle ilgili birçok konuya Kur’ân’da temas edildiği halde, bunlardan hiçbiri, çağımız biliminin kesinlikle ispatladığı herhangi bir husus ile çelişmemektedir. İşte Kur’ân’ı, öteki eserlerden ayıran önemli nokta da budur.
Bu inançları ve efsânevî hikâyeleri daha yakından tahlil etmek ilgi çekicidir. Zira onların çıkış noktasında çoğunlukla, haddi zâtında mümkün ve hattâ bazı durumlarda -bizim şimdi bildiğimiz veya bildiğimizi tahmin ettiğimiz şekliyle- gerçeğe uygun bir fikir var olduğu anlaşılır; fakat efsanede, o fikrin üzerine birtakım akıl almaz tasvirler gelip eklenir. Başlangıçta gök ile yerin bitişik olup sonradan ayrıldıkları şeklindeki çok yaygın telâkki bunlardandır. Ne zaman ki, Japonya’da olduğu gibi, bu fikre bir yumurta imajı -ve her yumurtada bulunduğu üzere- onun içerisine bir tohum yerleştirmek suretiyle karmakarışık bir ifade katılırsa, bu hayâlî ilâvenin, fikrin bütün ciddiyetini kaybettirdiği görülür. Bazı ülkelerde ise bu telâkkiye yerden çıkan bir ağaç imajı katılır, bu ağacın göğü yükseltip onu yerden ayırdığı tasavvur edilir; bunda da efsaneye özel damgasını vuran husus, fikre eklenen bu uydurma ayrıntıdır. Buna rağmen ortak nitelik şurada bulunur: Kâinatın oluşma sürecinin başlangıcındaki yekpâre bir kitle, bölünmek suretiyle, neticede bildiğimiz muhtelif “âlemler”i meydana getirecektir.

Bu kozmogonik efsaneleri burada zikretmemizin sebebi, insan hayalinin onları allayıp pulladığını belirtmek ve böylece, bu konuda Kur’ân’ın ifadeleriyle onlar arasındaki derin farkı göstermektir. Çünkü Kur’ân’ın anlatımı, bu inançlara refakat eden her türlü hayâlî ayrıntıdan uzaktır. Onların aksine olarak, onun anlatımı, bir yandan ifadelerindeki yalınlık ve ölçülülük, öbür yandan bilimin ulaştığı çağdaş sonuçlara uygunluk ile dikkati çekmektedir.

İslâm’ın başlangıcından beri, Hz. Muhammed’in Tevrat kıssalarını kopya ettiği şeklindeki ithamlar, hiçbir esasa dayanmaksızın, rastgele ileri sürülmüştür. Yaratılış konusunda, bu ithamın en ufak bir dayanağı yoktur. Bundan yaklaşık on dört asır önce, nasıl olur da bir adam kalkıp herkesçe muteber olan bir metni, bilimsel yönden yanlışlıklarını ayıklayarak düzeltebilirdi? Nasıl olur da, çağımızda, bilimin netice itibariyle doğruluğunu ispatlayacağı bilgileri, kendiliğinden açıklayabilirdi? Böylesi bir faraziyenin tutar tarafı yoktur. Kur’ân, yaratılış konusunda, Tevrat’ınkinden tamamen farklı bir anlatım ortaya koyar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir