Fatmagül Berktay kitaplarından Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın kitap alıntıları sizlerle…
Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın Kitap Alıntıları
Özgürleşme ve kendini gerçekleştirme çabası içindeki bütün kadınların ve erkeklerin, bir ideoloji olarak tek tanrılı dinlerin insan yaşamını sınırlandırma, insanı kendisine yabancılaştırma ve verili düzeni koruma işlevleri üzerinde düşünme; bu dinlerin dayattıkları toplumsal cinsiyet kalıplarını ve eşitsiz cinsiyet ilişkilerini sorgulama; kısacası din olgusuyla bir hesaplaşma gereksinmesi ile yüzyüze olduklarını düşünüyorum.
Örtünme ve peçe, İslamiyet’ten çok önce Yahudilerde, Yunanlılarda ve Bizans’ta, yani tüm Doğu Akdeniz uygarlığında özellikle üst sınıflar arasında yaygın bir uygulamadır.
Tek tanrı olarak Yehova’nın ve ona itaatin simgesi olarak da sünnetin kabulü ve Musa’ya indirilmiş emirlere uyulması, ”seçilmiş halkı ” başka halklardan ayırt edecektir. Bu halkın ırksal birliğini, başkalarıyla karışmamasını, yani saflığını güvence altına alacak şey ise, erkeklerin sünnet olma koşulunun yanı sıra, kadınların evlilik öncesinde bekaretlerinin, evlilik sırasında da cinsel sadaketlerinin sıkıca denetim altında tutulmasıdır.
Eski Mezopotamya’da İ.Ö. 2300 yıllarına dek geri giden bir geçmişi vardır ve erginleme törenlerinin bir parçası olarak uygulandığı da bilinmektedir.
Ve Allah İbrahim’e dedi: Ve sen ise, sen ve senden sonra zürriyetin, nesillerince, ahdimi tutacaksınız. Sizinle ve senden sonra zürriyetinle benim aramda tutacağınız ahdim budur; aranızda her erkek sünnet olunacaktır. Ve gulfe etinizde sünnet olunacaksınız; ve sizinle benim aramdaki ahdin alameti olacaktır .Ve ahdim ebedi bir ahit olarak sizin etinizde olacaktır. (Tekvin, 17:9-14;abç)
Sünnet olayı reddeden erkek ise ”kendi kavminden ayrı kılınacaktır; [çünkü] o, benim ahdimi bozmuştur. ” 17:15 Yehova ile ”halkı ” arasındaki sözleşmeyi mühürleyen ”işaret ”in sünnet olmasının, yani erkek cinsel organının ucunun itaat göstergesi olarak Tanrı’ya armağan edilmesinin simgesel anlamı önemlidir.
”Biyolojik zaman boyutunda kadın erkeği doğurur, kutsallık boyutunda ise bunun tersi sözkonusudur. Kadın, erkeklerden sonra ve onun bedeninden yaratılmıştır. Yani Allah önce erkekleri yaratmış, sonra da kadınları onların bedeninden çekip çıkarmıştır ”
”Kadınlar, Aristoteles’in ifadesiyle, yaşam için gerekli olan maddeyi sağlarlar ama, formu ve ruhu, yani insanın tanrısal olanla bağlantılı kısmını sağlayan erkektir ve bu, ilginç bir biçimde, kadına atfedilen aşağı statünün hem nedeni, hem de sonucu olmaktadır. ”
Eski Yunan’da, genç kızlar evlendirilirken babalarının ya da vasilerinin geleneklere uygun olarak söylemek zorunda oldukları sözler, ”tohum ve toprak ” metaforunun yalnızca İslam’a, Doğu’ya özgü olmayıp bütün ataerkil toplumlarda geçerli bir anlayış olduğunu ortaya koymaktadır: ”Bu kadını sana veriyorum ki, onun tarlasını sürüp meşru çocuklar edinesin. ”
Kadınlarınız sizin tarlanızdır; tarlanızı dilediğiniz gibi ekin.
(Kuran, 2:223)
Devlet ile erkek müminin çıkarlarının Özdeş olduğu ve bu çıkarların hem dinsel ideoloji, hem de fiziksel güçle korunduğu herhangi bir dinsel/toplumsal çerçeve .
”Mitolojinin, tarihsel bir kanıt olarak kullanılması oldukça tehlikeli bir şeydir, çünkü toplumsal ilişkiler ile onların temsili arasında birebir ilişki yoktur. Gene de, her mitosun -ve genel olarak tüm ideolojilerin- içinde doğdukları maddi toplumsal gerçekliğin bir ürünü olduğunu olduklarını unutmamak gerekir. ”
Tanrıça! Onun yanıdır karar yeri;
ellerinde tutar herşeyin yazgısını,
Onun bakışından doğuptur sevinç,
yaşam coşkus, görkem,
kadınla erkekteki yaratıcı güç.
İştar için, Babil, İ.Ö. 2000
Dinsel metinler bize, kadınlar arasındaki ayrımları göz ardı eden ve kadınların özgün bireyselliğini tanımayan bir kadın kalıbı sunarlar ve dahası, bunun kabul edilebilir tek tanım olduğunu öne sürerler.
Tarihsel gelişme içine Eski Mezopotamya’da ortaya çıktığını gördüğümüz ataerkil sistem, egemen sistem olarak yerini sağlamlaştırdıkça, erkeklerin kadınları, özellikle de kadının bedenini denetleme ve onların ürüme ve cinsellik ”hizmetleri ”nden yararlanma haklarını adım adım kurumlaştırdı.
Çünkü, ”köktendincilik, kutsal kitapları zamanın dışında ve dolayısıyla her zaman geçerli metinler olarak sunar. Kutsal metinlerin ezeli ve ebedi nitelikte olduğunu öne sürerek tarihdışı bir dünyaya görüşünü yerleştirmeye yönelir. ”
”Weber’i izleyen Clifford Greetz de, dinin bir kültürel sistem olduğunu savunur; başka bir deyişle din, insanların kendi yaşamlarını düzenledikleri ve yorumladıkları bir açıklama sistemidir: ” İnsanlar, dinsel simgelere, yalnızca dünyayı yorumlamak için değil, aynı zaman yorumlanabilirlik sorunuyla başetmek içinde başvururlar. ”
”Weber, insanı ”anlam peşinde koşan hayvan ”, Durkheim ise ”topluluk inşa eden hayvan ” olarak tanımlar.
Biz farkında olmasak bile onlar, bu önemsiz gibi görünen küçük tavizlerin nasıl bir alışkanlık yaratacağını,kişiliğimizde ne tür tahribatlar yapacağını biliyorlardı. Öyle ki, her bir taviz diğerine eklenecek ve sonuçta, her şeyin eskiden beri öyle olduğuna inanan, itiraz etmeyi unutmuş insanlar olacaktık.
Gerçekten de amacımız barış olduğu zaman, savaşı anlamsız kılmanın yolu, karşı silahlar üretmek değil, tümüyle silahlardan arınmış bir dünya kurmaya cesaret etmektir!
Laik bir devlette Köktendinci hayat tarzını seçen kadınlar için bir “seçim” söz konusudur; Köktendinci bir devlette yaşayan kadınlar içinse “kader”.
Umut ilkesi ni ayakta tutmamız gerekiyor; başka çaremiz yok.
amacımız barış olduğu zaman, savaşı anlamsız kılmanın yolu, karşı-silahlar üretmek değil, tümüyle silahlardan arınmış bir dünya kurmaya cesaret etmektir!
Kadınlar adına konuşan Christine de Pisan (1364 1430), bu kadın düşmanı edebiyata karşı duyulan tepkiyi zarif ama sağlam bir şekilde dile getirir:
Hiçbir günah kadınınki kadar büyük değildir diyorlar ama, kadınlar adam öldürmezler, kentleri yakıp yıkmazlar, halkı ezmezler, toprakları yağmalamazlar, kundakçılık yapmazlar ya da sahte sözleşmeler düzenlemezler. Kadınlar şefkatli, nazik, yardımsever, alçakgönüllü, basiretli varlıklardır. Evet, Havva günah işledi ama aldatılmıştı; Adem de ondan iyi sayılmazdı.
Bedenin, özellikle de kadın bedeninin aşağılanması, yalnızca insanın dişisinin insanlığı tam olarak algılamasını ve yaşanmasını önlemekle kalmamakta, bütün insanlığı onulmaz bir bimde beden ve ruh olarak parçalanmaya ve yabancılaşmaya mahkum etmektedir.
statükonun tartışılabilirliğine yer yoktur.
İnsanoğlu doğal çevresiyle mücadele etmek zorunda kalmaz, çünkü çevre zaten onun gereksinimlerine* uygun olarak yaratılmıştır.
(..) ataerkil ideolojinin kültürleri aşan gücü ve kapsayıcılığı karşısında kötümser bir şaşkınlığa kapılıyoruz.
(..) önemli olanın dogmanın kendisinin değil, yorumlanış biçimi olduğunu savunurlar.
iran’da, mollalar rejimi işe once psikolojik baskıyla başlamış, onu fiziksel şiddet izlemişti : Ortünmeyene hakaret, ortünmeyene dayak, ortünmeyene jilet müstahaktı. Hayatın en ozel ve gorunmez yerlerine yonelik müdahaleler oylesine bir kuşatmaiş içeriyordu ki, insan çıldiracagını hissediyordu. çünkü islam devleti, hayatin her alanma müdahaleyi ongoren bir şeriat rejimiydi ve boyle bir rejimde şeriat kurallarının uygulanmasi ve kadmların yola getirilmesi, yalnızca resmi gorevlilerin degil, bütün müminlerin goreviydi.
Kiyamet gununde kadin evvela nama-
zindan, sonra da kocasina itaatindan sorulacaktir buyuran hadisi
mümin kadinin sorgulamasi, olanaksiz olmasa da, kolay degildir.
Hem kadınların, hem de kadın olsun erkek olsun kolelerin aşagı olması, Aristoteles’e gore dogaldir. Ancak doga, köle ile kadını
ayirmış ve her birini tek bir amaç için yaratmıştir. Kadınların varlık nedeni, esas olarak anneliktir. Dolayısıyla gebe kadınlar bedenlerine dikkat etmeli ve zihinlerini yormamalıdirlar. Ancak üreme air1smdan belirleyici olan kadının katkısı degildir. Ona gore kadın bedeni, erkegin tohumunu içinde tutan ve besleyen bir araçtan ibarettir, dişil sekresyon ruhtan yoksundur. Ruhu taşıyan erkek spermidir ve dolayısıyla gerçek yaratıcı erkektir.
Laik bir devlette Köktendinci hayat tarzını seçen kadınlar için bir seçim söz konusudur; Köktendinci bir devlette yaşayan kadınlar içinse kader .
Bu anlayisa gore, kadın sadece ortalikta gözükmesi bile tahrik unsurudur ve ortunmesi de bir çözüm degildir, çünkü erkeğin nefsinin neden ve ne zaman uyanacagi hiç� belli olmaz.
İsa’nın zina konusundaki tutumu Yahudilik’ten farklıdır. Matta’ya göre İncil’in 5. Babında Zina etmeyeceksin denir: Fakat ben size derim: Bir kadına şehvetle bakan her adam zaten yüreğinde onunla zina etmiştir. Burada, olayın sorumluluğu baştan çıkarıcı kadında değil, erkektedir; bu yaklaşım hemen her zaman sucu kadında arayan Yahudilik’ten çok farklıdır. Artık suç, erkeğin zayıflığından yararlanarak onun aklını çelen tehlikeli kadın cinselliğinden çok, erkeğin saldırganlığına kaymıştır. Yahudiliğin bu konudaki anlayışı ise İslamiyet’e miras kalmıştır.c
Bizzat Muhammed tarafından uygulanan ya da uygun bulunan evlilik türü, erkegin çokeşliligini ve dokuz ya da on yaşındaki küçük kizlarla evlenmeyi içermekteydi . Günümüzde de ornegin bir Ho-
meyni, bir baba için en kıvanç verici olayın kızının ilk adetini koca evinde gormesi olduğunu söylemekte.
Erkegin uremede oynadığı rol, tanrinin dunyayi yaratma kudretini
, fani duzeyde yansıtır. Tipki tanrının evrenin yaratıcısı olmasi gibi, erkeklerde cocuklarin yaraticisidir. Kadinin bedeni ise, yalnizca,
tohumu tasiyip besleyen verimli toprakttr
Bedenin, özellikle de kadın bedeninin aşağılanması, yalnızca insanın dişisinin insanlığını tam olarak algılamasını ve yaşamasını önlemekle kalmamakta, bütün insanlığı onulmaz bir biçimde beden ve ruh olarak parçalanmaya ve yabancılaşmaya mahkum etmektedir.
Kuran’da, kadınlarınız sizin tarlanızdır; tarlalarınızı dilediginiz
gibi ekin(2. Sure:223) direktifi verildiginde, Allah ile erkek ara-
sında, kadınların aradan çıkarıldığı bir iletişim oluşur. Erkek, bu ile-
tişimin oznesiyken, kadın nesneleştirilir: Allah, erkek ile kadın hak-
kında konUşUr. Müslüman toplumlarda kadının tecridi ve ortünme-
ye zorlanması yoluyla korunması, erkek tohumunun korunması
kaygısıyla yakından ilişkilidir.
Binlerce yiI boyunca bir aliskanlik olarak yi
nelenegelen ‘Toprak anamiz’ sözünün , sonradan ‘Goklerdeki Babamiz’a yakarisin erkege sağladığı turden bir saygınlığı kadina saglamamis olmasi dusunulebilir mi
?
Eliade, beslenmeye yonelik bitkileri ilk kez kadın yetistirmistir.
Tabii ki, topragin ve hasadin sahibi haline gelen odur. Kadinin buyusel-dinsel prestiji ve buna bagli olarak toplumsal üstünlüğü, kozmik bir modele sahiptir: Toprak Ana, demektedir.
Sara Ruddick’in dediği gibi, aklın istediği, bedenden özgür olmaktı; olamadığına göre, kötünün iyisi, kendi amaçlarına tabi olan bir bedendi. Daha açık bir ifadeyle, aklın bedeni, aklın amaçlarının denetimli bir aracıydı.
Müslüman toplumların, kadınların kendi statülerini değiştirme taleplerine bunca direnmeleri ve bunları Batı’dan ithal edilmiş kavramlar olarak kötülemelerinin nedeni, yalnızca kadınların duydukları korku değil, aynı zamanda bireysellikten duydukları korkudur.
Birincisi ahlaksal bilg, yani iyi ile kötüyü ayırt etme bilgisidir; ikincisi ise, cinsellik bilgisi. İnsanlar, iyi ile kötüyü ayırt etme bilgisine ulaşınca masumiyetlerini ve onunla birlikte Tanrı’nın iradesine gözü kapalı , yani ahlaksal kaygılara gerek olmaksızın kendiliğinden uyma yeteneklerini yitirirler. Cennetten kovulmuş, düşmüş insanlık, daha yüksek bir bilgi düzeyine varmanın bedelini, iyiyi kötüden ayırt etme ve selamete ulaşabilmek için de kötüyü reddedip iyiyi seçme yükümlülüğü altına girerek öder.
Bir erkeğin gücü ve otoritesi, kısacası erkek olarak değeri , onun can verme yetisine sahip olduğu varsayımına dayanır. Buna karşılık onur u, çocuğun kendi tohumundan olduğunu güvence altına alabilmesine bağlıdır. Bu da , karşılığında, kendisine ait olan kadını ( özellikle onun bedenini) denetleme yeteneğine dayanır.
Tıpkı pandora mitosunda Pandora sözcüğünün en eski zamanlarda bütün iyiliklerin anası şeklinde anlamının, sonradan ataerkillik altında içerik değişikliğine uğrayarak bütün kötülüklerin anası anlamını alması gibi, bir zamanlar herşeyin yaratıcısı olan toprak ( ve kadın bedeni) sonradan yalnızca erkeğin can veren tohumu nu taşımaya yarayan bir araca dönüştürülür.
Tarımın kadınlar tarafından icat edilmiş olduğu ve tahıl tarımını mümkün ve verimli kılan beceri ve araçları da gene onların geliştirdikleri nerdeyse tartışmasız kabul gören bir saptamadır.
Weber, insanı anlam peşinde koşan hayvan , Durkheim ise topluluk inşa eden hayvan olarak tanımlarlar.
” Müslüman toplumlarda kadının tecridi ve örtünmeye zorlanması yoluyla ‘korunması’ erkek ‘tohumu’nun korunmasıyla yakından ilişkilidir.. Bir erkeğin gücü ve otoritesi, onun can verme yetkisine sahip olduğu varsayımına dayanır. Buna karşılık ‘onur’u, çocuğunun kendi tohumundan olduğunu güvence altına alabilmesine bağlıdır. Bu da karşılığında kendisine ait olan kadını (özelikle onun bedenini) denetleme yeteneğine dayanır.. ‘Toprak ve tohum’ benzetmesi, ilk bakışta masum bir benzetme olsa bile çok güçlü ataerkil anlamlarla yüklüdür.. Erkeğin canlı öğeye, tohuma sahip olduğu varsayılarak onun yaratıcı yaşam kıvılcımını sağladığı düşünülürken, kadının – tıpkı toprak gibi- bu yaşayan özü besleme işlevini yerine getiren cansız maddeyi sağladığına inanılır. Böylece, göstermeye çalıştığımız gibi, hem Batı hem Doğu geleneğinde var olan, kadının doğurganlığı nedeniyle salt bedene indirgenmesi olgusu, dinsel söylemin ve pratiğin kutsallığından güç alınarak ebedi kılınmış ve başlangıçta kadının ayırt edici özelliği olarak görülen yaşamı yaratma kudreti elinden alınmış olur. ”
Dinin, toplumların üretimi ve bireylerin yeniden üretimi açısından yerine getirdiği toplumsal işlev, her ikisi de aile aracılığıyla gerçekleşen, mülkiyetin denetimi ile bedenlerin denetiminde oynadığı belirleyici roldür. Dinsel sistemlerde beden, hem kutsallığın aktarımı için bir araç, hem de tende ifadesini bulan dünyevi kötülük için temel bir simgedir. Bu bağlamda beden, ruhun eğitilebilmesi için terbiye edilmesi (disipline sokulması) gereken araç-nesne ve insanlığın selamete erişmesi önündeki engeldir. Bedenin denetimi ve terbiyesi ise, aslında cinselliğin denetimidir; kadının ezilmesi üzerine kurulu ataerkil sistemde, cinselliğin düzenlenimi ve denetimi, pratikte, kadın bedeninin ve yaşamı yaratma yetisinin (doğurganlığının) denetlenmesi biçimini alır.
Dinin insanlar üzerindeki etkisi ne yönde olursa olsun, insan davranışına yön veren insan öznelliğini kavramak istiyorsak, dini incelememiz gerektiği açıktır. Birçok toplumbilimcinin üzerinde birleştiği nokta, dinin bireysel ya da kolektif insan yaşamının en derin yönleriyle ilgili olduğudur; dini göz ardı etmek, herhangi bir dünya görüşünün derinde yatan köklerinin gözden kaçırılmasına yol açar. Din bir dizi simgesel biçim ve imge yaratır; bir kültürün dinsel gelenekleri, onun ifade biçimleri ve anlam yaratma süreçleridir. Dolayısıyla topluma ve kültüre ilişkin feminist analizler, kadınların ikircikli bir ilişki içinde bulundukları dini çözümlemeye cesaret etmedikleri takdirde, eksik ve yüzeysel kalmaya mahkumdur.
Bugünkü İran’da bir kadın için, kendisini geriliğin karanlığına mahkûm eden bir devlete karşı direnmek, varoluşsal bir sorun haline gelmiştir. Direnmek, onun bireyselliğini yitirip ölümcül bir uyarlanma konumuna düşmesini durdurabilecek biricik yoldur. Onun için varolmanın tek yolu, isyan etmektir.
” Kadınlar, her şeyden önce kendilerine ‘aşağı’ damgasını vuran ataerkil varsayımlara karşı çıkmak ve eksiksiz insan varlıkları olduklarını kanıtlamak zorundaydılar ve bu zorunluluk onları ataerkil tanımların en güçlü taşıyıcısı olan dinsel anlayışlarla mücadeleye yöneltiyordu. Kadınların bu karşı çıkış ve yeniden tanımlama çabalarının tarihte pek az yer almış olması ise onların kabahati değildi! Çünkü egemen tarihsel söylemin kadınları büyük ölçüde dışarıda bıraktığı, ‘görünmez’ kıldığı bugün artık tarihçiliğin kabul ettiği bir gerçektir Kadınları yalnızca ‘kurban’, tarihin nesnesi olarak gören anlayış, onların tarihin yapımına etkin olarak katılan özneler olduklarını göz ardı eder. ”
19. yüzyılda Kuzey Fransa’daki burjuva kadınlar, piyasa değerlerine ve evin ötesindeki dünyaya karşı belli bir güvensizlik besliyorlardı. Bireyci, rasyonel ve demokratik bir dünya görüşünü benimsemek yerine, bunu dışlıyorlardı. Kendilerini sermaye biriktirmeye adamak ya da sanayi toplumunun ekonomik veya politik olarak ilerlemesine katkıda bulunmaya çalışmak yerine, ailelerine ve Kilise’ye daha fazla bağlanıyorlardı. Fiziksel olarak sanayi toplumunun bir parçası oldukları halde, burjuva kadınları, üretimden uzaktılar ve sanayi toplumu ile onun beraberinde getirdiği toplumsal değişime açıkça karşıydılar; bu değişim karşısında kendilerini tehdit altında hissediyorlardı. Dünya görüşleri geleneksel olmaya devam ediyordu, çünkü faaliyetleri doğal faaliyetler olmaya devam ediyordu. Onlar için, tıpkı köylüler ve diğer kadınlar için olduğu gibi, eski din , eski yaşam tarzıyla, eski âdetler ve dille, eski düşünceler ve korkularla örtüşüyordu. Geleneksel ortamlarda yaşayan başka insanlar gibi, politik ve toplumsal yeniliklere, kargaşa ve kaos yaratan şeyler olarak bakıyor ve hem aile yaşamında, hem de dinsel alanda düzen ve istikrar ihtiyacını duyuyorlardı. Bu son nokta, ister Batı’da ister Doğu’da olsun, değişen ve modernleşen bir dünya karşısında çağdaş köktendinciliğin kadınlar için taşıdığı çekiciliğin de nedenlerinden biridir.
Amacımız barış olduğu zaman, savaşı anlamsız kılmanın yolu, karşı-silahlar üretmek değil, tümüyle silahlardan arınmış bir dünya kurmaya cesaret etmektir!
İslam’ın cennet tasarımı açık bir çelişki içerir: Kadınların cennete girmesi, mümin oldukları için doğrudan, müminlerin zevceleri oldukları için de dolaylı olarak güvence altına alındığı halde, cennet mekânı, yalnızca erkekleri mutlu edecek biçimde düzenlenir. Ayrıca, sonsuza dek güzel, genç ve bakire kalacak cinsel bir eşin, yani hurinin varlığı, yeryüzü kadınlarının varlığını dışlar. Oysa birçok ayette, mümin olmanın gereklerini yerine getiren fani kadınların da erkeklerle eşit koşullarda cennete girmeyi hak ettikleri belirtilir:
Erkek veya kadın olsun her kim mümin olur da iyi işler yaparsa, Cennete girerler ve zerre kadar gadre uğramazlar. (Nisa Suresi, 123. ayet)
Ne var ki, cennet mekânının düzenlenişi bu eşitliği yadsıyacak niteliktedir; zaman zaman içinde yaşadığı toplumun sınırlarının ötesine geçebilen Muhammed’in düşüncesinin ütopyacı niteliği bu noktada, ister istemez, kendisinin de bir parçası olduğu ataerkil Arap toplumunun erkek fantezileri tarafından reel alana çekilir: Cennet, yalnızca erkek müminlerin doyuma ulaşmalarını sağlayacak koşulların hüküm sürdüğü bir mekân olarak betimlenir:
Orada bakışlarını yalnızca eşlerine çevirmiş (öyle) kadınlar vardır ki, bunlardan önce kendilerine ne bir insan ne bir cin dokunmuştur sanki onlar yakut ve mercan gibidirler Orada, huyları güzel, yüzleri güzel kadınlar vardır Otağlar içinde korunmuş huri-kadınlar Bunlardan önce kendilerine ne bir insan ne bir cin dokunmuştur. (Rahman Suresi, 46-78. ayetler)
Fetna Ayt Sabbah’ın da belirttiği gibi, hurinin esas özelliği, mümine verilmiş bir eş olmasının ve bakışlarını yalnızca eşine çevirmiş ve iyi huylu olmasının vurgulanmasının da ortaya koyduğu üzere, yeryüzü kadınlarının fitne yaratma ve itaatsizlik etme niteliklerini taşımamasıdır. Bu, gerçekten de erkek fantezisinin sonul isteği olan, kadınların yaratabileceği her türlü bozgunculuk ve muhtemel aşağılanma ya da cinsel yetersizlik korkularının bulunmadığı bir mutlak uyum dünyasıdır! Böyle bir uyum dünyası, gerçek yeryüzü kadınlarıyla değil, ancak özgür iradeden ve yıkıcı zekâdan (keyd/desise) yoksun huri kadınlarla mümkün olabilir. İster Arap Yarımadası’nda, isterse Eski Yunan’da olsun, erkek fantezisi hep aynıdır: Kadının, erkeğin kendi eliyle biçimlendirip can verdiği, yani özgür iradeden ve öznellikten yoksun, tümüyle erkek denetimi altındaki bir Galatea olması!
Kadınların mahrem alana ait sayılarak burada tutulmaya çalışılmaları, dışarı çıktıkları zaman da bunu sürekli hatırlatacak biçimde örtünmeleri, erkeğin baştan çıkması nın (arzularına ve bedenine teslim olarak aklın denetiminden çıkmasının) sorumluluğunu da kadına yükleyen bir anlayışı sergilemektedir. Aslında bu anlayış da salt İslam’a özgü değildir. Raoul Mortley, aynı yaklaşımın Augustinus’da ve Patristik yazarlarda da bulunduğuna dikkat çekmektedir. Augustinus’a göre, bedenin bazı bölümleri iradenin denetiminde olduğu halde bazıları değildir. Örneğin, erkeğin cinsel organı aslında kadının denetimindedir, çünkü ereksiyona neden olan odur. Dolayısıyla, penis, ait olduğu erkek bedeninden çok kadına ait sayılmalıdır! Kadının baştan çıkarmasıyla erkeğin denetiminden çıkan penis, böylece, akıl ve iradenin denetiminden de çıkmış olur; bunun tüm sonuçları da -bu inanılmaz akıl yürütmeyle-kadına yüklenir.
İslami anlayışa göre kadın, iç mekân olan harim’e, yani yasak mekâna aittir ve bu mekânsal bölünmeye uygun olarak kadınlar esas olarak aile içinde var olabilirler. Haram sözcüğünden gelen mahrem sözcüğü, ensest yasasının evlenmeyi yasakladığı kadın, arada rahim bağlantısı olduğu için evlenilmesi yasak kadın anlamına gelir. Bu bağlamda örtünme , Müslüman kadının dış dünyaya çıkışını sağlamaktadır; çünkü örtünen kadın dışarıya da çıksa içeri de kalmakta, mahrem dünyaya ait olduğunu hatırlatmaktadır.
İslam, bütün tektanrılı dinlerin ve toplumların reddettiği evlilikdışı cinsel ilişki (zina) sorununu, mekânı sıkı bir biçimde denetleyerek çözer. Ve bu uygulama onu uç bir noktaya, cinslerin birbirinden tümüyle tecridi ve elbette toplumsal denetim nesnesi olan kadınların ya eve kapatılıp hareketsiz hale getirilmeleri, ya da dışarıya çıkmak zorunda kaldıklarında peçe takarak bir anlamda bu iç mekânı dışarı ya taşımak zorunda bırakılmaları noktasına götürür.
İslamiyet’in eşitlikçi ahlaki vizyonu ile kadınların pratikteki eşitsiz konumları arasında bir gerilimin varolması -bunun Kuran’ın kendisinde bile farklı ayetler arasında izlenebilmesi- inanan kadınlar açısından, içinde bulundukları sistem ile çelişkinin billurlaştığı bir alandır ve başkaldırı olanağı da işte burada somutlaşmaktadır. Nitekim, Müslüman kadınların yer yer bu olanağı kullanmaya başladıklarına tanık olmaktayız; ancak, bu konuda herhangi bir yargıya varmak için henüz erken olmakla birlikte, bizzat dogmanın kendisinden gelen ve yüzyıllar boyuncaki uygulaması tarafından daha da pekişen özelliklerinden dolayı, İslam’ın sınırları içinde kalarak direnmenin ve kadın-erkek eşitliği gibi onun özünü etkileyecek bir değişiklik yapmanın, olanaksız değilse bile, çok zor olacağını söylemek, herhalde aşırı bir kehanet olmaz.
Bizzat Muhammed tarafından uygulanan ya da uygun bulunan evlilik türü, erkeğin çokeşliliğini ve dokuz ya da on yaşındaki küçük kızlarla evlenmeyi içermekteydi. Günümüzde de örneğin Humeyni, bir baba için en kıvanç verici olayın kızının ilk âdetini koca evi nde görmesi olduğunu söylemekte; Türkiye’de İslamcıların ünlü isimlerinden İsmet Özel de İslami ölçülere sadık kalındığı takdirde çok kadınlı evlilik, toplum hayatında sakıncalar doğurmak bir yana, o toplumun daha sağlıklı işlemesinin bir zarureti olur, demektedir. İsmet Özel, inanan bir Müslüman olarak Kuran’ın hükümlerine uymak zorunluluğunu zikrederek, kadınların dininin noksan olduğunu belirtmektedir:
Müslümanlıkta, kadın ay halindeyken Kuran-ı Kerim tutamaz, oruç tutamaz, onun için kadınların dini noksan denir. Ben de buna inanıyorum, çünkü buna inanmak zorundayım, çünkü Müslüman olmak bu demektir Ben Allah’a teslim oluyorum Öte yandan da kadının ikinci sınıf olduğunu da söylemiyorum. Sadece erkeklerin bir derece üstün olduğunu söylüyorum.
İslamiyet, kadın cinselliği ve bedeni üzerindeki haklar ile çocuklar üzerindeki hakları, kadının kendisinden ve kabilesinden alıp, evlendiği erkeğe ve onun kabilesine aktararak ve evliliğin yeni tanımını bu mülkiyetçi erkek hakkı üzerine inşa ederek, cinsiyetler arasındaki ilişkileri yeni bir temele oturttu. Bu yeni düzen, kadınların erkekler tarafından denetlenmesini ve başka erkeklerle ilişkilerinin kısıtlanmasını içeriyordu. Dolayısıyla, bundan sonra gelecek olan, cinslerin tecridi ve örtünmeye zorlamanın yolu da açılmış oluyordu: Kadının cinselliği üzerinde hak sahibi olan(lar) dışındaki erkeklerle görüşmesini önlemek için kadınların toplumsal faaliyetlerden dışlanmaları; kısa sürede norm halini alacak olan fiziksel anlamdaki tecritleri; kadının görevinin boyun eğmek olduğu fikri gibi içsel denetim mekanizmalarının yerleştirilmesi vb. artık bir zaman meselesiydi.
Müslüman aile, Arap ailesinin İslami ahlak sınırları içinde yeniden yaratılmasıdır. Dolayısıyla otoriter, ataerkil, poligam, babasoylu ve büyük ölçüde patrilokaldir.
Kadın cinselliğinin, yaşam biçiminin erkeğin/ailenin şerefi (namusu) ile özdeşleştirildiği, kan bağına dayalı akrabalık sistemleri, kadının tecridi ve denetlenmesinin bilinen örneklerinden birini sergilemektedir. Kadının ahlak ve iffet ölçüsünün erkeğe, aileye, topluluğa bağlı olarak tanımlandığı bu değer sistemleri, kadının yaşamı ve cinselliğinin katı kurallar ile denetlenmesi üzerine kurgulanmıştır. Kan bağına dayalı akrabalık dünyası ile dış dünya arasındaki çatışma ve düşmanlığın yansıması olan bu değerler, kadınla erkek arasında asimetrik bir ilişki öngörmektedir. Aile şerefi adına ahlaki değerleri belirlenen, başta cinselliği olmak üzere yaşamı denetlenen ve sınırlanan cins, erkek değil, sadece kadındır.
Kadın-erkek ilişkisinin, toplumdaki otorite ilişkisini simgeleyip örneklediği kültürlerde, cinsel olan ile siyasal olanın birbirine sıkıca bağlantılı olduğunu biliyoruz. Böylesi toplumlarda erkeğin gücü ve kimliği, kadını denetleme gücüyle eşdeğerdir ve bu denetim, en yoğun ve simgesel ifadesini, kadının peçelenmeye ve örtünmeye zorlanmasında bulur.
Kadınların dinsel faaliyetlere tam olarak katılmalarının neden engellendiği konusunda, Kutsal Kitap’ın Levililer 15 bölümünü hatırlamak gerekir. Buradaki kurallara göre, rahiplerin kurban ve adak işlemlerini yapabilmeleri için her zaman dinsel olarak temiz olmaları gerekir. Oysa kadınlar âdet gördükleri dönemde kirli sayıldıkları için bu görevleri yerine getiremezler ve dinsel bakımdan noksan sayılırlar. (Bu anlayış da İslamiyet’e aktarılmıştır: Âdet görme yaşındaki bir kadının kurban kesmesi caiz değildir; erkeğin olmadığı durumda kurbanı kesmek durumunda kalan menopoz dönemindeki kadın ise, gene de bunu bıçağı sembolik bir biçimde küçük bir erkek çocuğuna tutturarak yapar.) Burada, bir kere daha, kadınların yaşamı yeniden üreten bedenleri, onların sınırlandırılmaları için gerekçe olarak kullanılmakta ve hakları önünde engel oluşturmaktadır.
Bu konuda son bir ilginç nokta da, Atina’da özgür kadınların bile mahkemede tanıklık yapma hakkının bulunmamasıdır. Buna karşılık, mahkeme dışında ettikleri yemini bir erkek duyar da bunu mahkemeye getirirse, dolaylı kanıt sayılabilirdi. Aksi halde, ettikleri yeminin de bir hükmü yoktu! Görüldüğü gibi, bu durumda, Kuran’da iki kadının tanıklığının bir erkeğinkinin yerini tutabilmesi gerçekten bir ilerleme sayılabilir. Ama unutmamak gerekir ki, Kuran da iki kadının tanıklığını ancak bir başka erkeğin tanık olarak varlığı durumunda kabul eder; yani, hiç erkek tanık yoksa dört kadın iki erkeğe eşit olamaz!
İÖ. 3500 ile 3000 yılları arasında Mezopotamya’da ilk kentsel toplulukların ortaya çıkması ve bunların giderek kent devletlerine dönüşmeleriyle aşağı yukarı aynı zamanlarda, yazının da keşfedildiğini görüyoruz. Kent devletlerinin gelişmesi, bunların kendi aralarında egemenlik mücadelelerine ve askeri rekabetin önem kazanmasına yol açtı. Bu ise, karşılığında, hem erkek egemenliğini güçlendirdi, hem de askerlerin ve kayıt tutma bilgisini tekellerinde tutan tapınak rahiplerinin mülk sahibi sınıfları oluşturduğu bir sınıflı toplumun doğmasını sağladı.
Mülkiyetin miras yoluyla babadan oğula geçmesini güvence altına alan ve dolayısıyla kadınların cinselliğinin denetimini erkeklere veren ataerkil aile kurumlaştı, yasalara geçirildi ve devlet güvencesine kavuşturuldu. Bu çerçeve içinde, kadınların cinselliği erkeklerin; öncelikle babanın, sonra da kocanın malı olarak belirlendi ve kadının cinsel saflığı (özellikle bekâreti), üzerinde pazarlık yapılabilen bir ekonomik değere dönüştü. Bu durum fahişeliğin ortaya çıkmasına ve böylece, cinselliği ve doğurganlığı yalnızca bir tek erkeğe ait olan saygın kadın ile, cinselliği herkese ait olan fahişe arasında kesin bir ayrımın doğmasına yol açtı.
Kent toplumunun giderek karmaşıklaşması ve uzmanlaşması, bu arada zanaatkârlar ile tarım emekçilerinin nüfusunun artması, kadınların çalışan sınıflardan önemli ölçüde dışlanmalarını ve böylece statülerinin daha da düşmesini getirdi. Mesleklerden dışlanma ise, kadınların ekonomiye olan katkılarını azaltarak ikincil konumlarını pekiştirdi.
Ve adam dedi: Yanıma verdiğin kadın o ağaçtan bana verdi, ve yedim. Ve Rab Allah kadına dedi: Bu yaptığın nedir? Ve kadın dedi: Yılan beni aldattı, ve yedim. Ve Rab Allah yılana dedi: Bunu yaptığın için, bütün sığırlardan, ve bütün kır hayvanlarından daha lanetlisin ve seninle kadın arasına, ve senin zürriyetinle onun zürriyeti arasına düşmanlık koyacağım. (Tekvin, 3: 12-16)
Böylece tanrının buyruğuyla, bereket tanrıçasının, her türlü yaratıcılığın simgesi olan özgür ve utançsız cinselliği, düşmüş ölümlü kadına yasaklanmış olur. Bundan böyle onun cinselliği yalnızca annelikte ifadesini bulabilecek, onun dışında aşağılanacak ve hep ilk günah ın hatırlatıcısı olarak lanetlenecektir. Annelik işlevi bile iki koşulla, yani çocuklarını acılar içinde dünyaya getirmek ve kocasının egemenliğine itaat etmek koşullarıyla bağlı olacaktır:
Kadına dedi: Zahmetini ve gebeliğini ziyadesi ile çoğaltacağım; ağrı ile evlat doğuracaksın; ve arzun kocana olacak, o da sana hâkim olacaktır. (Tekvin, 3: 16-17)
Havva’nın suçu üzerine tek tanrının koyduğu bu lanet, onun yaşamı boyunca ikincil ve erkeğe göre aşağı konumda kalmasının meşru gerekçesi olarak kullanılacaktır. Havva’nın tanrı buyruğuyla erkeğin hâkimiyeti altına sokulması, ataerkil düzenin temel yasasını ifade eder. Böyle bir tanımlamaya giden erken bir adımı, Hammurabi Yasası’nda da görmek mümkündür; ne var ki artık iyice yerleşmiş olmakta ve güçlü bir dinsel ideolojiye entegre edilmiş tanrısal bir buyruk halini almaktadır.
Adem ile Havva, yasak meyveyi yedikten sonra çıplaklıklarını bilirler ; oysa o zamana dek ikisi de çıplaktırlar ama utançları yoktur. (Tekvin, 2:25) Havva, yılanın aldatmasına uyarak yasak meyveyi yiyip Adem’e de yedirince gözleri açılır ve çıplaklıklarından utanarak gizlenirler. Tanrı onların kendisinden gizlenmelerinden yasak meyveyi yemiş olduklarını anlar ve sözünü tutmadıkları için onları cennetten kovarak cezalandırır.
Ne var ki, bu başkaldırının cezasını Adem ile Havva aynı derecede ve biçimde çekmezler. Tekvin öyküsünün sembolizmi, topraktan yaratılan Adem ile insan bedeninin bir parçasından yaratılan (ve aslında bereket tanrıçalarının ardılı olan) Havva arasında bir dikotomi kurar. Söz konusu dikotomi, isyankâr insanlığa ceza olarak cinsel işbölümüne hükmetmesiyle daha da pekişir: Havva’nın suçu yüzünden, artık Adem ekmeğini ter döküp çalışarak elde edecek, Havva ise acılar içinde çocuklar doğurup yeni kuşakları yetiştirecektir. Burada dikkate değer olan nokta, verilen cezanın erkeğin emeği ni kahırlı bir yük haline getirmesine karşılık, kadının emeğini değil, çocuk doğuran bedenini acı ve ızdıraba mahkûm etmesidir.
Ve Allah İbrahim’e dedi: Ve sen ise, sen ve senden sonra zürriyetin, nesillerince, ahdimi tutacaksınız. Sizinle ve senden sonra zürriyetinle benim aramda tutacağınız ahdim budur; aranızda her erkek sünnet olunacaktır. Ve gulfe etinizde sünnet olunacaksınız; ve sizinle benim aramdaki ahdin alameti olacaktır Ve ahdim ebedi bir ahit olarak sizin etinizde olacaktır. (Tekvin, 17: 9-14)
Sünnet olmayı reddeden erkek ise kendi kavminden ayrı kılınacaktır; (çünkü) o, benim ahdimi bozmuştur (17:15). Yehova ile halkı arasındaki sözleşmeyi mühürleyen işaret in sünnet olmasının, yani erkek cinsel organının ucunun itaat göstergesi olarak Tanrı’ya armağan edilmesinin simgesel anlamı önemlidir.
Bu noktada, Yehova ile İsrail halkı arasında yapılan sözleşmenin ayırt edici işareti olarak, neden başka bir organın değil de penisin kullanıldığı sorusu akla gelebilir. Oysa unutmamalı ki, Yehova İbrahim’in tohumu nu kutsamıştır; İbrahim’in oğullarıyla yaptığı sözleşmenin simgesi olarak bu tohumu üreten ve onu kadının tarlasına eken organdan daha uygunu yoktur. Gerda Lerner’in deyişiyle, insanın başka hiçbir organının Tanrı’ya sunumu, soyu üretme yetisi ile Tanrı’nın lütfu arasındaki bağlantıyı böylesine açık seçik ve canlı biçimde gösteremezdi. Sünnet olgusuna içkin olan ataerkil çağrışımlar son derece güçlüdür. Yalnızca soyu üretme yetisinin artık Tanrı’nın lütfu olduğunu ve onun aracılığıyla insanın erkeğine aktarıldığını simgelemekle kalmamakta, aynı zamanda, erkeği ve onun cinsel organını güç ve iktidar ile ilişkilendirmektedir.
Bütün dinsel sistem, kadınların yaşamı yaratma ve sürdürme gücünün ayrıntılı bir inkârı ve üstünün örtülmesi, aynı zamanda bu gücün gaspedilmesi, kanalize ve kontrol edilmesi çabası olarak yorumlanabilir.
Kuran’da, Kadınlarınız sizin tarlanızdır; tarlalarınızı dilediğiniz gibi ekin. (2:223) direktif i verildiğinde, Allah ile erkek arasında, kadınların aradan çıkarıldığı bir iletişim oluşur. Erkek, bu iletişimin öznesiyken, kadın nesneleştirilir: Allah, erkek ile kadın hakkında konuşur. Müslüman toplumlarda kadının tecridi ve örtünmeye zorlanması yoluyla korunması , erkek tohumu nun korunması kaygısıyla yakından ilişkilidir. Bir erkeğin gücü ve otoritesi, kısacası erkek olarak değeri , onun can verme yetisine sahip olduğu varsayımına dayanır. Buna karşılık onur u, çocuğun kendi tohumundan olduğunu güvence altına alabilmesine bağlıdır. Bu da, karşılığında, kendisine ait olan kadını (özellikle onun bedenini) denetleme yeteneğine dayanır.