İçeriğe geç

Televizyon Öldüren Eğlence Kitap Alıntıları – Neil Postman

Neil Postman kitaplarından Televizyon Öldüren Eğlence kitap alıntıları sizlerle…

Televizyon Öldüren Eğlence Kitap Alıntıları

Orwell kitapları yasaklayacak olanlardan korkuyordu. Huxley’in korkusu ise kitapları yasaklamaya gerek duyulmayacağı,
çünkü artık kitap okumak isteyecek kimsenin kalmayacağı şeklindeydi. Orwell bizi enformasyonsuz bırakacak olanlardan, Huxley
pasifliğe ve egoizme sürükleyecek kadar enformasyon yağmuruna
tutacak olanlardan korkuyordu. Orwell hakikatin bizden gizlenmesinden, Huxley hakikatin umursamazlık denizinde boğulmasından
korkuyordu. Orwell tutsak bir kültür haline gelmemizden, Huxley
duygu sömürüsüne dayanan içki âlemleri ve tek başına iple asılı bir
tenis topuyla oyalanmak gibi şeylerle ömür tüketen önemsiz bir
kültüre dönüşmemizden korkuyordu
İnsanların başına gelen belaların, bu insanların düşünmek yerine gülmelerinden değil, neye güldüklerini ve düşünmeyi niçin bıraktıklarını bilmemelerinden kaynaklandığıdır.
Bugüne kadar öğrendiğimiz bütün bilgiler bizi kapılar üstümüze kapandığı zaman bi hapishaneye tanımaya ve ona karşı direnmeye göre ayarlamıştır. peki ama ya duyabileceğimiz hiç bir acı çığlığı yoksa? Bir eğlenceler denizine karşı kim silaha sarılmaya kalkışır? Ciddi söylemler kıkır kıkır gülmeler arasında kaynayıp gidiyorsa kime, ne zaman ve hangi ses tonuyla şikayette bulunabiliriz? Bir kültürün kahkahadan boğulmasının panzehiri nedir?
Bir kültürün ruhunun tükenmesinin iki yolu vardır. Birincisinde kültür bir hapishaneye dönüşürken, ikincisinde kültür bir hicive dönüşür. ”
Televizyondan gelen anlamlar büyük olasılıkla parçalı, somut ve daha az çıkarsanabilirken okumaktan gelen anlamlar ise daha büyük olasılıkla insanın önceden depo ettiği bilgilerine bağlıdır ve buna bağlı olarak daha fazla çıkarsanabilir. ”
Geçmişin bütün kralları, çarları, führerleri her türlü politik söylem bir jest biçimini aldığı zaman sansüre gerek kalmayacağını bilmiş olsalardı sevinçten deliye dönerlerdi. ”
Özgürlük televizyonu kapatarak elde edilemez. Televizyon çoğu insanın gece gündüz en cok hoslandığı şeydir. Biz, ezici çoğunluğun düğmeyi kapatmayacağı bir dünyada yaşıyoruz. Mesajı bu kutudan almasak bile, başka insanlardan nasılsa alırız. ”
Tarihin gerilemesine yol açan inatçılık ya da cehalet değil, tamamen ilgisizlik duygusudur. ”
Televizyonun en güçlü tarafı kafalarımıza soyutlamalar değil kalplerimize kişilikler sokmasıdır ”
Televizyon ekranı sizden, görüntülerinin daima eğlenmeniz ve haz almanız düşünülerek hazırlanmış olduğunu unutmamanızı ister.
Cehalet daima düzeltilebilir bir durumdur. Ancak cehaleti bilgi olarak kabul ettiğimiz zaman ne yapılabilir?
”Televizyon kopuk kopuk programlarına o kadar alışmış durumdayız ki bir muhabirin nükleer bir savaşın kaçınılmaz olduğu haberini verdikten hemen sonra ..ve şimdi reklamlar demesine hiç şaşırmayız artık. ”
”Gençler televizyon haberlerini izlerken, diğer kesimlerden daha fazla zulüm ve ölüm haberlerinin büyük ölçüde abartılı olduğunu ve ne olursa olsun ciddiye alınmasına ya da sağduyulu bir tepkiyle karşılanmamasına gerek olmadığını varsayan bir epistomolojinin etkisine girmektedirler. ”
Niçin haber programına müzik konur? Haber programına müzik konmasının nedeni tiyatro oyununa ve sinema filmine müzik konmasıyla aynıdır. Eğlenceye uygun bir ruh hali yaratıp bir leitmotif sunmak. Programın çerçevesi müzikle çizildiği sürece, izleyici ciddi biçimde dehşete düşülecek bir şey olmadığını, aslında aktarılan haberlerin gerçeklikle ilgisinin bir oyundaki sahnelerden farksız olduğuna inanma konusunda gönlü rahat olur. ”
Her geçen gün gösteri olan şeyler ile olmayan şeyleri birbirinden ayırmak zorlaştıkça kültürümüzün söyleminin niteliği de değişmektedir. Rahiplerimiz, başkanlarımız, cerrahlarımız, eğitimcilerimiz, habercilerimiz kendi disiplin alanlarının gerekliliklerini karşılamaktan ziyade iyi bir şovmenliğin gerektirdiği davranışlara kafa yormaktadırlar. ”
Aslında Huxleyin kehanette bulunduğu gelecek buydu. Huxley Batı demokrasilerinin tek sıra halinde ve kelepçeli olarak yürüyüş kolunda denetimi içlerine sindirmektense, dans ederek ve hayal kurarak unutmayı tercih etmelerinin çok daha muhtemel olduğuna inanıyordu. ”
”Teknolojinin bütünüyle tarafsız olduğuna, ancak onun tarihinden habersiz olanlar inanabilirler.
Kırılan herşey sağlamından daha çok şey öğretir.Bu bilimsel bir deney veya herhangi bir kuram içinde geçerlidir.Mesela bir proton normalde bize sadece yükü ve kütlesi hakkında bilgi verir.Ama herhangi bir hızlandırıcıda çarpıştırılıp parçalara ayrılan bir proton ,bize bu yükü veya kütleyi nasıl kazandığı hakkında daha detaylı bilgi verir.Yada nöroloji için konuşucak olursak sağlam bir insan beyni bize içindeki hangi kısmın ne işe yaradığı konusunda pek az bilgi verir.Ama nezaman ki bu beynin bir kısmı hasar görür ve bu hasar sonucu kişi bazı duyuşsal yeteneklerini kaybeder.İşte o zaman beynin yapısına dair daha detaylı bilgiye sahip oluruz.Yada biyoloji içinde durum farklı değildir.Mesela tasarımlarında belli hatalara sahip canlılar görmemiz onların varoluşlarını oluşturan mekanizmalar hakkında daha detaylı bilgi sahibi olmamıza yararlar.Aynısı bilimsel kuramlar içinde geçerlidir.Mesela eski insanlar ısıyı,maddenin hareketi olarak değilde maddeden dışarı çıkan birşey olarak düşünüyorlardı.Ve sonra birgün kalayı ısıttıklarında yanan kalay, metal kirecine dönüşüyordu.Ama ilginç bir şekilde yanmadan önceki halinden daha ağır oluyordu.Ve o dönemin bilim insanları bu nasıl olabilir diye düşündüler.Eğer ısı maddenin yanınca dışarıya attığı bir fazlalıksa o zaman bu maddenin yanınca daha hafif olması lazım.Yani bu tarz deneysel bir çatlak o dönemin bilim insanlarına sahip oldukları ısı kuramının yanlışlığı hakkında daha detaylı bilgi verdi.Sosyoloji içinde durum pek farklı değildir.Mesela bir sistemin kendi içindeki çatlakları o sistemin işleyişi hakkında daha detaylı bilgi verir.Aynı bunun gibi insan ilişkilerinde de durum benzerdir.Mesela nezaman ki bir ilişki bozulur ozaman insanlar sahip oldukları gerçek kişilikler hakkında daha detaylı bilgi verirler.Yada konuya dair son bir örnek verecek olursak: Psikolojideki anormal insanlar olmasaydı bugün normal insanın psikolojisinin işleyişi hakkında bukadar detaylı bilgiye sahip olmazdık.Yani demem o ki örnekleri çoğaltmak mümkündür ama bu konunun ana fikrinin önemini arttırmayacaktır.Bu yüzden yazının başında dediğim şeyi tekrarlamakta fayda var:Kırılan herşey sağlamından daha çok şey öğretir!
Sorun televizyonun bize eğlendirici temalar sunması değil, bütün temaların eğlendirici olarak sunulmasıdır ve bu da bambaşka bir sorun oluşturur.
Hepimiz kumdan şatolar yaparız. Sorun bu şatoların içinde yaşamaya kalktığımız zaman ortaya çıkar.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Okuryazarlığa ve öğrenime duyulan bu saplantı derecesindeki ilgi bir delilik biçimi sayılacaksa, bırakın daha fazla delirelim.
Ateşli silahların icadı muharebe alanında vassal ile soyluyu eşitlemişti; basımcılık sanatı aynı kaynakları her sınıftan insanların önüne sundu. Posta da bilgiyi hem kır evinin hem de sarayın kapısına kadar getirdi.
Televizyon en saçma ve dolayısıyla en tehlikeli haline büyük emeller peşinde koştuğu zaman, kendisini önemli kültürel konuşmaların taşıyıcısı olarak sunduğu zaman kavuşur. Bundaki ironi, entelektüeller ve eleştirmenlerin televizyonu durmadan bu yola doğru itiyor olmalarıdır.
Her kitap yazarının başına geldiği gibi metafizik bakımdan gözle görülmeyen bir dinleyici kitlesine hitap etmekten daha şaşırtıcı ne olabilir? Ve bilinmeyen bir okurun kendisini onaylamayacağını ya da yanlış anlayacağını bilmekten ötürü insanın yazdıklarına çekidüzen vermesinden daha garip ne olabilir?
Biz hepimiz hiçbirimizin bütün hakikati bilecek kadar zekaya ya da bildiğimize inansak bile bunu anlatacak zamana veya anlattıklarımızı doğrulayacak kadar saf dinleyecilere sahip olmamamız anlamında Büyük Özetleyeci konumunda kişileriz.
Diyeceğim o ki biz, bugün için ölesiye eğlenme noktasına gelmiş olan bir topluluğuz. ”
Orwell bizi nefret ettiğimiz şeylerin mahvetmesinden korkarken, Huxley bizi sevdiğimiz şeylerin mahvedeceğinden korkuyordu. ”
Gelgelelim şu anda oyunun sonlarına yaklaşmış durumdayız ve skoru görmemek artık affedilemez bir yanlıştır. Bir teknolojinin kendine göre bir toplumsal değişim programıyla donanmış olduğunu fark edememek, teknolojinin tarafsız olduğunu iddia etmek, teknolojinin daima kültürün dostu olduğunu sanmak bu son saatte artık düpedüz aptallık olur. Dahası, iletişim biçimlerimizdeki teknolojik değişikliklerin ulaşım biçimlerimizdeki değişikliklere göre daha fazla ideoloji yüklü olduğunu yeterince anlamış bulunduğumuzu söyleyebiliriz. Bir kültüre alfabeyi sokarsanız o kültürün bilme alışkanlıklarını, toplumsal ilişkilerini, topluluk, tarih ve dinle ilgili nosyonlarını değiştirirsiniz. Bir kültüre taşınabilir türde matbaayı sokarsanız gene aynı sonucu elde edersiniz. Görüntülerin ışık hızıyla iletilmesini sağlarsanız bir kültür devrimi yaparsınız. Tek bir oya gerek duymadan. Polemiksiz. Gerilla direnişiyle karşılaşmadan. Burada, berrak olmasa bile saf bir ideoloji yatar. Sırada sözsüz ve bu yüzden çok daha etkili bir ideoloji vardır. Bunun tutması için bütün gerekli olan, ilerlemenin kaçınılmazlığına dindarca inanan bir halktır. Ve bu anlamıyla bütün Amerikalılar Marksisttir, çünkü biz, tarihin bizi önceden bahşedilen bir cennete gö- türdüğüne, bu hareketin ardındaki gücün teknoloji olduğuna kesinlikle inanan kişileriz.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Peki ama, ya duyabileceğimiz hiçbir acı çığlığı yoksa? Bir eğlenceler denizine karşı kim silaha sarılmaya kalkışır? Ciddi söylemler, kıkır kıkır gülmeler araşında kaynayıp gidiyorsa kime, ne zaman ve hangi tonuyla şikâyette bulunabiliriz? Bir kültürün kahkahadan boğulmasının panzehiri nedir?
Televizyonun sunduğu eğitim felsefesini üç emrin oluşturduğunu söyleyebiliriz. Etkisi “Susam Sokağı’ndan Nova ve The National Geographic belgesellerine ya da Fantasy Island’a kadar her türlü televizyon programında gözlemlenebilen bu emirler şöyle sıralanabilir:

Hiçbir önkoşul öne sürmeyeceksin: Her televizyon programı kendi başına eksiksiz bir paket olmalıdır. Hiçbir ön bilgiye gerek duyulmamalıdır. Öğrenimin hiyerarşik karakter taşıdığı, bir temel üzerinde kurulmuş bir yapıdan meydana geldiği ima bile edilmemelidir. Öğrenen kişinin herhangi bir konuya önyargısız girmesine olanak tanınmalıdır. Bu yüzdendir ki hiçbir televizyon programının, izleyici önceki programları seyretmemişse bu programı izlemesinin anlamsız olacağı şeklinde bir uyarıyla başladığını duyamaz ya da göremezsiniz. Televizyon derecelendirilmemiş bir öğretim programıdır ve herhangi bir zamanda herhangi bir nedenle hiç kimseyi dışlamaz. Başka bir deyişle, eğitimde devamlılık ve kalıcılık fikrini yok eden televizyon, devamlılık ile kalıcılığın düşünceyle ilintili şeyler olduğu fikrini de temelinden yıkar.

En ufak bir kafa karışıklığına yol açmayacaksın: Televizyon öğretiminde kafa karışıklığı, seyir oranının düşmesinin temel nedenlerindendir. Kafası karışık bir öğrenci başka kanalı açacak olan bir öğrencidir. Bu demektir ki hatırlanması, incelenmesi, uygulanması ve en kötüsü kalıcı olması gereken hiçbir şey bulunmamalıdır. Öğrenen kişinin rahat etmesi -gelişmesi değil- daha önde geldiğinden her enformasyon, öykü ya da fikrin hemen algılanabileceği düşünülmektedir.

Mısır’ın başına musallat olan on bela gibi yorumlardan uzak duracaksın: Kalıcılık ve kafa karışıklığı dahil olmak üzere televizyonla öğretimin düşmanları içerisinde en korkutucusu yorumdur. Argümanlar, hipotezler, değerlendirmeler, nedenler, çürütmeler ya da akıl yürütmeye dayalı söylemin diğer gelenek sel araçları televizyonu radyoya, daha kötüsü üçüncü sınıf bir basılı materyale çevirir. Demek ki televizyonla öğretim daima hareketli görüntüler ve müzik eşliğindeki öykü anlatma biçimine bürünür. Bu, Uzay Yolu’nun olduğu kadar Cosmos un, Different Strokes ın, “Susam Sokağı’nın ve “Nova gibi televizyon filmlerinin de karakteristik özelliğidir, Televizyonda hem görselleştirilemeyen hem de teatral bir çerçeveye oturtulamayan hiçbir şey öğretilmez.

John Dewey’in “bir dersin içeriği öğrenimin önemsiz yanıdır şeklindeki gözlemi bizim yolumuza ışık tutabilir. John Dewey Experience and Education’da şunları da yazmaktadır: Pedagojik safsataların en büyüğü, herhalde bir insanın ancak ders dinlerken öğrendiği düşüncesidir. Kalıcı davranışların şekillenmesi biçimindeki tamamlayıcı öğrenim.. büyük ihtimalle ve genellikle, imla dersinden de, coğrafya veya tarih dersinden de daha önemlidir Çünkü gelecek açısından asıl önem taşıyan, bu kalıcı davranışlardır. Başka bir deyişle, öğrenilen en önemli şey, her zaman için nasıl öğrenildiğini gösteren bir derstir.
1980 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Czeslaw Milosz, Stockholm’de düzenlenen ödül törenindeki konuşmasında, çağımızın “hatırlamayı reddetme’yle karakterize edildiğini belirtiyor, birçok şeyin yanı sıra Yahudi kıyımının gerçekleştiğini de reddeden yüzden fazla basılı kitap bulunduğunu acıyla aktarıyordu. Kanımca tarihçi Carl Schorske de tarih artık hiçbir işe yaramadığı için modern beyinlerin tarihe kayıtsız kalarak yetiştiğine dikkat çekerken hakikate bir hayli yaklaşmış oluyordu; başka bir deyişle, tarihin gerilemesine yol açan etken inatçılık ya da cehalet değil, tamamen ilgisizlik duygusudur. Televizyonun Bill Moyers’ı da şunları söylediği zaman hakikate biraz daha yaklaşır: “Kendi işimin…bu endişe verici hafıza kaybı çağına katkıda bulunmasından kaygılıyım Biz Amerikalılar son yirmi dört saatte olan her şeyi biliyoruz, ama son altı bin yıl ya da son altmış yılla ilgili bilgilerimiz çok sınırlıdır.

Terence Moran, Yapısı gereği imajı ve parçayı (fragment) güçlendirmeye yatkın olan medyayla tarihsel bir perspektif edinemeyiz derken tam hedefi vurmaktadır. Moran’a göre, kalıcılık ve bir bağlam olmayınca elde bulunan bilgi parçaları mantıklı ve tutarlı bir bütün oluşturacak şekilde birleştirilemez Hatırlamayı reddetmediğimiz gibi, hatırlamayı tamamen yararsız buluyor da değiliz. Onun yerine, hatırlamaya uygun varlıklar olmaktan çıkarılıyoruz. Çünkü, hatırlamak nostaljiden daha fazla bir şeyse eğer, kesinlikle bir bağlamsal temel (bir kuram, bir bakış, bir metafor); olguların onun için düzenlenip modellerin ondan çıkarılabileceği bir şey gerektirir. İmaj politikası ve anlık haberler ise böyle bir bağlam sunmaz. Bir ayna yalnızca bugün giydiklerinizi yansıtır. Dün giydikleriniz konusunda sessizdir. Televizyonla kafamızı süreksiz, tutunumsuz bir şimdiki zamana gömeriz.

Thomas Caryle’in deyişiyle “Geçmişte bir dünya yatar, gri bir sis tabakasından oluşan bir boşluk değil. Ne var ki Carlyle bu sözleri, kitabın ciddi kamusal söylemlerin başlıca aracı (medium) olduğu günlerde yazmaktaydı. Bir kitap bütün tarihtir. Kitap, kendisinden önce ya da kendisinden itibaren başka hiçbir araçta (medium) görülmediği kadar bütünlüklü ve yararlı bir geçmişin var olduğu duygusunu güçlendirir. Kitapların konuştuğu bir ortamda tarih, Carlyle’nin anladığı biçimiyle, yalnızca bir dünya değil, aynı zamanda canlı bir dünyadır. Gölgede kalan, şimdiki zamandır.
Bütün önemli televizyon reklamlarının öğrettiği ders budur: Reklamlar bir slogan, bir sembol ya da izleyicilere kendileriyle ilgili kapsamlı ve cazip imaj yaratan bir odak noktası sunar. Parti politikasından televizyon politikasına geçiş yaparken varılmak istenen amaç budur. Başkan, Vali ya da Senatör olarak en çok kimin uygun olduğunu bilmemize olanak tanınmaz, ama en çok hangisinin imajının, bizim hoşnutsuzluklarımızın derinliklerine ulaşıp yatıştıracağını gösterir. Televizyon ekranına bakar ve Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’deki Kraliçe’nin oburluğuyla “Ayna, ayna, en güzel hangimiz? diye sorarız. Oylarımızı daha çok, ekranda yansıyan imajıyla kişiliği, aile yaşamı ve tarzı, Kraliçe’nin aldığından daha iyi bir yanıt sunanlara veririz. Xenophanes’in yirmi beş yüzyıl önce söylediği gibi, insanlar tanrılarını daima kendi hayallerindeki gibi yaratırlar. Ancak televizyonun buna ekleyecek yeni bir yöntemi vardır: Muhtemel tanrılar kendilerine, izleyicilerin onlardan olmasını istedikleri imaja göre yeniden şekil vereceklerdir.
Bazı okurlar, eskiden adayın kim olduğunu iyi bilmedikleri zaman kafalarını o adayın karakteri ve kişisel yaşamına pek takmadıklarını hatırlayabilirler. Henüz genç olduğum dönemlerdeki bir Kasım seçiminde, bana hem akılsız hem de sahtekâr görünen bir Demokrat belediye başkan adayına oy vermek hiç içimden gelmiyordu. O zaman babamın bana parladığını hatırlıyorum: Bunun ne ilgisi var? Bütün Demokrat adaylar akılsız ve sahtekârdır. Sen Cumhuriyetçilerin kazanmasını mi istiyorsun? Babamin söylemek istediği, zeki seçmenlerin kendi ekonomik çıkarlarını ve sosyolojik perspektiflerini en iyi temsil eden partiye verdikleriydi.En iyi adam’a oy vermek onun gözünde anlaşılmaz ve safça bir hareketti. Cumhuriyetçiler arasında iyi insanlar bulunduğundan hiçbir zaman kuşku duymamıştı. Sadece Cumhuriyetçilerin kendi sınırlarının sözcülüğünü yapmadığının farkındaydı.
…televizyonda gösterilen şeyler, özleri korunmuş olsun olmasın, oldukları halden başka bir şeye çevrilmiştir. Televizyon vaizleri çoğunlukla bu konuya ciddi biçimde eğilmemişlerdir. Televizyon vaizleri, eskiden bir kilisede ya da çadırda ve yüz yüze kurulan ilişkilerin, televizyonda anlamından hiçir şey kaybetmeden ve dinsel deneyim düzeyi azalmadan sürdürülebileceğini varsaymışlardır. Herhalde çevirerek aktarma sorununu doğru kavrayamamalarının kökeninde de televizyonun muazzam sayıda insana ulaşmasından kaynaklanan böbürlenme eğilimi yatar.

“Televizyon diye yazmıştır Billy Graham, “insanoğlunun şimdiye kadar geliştirdiği en güçlü iletişim aracıdır. Akşam spesiyal’lerimin hepsi ABD ve Kanada’daki yaklaşık 300 kanalda ayrı ayrı sunulduğundan, tek bir yayında İsa’nın ömrü boyunca vaaz verdiği insanlardan milyonlarca sayıda daha fazla kişiye hitap ederim. Pat Robertson bu sözlere şunları ekler: “Kilisenin televizyonla ilgilenmemesi gerektiğini söylemek düpedüz aptallıktır. İhtiyaçlar aynıdır, mesaj aynıdır, hitap biçimi değişebilir.. Amerika’daki en yönlendirici güce aldırış etmemek kilise adına tam bir budalalık olur.

Bu, muazzam bir teknolojik çocuksuluktur. Eğer hitap biçimi aynı değilse, büyük olasılıkla mesaj da aynı değildir.

Aynı şekilde mesajın algılandığı bağlam İsa’nın zamanındakinden bütünüyle farklıysa, o mesajın toplumsal ve psikolojik anlamının da farklı olduğunu varsayabiliriz.

Cehalet daima düzeltilebilir bir durumdur. Ancak cehaleti bilgi olarak kabul ettiğimiz zaman ne yapabiliriz?
Eğer ben de șu satırı yazarken konuya ara verecek, tartışmama ileride devam edeceğimi söyleyip United Airlines ya da Chase Manhattan Bank lehine birkaç laf edeceğimi aktaracak olsaydım, benim ve kitabım hakkında neler düşüneceğinizi getirin bir zihninize. Haklı olarak benim size saygı duymadığımı, işlediğim konuya ise hiç saygım olmadığını düşünürsünüz. Ve eğer bunu bir kere değil, her bölümde defalarca yapmış olsaydım, yazdığım hiçbir şeyin dikkate değer olmadığı kanısına varırdınız. Öyleyse aynı durumda bir haber programını önemsiz bulmamamızın nedeni nedir? Bunun nedeni, eminim, kitaplardan, hatta diğer araçlardan (sinema gibi) anlatının tonunda bir tutarlılık, içerikte bir süreklilik beklerken, televizyondan, özellikle haber programlarından yana böyle bir beklentimizin olmamasıdır. Televizyonun kopuk kopuk programlarına o kadar alışmış durumdayız ki, bir muhabirin nükleer bir savaşın kaçınılmaz olduğu haberini verdikten hemen sonra “ ve şimdi de reklamlar.. demesine hiç şaşırmayız artık. Haberlerle reklamların bu şekilde yan yana konmasının dünyamızı ciddi bir yer olarak yorumlayışımıza yaptığı zararı abartmış olmamız pek mümkün değildir. Zarar, özellikle dünyaya nasıl tepki göstereceklerinin ipuçlarını çoğunlukla televizyondan alan genç izleyiciler açısından büyüktür. Gençler, televizyon haberlerini izlerken, diğer kesimlerden daha fazla, zulüm ve ölüm haberlerinin büyük ölçüde abartılı olduğunu ve ne olursa olsun ciddiye alınmasına ya da sağduyulu bir tepkiyle karşılanmasına gerek olmadığını varsayan bir epistemolojinin etkisine girmektedirler.
Ve şimdi de. , radyo ve televizyon haberlerinde, o anda dinlediğiniz veya izlediğiniz şeylerden hemen sonra dinlenip izlenecek şeyle ya da daha sonra dinlenip izlenebilecek şeylerle en ufak bir ilintisinin olmadığını göstermek amacıyla yaygın biçimde kullanılan bir sözcüktür. Bu deyiş, yıldırım hızıyla yayılan elektronik medya tarafından şekil verilen bu dünyanın hiçbir düzeni ve anlamı olmadığını, ciddiye alınmaması gerektiğini kabullenmenin bir ifadesidir. Yani, bir haber spikerinin Ve şimdi de.. sözüyle zihinlerden silinemeyecek kadar vahşi bir cinayet, o kadar yıkıcı bir deprem, o kadar pahalıya patlayan bir gaf –hatta o kadar saç baş yolduran bir maç skoru, o kadar tehdit edici bir hava raporu- yoktur, diyebiliriz. Haber spikeri bu sözle, bir önceki konuya yeterince uzun (yaklaşık kırk beş saniye) zaman ayırdığınızı, daha fazla (diyelim, doksan saniye daha) o konuya kafa takmamanız, dikkatinizi artık, haberlerin ya da reklamın başka bir parçasına yöneltmeniz gerektiğini anlatmaya çalışmaktadır.
Bizim kültürümüz işlerin, bilhassa önemli işlerin yürütülmesinde yeni bir yol izlemeye başlamıştır. Her geçen gün gösteri olan şeyler ile olmayan şeyleri birbirinden ayırmak zorlaştıkça kültürümüzün söyleminin niteliği de değişmektedir. Rahiplerimiz, başkanlarımız, cerrahlarımız, avukatlarımız, eğitimcilerimiz ve televizyon habercilerimiz, kendi disiplin alanlarının gerekliliklerini karşılamaktan ziyade iyi bir şoymenliğin gerektirdiği davranışlara kafa yormaktadırlar. Irving Berlin ünlü şarkısının başlığında bir sözcük değiştirmiş olsaydı, Aldous Huxley kadar (daha özlü olmakla birlikte) kâhin olurdu. Yalnızca, There’s No Business But Show Business (İş Yok, Gösteri Var) dese yeterdi.
…ve iyi bir televizyon programının daimi amacı da buydu: Yani düşünmeyi sağlamak değil, alkış almak
…televizyon, kültürümüzü yapısal bir değişime uğratarak muazzam bir gösteri sahnesi yaratmıştır. Kuşku yok ki sonunda bu durumu seve seve benimsemeye ve hoş olarak niteleme noktasına gelebiliriz. Aldous Huxley’in elli yıl önce gerçekleşmesinden korktuğu şey de tam olarak budur zaten.
Hem sözel hem tipografik kültürlerde enformasyonun önemi, kendisinin yarattığı eylem olanaklarına dayanır. Kuşkusuz, herhangi bir iletişim ortamında, girdi (hakkında bilai aktarılan şey), çıktıyı (enformasyona dayalı eylem olanaklarinı) daima aşar. Ne var ki önce telgrafin yarattığı, ardından yeni teknolojilerin pekiştirdiği ortam, enformasyon-eylem ilişkisini hem daha soyut hale getirmiş hem de aralarındaki mesafeyi alabildiğine açmıştır. İnsanlar, insanlık tarihinde ilk defa enformasyona doyma problemiyle karşılaşmışlar ve bununla eşzamanlı olarak, toplumsal ve politik etki alanlarinin daralması sorunuyla yüz yüze gelmişlerdi.

Bunu kendinize başka sorular sorarak kavrayabilirsiniz: Ortadoğudaki çatışmayı azaltmak için hangi adımları atmayı planlıyorsunuz? Enflasyon, suç ve işsizlik oranlarını azaltmak için ne yapabilirsiniz? Çevreyi koruma ya da nükleer savaş
riskini azaltma planlarınız nelerdir? NATO, OPEC, CIA, olumlayıcı eylem ve İran’da Bahailere yönelik gaddarca uygulamalar konusunda neler yapmayı tasarlıyorsunuz? Burada sizin adınıza yanıt verme özgürlüğümü kullanacağım: Bu konularda yapmayı planladığınız hiçbir şey yoktur. Elbette bu konuda birtakım planları ve harekete geçme gücü olduğunu iddia eden birisi için oy kullanabilirsiniz. Ne var ki yalnızca iki veya dört yılda bir saatlik zaman harcayarak yapabileceğiniz bu eylem, sahip olduğunuz çok çeşitli fikirleri ifade etmek için yeterli bir araç olarak görülemez. Hatta şunu da söyleyebiliriz ki, oy kullanma politik açıdan aciz durumda olmanın sondan bir önceki sığınağıdır. Son sığınak da elbette düşüncelerinizi size soru soran bir anketöre aktarmak olur. Anketör alacağı yanıtlarla olmuş bitmiş bir soruna ilişkin bir yorum çıkararak daha sonra onu benzer düşünceler çağlayanına karıştırıp hepsinden yeni bir haber elde edecektir. Demek ki burada kocaman bir acizlik ilmeğiyle baş başa kalırız: Haberler, zaten onlarla ilgili daha fazla haber aktarmaktan başka hiçbir şey yapamayacağınız çeşitli düşünceleri sizden alır ve siz de buna karşı hiçbir şey yapamazsınız.

Ciddi söylemler, kıkır kıkır gülmeler arasında kaynayıp gidiyorsa kime, ne zaman ve hangi ses tonuyla şikayette bulunabiliriz? Bir kültürün kahkahadan boğulmasının panzehiri nedir?
Bir kültürün ruhunun tükenmesinin iki yolu vardır. Birincisinde (Orwellcı yol) kültür bir hapishaneye dönüşürken, ikincisinde (Huxleyci yol) kültür bir hicive dönüşür.
Akıl en iyi ürünlerini sıkı bir duygusal toprakta kök saldığı zaman verir.
Walter Lippmann 1920’de şu satırları yazıyordu: Yalanı ortaya çıkaran bir araca sahip olmayan bir topluluk özgürlüğe kavuşamaz.
Teknolojinin bütünüyle tarafsız olduğuna, ancak onun tarihinden habersiz olanlar inanabilirler. Bu çocuksu inançla alay eden eski bir espri biliyoruz: Thomas Edison, lambayı yaktığı her seferinde onu ağzına yaklaştırıp Alo? Alo? demeseydi, elektrik ışığını keşfettiğinin farkına çok daha erken varabilirdi.
Televizyon, deyiş yerindeyse, toplumsal ve entelektüel evrenin arka planındaki radyasyon, yüz yıl önceki elektronik big-bang’in neredeyse gözle görünmez kalıntısıdır.
Telgraf açısından zekânın anlamı, şeyler hakkında enine boyuna bilgi sahibi olmak değil, şeyleri duymuş olmak demekti.
.oy kullanma politik açıdan aciz durumda olmanın sondan bir önceki sığınağıdır. Son sığınak da elbette düşüncelerinizi size soru soran bir anketöre aktarmak olur. Anketör alacağı yanıtlarla olmuş bitmiş bir soruna ilişkin bir yorum çıkararak daha sonra onu benzer düşünceler çağlayanına karıştırıp hepsinden yeni bir haber elde edecektir. Demek ki burada kocaman acizlik ilmeğiyle baş başa kalırız: Haberler, zaten onlarla ilgili daha fazla haber aktarmaktan başka hiçbir şey yapamayacağınız çeşitli düşünceleri sizden alır ve siz de buna karşı hiçbir şey yapamazsınız.
Peder Graham, ebediyete hazırlanma konusunda (George) Burns’le karşılıklı espriler patlatılan bir sohbete katılmıştı. İncil’de hiç öyle bir söz geçmediği halde, Tanrı’nın insanları güldürenleri sevdiği konusunda dinleyicilerine güvence veriyordu. Oysa bu, iyi niyetli bir hataydı. Peder Graham yanlışlıkla Tanrı’yla NBC’yi karıştırmıştı sadece.
Orwell kitapları yasaklayacak olanlardan korkuyordu, Huxley’in korkusu ise kitapları yasaklamaya gerek duyulmayacağı, çünkü artık kitap okumak isteyecek kimsenin kalmayacağı şeklindeydi. Orwell hakikatin bizden gizlenmesinden, Huxley hakikatin umursamazlık denizinde boğulmasından korkuyordu. Huxley, Orwell’ın 1984’ünde insanların acı çekerek denetlendiğine dikkat çekerken; Brave New World’da insanlar hazza boğularak denetlenmektedirler. Kısacası Orwell bizi nefret ettiğimiz şeylerin mahvetmesinden korkarken, Huxley bizi sevdiğimiz şeylerin mahvedeceğinden korkuyordu.
Orwell’in 1984’ünde insanların acı çekerek denenendiğine dikkat çekerken; Brave New World’ da insanlar hazza boğularak denetlenınektedirler. Kısacası Orwell bizi nefret ettiğimiz şeylerin mahvetmesinden korkarken, Huxley bizi sevdiğimiz şeylerin mah­vedeceğinden korkuyordu.
Psikanaliz zihne bakan bir mikroskoptan başka nedir ki?
Huxley’e göre, insanlar süreç içinde üzerlerindeki baskıdan hoşlanmaya, düşünme yetilerini dumura uğratan teknolojileri yüceltmeye başlayacaklardır.
Orwell kitapları yasaklayacak olanlardan korkuyordu. Huxley’in korkusu ise kitapları yasaklamaya gerek duyulmayacağı, çünkü artık kitap okumak isteyecek kimsenin kalmayacağı şeklindeydi.
Huxley, Orwell’in 1984’ünde insanların acı çekerek denendiğine dikkat çekerken; Brave New World’da insanlar hazza boğularak denetlenmektedirler. Kısacası Orwell bizi nefret ettiğimiz şeylerin mahvetmesinden korkarken, Huxley bizi sevdiğimiz şeylerin mahvedeceğinden korkuyordu.
Bu kitap, Orwell ‘in değil, Huxley’in haklı olduğu düşüncesiyle yazılmıştır.
Ve en önemlisi, kamuoyunu ilgilendiren hiçbir konu (politika, haber, eğitim, din, bilim, spor) televizyonun ilgi alanının dışında kalmaz. Yani, halkın bu konuları kavrayış biçimi tamamen televizyonun yönelimleriyle şekillenmektedir.
Kutsal olmak için sıkıcı olmak zorunda değilsiniz.
Hepimiz kumdan şatolar yaparız. Sorun bu şatoların içinde yaşamaya kalktığımız zaman başlar.
Oy kullanma, politik açıdan aciz durumda olmanın sondan bir önceki sığınağıdır.
Cehalet daima düzeltilebilir bir durumdur.
Eğlenmenin de yanlış bir yani yoktur. Hepimiz kumdan şatolar yaparız. Sorun bu şatoların içinde yaşamaya kalktığımız zaman ortaya çıkar.
Felsefi yapmak için dumandan yararlanamazsınız. Dumanın biçimi içeriği dışlamaktadır.
Bir kültürü ürettiği apaçık saçmalıklarla değil, kayda değer saydığı şeylere bakarak ölçeriz.
Orwell hakikatin bizden gizlenmesinden,Huxley hakikatin umursamazlık denizinde boğulmasından korkuyordu..
Bu kitap Orwell’in değil Huxley’in haklı olduğu düşüncesi ile yazılmıştır.
Her şey herkesin ilgisi haline gelmişti. İlk defa olarak sormuş olduğumuz hiçbir soruyu yanıtlamayan ve üstelik bize yanıt hakkı da tanımayan enformasyon yağmuruna tutuluyorduk.
Politikamız, dinimiz, haberlerimiz, sporumuz, eğitimimiz ve ticaretimiz; bunların hepsi de protesto unsurunun, hatta halkın etkisinin izine dahi rastlanmayan gösteri dünyasının hoş uzantılarına dönüşmüştür. Diyeceğim o ki biz, bugün için, ölesiye eğlence noktasına gelmiş olan bir topluluğuz.
Bizi sevdiğimiz şeyler mahvedecek.
Bir kültürün ruhunun tükenmesinin iki yolu vardır. Birincisinde kültür bir hapishaneye dönüşürken,ikincisinde kültür bir hicve dönüşür.
Öğrenimin yalnızca eğitim eğlenceye çevrildiği zaman etkili,kalıcı ve hakikaten başarılı olduğunu hiç kimse söylememiş, hatta ima bile etmemiştir.
Orwell bizi enformasyonsuz bırakacak
olanlardan, Huxley pasifliğe ve egoizme sürükleyecek kadar enformasyon yağmuruna tutacak olanlardan korkuyordu. Orwell hakikatin bizden gizlenmesinden, Huxley hakikatin umursamazlık denizinde boğulmasından korkuyordu. Orwell tutsak bir kültür haline gelmemizden, Huxley duygu sömürüsüne dayanan içki alemleri ve tek başına iple asılı bir tenis topuyla oyalanmak gibi şeylerle ömür tüketen önemsiz bir kültüre dönüşmemizden korkuyordu.
Orwell kitapları yasaklayacak olanlardan korkuyordu. Huxley’in korkusu ise kitapları yasaklamaya gerek duyulmayacağı, çünkü artık kitap okumak isteyecek kimsenin kalmayacağı şeklindeydi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir