İçeriğe geç

Tahran’da Psikanaliz Yapmak Kitap Alıntıları – Gohar Homayounpour

Gohar Homayounpour kitaplarından Tahran’da Psikanaliz Yapmak kitap alıntıları sizlerle…

Tahran’da Psikanaliz Yapmak Kitap Alıntıları

Theodore  Rilke’nin bize hatırlattığı gibi, duyulmak isteyen bağırmaz, fısıldar.
Beni seviyor mu? Benden daha çok sevdiği birisi var mı? Beni, benim onu sevdiğimden daha mı çok seviyor? Belki de aşka dair sorduğumuz, onu ölçmek, sınamak, kurtarmak, korumak için sorduğumuz tüm soruların aşkı bitirmek gibi bir etkisi oluyor. Belki de bir türlü sevemememizin sebebi sevilmeye hasret oluşumuzdur.
“Sözlerim size deli saçması gibi mi geliyor, doktor? Öyleyse de önemli değil. Bunuel’in filmi Belle de Jour’u gördünüz mü? Filmin sonunda, büyük bir faytonun içinde, arka planda ‘dam dam dam’larla sahneyi terk ederler! İşte ben de sahneyi tam da böyle terk etmek istiyorum: Dam dam dam!”
“Aklıma Proust geliyor. Bilirsiniz, Kayıp Zamanın izinde kitabında, başkarakter Swann son derece sofistike, kültürlü, görmüş geçirmiş, entelektüel ve parçası olduğu aristokratik çevreye adeta tutkun bir adamdır. Odette adında, zarafetten ve incelikten nasibini almamış, ucuz bir fahişeye âşık olur. Swann’ın böyle bir kızı sevebilme becerisine hep hayranlık duymuşumdur. Kendi varoluşuna ve kimliğine dair gerçekler onu kesinlikle bağlamaz. Kendisinden daha alt seviyede bir kızı sevebilmiştir. Onun sevgisine layık olabilmek için bir kızın sahip olması gereken özelliklerin uzun listesinin esiri olmamıştır. Keşke ben de böyle biri olabilseydim.”
Kitabın dili beni gerçekten de sarsmıştı; karakterleri sevmeye başladım. Yaptıkları seçimler bende merak uyandırıyor, kendimi onlarla sohbet ederken buluyordum. Sabina ve şapkaları merakımı cezbediyordu, ama zihnimi asla terk etmeyen şey Tereza’nın şiddetli sadakati ve iki büyük valizinin görüntüsüydü. Bu arada Tomas’ın gencecik yüreğime yaptıkları bütün kadınlara yapmayı başardıklarından farklı değildi. Ona âşıktım.
İranlılar neden birbirlerinin kişisel alanına hiç saygı göstermiyor? Birinin alanına tecavüz etmek onlar için o kadar kolay ki!
Çok iriyarı ve maço kılıklı bir kamyon şoförü içeri giriyor ve diyor ki: “Bu klinikte bir psikanalist olduğunu duydum, ve ben de kendimi daha iyi anlamak istiyorum.” Hissettiklerimden utanıyorum, çünkü artık acı verecek derecede netleşti ki, kendi değer yargılarımla yüzleşmem gerekiyor. Onun gibi birinden her şeyi beklerim, ama ya kendisini tanıma arzusu? İşte bu asla aklıma gelmezdi. Peki ama neden? İriyarı ve maço kılıklı kamyon şoförleri kendilerini tanımayı isteyemezler mi? Daha sonra, karanlıktan korktuğunu, son on iki yıldır her gece, karısına yatak odalarındaki ışığı açık bıraktırdığını öğreniyorum.
Bir grup oklu kirpi soğuk bir kış gününde amaçsızca gezinmektedirler. Hayvanlar donmamak için, birbirlerine sokulmaya çalışırlar. Ama tam sokulacak kadar yaklaştıkları anda, oklarını birbirlerine batırmaya başlarlar. Acıyı dindirmek için uzaklaşırlar. Bu sefer de yakın temasın verdiği avantajı kaybedip titremeye başlarlar. O zaman tekrar birbirlerini aramaya koyulurlar, ve birbirine dolaşmakla donmak arasında rahat bir mesafe bulmak için mücadele ederken bu döngü böylece devam eder.

Arthur Schopenhauer

İntihara eğilimli olan bu hastam baştan aşağı simsiyah giyiniyor, ve bana yönlendirdiği tek bilinçli talep, onu dinlemem ve nihayetinde kendisini öldürmeye hakkı olduğunda hemfikir olmam. İnsanlık durumunun ıstırabına, acının ve yalnızlığın özüne, kişinin intihar etmek için sahip olabileceği tüm geçerli sebeplere ilişkin çok güzel ayrıntılandırılmış bir anlatımı var. Bir gün ona nasıl olup da henüz kendisini öldürmemiş olduğunu soruyorum.
Cevaplıyor: “Size en sevdiğiniz yemeği hazırladığında, annenizin yüzüne baktınız mı hiç? ”
Öyle görünüyor ki anneler, şayet ölü değillerse, akılları onlara ne söylerse söylesin, başka türlü sevmeyi beceremiyorlar. Yani anneliğin kaçınılmaz eşlikçisi şiddetli ve klostrofobik bir sevgi edimidir.
” cennet yalnızca çocuksu bir fantezidir. ”
Gerçekten de hamile kalmak, bir çocuk sahibi olmak ve geleneksel bir hayat sürdürmek istedim. Bütün o büyük filozoflara o kadar kızgındım ki, onların ihanetine uğramışım gibi hissediyordum. Küçük bir kızken felsefeye âşık olduğumda, hayatımı iyileştirmesi ve beni mutlu etmesi gerekiyordu; beni kitaplarımla yapayalnız olduğum bu noktaya getirmesi değil.
Tüm hikâye nasıl seveceğini öğrenmekle ilgiliydi. Lacan şöyle diyordu: “Sevmek sahip olmadığınız şeyi vermektir.” Jacques -Alain Millerin ifadesiyle, bu şu anlama geliyor: sevmek, yoksunluğunu fark etmek ve onu Öteki’ne vermek, Öteki’nde yerleştirmektir. Sahip olduğunuz şeyleri hediye vermek gibi değil, sahip olmadığınız, sizi aşan, ötenize uzanan başka bir şeyi vermektir.
1905’te Freud şöyle söylemişti:
“Hala, konuş benimle! Korkuyorum, çünkü çok karanlık.”
Halası ona cevap verdi: “Bunun ne faydası olacak? Beni göremiyorsun ki.”
“O önemli değil,” diye yanıtladı çocuk. “Birisi konuştuğunda, aydınlık oluyor.”
Demişti ki: ‘Seni sevmediğim bir zamanı hatırlamadığım için, sanki seni sevmek bendeki zaman kavramını perdeledi ”
Babam dedi ki: ‘Güzel kızım, felsefe ve özellikle edebiyat kurtaracak seni. Ne ben ne kocan ne de herhangi biri değil, bu ikisi Nihayetinde bizim gibi insanların donanımının sebebini göreceksin: bilgi açlığı duymak, okumaktan zevk almak, bir tür entelektüel olmak. Bunların hepsi birer armağan. Banalliğe karşı insanlığın keşfettiği en iyi silah. Göreceksin, göreceksin; asla vazgeçme, sana yalvarıyorum.’
Ve Freud’un bize hatırlattığı gibi, “Kanıtlar gösteriyor ki, iki kişi arasında bir süre devam eden yakın duygusal ilişkilerin – evlilik, arkadaşlık, ebeveyn-çocuk ilişkisi- hemen hepsi bir nebze nefret ve düşmanlık içeriyor ve bu duygular bastırıldıkları için algılanmıyorlar. ”
“En can alıcı nokta otantik olmaktır; kendiniz olun ”
Marksist olmasına hak verilebilecek birisi varsa, o birisi Bay F.’dir. Ancak, dün bana taze ekmek getirmek için uğradığında, Che Guevara posterime çok hiddetli bir tepki verdi!
“Dedi ki: Siz zengin, aristokrat bir aileden geliyorsunuz, yine de Che’nin posterini asmışsınız. Siz insanlar en azından şunu neden bilmiyorsunuz? Che ve arkadaşlarının özellikle sizin gibilere fenalığı dokunur.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
‘ o odanın kapısını arkamdan kapatırken, Freud’un ayrılışları sırasında Theodor Reik’a söylediklerini kendi kendime tekrarlayıp duruyordum. Şayet insanlar birbirlerine aitlerse, yapışık kalmalarına gerek olmadığını söylemişti. ”
” Bazen çok akıllı olmayabiliyorsunuz, değil mi?”
Cevaplıyorum: “Bazen çok aptal olabiliyorum.”
Bayan N. katıla katıla gülmeye başlıyor; bir türlü duramıyor ve şöyle diyor: “Ben asla aptallığımı itiraf edemem: aptal olabilirsiniz ama cesursunuz. ”
Evet, müge çiçeğine bayılırım, çünkü her bir minik çiçeğin bir sır taşıdığına inanırım ve bu sırrın bir kadın olmanın ne anlama geldiği sorusunun cevabı olduğuna eminim.
Bizi çeşitli hayaller ve yanılsamalarla uyutan birçok insanın aksine, Profesör S. hiçbir acıyı silip yok edemeyeceğimi, ama sorgulayarak nereden kaynaklandığını bulabileceğimi daima hatırlatmıştır bana.
Aşk kaybettiğimiz öteki yarımıza duyulan özlemdir.
Tomas seks ve aşkı belirgin bir çizgiyle ayırmaya özen gösterse de, sanki bütün becerisi erotik ilişkiler kurmak üzerine yoğunlaşmıştır. Kadınlarla sevişirken gözlerini her an açık tutar.
Bu sırada amacı sevgilisinin varoluş hallerinin her türlü ayrıntısını seyredebilmektir.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Kundera’yı ilk okuduğumda çok gençtim. Taşkın bir sevinç hissettiğimi hatırlıyorum. Bu hissin Nabokov’un kelebek avlarken deneyimlediği türden bir sevinç olduğuna inanmak isterim.
Peki ama doktor, sizce ben baharı neden bu kadar depresif buluyorum? tüm gücüyle üzerimize geldiği ve kendini dayattığı için mi?
Burada herkes çok sıcakkanlı ve ilgili gözüküyor olabilir ama bu yalnızca oturup beraberce çay içmek ve tembelliğimizi haklı çıkarmak için bir bahane değil mi? Ben tembelleşmek istemiyorum.
Yabancı bir memlekette oturup, oraya ait olmamak tahammül edilebilir bir durum olmasının ötesinde keyifli bir deneyim bile olabilir. Çekilen acılar erotize edilebilir, kişi yansıttığı yabancı imgesiyle flört edebilir, egzotik bir Öteki’ne dönüşebilir. Peki ya insan kendi memleketinde kendisini yabancı gibi hissederse? Ya Odysseus eve döndüğünde böyle hissettiyse: tabii ki gerisingeri gitmek, muhteşem geri dönüş sürecini tersine çevirmek istemeyecekti; ama gerçekten de ona ne olmuştu? O ki nostaljinin en büyük bekçisiyken, nostaljinin ihanetine uğramıştı. Tevekkeli değil, bize Odysseia’yı en ufak ayrıntısına varana kadar uzun uzadıya anlatıp durmuştu. Talihsiz Odysseus’un saklayacak pek çok şeyi olmuş olmalı.
.. çünkü dil esas itibariyle açıklık getirmek istediği şeyi çarpıtır. Dilin ötesinde var olan aşkın bir gerçeğin olanaksızlığı, dili -hangi forma bürünürse bürünsün- imkansız bir ifade aracına dönüştüren şeydir, çünkü dil doğası itibariyle hayal kırıklığına uğratır ve ancak yetersiz veya hatalı iletişim için bir araç olabilir.
Yıllar içinde unuttuğumu sandığım küçük detaylar durup dururken ortaya çıkıyor.
En çok özlediğim şey kendimim.
Aşk, kaybettiğimiz öteki yarımıza duyulan özlemdir.
“Acı hiç şüphesiz ki her yerde acı; ben asla Batılı veya Doğulu bir kanser türü duymadım, ya da hastanın milliyetini, dinini veya kültürünü gösteren bir röntgen filmine rastlamadım.”
Bugün Franz’a bir insanın başka bir insana besleyebileceği en alt seviyedeki duygulardan birini tahsis etmiş olduğumu biliyorum: ona acıyordum.
Şayet insanlar birbirlerine aitse, yapışık kalmalarına gerek olmadığını söylemişti.
Kaçış, kişiyi kaçtığı şeye götüren aracın ta kendisidir.
Birden aklıma Platon’un Şölen’inde geçen o meşhur efsane geldi: Tanrı onları ikiye ayırana dek , insanlar hermafrodit varlıklardı. Ve şimdi her iki yarı da dünyayı dolaşıyor, birbirini arıyordu. Aşk kaybettiğimiz öteki yarımıza duyulan özlemdir.
Ey yabancı , ben ne seninle başa çıkabilirim, ne de kendi içimdeki yabancıyla. Sende öyle bir şeyler var ki, içimdeki bilinçdışı yabancıyı rahatsız ediyor.
Insan yalnızca roman yazmak gibi mahrem bir sürecin içinde kendisiyle hakiki bir yüzleşme yaşayabilir.
Freud’un tüm zarafetiyle tavsiye ettiği o ödevi yerine getiriyor: Artık netlikle görmemiz mümkün olmadığına göre, gelin karanlığa ışık tutmaya çalışalım.
Acı hiç şüphesiz her yerde acı; ben asla Batılı veya Doğulu bir kanser türü duymadım, ya da hastanın milliyetini, dinini veya kültürünü gösteren bir röntgen filmine rastlamadım.
Bir iran deyişini düşünüyorum: “Jana sokhan az zabane ma migooi.” “Canım, benim kalbimle konuşuyorsun!”
iştir bu hikâyeyi:Bir grup oklu kirpi soğuk bir kış gününde amaçsızca gezinmektedirler. Hayvanlar donmamak için, birbirleri­ne sokulmaya çalışırlar. Ama tam sokulacak kadar yak­laştıkları anda, oklarını birbirlerine batırmaya başlarlar.Acıyı dindirmek için uzaklaşırlar. Bu sefer de yakın temasın verdiği avantajı kaybedip titremeye başlarlar.O zaman tekrar birbirlerini aramaya koyulurlar, ve birbirine dolaşmakla donmak arasında rahat bir mesafe bulmak için mücadele ederken bu döngü böylece devam eder.
Ve ona nasıl bir aktarımda bulunursanız bulunun, yanından ayrıldığınızda daima anlaşıldığınızı hisseder­diniz.
sen bu sıradışı insanlarda ne buluyorsun bu kadar? Bence sıradan insanlar çok daha enteresan.”
dönüştüğüm kişi insanların hatırladığı kişi değildi.
İnsan evladının hakiki iyiliği, ancak bu iyiliğin alıcısı her­hangi bir güç ve iktidardan tamamen yoksun olduğunda, tüm saflığı ve özgürlüğüyle açığa çıkabilir, insanlığın gerçek ahlaki sınavı, (en derinlerde gömülü olan) temel sınavı, merhametine muhtaç olanlara -hayvanlara- karşı sergilediği tutumdur. Ve bu bakımdan insanlık korkunç bir yenilgi yaşamıştır. Bu o kadar mühim bir bozgundur ki, diğer tüm yenilgilerin kaynağı olmuştur.
Acı hiç şüphesiz her yerde acı; ben asla Batılı veya Doğulu bir kanser türü duymadım, ya da hastanın milliyetini, dinini veya kültürünü gösteren bir röntgen filmine rastlamadım.

Abbas Kiarostami/Önsöz

İran’da geçmişten bir kopukluk gözlemlemek mümkündür. Aynı kopukluk gelecekle aramızda da mevcuttur, çünkü biz oğul­larımızı, yani geleceğimizi öldürdük. Firdevsi’nin söylemi çok fazla acı, trajedi ve yas içerir. Oğullarımızı öldürdük, yabancılaştık ve böylelikle bir yas kültürüne dönüştük. Çünkü kendimizin en iyi parçasını yok ettik ve öldürdük. Hapsolduğumuz yerde acıyı ve ıstırabı erotize ediyoruz.
Kaçış, kişiyi kaçtığı şeye götüren aracın ta kendisidir.
Iran kolektif imgeleminin temelinde mutlak itaat arzulayan bir itaatsizlik endişesinin olduğudur. Erkek evlatlar, bir yandan isyan etmek isterlerken, bilinçaltlarında bilirler ki şayet bunu yaparlarsa öldürülebilirler. Dolayısıyla bir bakıma isyan etmek yerine kastrasyon korkusunu kabullenirler.
Firdevsi’nin Şahnamesinde geçen “Rüstem ile Sohrab” adlı efsanemizin Oedipus Rex’e çok benzeyen bir kurgusu vardır. Baş­ lıca fark ise hikâyenin sonunda bilmeden oğlunu öldürenin baba olmasıdır. Yunan mitolojisi babaları öldürmek üzerine mitlerle doluyken, Iran mitolojisinde erkek evlatları öldürmek etrafında şekillenen yaygın bir şablondan kaçmak olanaksız gibidir.
Bana öyle geliyor ki, tüm hikâye nasıl seveceğini öğrenmekle
ilgiliydi. Lacan şöyle diyordu: “Sevmek sahip olmadığınız şeyi
vermektir.” Jacques -Alain Millerin ifadesiyle, bu şu anlama geliyor: sevmek, yoksunluğunu fark etmek ve onu Öteki’ne vermek, Öteki’nde yerleştirmektir. Sahip olduğunuz şeyleri hediye vermek gibi değil, sahip olmadığınız, sizi aşan, ötenize uzanan başka bir şeyi vermektir. Bunu yapabilmek için, yoksunluğunuzu – Freud’un deyişiyle kastrasyonunuzu— benimsemeniz gerekir.
Tahranda Psikanaliz Yapmak bir aşk söylemi oldu. Her bir
hasta, danışmanlık yaptığım her bir meslektaş, her bir öğrenci,
“sahip olmadığım şeyi vermeyi” bana öğretti.
Ve Freud’un bize hatırlattığı gibi, “Kanıtlar gösteriyor ki,
iki kişi arasında bir süre devam eden yakın duygusal ilişkilerin –
evlilik, arkadaşlık, ebeveyn-çocuk ilişkisi- hemen hepsi bir nebze
nefret ve düşmanlık içeriyor ve bu duygular bastırıldıkları için
algılanmıyorlar. ”
Arthur Schopenhauer’ın oklu kirpiler hakkındaki iyi bilinen küçük hikâyesi gelir. Freud grup psikolojisi üzerine yazdığı kitaba dahil edecek kadar sevmiştir bu hikâyeyi:

Bir grup oklu kirpi soğuk bir kış gününde amaçsızca
gezinmektedirler. Hayvanlar donmamak için, birbirlerine
sokulmaya çalışırlar. Ama tam sokulacak kadar yaklaştıkları
anda, oklarını birbirlerine batırmaya başlarlar.
Acıyı dindirmek için uzaklaşırlar. Bu sefer de yakın
temasın verdiği avantajı kaybedip titremeye başlarlar.
O zaman tekrar birbirlerini aramaya koyulurlar, ve
birbirine dolaşmakla donmak arasında rahat bir mesafe
bulmak için mücadele ederken bu döngü böylece devam
eder.

Bizi çeşitli hayaller ve yanılsamalarla uyutan birçok insanın aksine, Profesör S. hiçbir acıyı silip yok edemeyeceğimi, ama sorgulayarak nereden kaynaklandığını bulabileceğimi daima hatırlatmıştır bana.
Kristeva’ya göre, Öteki ile birlikte yaşamak şu soruyla birlikte
yaşamaktır: “Ben Öteki miyim?”
Ya da Fransız şair Rimbaud’nun ifadesiyle: “Ben bir başkasıdır.”
Olduğumuz şeyden korkuyoruz, dizginlerinden boşalmış arzularımızdan korkuyoruz. Dolayısıyla korkumuzu Öteki’ne, yabancıya, “biz” olmayan kişiye ve “farklılığa”
aktarıyoruz. Öteki hem endişemizin kaynağı, hem de bizi tehdit
eden tehlike oluyor.
Belki de bir türlü sevememizin sebebi sevilmeye hasret oluşumuzdur.
En sarsıcı, en sancılı uyanışlardan biri; ait olman gereken yere bile ait olmadığını fark etmek..
Azami sıcaklığı bulacağımız öte yandan, Öteki’nin dikenlerine asgari derecede maruz kalacağımız en uygun mesafeyi bulma mücadelesinde hepimiz oklu kirpilerle aynı durumda değil miyiz? Hepimiz soğuk bir kış gününde çeşitli ilişkilerimizde mümkün olan en fazla sıcaklığı ve en az dikeni bulmak için saplantılı bir çaba göstermiyor muyuz?
Memleketlerimize büyülenmişçesine hayran değilsek, kendimizi suçlu mu hissetmemiz gerekiyor? Bir anlamda, anayurdumuzu terk ettiğimiz ve asla tam olarak geri dönemeyeceğimiz için kendimize işkence mi çektirmeliyiz? Memleketlerimiz yüzünden acı çekmiyorsak, anayurduna ihanet eden zalimler mi oluyoruz?
İran’da geçmişten bir kopukluk gözlemlemek mümkündür. Aynı kopukluk gelecekle aramızda da mevcuttur, geleceğimizi öldürdük ve bir yas kültürüne dönüştük. Geleceğimizi yakıp yıktık, hapsolduğumuz yerde acıyı ve ıstırabı erotize ediyoruz. Geçip gitmemiş hiçbir şeyi kutlamıyoruz.
İsviçreli dilbilimci Ferdinand de Saussure’den, köpek kelimesinin içinde köpeklik ten, ağaç kelimesinin içinde ağaçlık tan eser olmadığını öğrenmiş bulunuyoruz. Lacan, Saussure’ün izinden giderek Simge kendisini öncelikle simgelediği şeyin cinayeti olarak ortaya koyar demiştir. Burada, dilin kendi kendisini yok eden doğasına gönderme yapar çünkü dil esas itibarıyla açıklık getirmek istediği şeyi çarpıtır.
Kundera’nın bize söylediği gibi: Köpeklerin insanlara kıyasla fazla bir avantajı yoktur ama bunlardan birisi son derece önemlidir: ötanazi onlar için kanunen yasak değildir; hayvanların merhametli bir ölümü tatma hakları vardır. ( ) Nihayetinde Kundera, Descartes’ı reddeder ve kamçılanmış bir atın boynuna sarılıp, gözyaşlarına boğulan ve ondan insanlık adına özür dileyen Nietzsche’ye bağlanır.
Anlaşıldına göre, erotik olanı seksüel olandan ayıran şey, obje ile doğrudan ilişkilidir. Bir anlamda, seksüelin alanında libidomuz zevk peşindeyken, erotiğin alanında özne arayışı içindedir. Dolayısıyla erotik ilişkilerde daha az narsistik, ötekinin daha çok farkında bir özneyle karşılaşıyoruz.
Kundera yaşamda bir anlam bulup bulamayacağımızı, Nietzsche’nin bengi dönüş kavramının mümkün olup olmadığını sorgular. Hepimiz hayatı bir kere yaşadığımız ve yaşamın kostümlü provası, yaşamın ta kendisi olduğu için, devamlı surette hayatlarımızın anlamsızlığıyla yüzleştiriliriz.
En sarsıcı, en sancılı uyanışlardan biri; ait olman gereken yere bile ait olmadığını fark etmek..
En sarsıcı, en sancılı uyanışlardan biri; ait olman gereken yere bile ait olmadığını fark etmek..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir