Merry E. Wiesner-Hanks kitaplarından Tarihte Toplumsal Cinsiyet kitap alıntıları sizlerle…
Tarihte Toplumsal Cinsiyet Kitap Alıntıları
Babil kralı Hammurabi Kanunları (MÖ 1792-1750) benzeri ilk yazılı yasalarda, evlilik ve aile yaşamı konusunda birçok hüküm vardır; bu hükümlerde Babilli seçkin kesimin, cinsiyetler arası ilişkilerin ve ev idaresinin düzenli münasip biçimde yürütülmesinden ne anladıkları görülmektedir. Yasanın bir maddesine göre, “kadın bir işe girmek niyetiyle ayrılmaya karar verir ve böylece evini ihmal edip kocasını aşağılarsa”, o koca, drahomasını iade etmeksizin karısını boşayabilir ve “kadın bir başka erkekle yatarken yakalanırsa, kocası onu boğabilir.” (Yasa, evli erkeğin karısı dışında birisiyle cinsel ilişkiye girmesi halinde bir cezadan söz etmemektedir.)
Anaerkil kültürlerde mallar ortaktı, ancak tarımın ve hayvancılığın yayılmasıyla erkekler mahsulün, hayvanların ve arazinin üzerinde hak iddia etmeye başladılar. Böylece özel mülkiyet kavramı gelişti. Erkekler özel mülkiyeti ele geçirir geçirmez, birçok kültürde olduğu gibi, mülkiyetin babanın soyundan gelen erkeklere bırakıldıği ataerkil miras sistemi kuruldu. Erkekler, mirası kendi vârislerine bırakmayı fazlasıyla önemsemeye başladılar ve çocuklarının meşru olduğundan emin olmak için kadınların cinsel yaşamını denetlemeye çalıştılar. Bu, çekirdek ailenin
kurulmasına ve sonrasında da, Engels’in dişi cinsiyetinin dünyadaki tarihi yenilgisi diye tanımladığı, erkeklerin, kadınlar üzerindeki hakların çeşitli vasıtalarla meşrulaştırıldığı devlet sisteminin geliştirilmesine yol açtı.
kurulmasına ve sonrasında da, Engels’in dişi cinsiyetinin dünyadaki tarihi yenilgisi diye tanımladığı, erkeklerin, kadınlar üzerindeki hakların çeşitli vasıtalarla meşrulaştırıldığı devlet sisteminin geliştirilmesine yol açtı.
Halka açık alanlarda konuşan veya başkalarının görmesi için yazılarını yayan kadınların, özellikle eğitimli erkekler tarafından, namuslarından şüphe duyuldu.
Kadın sanatçı, yazar ve bilim insanlarının yarattıkları eserler genellikle deha ürünü olarak değil de, marifetli parmakların, dikkatle gözlemlemenin, erkek bir öğretmenin örneğini izlemedeki becerinin veya arı misali çalışkanlığın bir sonucudur; bir nevi “zanaat”tır ama “sanat” veya “bilim” değildir. Eğer eseri bu şekilde göz ardı edilemezse, o zaman kadının “kendi cinsiyetinin sınırlarını aşmış” ve kendisini tüm diğer kadınlardan ayırmış olduğu söylenir ya da hermafrodit olarak değerlendirilir ya da eseri, erkek öğretmenine veya ailesinin erkek bir üyesine atfedilirdi.
“Heteroseksüelliğin inşa edilmiş doğasının farkına varmak, birçok tarihçiye, tarihin büyük bölümünün aslında “erkeklerin tarihi” olduğunun farkına varmak kadar zor geldi.”
Osmanlı İmparatorluğu’nda sultanın annesi de, fiziksel olarak saray içinde tecrit edilmiş olsa da önemli bir şahsiyetti. Örneğin, Sultan IV. Mehmet’in annesi Hatice Turhan Sultan, İstanbul’un merkezinde bir cami ve Osmanlı İmparatorluğu’nun, Venediklilerin denizden saldırılarını püskürtebilmesi için Çanakkale Boğazı’nın girişine iki kale yaptırmıştır. Turhan Sultan bu nedenle Osmanlı İmparatorluğu’nun mevcut gücünün ve bu gücün kamusal temsilinin inşasında önemli bir kişiydi.
Tecavüz, uzun zamandır bir savaş silahıdır ve bazı durumlarda milliyetçi ve etnik bağlılıklarla ilişkilendirilmiştir; örneğin, 1971’de Pakistan, Bangladeş’i işgal ettiğinde, birlikler Bengalli kadınlara “Bengal halkının genlerini geliştirmek” için tecavüz etmiştir ve 1990’larda Sırp askerleri Bosna’da “etnik temizlik” politikası adı altında, Müslüman kadınlara “Bütün Türk spermlerine ölüm” diye bağırarak tecavüz etmiştir. Fetihler bazen, kaybeden taraftaki kadınlar kadar, yenilen askerlere de sembolik veya fiili tecavüzle sonuçlanmıştır.
örneğin, Marquis de Condorcet şu yorumu yapıyordu: “Bireyler hamilelikleri ve kısa süreli rahatsızlıkları nedeniyle haklarını kullanamazken, neden hiçkimsenin aklına her kış gut hastalığı geçiren veya kolayca soğuk algınlığına yakalanan insanların haklarını inkâr etmek gelmiyor?” .
Kısıtlayıcı kalıplar genellikle “gelenek” denilerek haklı gösterilmeye çalışılır.
Ne var ki, aileyi mahrem bir liman olarak tanımlayan aynı liderler, doğum kontrolünü son derece kamusal bir mesele olarak gördüler ve ABD’deki Comstock Yasası gibi yasalarla, doğum kontrol gereçlerinin dağıtımını yasakladılar. Özellikle, İngiltere’de Marie Stopes ve ABD’de Margaret Sanger gibi, çalışan ve alt sınıf kadınlar arasında doğum kontrol bilgilerini yaygınlaştıran kadınları tutukladılar.
Genç kadınlar, maaşlarının bir kısmını veya tamamını ailelerine vermeye, evli kadınlar ise evlerinin dışındaki işlerden uzak durmaya ve yuvalarını, sanayileşmenin ve iş aleminin “acımasız dünyasında sığınılacak bir liman” haline getirmeye teşvik edildiler.
Birçok kültürde erkeklerin çalışmaları “iş” olarak, kadınların çalışmaları ise “destek”, “yardım” veya “ev işleri” şeklinde tanımlanmıştır. Hanehalkının beslenmesi ve bakımı gibi genellikle kadınlar tarafından yapılan bazı işler hiçbir zaman “işten” sayılmamış, oysa bu işler hanehalkı dışında birine para ödenerek yaptırıldığında “iş” sayılmıştır.
Özellikle 1930’ların buhran yıllarında, gerek diktatörlüklerde gerekse demokrasilerde, çalışan kadınların, mevcut işleri erkeklerin elinden aldığı açıkça söylenmeye başlandı ve çalışmanın esasen erkek işi olduğu propagandası coşkulu kampanyalarla göklere çıkarıldı.
Kadınların yasal statüsünün tanınması, dünyadaki birçok yazılı yasanın ortak özelliğidir ve bu yasalarda bazen kadınlar bir tür mülk addedilirler. Kültürlerin çoğunda, 19. ve 20. yüzyıllara (veya günümüze) kadar, evlilik açık biçimde kocanın otoritesi ve karının itaati üzerine kurulurdu. Bu ilişki, kadının kocasına itaat edeceğine dair yemin ettiği veya vücudunun el, ayak veya kafa gibi bir parçasının kocasının ayağı altına veya ellerinin arasına koyduğu evlilik törenleriyle kutsanır veya sembolize edilirdi.
“”Beceri” tanımı, tıpkı “iş” tanımı gibi sıklıkla toplumsal cinsiyetleştirilmiştir. Kadınlar sakar veya “beceriksiz” olarak yaftalanarak cam kesimi gibi belli işlerden dışlanmıştır. Gelgelelim, cam kesmekten daha yüksek beceri ve odaklanma gerektiren dantel örmeyi aynı kadınlar başarmıştır.”
Genelleme yapmak ne kadar zor olsa da, toplumsal cinsiyet rollerinin ve yapılarının belirlenmesinde, -siyasetin dar tanımıyla- devletin gücü tamamıyla konu dışı değildir. Dünyanın dört bir yanında, siyasi zulümden ve savaştan kaçan mültecilerin yüzde 75’i kadındır ve birçok ülkenin vatandaşlık politikaları hâlâ toplumsal cinsiyet temellidir; bu da yasal oturma izni edinmeyi kadınlar için, erkeklerden daha zor hale getirmektedir.
Kadınlar daha fazla toplumsal cinsiyete, siyahlar daha fazla ırka, erkekler ise daha fazla sınıfa sahiptirler.
Aileyi de içine alan toplumsal cinsiyet kalıpları bazen göründükleri kadar değişmez değildir, ancak bunları hepimiz erken yaşlarda öğrendiğimiz için sarsılmaları çok zordur.
Örneğin, psikolojik ve fiziksel sağlık üzerine yapılan bazı çalışmalar, toplumsal cinsiyet kavramları daha katı ve daha tutucu olan insanların, değişime açık insanlara göre daha sağlıklı olduklarını göstermektedir, çünkü değişim strese yol açan belirsizlikler barındırır.
Çinlilerin ayak bağlama adeti:
Bir kızın ayaklarını bağlamak için ayak parmakları aşağıya doğru bastırılır, topuğunun altına kadar bükülür ve zamanla kemikleri kırılırdı; bu genellikle çocuk 6 yaşındayken başlardı ve arzulanan küçük, sivri uçlu altın nilüfer şeklini sürdürmesi için bir kadının ayakları yaşamı boyunca bağlı kalmak zorundaydı. Nedenleri çok çeşitli, biri: Çinlilerin bağlı ayaklarla, gelişmiş üreme kapasitesi ve daha güçlü çocuklar arasında bağlantı kuran cinsellik düşünceleri gibi.
Bir kızın ayaklarını bağlamak için ayak parmakları aşağıya doğru bastırılır, topuğunun altına kadar bükülür ve zamanla kemikleri kırılırdı; bu genellikle çocuk 6 yaşındayken başlardı ve arzulanan küçük, sivri uçlu altın nilüfer şeklini sürdürmesi için bir kadının ayakları yaşamı boyunca bağlı kalmak zorundaydı. Nedenleri çok çeşitli, biri: Çinlilerin bağlı ayaklarla, gelişmiş üreme kapasitesi ve daha güçlü çocuklar arasında bağlantı kuran cinsellik düşünceleri gibi.
genellikle erkekler akılcılığı, kadınlar duygusallığı temsil eder.
Not: bak şimdi kadınların daha empatik yaradılışlı olduğu bir gerçek.
Bu yüzden biz biraz daha duygusal olabiliyoruz çünkü hep empati hep empati. Ama yine de genelleme hoş mu değil. Cık cık cık.
Not: bak şimdi kadınların daha empatik yaradılışlı olduğu bir gerçek.
Bu yüzden biz biraz daha duygusal olabiliyoruz çünkü hep empati hep empati. Ama yine de genelleme hoş mu değil. Cık cık cık.
Bilim insanları, kölelik karşıtı eski bir köle olan Afrikalı-Amerikan Sojourner Truth’un (1797-1883), bir kadın hakları kurultayında, kadınların oy kullanmak için çok zayıf oldukları düşüncesine yanıt verirken, ömrü boyunca ağır fiziksel işleri yüklendiğine işaret ederek, Ben kadın değil miyim? sözlerine sık sık atıfta bulunurlar.
Beceri tanımı, tıpkı iş tanımı gibi sıklıkla toplumsal cinsiyetleştirilmiştir. Kadınlar, sakar veya beceriksiz olarak yaftalanarak cam kesimi gibi belli işlerden dışlanmış tır. Gelgelelim, cam kesmekten daha yüksek beceri ve odaklanma gerektiren dantel örmeyi aynı kadınlar başarmıştır.
İnsan hakları örgütleri, yasaklanmasından çok sonra, köleliğin fiilen devam ettiğini, belki bugün hâlâ rastlanabileceğini bildirmektedir.
Bazı kuramcılar, dilin dünyayı algılayışımızı anlatmaktan çok daha güçlü olduğunu, bilginin dil aracılığıyla kuşaktan kuşağa aktarıldığını ve bilginin güç olduğunu savundular.
Çocuklara, hormonlar ve kromozomlar hakkında herhangi bir şey öğrenmelerinden çok daha önce, küçük yaşlarından itibaren toplumsal cinsiyet normları öğretilir.
Irk söz konusuysa beyazlık işaretlenmemiş kategoridir ve bir birey veya bir grup üzerine yapılan tartışmalarda, siyahlığa göre beyazlık tartışmasına çok daha az rastlanır. (Bu nedenle yazarlar ve siyah yazarlar vardır.)
Örneğin ortaçağ Avrupa’sında toplum üç gruba bölünmüş olarak düşünülürdü: Savaşanlar(asiller), dua edenler(ruhban sınıfı) ve çalışanlar(köylüler). Kadın bir şekilde tüm gruplara dahildi. Gerçi teknik olarak kadınlar ruhban sınıfına üye değillerdi ve genellikle savaşmazlardı, dolayısıyla bu kavramsallaştırmaya uymadıkları için nadiren bu üçlü sosyal düzene ilişkin tartışmalara dahil edildiler. Bunun yerine, kadınlar üzerine düşünülürken, erkeklerle ilişkilerine dayanan birbirinden farklı üçlü bir yapı kullanıldı: bakire, karı, dul.
Beceri tanımı, tıpkı iş tanımı gibi sıklıkla toplumsal cinsiyetleştirilmiştir. Kadınlar, sakar veya beceriksiz olarak yaftalanarak cam kesimi gibi belli işlerden dışlanmıştır. Gelgelelim, cam kesmekten daha yüksek beceri ve odaklanma gerektiren dantel örmeyi aynı kadınlar başarmıştır.
Kadınların avlandığı kültürlerde, kadınlar ava çocuklarını sırtlarına bağlayarak çıkarlar veya onları ailenin diğer üyelerine bırakırlar. O halde erkeklerin avlanmasının temelinde biyolojik gereklilikten ziyade kültürel normlar yatmaktadır.
Birçok kültürde erkeklerin çalışmaları iş olarak, kadınların çalışmaları ise destek , yardım veya ev işleri şeklinde tanımlanmıştır. Hanehalkının beslenmesi ve bakımı gibi genellikle kadınlar tarafından yapılan bazı işler hiçbir zaman işten sayılmamış, oysa bu işler hanehalkı dışında birine para ödenerek yaptırıldığında iş sayılmıştır.
Bugün Japonya’da kadınlar genellikle bir saygı biçimi olarak yumuşak sesle konuşurlar ve buna kadın dili denir. Bunun eski bir gelenek olduğu iddia edilir, fakat aslında 20. yüzyılın başlarında medeni hukukun yürürlüğe girdiği dönemde icat edilmiştir.
Josephine Butler, sık sık fahişelere giden erkeklerin de muayene edilmeleri gerektiğini önerince, görevli kraliyet komisyonu bu öneri karşısında şaşkınlık içerisinde şu yanıtı verdi: Fahişeler ile onlarla düşüp kalkan erkekler arasında hiçbir kıyaslama yapılamaz. Cinsiyetlerden biri kazanç karşılığında bir suç işlerken, diğer taraf doğal bir dürtüye uygunsuz biçimde boyun eğmiştir.
Kadınların yükseköğrenimine karşı çıkanlar bunu, daha önceki yazarların savunduğu gibi kadının onurunu yitirmesi ile değil, çok daha değerli bir şeyi, üreme kapasitesini yitirmesiyle ilişkilendirdiler. Bir kadının beynini çok fazla kullanmasının bitkin düşmesine ya da rahminin kansız kalıp büzüşmesine neden olacağını iddia ettiler.
Okuma öğretilen kız çocuklarına genellikle yazma öğretilmedi. ( ) Okumayı öğrenmek, bir kadının münasip kadın davranışının klasik ve Hıristiyan örneklerini keşfetmesini ve büyük (erkek) yazarların fikirlerini özümsemesini sağlardı. Oysa yazmayı öğrenmek, kadının kendi düşüncelerini ifade etmesini sağlayacaktı ki bu yetenek, sadece birkaç düşünür tarafından önemli görülürken bazıları bunu tehdit edici buldu.
Toplumsal cinsiyete ilişkin fikirler insanların zihinlerine öylesine yerleşmiştir ki, doğrudan konuyla ilgili ancak küçük yorumlarda bulunurlar, fakat bu fikirleri nerede edindiklerinin ayırdında bile değillerdir.
Kadınların tecridi her toplumda genellikle elitleri ilgilendirir veya en azından onlardan başlamıştır, çünkü kültürlerin büyük çoğunluğu, işgücünün yarısını kaybetmeyi göze alamadıklarından, köle ve köylü kadınlar genellikle tecrit edilmemiştir ve onların faaliyetleri elit kadınların kapatılmasını mümkün kılmıştır.
Toplumsal cinsiyet ile beceri kavramları arasındaki ilişki, sanayi devrimi sonrası ekonomide de devam etti. 20. yüzyılın başlarında, daktilo kullanma toplumsal cinsiyet ayrımında dişileştirilirken, bilgisayarla çalışmak eril olarak cinsiyetleştirildi; böylece ücret ve statü artışını da beraberinde getirdi. İşlerin klavye üzerinden yeniden toplumsal cinsiyetleştirilmesi, bilgisayarların, matematik ve makine gibi eril olarak görülen, kızların eğitim almak için pek teşvik görmedikleri dallarla bağdaştırılmasıyla doruğa ulaştı; bilgisayar dergilerindeki reklamlarda kadınlar çoğunlukla, bilgisayar kullanmanın ne kadar kolay olduğunu vurgulamak için resmedildiler.
Daha düne kadar, bariz biçimde küresel veya uluslararası bakış açısıyla yazılmış dünya tarihi anlatan kitaplar, ağırlıklı olarak ekonomik ve siyasi gelişmelere odaklanırken bu gelişmelerin cinsiyetleştirilmiş doğasını görmezden geliyorlardı.
Avustralyalı sosyolog R. W. Connel hegemonya fikrini erillik çalışmalarına uygulamış ve erilliğin bütün kültürlerde bir şekilde hegemonik olduğunu, erkeklerin hegemonyanın yukarıda anlatılan yapısından dışlansalar bile her durumda eril imtiyazlardan yararlandıklarını belirtmiştir.
Bir kadının kimliğinin kocasının kimliğine bağlı oluşu, tam tersi duruma göre daha sıkı olduğundan, kocanın ölümü genellikle kadının konumunda büyük değişiklikler yaratırdı. Kadın dul kalırdı; birçok antik dilde bu kelimenin erkek için kullanılacak bir dengi yoktu.
Kültürlerin çoğunda tüm bu farklılıklar, kadınların deneyimlerini erkeklerinkinden daha fazla aile yaşamına bağlamaya yaramıştır. Bu yüzden, erkeklerin eylemleri ve başarıları anlatılırken onların evlilik durumları veya çocuklarının olup olmadığı söylenemez. Oysa kadınlar söz konusuysa genellikle medeni durumlarından da bahsedilir. Örneğin, Jean-Jacques Rousseau’nun evlilik dışı birkaç çocuğu olduğu ve hepsini evlat edindiği biyografilerinin pek azında anlatılırken, İngiltere kraliçesi, 1. Elizabeth’in veya Amerikan kadın hakları savunucusu Susan B. Anthony’nin evlenmemiş ve çocuksuz olduğunu yazmayan hiçbir biyografi yoktur.
Çocuklara, hormonlar ve kromozomlar hakkında herhangi bir şey öğrenmelerinden çok daha önce, küçük yaşlarından itibaren toplumsal cinsiyet normları öğretilir. Verilen bu dersler sırf dış görünüşünden ziyade, vücudun iç kimyasına dayandırıldığından, kör çocuklar bile toplumsal cinsiyetteki tipik farklılıklar konusunda kendi kültürlerinin fikirlerini benimserler.
Aristotalesçiler, insan anatomisi ve fizyolojisini tek bir ölçek üzerinden değerlendirme eğilimindeydiler; kadınları, vücut ısılarının yetersizliği yüzünden, daha mükemmel olan erkeğin yaptığı gibi cinsel organlarını dışarı çıkacak kadar güçleri olmayan, kusurlu veya dejenere eriller olarak tanımladılar.
onlara göre kadınlardaki ısı yoksunluğu adet kanamalarının nedeniydi (erkekler gereksiz kanı vücutlarında yakıp yok ediyorlardı ) ve kadınlar bu sayede kel kalmıyorlardı (oysa erkekler saçlarını içten yakıp yok ediyorlardı ).
Galen ve takipçileri, kadınların da meni ürettikleri, bunun erkeğinkinden daha soğuk ve daha durağan olduğu, dolayısıyla hâlâ babanın daha önemli ebeveyn olduğu inancındaydılar. Erkeğin daha üstün olduğu, ısının vücuttaki en önemli güç ve toplumsal cinsiyet farklılığının kaynağı olduğu konusunda hepsi birleştiler; onlara göre kadınlardaki ısı yoksunluğu adet kanamalarının nedeniydi (erkekler gereksiz kanı vücutlarında yakıp yok ediyorlardı ) ve kadınlar bu sayede kel kalmıyorlardı (oysa erkekler saçlarını içten yakıp yok ediyorlardı ).
Toplumsal cinsiyette, kadın doktor örneğindeki gibi aksi belirtilmedikçe sözü edilen mutlaka erkektir.
İnsanların toplumsal cinsiyet anlayışları, onların yalnızca kadınlara ve erkeklere dair düşünce tarzlarını etkilemekle kalmamış, genelde toplum hakkındaki düşünce tarzlarını da şekillendirmiştir.
Avrupalılar ve Amerikalılar, sömürgeleştirdikleri toplumları, kadınlarını eve kapatmayı talep etmekle eleştirirken, kendi ülkelerinde kadınlar için evcimenliği daha güçlü biçimde idealize ettiler.
Birçok kültürde erkeklerin çalışmaları ‘iş’ olarak, kadınların çalışmaları ise ‘destek’, ‘yardım’ veya ‘ev işleri’ olarak tanımlanmıştır. Hanehalkının beslenmesi ve bakımı gibi genelde kadınlar tarafından yapılan bazı işler hiçbir zaman ‘işten’ sayılmamış, oysa bu işler hanehalkı dışında birine para ödenerek yaptırıldığında ‘iş’ sayılmıştır.
Bilim insanları, bu eğilimlerle birlikte erkeklere odaklanma eğilimindeki emek tarihine de bakarak şu iğnelemeyi yaptılar: “Kadınlar daha fazla toplumsal cinsiyete, siyahiler daha fazla ırka, erkekler ise daha fazla sınıfa sahiptirler.”
20. yüzyılın Fransız feminist kuramcılarının ortaya koyduğu gibi, erkekler kadınları grup olarak “öteki” yani kendi analizleri için bir nesne olarak görürken, kendilerini “asıl” olarak gördüler ve bütün cinsiyeti kapsayacak genellemeler onlara göre ya olanaksız ya da gereksizdi.
Köleliğin yasaklanmasıyla birlikte kadın köleler, kâğıt üzerinde özgür ikinci karılar, cariyeler veya hizmetçiler haline geldiler; buna rağmen serbestçe hareket edemediğinden korkunç koşullardan kaçamadılar.
(Hammurabi Kanunları ile ilgili)
Yasanın bir maddesine göre, kadın bir işe girmek niyetiyle ayrılmaya karar verir ve böylece evini ihmal edip kocasını aşağılıyorsa , o koca, drahomasını iade etmeksizin karısını boşayabilir ve kadın bir başka erkekle yatarken yakalanırsa, kocası onu boğabilir. (Yasa, evli erkeğin karısı dışında birisiyle cinsel ilişkiye girmesi halinde bir cezadan söz etmemektedir.)
Yasanın bir maddesine göre, kadın bir işe girmek niyetiyle ayrılmaya karar verir ve böylece evini ihmal edip kocasını aşağılıyorsa , o koca, drahomasını iade etmeksizin karısını boşayabilir ve kadın bir başka erkekle yatarken yakalanırsa, kocası onu boğabilir. (Yasa, evli erkeğin karısı dışında birisiyle cinsel ilişkiye girmesi halinde bir cezadan söz etmemektedir.)
Kısıtlayıcı kalıplar genellikle “gelenek” denilerek haklı gösterilmeye çalışılır ama aslında bunlar yakın zamanda üretilmiş olabilirler.
Sherry Ortner şunu sormaktadır: “Dişinin karşısındaki eril, doğa karşısındaki kültür gibi midir?”
Çünkü aile, toplumsal örgütlenmenin en eski biçimi ve çocukların karşılaştıkları ilk toplumsal örgütlenmedir.
İnsanların toplumsal cinsiyet anlayışları, onların yalnızca kadınlara ve erkeklere dair düşünce tarzlarını etkilemekle kalmamış, genelde toplum hakkındaki düşünce tarzlarını da şekillendirmiştir.
1980’lerde bu sistemleri anlatmak için “toplumsal cinsiyet” terimini ortaya çıkardılar. Bu noktada “cinsiyet” terimiyle ilk olarak; fiziksel, morfolojik ve anatomik farklılıkları (ki bunlara çoğunlukla “biyolojik farklılıklar” denmektedir), “toplumsal cinsiyet” terimiyle ise; kültürün inşa ettiği, tarihin akışıyla değişen, genellikle farklılıkların istikrarsız sistemini kastederek, ikisi arasındaki farklılaşmayı belirginleştirdiler.
Gelgelelim, cam kesmekten yüksek beceri ve odaklanma gerektiren dantel örmeyi aynı kadınlar başarmıştır.
Tüm dünyada kadınlar haklarını genişletmek için feryat ederken, uzun mücadelelerle kazanılmış bağımsızlığımızdan vazgeçmek için neden acele edelim ki?
Onlara göre, erkekler, tüm memelilerde olduğu gibi, milyonlarca sperm üretirken kadınlar çok daha az sayıda olgun yumurta üretirler. Erkek için üremedeki başarı olan en çok sayıda kadını hamile bırakmak ve diğer erkekleri bunu yapmaktan alıkoymak iken, kadınlar için yavrularına bakmaktır.
“Kadın”, anlamı aşikâr ve zaman içinde değişmeyen bir zümre miydi, yoksa toplumsal cinsiyet farklılığının herhangi bir biyolojik (veya cinsel köken) dayanağını tartışmak naif bir “özcülük” müydü?
“cinsiyeti” belirleyen şey cinsiyetin kendisinden ziyade “toplumsal cinsiyet” oluyordu.
İnsanların toplumsal cinsiyet anlayışları, onların yalnızca kadınlara ve erkeklere dair düşünce tarzlarını etkilemekle kalmamış, genelde toplum hakkındaki düşünce tarzlarını da şekillendirmiştir.
Halka açık alanlarda konuşan veya başkalarının görmesi için yazılarını yayan kadınların, özellikle eğitimli erkekler tarafından, namuslarından şüphe duyuldu. 15. yüzyılda bir İtalyan hümanisti şöyle diyordu: Güzel konuşan bir kadın asla iffetli değildir.
Tecavüz uzun zamandır bir savaş silahıdır ve bazı durumlarda milliyetçi ve etnik bağlılıklarla ilişkilendirilmiştir. Örneğin, 1971’de Pakistan, Bangladeş’i işgal ettiğinde, birlikler Bengalli kadınlara Bengal halkının genlerini geliştirmek için tecavüz etmiştir ve 1990’larda Sırp askerleri Bosna’da etnik temizlik politikası altında, Müslüman kadınlara bütün Türk spermlerine ölüm diye bağırarak tecavüz etmiştir.
Kadınlara verilen rol, kocalarını ve oğullarını yuvalarından güvenli ve huzurlu ortamından çıkararak medeni erdeme, ahlaka ve kamu hizmetine teşvik etmekle sorumlu olan cumhuriyet kadınlığı ydı. (19.y.y)
Toplumsal cinsiyet farklılıkları, varoluşun doğal sonucu değil, kişiyi aydınlanmadan uzaklaştıran dünyanın bir parçasıydı.
MÖ. 3.bin yılda antik Mezopotamyada fahişelik, yazılı en eski meslekler listesinde rahip, dokumacı ve diğer bir çok meslekle birlikte yer alıyordu.