İçeriğe geç

Sünniliğin Eleştirisine Giriş Kitap Alıntıları – İlhami Güler

İlhami Güler kitaplarından Sünniliğin Eleştirisine Giriş kitap alıntıları sizlerle…

Sünniliğin Eleştirisine Giriş Kitap Alıntıları

Bu kronik sorunun çözümü için benim önerim şudur: Evet, siyasal akt dinin önemli bir unsurudur; ancak din istismarı, dini iç savaş, totalitarizm ve dogmatizm de din tarihinin ayrılmaz bir unsurudur. Bu sorunu çözmenin yolu, siyasal aktörler dini saikle siyaset yapabilirler; ancak siyasal söylemlerini dini (Allah, ayet, İslam, Şeriat, Kur’an, Hz. Muhammed . vs.) olarak kurmasınlar. Allah’ın ve Hz. Muhammed’in yaptığı gibi akıl, ahlak, vicdan, sağduyu, maslahat, zaruret ve gerekçeli olarak getirsinler. Böylece, hem dindarlıklarını icra etmiş: hem de dinlerin tarihinde hiç eksik olmayan istismar, iç savaş, totalitarizm ve dogmatizm belalarından da kurtulmuş olurlar.
Önce, insan olmak gerekir . Müslümanlık, insanlığa dayanarak, ondan sonra gelen daha üst-ince bir meseledir. İnsan olamamışlar, Müslüman olamaz. Bugün, Müslüman ların birçoğu, insan bile değil.
Hesapsız çıkarlar, tutkulu arzular veya azgın güdüler toplamı olarak heva, şişerek benliği bütünüyle kaplayıp doğru değerlendirme kapasitesi olan vicdanı örter (istikbar. 2/34: 7/146: 74/23 ). Bu durumda kişi giderek kendini yeterli görmeye başlar (istiğna, 80/5; 92/8). Her türlü ahlaksızlığın önemli bir kaynağı işte budur: İnsan kendini yeterli görünce azar (96/6-7). Şeytanın trajedisi bu olduğu gibi (2/34): şeytanlaşmış bütün insanların durumu da aynıdır. İnsan hevasını ilahlaştırınca, bunun sonucu bilgi aktlarından kulağı ve kalbinin mühürlenmesi, gözünün perdelenmesi sonucu dalalete düşer (45/23). Yani kendine (özüne, vicdanına) yabancılaşır. Kur’an’ın ahlaki bağlamda vicdanını ve hakikati örtme anlamında küfür ve günah dediği şey budur.
Sadece sen konuşuyorsun, kimseyi dinlemiyorsun. Bu nedenle doğruyu göremiyorsun. #Haimon
Kral Kreon:Dünkü çocuktan sağduyu dersi mi alacağım bu yaşta?
Oğlu Haimon: Söylediklerimden sadece doğru olanları dinle. Yaşlarına değil, yaptıklarına bakılmalı insanların.
Eleştiri-sorgulama, düşünmenin dindarlığıdır
#Heidegger
Gemide bir kaptan vardır/Gerisi, mürettebat. Vücutta bir kalp vardır/Gerisi, teferruat anlayışı, gemiyi ve vücudu bir kişiye bağlayarak onları tehlikeye atmıyor mu? Bu anlayış, derinden bakıldığında sorumluluktan kaçan bir tür kurnazlık ve eşitlikten kaçan bir tür kölelik zihniyeti değil midir? Bin küsur seneden beri saltanat siyasetinden, İttihat ve Terakki’den, Tek Parti dönemlerinden hiçbir şey öğrenemedik mi?
Kahramanlar, iyi dir; fakat daha iyisi, kahramanlara ihtiyaç duymamaktır.
Söylemekten doğan zarar, söylememekten doğan zarardan daha azdır.
İnsanın en büyük alçaklığı, övgü arayışıdır ama üstünlüğünün alameti de budur, zira dünyada hangi mülke sahip olursa olsun, ne kadar sıhhat ve refah içinde olursa olsun, insanların saygısına mazhar değilse, tatmin olmaz. #Bourdieu
„İnsan yeryüzünde Allah’ın halifesidir ayeti, bir Halifeniz olsun/Halife seçin olarak değil, herkes kendinden sorumlu ve özgür olsun diye açıklamaktadır.”
B. Russel’ın dediği gibi: Dünyanın en temel sorunu , akıllılar hep kuşku içinde iken , cahillerin küstahça kendilerine olan sınırsız güvenleridir.
Goethe’nin dediği gibi: Dünyanın en tehlikeli olduğu an, cehaletin örgütlü olarak eyleme geçtiği andır.
Zalimin de mazlumun da dini ve dili sorulmaz.
Ne denli akıldışı olursa olsun, bir doktrin toplumda belli bir güç kazandıktan sonra, milyonlarca insan, dışlanma ve yalıtlanma duygusuna kapılmak şöyle dursun, bu doktrine inanmaya başlayacaktır. #ErichFromm
Her dini grup, kendi inancıyla iftihar eder
İnsanlık tan bir örnek vermek gerekirse, Japonların %70’i ateist; ‘geri kalanı da Budist, Şintoist ve Hristiyan olmalarına rağmen, buluntu paralar hukuken bulana ait olduğu halde, bir yılda 127 milyon yen, devlete iade edilmiş. Devletin, bulana ödül verme teşebbüslerini, bulan kişilerin çoğu reddetmiş. Yolsuzluk durumlarında ilgili kişi hemen istifa ediyor; bazen de intihar ediyor. Kaç tane Müslüman bu insanlığı gösterebilir? Demem o ki: Önce, insan olmak gerekir . Müslümanlık, insanlığa dayanarak, ondan sonra gelen daha üst-ince bir meseledir. İnsan olamamışlar, Müslüman olamaz. Bugün, Müslüman ların birçoğu, insan bile değil.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Bir fikri savunmak için bir adam öldürmek, bir fikri savunmak değil, bir insan öldürmektir.
#JeanLucGodard
Mahatma Gandi’yi çıkaran milletle Hitler’i çıkaran milletin aynı tabiatta olduklarını söylemek, akla zarardır.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Bir hakikatin bütüncül gücünü dayatmaya yönelik her girişim, söz konusu hakikatin temelini harap eder. #Bodiou
”Tanrı, insanın elinin dolu olup olmadığına bakmaz; insanın elinin temiz olup olmadığına bakar.
“..herkes bir toplumun, doğanın, içinde yaşadığı kültürün ve tarihin esiridir. İnsan olmak isteyen bu zindanlardan kurtulmalıdır.“ (Ali Şeriati/İnsanın Dört Zindanı)
Salt güce/iktidara sahip olduğu için, muhatapları üzertnde keyfi olarak tasarrufta bulunmak, otorite değil zorbalık/tiranlıktır.
Otorite, saygıdan doğar, korkudan değil.
Şüphe, güven kadar; isyan, itaat kadar (yerine göre) değerlidir.
„Toplumsal birlik ve siyasi istikrar uğruna insanların hayatını karartan bu uygulama iptal edilmeli ve çocuklar, erişkin (akil-baliğ} hale geldikten sonra onlara dinler anlatılmalıdır. Bundan, ancak kendine güvenemeyen, dogmaları katı-saçma olan ilkel dinler korkar.“
Ancak, insanların kendi aralarındaki ahlaki ilişkide sevgi ve merhamet erdemleri son derece azdır…
İnsana karşı ahlaki sorumluluk ise empatiden doğacak merhamet ve menfaatten doğacak adalettir.
Üç peygamberden (Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed) ilk ikisinin aldığı emirler korunmamış; ancak son peygamberin aldığı vahiyler sahih olarak korunmuş. İlginç.
“Risk almayan, Tanrı olamaz. İnsanları yaratmakla büyük risk almıştır.”
Kur’an’ın kabileciliği ortadan kaldırarak iman kardeşliği
üzerine bir toplum oluşturmaya çalıştığı halde, Hz.
Muhammed’in ölümüyle birlikte Kureyş ile diğer kabileler
arasında ve Kureyş’in kendi içindeki Emevi ile Haşimi kavgasının
Cahiliye döneminde bırakıldığı noktaya geri döndüğü
müsellemdir. Dört halifenin, dördünün de Kureyş’ten olması
tesadüf değildir. Tarihsel determinizme sığınarak: Araplar,
Kureyş’in otoritesinden başka bir kabilenin otoritesini tanıyamazdı, demek, Kur’an’ın boşa uğraştığını söylemek demektir. İmamlar Kureyş’tendir, sözünü, hadis olarak kabul etmek, kabileciliği/ırkçılığı, Peygamber’e onaylatmaktır. Kabileciliğin, İslam toplumunu ilk yüzyılında iç savaşa boğduğu
(Cemel-Sıffin-Kerbela) bilinmektedir. Haricilerin, Mutezilenin
ve Ebü Hanife’nin kabileciliğe karşı çıktıkları malumdur.
Sünnilik, büyük fitne nin (iç savaşın) yarattığı travmayla
kabileciliği eleştirmeyi aklından bile geçirmemiştir: Denize
düşen, yılana sarılır.
Size kimlerin hükmettiğini öğrenmek istiyorsanız,
sadece kimleri eleştirme izninizin olmadığını bulun.
Ehli Hadis veya Selefiyye ekolü insanın düşünce-duygu ve davranıştan oluşan ve daima yenilenebilen doğasını reddetmiştir.
Jean-Luc Godard’ ın dediği gibi: Bir fikri savunmak için bir adam öldürmek, bir fikri savunmak değil ,bir insan öldürmektir .
İşkence/zulüm (fitne) ortadan kalkıncaya ve dini tercih Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın (2/193) ayetini , Ebû Hanîfe ve Mutezile , gayrimüslimlerle savaş sebebini ‘zulüm’ olduğu bağlamında yorumlarken; Şafii ve Hanbelî âlimleri, fitne kavramına şirk ve küfür manaları vererek; savaşın sebebini küfür olarak vazetmişlerdir. Bu yorum, gayrimüslimlerle sürekli savaş hâlinde olunması gerektiği şeklindeki dârü’l-harb kavramını üretmiştir. Oysa Malikî âlimleri, dünyayı dârü’l- islâm ve dârü’d-da’ve /dârü’l-icâbe(davet yurdu) olarak ayırmışlardır.
Size kimlerin hükmettiğini öğrenmek istiyorsanız, sadece kimleri eleştirme izninizin olmadığını bulun
Düşüncenin konusu yapılarak üretilen matematiksel Tanrı’nın Adaleti teorisi, özünde kavramsal olmaktan ziyade duygusal olan, saf sezgi olanlara daima kavramsal karşılıklar bulma çabasına girerler
Otto,Kutsala Dair
Fırsatımızın mutlak ve en üstün parçası, rasyonel varlığımızın ardında ve ötesinde yatmaktadır.
Otto, Kutsala Dair
Şükrederken düşünen kalp, toplanmış ve yoğunlaşmış kaldığı yeri hatırlar. Çünkü onun kaldığı yer odasıdır. Hafızada geriye doğru düşünerek hatırlayan bu düşünme, kökensel teşekkürdür
Heidegger, Düşüncenin Çağrısı
Kur’an’da insani dinî aktın ,onun içinde yaşadığı yeryüzü ve gökyüzü (Güneş sistemi) manidar-verili, nedensel-mantıklı düzenliliği (ayât) üzerine hayret ve hayranlıkla düşünme ve kendi ruh kapasitesiyle içinde (enfüs) sezgisel-duygusal olarak ulaşacağı aşkın-yüce bir kudretin varlığına (Allah) iman (41/43); ona karşı şükran, huşu (saygı), haşyet(korku), sevgi ve güven/umut besleme ve ibadet etme; hemcinsine karşı merhamet /şefkat ve adalet hissetme; denenme olan hayatın sonunda karşılaşacağı ahiret hayatına karşı korku ve umut içinde olma (7/56; 32/16); bunların gereği olan ahlaki olumlu ameller (salih amel) yapma ve olumsuz olanlarından kaçınma olduğunu söyleyebiliriz. Özetle dinî akt düşünce-duygu ve davranıştan oluşur. Dinî bağlamda özne/insan;kalp lübb,ruh,fuad,basiret ve şehid (vicdan)yetisi, yani mantık ve sezgisel(ilhamî)
bir bütünlüğe sahiptir. Kur’an da kendini niteleyen nûr, hidayet,tezkire/zikra ,furkân,hikmet olarak bu kapasiteye hitap eder
Sayın R. T. Erdoğan, gerek 15 Temmuz gecesinde ortaya koyduğu direniş gerekse mevcut küresel kapitalist/emperyalist şirketlerin ekonomik hegemonyasına karşı verdiği mücadeleyle Türkiye’nin bağımsızlığını ve onurunu korumaya çalışmaktadır.
Erdoğan’ı İslam dünyasında kahraman bir mücahit/militan a dönüştürürken; egemen sistemin aktörleri nezdinde ise Humeyni, Saddam, Kaddafi ve Kuzey Kore lideri Kim Jong Un örneklerinde olduğu gibi, -sisteme direnen her aktöre yaptığı gibi- onu Deccal e dönüştürdü.
2010’lardan itibaren -aslında biraz daha önce one minute ten itibaren- Sayın Erdoğan, Filistin sorunuyla aktif olarak (Mavi Marmara Olayı) ilgilenmeye başlayarak çıtayı biraz daha yükseltip ümmetin politik sorunlarıyla ilgilenmeye başladı.
Sayın Erdoğan’ı halk nezdinde kahraman yapan, onun mevcut politik hegemonyaya karşı ölümü göze alarak Cumhuriyet’in sek modernleşme projesinin/toplum mühendisliğinin yarattığı kültürel-dinî mağduriyetin, muhafazakâr kitlelerin sesi/sözcüsü olması ve yıllarca iktidardan uzak tutulmuş periferiyi devletin merkezine taşıması idi.
Sünni bilinçte oluşan bu şizofrenide İbn Arabi’nin: Ariflerin dini yoktur, ve Mevlâna’nın Biz, aşkın âşıklarıyız; Müslümanlar, başkadır (Aşık-ı aşkem/müsulman digerest) sözleri ve FETÖ’nün geliştirdiği Mobil Vatan (seccadenin ve Kur’an’ın götürüldüğü her yer) kavramlarının küreselliği unutulmamalı. Derinden bakıldığında bu tür mistik/mesiyanik hareketler, ultra bir etik/hümanizm söylemi altında aslında ontolojik bir emperyalizme/güç istencine dönüşür: Hemâ Ost: Her şey O’dur.
Onun, Hıristiyanlar ile kolayca dost olurken, kendi dindaşlarını (hatta mezhepdaşlarını) kolayca düşmanlaştırmasını başka türlü anlayamayız.
(Mevlana’nın Moğol işbirlikçiliği ve Şeyh Bedrettin’in isyanı hatırlansın.) Fetullah’ın kolay devşirilmesinde etnik kökenin muhtemel etkisi dikkate alınmalıdır.
Oysa, Semerkand menşeli Yesevilik-Nakşilik ve Anadolu’daki kolları, daima şeriata (ahlâka/hakîkate-çerçeveye) sadakatlerini bir biçimde sürdürmüşlerdir.
FETÖ’deki politik aklın, diyalog ve ABD ile işbirliğine girerek kolayca ihanete kaymasının sebebi, Osmanlı’da etkin olan ve şeriatı ıskalayan, Yetmiş iki millete aynı gözle bakan vahdet-i vücüdcu (İbn Arabî-Dâvûd el-Kayserî, Konevi, Mevlana, Yunus Emre, Niyazî Mısrî ) epistemik-hümanist evrenselliktir.
Cizvitler, ahireti bir tür ekonomi olarak temellendirdiği gibi, Fethullah Gülen de müritlerine: Evinizi buraya değil, ahirete yapın, diyordu. Sayın Erdoğan’ın üçlü tasnifinde Tabanı ibadet; ortası ticaret tanımlaması da aynı şeyi (dünyevi-uhrevi ekonomi) ifade eder.
İki binli yılların başında Milli Görüş’ten gömlek çıkararak kendini muhafazakâr demokrat olarak kodlayan Sayın R. T. Erdoğan öncülüğünde kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi, öncelikle Cumhuriyet rejiminin din ve dindarlar üzerinde yarattığı baskının ve ikinci olarak Şiilikten Sünniliğe sirayet eden ve Sünniliğin politik totalliğinin (saltanat) yarattığı genetiğin de bir ürünü olan takıyye ( Harp/siyaset, hiledir hadisi veya Kaşgarlı Mahmut’un: Siyasetin onda dokuzu renkte; biri de cenktedir sözü hatırlansın) siyasetiyle 2010’lara kadar The Cemaat ile birlikte mevcut vesayet rejiminin altını oyarak (kumpaslar) sahici anlamda iktidar oldu.
İkinci ve üçüncü tercihler, kendilerini dini korumak ve tebliğ etmek için her türlü gayret ve çaba gösterme anlamında cihad kavramıyla kodladıkları halde; birincisi, büyük cihad (nefsi öldürme faaliyetleri) kavramıyla kendini kandırmaktır.
İslam dünyasında seküler veya dini (Suud-İran) diktatörlüklerin kurulması ve paralel olarak İsrail başta olmak üzere ABD ve Batı’nın Ortadoğu’ya sarkıntılık etmesiyle oluşan politik hayal kırıklıkları, bölgede başlıca üç türlü tepki olarak ortaya çıkmıştır: 1. Pasif nihilizm (mistik-zahit/tasavvufi hareketler).
2. Aktif nihilizm (intihar saldırıları/terörizm, mezhep savaşları).
3. Ahlaki özneliği seçen direnişçi hareketler. İhvfuı-ı Müslimin Hareketi (Mursi) ve onun bölgedeki değişik versiyonları (Hamas) , Türkiye’de Necmettin Erbakan’ın öncülüğündeki Milli Görüş Hareketi, Gannuşi’nin öncülüğündeki Nahda ve Aliya İzzet Begoviç’in Bosna’ da yürüttüğü siyasi mücadele, genellikle üçüncü yolu tercih etmiştir.
Bu istiğna-istikbar durumunu, Hegel, ahlâkî bağlamda objektiflik/hukuktan kaçma, yani sübjektiflik olarak şöyle tasvir eder: Öyleyse sübjektifliğin bu en yüksek şekli şu demektir: Objektif ahlâklılık prensiplerini şeksiz şüphesiz bilmek, ama bunların ciddiyetini gereğince kavrayacak, bunları eylemlerine temel yapacak kadar nefsini unutmayı, nefsinden vazgeçmeyi göze alamamak; hem bu prensipler ile ilişkiyi kesmemek, hem de kendini onlardan uzak tutmak ve kendini şunu ya da bunu isteyen, şuna ya da buna karar veren, ama başka türlü istemek ve karar vermek gücünü de elinde bulunduran bir merci olarak görmek. Yani siz bir kanunu, kendiliğinde ve kendisi-için mevcut olarak bilfiil ve dürüstçe kabul ediyorsunuz; ben de aynı şeyi yapıyorum; ama sizden daha ileriye giderek kanunun ötesine geçiyorum. Burada ön planda olan şey, şey in kendisi değil; ben’im; kanunun da, şeyin de mutlak hakimi benim; her ikisi ile de keyfimce oynayabilirim. En yüksek şeyin içine attığım bu ironik bilinç hali içinde ben, artık kendi kendimle düşüncede keyif sürmekten başka bir şey yapmıyorum demektir. Sübjektifliğin bu türlüsü, sadece hakkın, vazifenin ve kanunların (ve aynı zamanda kötülüğün ve de hatta bizzat evrensel kötülüğün) her türlü ahlâkî muhtevasını boşaltmakla kalmaz; buna bir de sübjektif boşluk formu katar. Ki, bu da, nefsin kendi kendisini muhtevasız boşluk olarak bilmesi ve bu bilgi içinde kendisini mutlak saymasıdır Nefsin kendi kendisine sunduğu bu mutlaklık, nereye kadar onun -yalnızlığı içinde- kendi kendisine tapması olarak kalır? Yani nefis, hangi noktadan itibaren bu yalnızlıktan çıkarak bir çeşit topluluk bağını ve cevherini karşılıklı iyi bilince ve iyi niyete dayalı güvende; bu saflık ve temizliğin verdiği hazda; ve de, bilhassa, kendi kendini bilmenin, kendi kendini ifade etmenin ve bu tecrübeyi sürdürüp geliştirmenin sağladığı mutlulukta bulan bir topluluk kurmaya gider
Bu uyanların, insanın aklına Çamlıca tepesine cami yapma; İstanbul’u gökdelenlerle doldurma veya -modası geçtiği halde- Beştepe’ye saray yapma; Gezi Parkı ve benzeri olaylarda polisin sert tutumunu hatırlatmadığını söylemek yalan olur.
Hud peygamber, kavmini şu eylemleri yapmakla eleştirmişti: Her tepeye cehalet eseri anıtlar, gösterişli tapınaklar mı yükseltiyor; sonsuza kadar yaşayacakmışsınız gibi, gökdelenler, sapasağlam malikâneler/saraylar inşa ediyor; yakaladığınızda veya yönettiğinizde (betaştum) zorbalık yaparak mı bunu yapıyorsunuz? (26/128-130).
Şeytanın tecellisinin açılımı, devletin müstağni, mütekebbir, zalim kişiler tarafından keyfi olarak kullanılması demektir (tağut). Yani insanlar arasında ayrımcılık yapılması, idarecilerin/iktidarın taraftar olmayanları ezmesidir. İktisadî hayatın Karun gibilerin
eline geçmesidir. Yani haksız kanallarla sınırsız zenginleşme, sömürü ve zulüm demektir.
Firavun, devlette şeytanlığın ın tecellisidir. Şeytanlık, bir kişilik olmaktan çok, hayatın/dünyanın anlamı üzerine kâfirlerin oluşturduğu vehim, zan, kuruntu ve gururun (istiğna) metafizik/felsefî fikir iddiasıdır.
Hukukun/adaletin somut kurallarının dışında dini-siyasi veya sihri/ırki biz oluşturulması, felaketin/dinsizliğin/ahlâksızlığın başlangıcıdır: Allah için hakkı ayakta tutun ve adaletle şahitlik yapanlardan olun. Bir topluma karşı olan düşmanlığınız sizi zulme sevk etmesin (5/8).
Bunu yaptıklarında niyetlerine (iman) göre Allah’ın gölgesi veya rahman sıfatının tecellisi olurlar -veya olmazlar.
Sadece adalet in peşinde olmak, İslamî lik için yeterlidir.
Haricîlerin, Allah adına giriştikleri politik eylem, cehaletle birleşince doğurduğu korkunç şiddet ortada olduğu gibi, Muaviye’nin Hz. Ali ile yaptığı savaşta yine Allah adına ‘Kur’an, aramızda hakem olsun önerisinin motivasyonunun din istismarı (kandırmaca) olduğu ortadadır.
Rahmaniyetin (adalet/insaf) ve rahimiyyetin (merhamet) tecellisi olmayan her türlü dinî iddia, tavır ve tutum, özünde dinsizliktir. Bu kişiler, icraatlarını Allah’ın adına yapsalar bile.
Zira, ayette müminlerin bunu gerçekleştirmenin gerekçesi: şühedae lillâh yani onların Allah’ın davasının kanıtları/temsilcileri/örnekleri olmalarıdır.
Tanrı’nın bütün bu alanlarda tecellisi/gölgesi iki şekilde olabilir: 1- Adil kurallardan oluşan sağlam kurumlar /kurullar oluşturmak. 2- Bu kurumları/kurulları ehliyet/liyaketle işleten adil/insaflı insanların olması: Ey iman edenler, adaleti icra edecek güçlü kurumlar kurucu olun (kılnıl kavvamine li’l-kıst); ta ki kendiniz, anne-babanız, akrabanız, zengin-fakir aynmı yapmayasınız (4/ 135). Allah’ın halifesi olma kavramının anlamı da bu olsa gerek.
İktisat, siyaset ve hukuk devletin değişik etkinlik alanları ise rahmaniyet, buralarda yine adalet olarak tecelli edecektir.
Oysa İslam’a uygun olan bunun devletin çeşitli organlarında kurumsal olarak yansımasıdır.
Ancak sorun, bunun kişisel mi yoksa kurumsal mı olacağıdır. Ortaçağlar boyu bu, kişisel olarak algılanmıştır.
Siyasi iradenin/devletin Allah’ın rahman sıfatının tecellisi olarak yeryüzünde onun gölgesi olması doğru bir fikirdir.
Ehl-i Sünnet, erken dönemde oluşmuş Mutezile kelam ekolünü kendi dışında görmüş olsa da, kaynaklar teorisi açısından Rey/Dirayet ekolüyle aynı zemindedir.
Ehl-i Sünnetin Dirayet/Rey kanadını ise Hanefilik, Malikilik ve Maturidilik oluşturur.
İmam Şafiî’nin başını çektiği (Şafiilik) bu grubun kelam alanındaki uzantısı Eş’ariliktir.
İkinci grup ise Kur’an ve Sünnet’in dışında kıyas ı sadece nassların derininde bulunan manayı açığa çıkarma anlamında içtihadı (kıyas-istinbat-istihrac-istismar), yani aklı kaynak olarak kabul eder.
Bu grup, nassların lafzi/literal yorumunun dışında kaynak kabul etmez.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir