İçeriğe geç

Sözü Müstakim Kılmak Kitap Alıntıları – Ebubekir Sifil

Ebubekir Sifil kitaplarından Sözü Müstakim Kılmak kitap alıntıları sizlerle…

Sözü Müstakim Kılmak Kitap Alıntıları

Artık dönemini doldurmuş, tekrarlana tekrarlana aşınmış, eskiye ait olan, bugüne hitap etmeyen gibi çağrışımlar yüklenen geleneksel kaynaklar, klasik dîn anlayışı, İslâm geleneği gibi ifâdeler, modernist/reformist söylemin temel kavramlarıdır.
Dolayısıyla bu gibi kavram ve ifâdeleri kullanmaktan şiddetle kaçınmak gerekir.
Adına modernleşme denen savrulma serüveni içinde yerinden oynatılmış ne varsa tekrar yerine iâdesi yolunda küçük de olsa bir katkı.
Hak mezheplerin dışındakiler “bid’at” oluşumlardır. Kaynakları okuma biçimleri ve hüküm çıkartma tarzları Ehl-i Sünnet ile örtüşmez. Yani “Din tasavvurları” farklıdır.
Mezhepsizlik Nedir?

O halde “mezhepsizlik” diye ifade edilen şey nedir? Bu sorunun en kestirme cevabı şudur: Mevcut mezheplerden birisiyle ameli kabul etmeyip, yeni bir oluşuma gitmek mezhepsizlik olarak ifade edilmektedir. Buradaki “yeni oluşum” eğer yeni ve müstakil bir mezhebi anlatıyorsa, söylenecek bir şey yoktur.

Bugün kendisini müstakil bir mezhep kuracak yetkinlikte, yani “mutlak müçtehid” olarak gören birileri varsa, tabii ki yeni bir mezhep tesis edebilirler. Ancak bunun bugün mümkün olmadığı ortadadır. Zira “yeni içtihad” çağrısı yaklaşık iki buçuk asırdır dile getiriliyor; buna rağmen ortaya yeni bir Usul-i Fıkıh konmuş değil! Usul-i Fıkıh olmadan mezhep olur mu? Mezhep dediğiniz yapı, Usul-i Fıkıh sistemi üzerine kurulur. Bu yoksa, o da yoktur.

Dolayısıyla geriye ikinci şık kalıyor: Mevcut mezheplerin içtihadlarından elde edilen “karma” bir mezhep. Bunun caiz olmadığını ise muhakkik alemler açıkça belirtmişlerdir.

Mezhepsizlik fikrinin kaynağı konusunda söylenebilecekler de iki başlık altında toplanabilir:

1. Doğrudan Kur’an ve Sünnet’le amel etme iddiası.
2. Mevcut mezheplerin içtihadlarının yetersiz/eskimiş olduğu ve yeni içtihadlar yapılması gerektiği düşüncesi.

Birinci düşünceyi benimseyenler, tamamen dinî endişelerle hareket ederler. Onlara göre mezhep imamlarının taklid edilmesi, kişiyi şirke kadar götüren gayri meşru bir tutumdur. Müslümanlar başkalarını taklid etmekle değil, Kur’an ve Sünnet’le amel etmekle mükelleftir.

Ne kadar iyi niyetle dile getirilirse getirilsin, bu düşüncenin, ayakları yere basan bir yaklaşımın ürünü olduğunu söylemek mümkün değildir. Zira herkesin müçtehid olmasını istemek, herkesin doktor ya da avukat olmasını istemek kadar, hatta ondan daha fazla abestir, “uçuk”tur! Tarih içinde İbn Hazm, bilahare de eş-Şevkânî tarafından dillendirilen “taklidin haramlığı” iddiası, günümüz de de kendisine “Selefî” diyen bazı kardeşlerimiz tarafından tekrar edilmektedir.

İkinci yaklaşım ise dinin modernizasyonu/reformizasyonu düşüncesini savunanlar tarafından dile getirilmektedir. Onlara göre “Din” ile “Fıkıh” birbirinden ayrı şeylerdir. “Din”, değişmezler sahasını oluştururken “Fıkıh” çerçevesine giren hususlar değişime tabidir; zaman ve zemine göre değişiklik gösterir.

Bu düşüncelerin her ikisi de “Fıkıh” sistemini, bilhassa Usul ve Kavaid sahalarını tam anlamıyla kavrayamamanın ya da dikkate almamanın ürünüdür. Zira Usul ve Kavaid’e hakkıyla işlerlik kazandırıldığında, Müslümanlar’ın çözemeyeceği, içinden çıkamayacağı mesele yoktur.

Mezheplerin varlığı eşyanın tabiatındandır. Zira farklı anlaşılmaya müsait nasslar ve farklı anlayış biçimleri var oldukça, farklı mezheplerin var olması kadar normal ve hatta “kaçınılmaz” bir şey olamaz. Eğer nasslar farklı anlaşılmaya müsait olmasaydı ve herkesin anlayışı aynı olsaydı, işte o zaman mezheplerin varlığı anormal olurdu.
Bununla birlikte günlük konuşmalarımızda doktora gittim; beni iyileştirdi yahut ilaç içtim; hastalığımı geçirdi tarzı ifadeleri mecaz anlamda kullanmakta bir beis görmediğimiz de bir gerçektir. Öyleyse şifanın gerçek kaynağı ve iyileştirme fiilinin gerçek faili olan Allah Teala’yı unutmadan bu türlü ifadeleri mecaz olarak kullanmakta bir sakınca olmamak gerekir.

Bu demektir ki, Şeyh Abdülkadir-i Geylanî hazretlerinin bizzat kendisinde, kendisiyle kaim olarak bulunan ve kendisinden kaynaklanan bir kudret bulunduğu düşüncesine kaymadan, onun Allah Teala indindeki mevki ve makamı hatırına Allah Teala’dan bir şey istemekte bir sakınca olmamalıdır. Zira salih ve muttaki insanların Allah Teala indindeki mevkii, ruhunun bedeninden ayrılmasıyla sona ermez; o kimse ölmekle salih, muttaki, veli sıfatlarını kaybetmez. Dolayısıyla onun bu makam ve mevkii hatırına Allah Teala’dan dua ve niyazda bulunmakta bir sakınca yoktur.

Allah’ın peygamberlerinden birine içki içerek kızlarıyla zina ettiği (!!) iftirasını atan, Hz. Yakub (a.s)’ı Allah Teala ile güreştirip galip getiren ve Hz. Musa (a.s)’a indirildiği halde O’nun ölümünden sonrasını da anlatan bir kitabın tahriften korunduğunu söyleyebilmek için ya taassupla kaskatı kesilmiş bir önyargının ya da cehaletin esiri olmak gerekir!

Aynı durum İnciller için de fazlasıyla geçerlidir. “İncil” dendiği zaman niçin bugün Kilise’nin “kanonik” olarak kabul ettiği 4 İncil’i anlıyoruz? 325 İznik Konsili’ne gelene kadar ortada yüzlerce İncil metni vardı. Bunların küçük de olsa bir kısmı bugün neşredilmiş durumdadır. Niçin diğer İnciller değil de 4 İncil?

Kaldı ki bu 4 İncil arasında da “korunan” bir kitapta bulunmaması gereken çelişki ve ihtilaflar vardır. En azından “sinoptik” denen 3 İncil ile Yuhanna İncili arasındaki farklılığı bizzat Hristiyanlar bile itiraf edip dururken bizler bunu ne adına görmezden geleceğiz? İncillerde Hz. İsa (a.s)’dan “Rabb” olarak bahsedilmesi, “korunmuş” kitap telakkisiyle ne kadar bağdaştırılabilir?

Dolayısıyla yukarıda da söylediğim gibi, bu kitapların tahrif edilmediğini söyleyebilmek için kapağını kaldırıp içine bakmamış olmak gerekir.

Tevrat ve İncil üzerindeki tahrif faaliyetinin, metinde eksiltme-artırma, kelimelerin ve cümlelerin yerlerini değiştirme, yorum yoluyla maksadın çarpıtılması… gibi yöntemlerle yapıldığı vakıası ayrı bir başlık altında müstakil olarak ele alınması gereken bir husustur ki, burada buna sadece işaret etmekle yetinmek durumundayız…
Vahiy mahsulü bir kitab anlayışının da müsteşrikin kafasında bir karşılığı yok.

Çünkü kitap deyince o, beşer mahsûlü kitap anlıyor. İncil böyle çünkü. İncil’i oturmuş Matta, Luka, Yuhanna ve Markos isimli dört tane adam yazmış. Bunu kendisi de söylüyor. Bunun da normal olduğunu söylüyor. “Evet o yazmış ama ona Kutsal Ruh yazdırmıştır” diyor. “Gökten vahiy olarak bir şey inmedi. Öyle bir vahiy varsa o İsa’nın kendisidir” diyor.

İmam Ebu Hanife’nin fıkıh tarifini burada özellikle hatırlayalım: “Fıkıh kişinin lehinde ve aleyhinde olan hükümleri bilmesidir” diyor. Benim din hakkındaki bilgim, neyin lehimde neyin aleyhimde olduğu hakkındaki bilgim bizatihi din ile sıkı kopmaz bir ilişki içinde değilse; her an değiştirilebilir bir şey ise benim din anlayışımda bir arıza var demektir.
Teknolojik medeniyet, sizin evinize sivrisinek girmesin diye size elektronik tabletler verir, bir anlamda zehir püskürten aletler verir; İslâm medeniyeti ise pencerelerin önüne fesleğen dikmeyi öğretir. Fark budur. O, tabiatla barışıktır, iç içedir, dengeleri bilir gözetir. Canlıları korur ve gözetir. Yani sivrisineği öldürmez ama eve girmesine de müsade etmez.
Dünya kendi başına mamur, yaratılışında mamur ama insanoğlunun ona müdahalesi onu öldürüyor.
Avrupa kıtasındaki ırmakların ancak yüzde üçü doğal mecrasında akıyormuş.
Zühdün temel esprisini, “dünyaya kendini kaptırmamak” olarak tarif etmemiz gerekiyor. Dünyaya bağlanmamak, dünyaya bel bağlamamak, dünyaya kendini, elini eteğini kaptırmamak
Şimdi bizim burada gözden kaçırdığımız çok temel bir husus var. İnsanoğlu —belki tabiatında mı vardır, bilmiyorum— yaşadığı anı, yaşadığı çevreyi mutlaklaştırma eğilimindeki bir varlık. Yani yaşadığı ortamı, yaşadığı zamanı, yaşadığı çağı mutlaklaştırıyor. Dünya adeta o an, o çevre, o değer yargıları, o hâkim unsurlar etrafında dönmeye başlıyor.
Talha Hakan Alp:
Demek ki nüzûl-i İsâ’yı inkâr edenlerin veya bu konuda kuşkuya düşenlerin o zaman İslam tarihiyle Hristiyanlık ve Yahudilik tarihini birbirine karıştırma gibi bir net olamama durumları var. Yani Yahudilik ve Hristiyanlıktaki bazı aksaklıkları sonradan dine eklemlemeleri bizde de olabileceğine ihtimal veriyorlar ki böyle bir sapma içine düşebiliyorlar.
Sünnetullâh kavramını açıklarken şöyle açıklamamız lazım: İrade ettiğinde devre dışı bırakması da bir Sünnetullâhtır. Mucizeler başta olmak üzere Kuran’ın zikrettiği birçok örnekte olduğu gibi.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Hz. İsâ’nın kıyamete yakın döneceği itikadı yanlış olsaydı Hz. Peygamber Efendimiz ve âyetler bunu reddederdi.
Görüşler farklı olacak ve belli bir zeminde, belli şartlar doğrultusunda çarpışacak ki, hakikat şimşeği de oradan zuhur etsin değil mi?..
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Yeryüzünün en görkemli medeniyetlerini Müslümanlar kurmuştur. Bir Osmanlı medeniyeti, bir Endülüs medeniyeti böyledir. Osmanlı Devleti -kavram olarak Osmanlı devletine imparatorluk demek yanlıştır-, yeryüzünün en uzun ömürlü devletlidir. Bütün bunları yapan, şüphesiz ki ulemamızın, ilim, fikir, sanat ve devlet adamlarımızın olağan üstü gayret ve himmetleriydi.

Bakın, Hanbelî mezhebine mensup Ebu’l-Vefa b. Akîl isimli alimin, Bütün ilim dallarını ihtiva eden 400 (dörtyüz) ciltlik bir eseri bulunduğunu kaynaklardan öğreniyoruz.

Hanefî mezhebinin ikinci imamı İmam Ebû Yusuf, bilindiği gibi Abbasî Devleti’nin başkadısıdır. Bu resmî görevi yanında, pek çok talebe yetiştirmiş ve eserler yazmıştır. Onun, diğer eserlerini bir kenara bırakalım. Talebelerine söyleyerek yazdırmak suretiyle vücuda getirdiği el-Emâlî isimli eserinin 300 (üçyüz) cilt olduğu söylenmektedir.

Yine bu babda İmam es-Suyutî de enteresan bir örnektir. Yazdığı eserlerin sayısı 730 civarındadır. Üstelik İmam es-Suyutî, eserlerinin çoğunu, 40 yaşından sonra uzlete çekildiğinde yazmıştır.

Keza Ebu Ali Hüseyin b. Muhammed el-Mâsercisî, el-MÜsned isimli 1300 (bin üçyüz) cüzlük bir eser yazmıştır. Yine Hadis ulemasından Ebu Hatim el-Abdevî’den, 10 kişi, 10.000 (on bin) cüzlük hadis yazmışlardır. Ebu’l-Fadl el-Felekî isimli alimin, 1000 (bin) cüzlük et-Tabakât isimli bir eseri vardır.

Son bir örnekle bitirelim: Hindistan’lı Rabbanî alim Muhammed Eşref Ali et-Tanevî merhum bu yüzyılın ortalarında vefat ettiğinde geriye, telif, imla, fetva ve vaz-u nasihatlerinin kaleme alınmasıyla vücuda getirilmiş 1000 (bin) ciltlik muazzam bir kütüphane bırakmıştı.

Hz. Ali; (r.a), Haricîler’le münakaşa ve münazara etmesi için Abdullah b. Abbas (r.a)’ı görevlendirir ve ona şöyle der:
– Onlarla tartışırken Sünnetlerden delil getir. İbn Abbas; (r.a) der ki:
– Ey Mü’minlerin Emiri! Biz, Peygamber (s.a.v)’ın akrabalarıyız, amca çocuklarıyız. Kur’an bizim evlerimizde nazil oldu. Dolayısıyla hangi ayetin hangi olay hakkında nazil olduğunu ve hangi ayetin ne anlattığını iyi biliriz.
Hz. Ali’nin (r.a) cevabı çok ilginçtir. Der ki:
– Evet, doğru söylüyorsun; biz bunları herkesten daha iyi biliriz. Ama tartışmayı sadece Kur’an ile sınırlı tutarsan, bir netice alamazsın. Çünkü Kur’an zû vücûh tur. Yani Kur’an ayetleri pek çok manaya ihtimallidir. Yahut Kur’an’dan, onların da kendi görüşlerine delil olarak getirebilecekleri ayetler bulmaları kolaydır. Onun için Kur’an’ın beyanı olan ve murad-ı ilahîyi yakalamanın vazgeçilmez unsuru olan Sünnet’i delil getir.
Sünnet’i devre dışı bırakan, Sünnet’siz bir Kur’an, Peygambersiz bir din anlayışı İslamî bir anlayış olamaz. Kur’an’da Peygamber Efendimız (s.a.v)’e itaati emir buyuran pek çok ayete rağmen, Sünnet’in ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in devre dışı bırakılabileceğini gösteren bir tek ayetten bile söz edilemez.
Güneş balçıkla sıvanamaz.
Kur’an’da sadece namaz kılınması konusunda emir vardır. Ancak namazların ne zaman, ne miktarlarda ve nasıl kılınacağına dair Kur’an’da bir sarahat yoktur. Namazın şu şu vakitlerde, şu kadar rekât kılınacağı, kıyamda şöyle durulacağı ve şunların okunacağı, rükû ve secdeye şöyle gidilip, şunların söyleneceği Kur’an’da belirtilmiş şeyler değildir. Buna rağmen bu Ümmet 1400 küsür yıldır namaz kılıyor. Peki Kur’an’da yer almamış olan bu temel ibadeti Ümmet neye göre yapıyor? İşte ulemanın, hadis-i şeriflere dayanarak verdiği cevap:

Namazın şekli, miktarları ve vakitleri, gayri metluvv vahiy ile belirlenmiştir. Cebrail (a.s) Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e bir gün şu vakitte gelerek abdest almış ve O’na nasıl abdest alınacağını göstermiş, sonra öne geçip imam olmuş ve namaz kıldırmış. İşte bu vaktin namazı böyle kılınacak demiş. Sonra diğer bir vakitte gelmiş ve yine imamlık yaparak o vaktin namazının nasıl kılınacağını fiilen göstererek öğretmiş ve beş vakit namaz böylece Hz. Peygamber (s.a.v)’e öğretilmiş. O da Ümmetine gösterip öğretmiş. Buna benzer pek çok husus var. İşte biz bütün bu noktaları Kur’an’da ayrıntılı bir biçimde bulamıyoruz. Ama Sünnet vasıtasıyla biliyoruz.

İslam’ın pratik hayata yansımalarının Sünnet olmadan gerçekleşmesi mümkün değildir.
Dikkat ederseniz, Dört Hak Mezhep tabirini kullanıyoruz. Niçin? Çünkü Dört Mezhep, Edille-i Şer’iyye dediğimiz dört delilin esas alınması noktasında ittifak halindedir. Tarih içinde bu dört mezhep ile bu konuda tavır birliği içinde olan diğer başka mezhepler de mevcut idi. Ancak bugün artık onların tabisi kalmamıştır.

Bu dört mezhep dışında kalan diğer mezheplerin bahsi geçen dört delile -ki bunlar Kur’an, Sünnet, İcma; ve Kıyas’tır- bakışlarında sakatlıklar vardır.

Demek ki, sadece Kur’an ve Sünnet üzerinde değil, İcma ve Kıyas delilleri üzerinde de keza görüş birliği sağlanmalıdır.

Sahabe’yi tekfir etmek şöyle dursun, onlar arasındaki mücadeleler hakkında Ehl-i Sünnet, bunların birer içtihad farklılaşması olduğunu söyleyerek Sahabe’ye hürmette kusur etmemeyi esas alıyor. Çünkü gerek Kur’an’da, gerekse Sünnet’te Sahabe’ye hürmet gösterilmesini gerektiren oldukça fazla sayıda ifade mevcuttur. Yine Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’a göre günahkâr mü’minin ahirette mutlak surette hiç azap görmeyeceğini söylemek doğru değildir. Allah Teala (c.c) dilerse böyle mü’minlere azap eder, dilerse onları bağışlar.
Bütün bu farklı İslam anlayışları karşısında Ehl-i Sünnet nerede duruyor? Burada Ehl-i Sünnet devamlı olarak merkezi ve itidali temsil etmiştir. Ancak bu durum, sırf itidal ve dengeyi yakalamak maksadıyla değil, Kur’an ve Sünnet öğretileri öyle tecelli ettiği için böyle olmuştur.
Efendimiz’in tespitini hatırlayalım: “Yiyicilerin, yiyecek kabının başına birbirlerini çağırdığı gibi düşmanlarınız sizin başınıza üşüştüğünde haliniz nice olacak?” buyurmuş. Yanında bulunanlar, “Bu niçin böyle olacak; o zaman sayıca azınlıkta mı olacağız?” diye soruyor. Cevap şu: “Hayır. Bilakis o zaman sayınız çok olacak. Ama kalbinizde “vehen” bulunacak. “Vehen”in ne olduğunu sorduklarında ise şöyle buyuruyor:

“Dünyaya bağlılık ve ölümden nefret.” Modernizm’in dayattığı hayat anlayışı ne üzerine kuruludur? Dünya hayatını kalıcı kılmak,konforize etmek. Ölüm bizim gündemimize sadece ya bir kaza veya hastalık, yaşlılık… durumlarında giriyor. O da bir an için. Sonra yine gırtlağımıza kadar gömüldüğümüz hayata geri dönüyor ve bıraktığımız yerden devam ediyoruz.

Şu halde doğru olan, yönümüzü tekrar ahirete çevirerek yaşamayı öğrenmek.

Her şeyi, ahlakî ilkeleri bile ekonominin belirlediği bir ortamda, evet ilerlersiniz, ama hala “insan” olarak kalıp kalmadığınız bence şüphelidir.
Artık dönemini doldurmuş, tekrarlana tekrarlana aşınmış, eskiye ait olan, bugüne hitap etmeyen gibi çağrışımlar yüklenen geleneksel kaynaklar, klasik din anlayışı, İslam geleneği gibi ifadeler, modernist/reformist söylemin temel kavramlarıdır. Dolayısıyla bu gibi kavram ve ifadeleri kullanmaktan şiddetle kaçınmak gerekir.

Eğer ille bir ayrımdan söz edilecekse, modern olan-geleneksel olan şeklindeki ayrım yerine, Sünnet’e uygun olan-bid’at olan şeklindeki ayrım tercih edilmelidir.

Yahudiler arasında hangisinin gerçek Tevrat olduğuna bir türlü karar verilemeyen iki ayrı Tevrat nüshası bulunmaktadır: Yahudi Tevratı ve Samiri Tevratı. Bu iki Tevrat nüshası arasında 6 bin kadar farklılık olduğu tesbit edilmiştir.
Aralarında hayli önemli farklılıkların bulunduğunu bildiğimiz bu İncil metinlerinin, Hz. İsa (a.s.)’dan yüzyıllar sonra kaleme alındığını ve son tahlilde Hz. İsa (a.s.)’ın, İncil yazarlarının kaleminden çıkmış biyografisinden ibaret olduğunu Hristiyan alemi de kabul etmektedir.
Geçmişte din anlayışı , –doğrudan veya dolaylı olarak– vahyin belirlemesinde iken, modernist/reformist anlayış bunu çağdaş değer yargılarının belirlemesine inhisar ettirme niyet ve iddiasındadır.
Kur’an, insanlığı saadete ulaştıracak ilahî/tabii/fıtrî değerleri ben ihtiva ediyorum derken, Modernistler, insanlığın kurtuluş ve saadetini ancak bugün Batı’da hakim değerler sisteminin sağlayabileceğini iddia ediyorlar. Kur’an ve Sünnet, haksız yere bir cana kıymış olan kimsenin –kısasa kısas ilkesi gereği– öldürülmesini isterken, faizi, zinayı ve genel olarak fuhşu, içkiyi, kumarı yasaklarken, Batı’nın temsil ettiği değerler sistemi bütün bu hususlarla çelişmektedir.
Mu’tezile, Kur’an’da açıkça yer almayan hususlar Sünnet ile sabit olsa bile bunları kabul etmez. Mesela kabir azabı, Sırat, Mizan vs. gibi konular böyledir.
Önce iman, sonra amel ve sonra da ihlas gelir. Bu basamakları hakkını vererek geçmeden başka bir yere varmamız mümkün değil.
Ancak adı ne olursa olsun, bir yaklaşım, Allah Teala’nın muradını göz ardı ederek insanların hevâ ve heveslerini tervic ediyorsa, bunun İslâm ile, Tevhid ile ve murâd-ı ilâhî ile denk düştüğünü, örtüştüğünü söylemek mümkün değildir.
Yüce Allah’ın, tarihin belli bir dönemine etkin olarak müdahale ettiği halde, daha sonra tarih sahnesinden çekildiğini söylemek İslâmî değildir. Allah Teâlâ, bütün tarih ve coğrafyalarda muradının tecelli ettirilmesini ister, imtihanın manası budur.
Adına demokrasi dediğiniz sistem, eksene Kur’an ve Sünnet’in sabitelerini koyuyorsa mesele yok.
Asıl gaye Allah’ın rızasıdır ve bu gayeye ancak, yine Allah’ın çizdiği yol ve yöntem izlenerek ulaşılabilir. Allah Teala hiç kimseye hak etmediğini vermez ve hiç kimseyi layık olmadığı mevkie yükseltmez.
Gerçek İslâm, Kur’an İslâmı, Yeniden Yapılanma gibi kalıplar, problemli/hastalıklı tavrın takdiminde kullanılan temel söylemlerden birkaçını ifade etmektedir. Bu ve benzeri sloganların sıkça kullanıldığı yazılara dikkat edilecek olursa, Ehl-i Sünnet düşmanlığının marazi tepkiselliğinin hangi boyutlara ulaştığı rahatça tesbit edilebilir. Çoğunlukla kendi içinde tutarlı bir yapı arz etmekten ve bütünlükten uzak, Kur’an ve Sünnet’in zaman ve mekânüstü nasslarına karşı duyulan hazımsızlığı derme çatma –ve çoğunlukla fotokopi– düşüncelerle ifadeye koymaya çalışan doğuştan kusurlu bir düşüncenin böyle yaldızlı tabirlerden başka sığınabileceği ne olabilir ki?!

Bu kodlar etrafında geliştirilmeye çalışılan düşüncenin hangi noktalarda ve nasıl çıkmazlara girdiğini göstermenin, müstakil çalışmalara ihtiyaç duyduğu muhakkaktır.

Bu nevzuhur söylemlerin kaynağında Batı’lı İslamiyatçılar’ın çalışmaları bulunmaktadır. Yukarıda üzerinde kısaca durduğumuz “tarihsellik”, “geleneksellik” gibi kavramların İslam dünyasına bu kaynaktan girdiğini biliyoruz. İslam dünyasında adı Ahmet-Mehmet olan, ama Batı’lılar gibi düşünüp konuşan –el-Kevserî merhumun ifadesiyle– “Batı’nın bulanık kaynağından beslenen” yerli İslamiyatçılar marifetiyle bu kavramlar tedavüle kondu. Ancak bu yapılırken kapsamlı herhangi bir sorgulama yapılmadı. Kur’an ve Sünnet’in öğretileri bu kavramların sorgulanmasında birer ölçü kılınmak yerine, tam tersi oldu ve Kur’an ve Sünnet’in öğretileri bu kavramların karşısında sanık sandalyesine oturtuldu.

Sonuçta ne mi oldu? Cehîze bütün konuşanları susturdu ve Pandora’nın kutusundan Ümmet-i İcabet’e şirk, ihanet, küfür, lanet ve müebbed cehennem; Ümmet-i Davet’e ise demokrasi, laiklik, tolerans, hoşgörü ve cennet çıktı.

Bir kimsenin ihtilafının nazar-ı itibara alınabilmesi için ne lazımdır? O insanın o belirli konuda söz sahibi birisi olması lazım.
Efendimiz’in tespitini hatırlayalım: Yiyicilerin, yiyecek kabının başına birbirlerini çağırdığı gibi düşmanlarınız sizin başınıza üşüştüğünde haliniz nice olacak? buyurmuş. Yanında bulunanlar, Bu niçin böyle olacak; o zaman sayıca azınlıkta mı olacağız? diye soruyor. Cevap şu: Hayır. Bilakis o zaman sayınız çok olacak. Ama kalbinizde vehen bulunacak. Vehen in ne olduğunu sorduklarında ise şöyle buyuruyor: “Dünyaya bağlılık ve ölümden
nefret.
Hocanın talebesine vereceği en önemli şey, kendisine sorulan her soruya cevap verme gayretkeşliğine girişmeksizin, bilmiyorum demeyi öğretmesidir derler.
Yüce Rabbimiz (c.c), Kullarım içinde Allah’tan hakkıyla ancak alimler korkar buyuruyor. Demek ki gerçek alim kişi, Allah Teala’dan (c.c) hakkıyla korkacak, bildikleriyle amel etme noktasında diğer insanlardan daha hassas davranacak. Acaba yanlış bir şey söyleyip de insanların hatalı hareket etmesine sebebiyet vererek ahiretimi tehlikeye atmış olabilir miyim? diye her yaptığını ve söylediğini kılı kırk yararcasına hassasiyet göstererek yapacak ve söyleyecek.
..bizim hiç hata, ihmal ve kusurumuz yok mudur? Projektörlerimizi dışımıza yönelttiğimiz kadar -ve dahi bu ameliyeyi de ihmal etmeden- içimize de yöneltmek zorundayız diyorum.
Bizim için önemli olan, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat akidesinde oluşturulmuş sisteme olabildiğinde sıkıca yapışmaktır. Karşılaştığımız problemleri bu sistemin bize verdiği ruhla çözmeye yönelmeliyiz. Sistemimizi, kültürümüzü, marifetimizi oluşturan ruhu yeniden keşfetmemiz lazım.
Modernizm denilen ve ilerleme olarak görülen anlayış ahlaksızdır. Temelinde, yeryüzünün her alanında sömürgesi vardır. Bu sömürü olgusunu gözden uzak tutarak modern batı medeniyetini doğru anlamak mümkün değildir!
Din anlayışı -dogrudan veya dolaylı olarak- vahyin belirlemesinde iken, modernist anlayış bunu çağdaş değer yargılarının belirlemesine inhisar ettirme niyet ve iddiasındadır!!
Teknolojik medeniyet sizin evinize sivrisinek girmesin diye elektironik tabletler verir, bir anlamda zehir püskürten aletler verir; Islâm medeniyeti ise pencerelerin önüne fesleğen dikmeyi öğretir. Fark budur. O, tabiatla barışıktır, iç içedir, dengeleri bilir, gözetir. Canlıları korur ve gözetir. Yani sivrisineği öldürmez ; ama eve girmesine de izin vermez
Teknolojik medeniyet sizin evinize sivrisinek girmesin diye size elektronik tabletler verir, bir anlamda zehir püskürten aletler verir; İslâm medeniyeti ise pencerelerin önüne fesleğen dikmeyi öğretir. Fark budur. O, tabiatla barışıktır, iç içedir, dengeleri bilir, gözetir. Canlıları korur ve gözetir. Yani sivrisineği öldürmez ama eve girmesine müsaade etmez.
Yine bizim ulemamız arasında darb-ı mesel olan bir söz vardır : Hocanın talebesine vereceği en önemli şey, kendisine sorulan her soruya cevap verme gayretkeşliğine girişmeksizin , bilmiyorum demeyi öğretmesidir derler.
Yeryüzünün en görkemli medeniyetlerini Müslümanlar kurmuştur. Bir Osmanlı medeniyeti, bir Endülüs medeniyeti böyledir. Osmanlı Devleti -kavram olarak Osmanlı devletine “imparatorluk” demek yanlıştır-, yeryüzünün en uzun ömürlü devletlidir. Bütün bunları yapan, şüphesiz ki ulemamızın, ilim, fikir, sanat ve devlet adamlarımızın olağan üstü gayret ve himmetleriydi.

Bakın, Hanbelî mezhebine mensup Ebu’l-Vefa b. Akîl isimli alimin, Bütün ilim dallarını ihtiva eden 400 (dörtyÜz) ciltlik bir eseri bulunduğunu kaynaklardan öğreniyoruz.

Hanefî mezhebinin ikinci imamı İmam Ebû Yusuf, bilindiği gibi Abbasî Devleti’nin başkadısıdır. Bu resmî görevi yanında, pek çok talebe yetiştirmiş ve eserler yazmıştır. Onun, diğer eserlerini bir kenara bırakalım. Talebelerine söyleyerek yazdırmak suretiyle vücuda getirdiği “el-Emâlî” isimli eserinin 300 (üçyüz) cilt olduğu söylenmektedir.

Yine bu babda İmam es-Suyutî de enteresan bir örnektir. Yazdığı eserlerin sayısı 730 civarındadır. Üstelik İmam es-Suyutî, eserlerinin çoğunu, 40 yaşından sonra uzlete çekildiğinde yazmıştır.

Keza Ebu Ali Hüseyin b. Muhammed el-Mâsercisî, “el-MÜsned” isimli 1300 (bin üçyüz) cüzlük bir eser yazmıştır. Yine Hadis ulemasından Ebu Hatim el-Abdevî’den, 10 kişi, 10.000 (on bin) cüzlük hadis yazmışlardır. Ebu’l-Fadl el-Felekî isimli alimin, 1000 (bin) cüzlük “et-Tabakât” isimli bir eseri vardır.

Son bir örnekle bitirelim: Hindistan’lı Rabbanî alim Muhammed Eşref Ali et-Tanevî merhum bu yüzyılın ortalarında vefat ettiğinde geriye, telif, imla, fetva ve vaz-u nasihatlerinin kaleme alınmasıyla vücuda getirilmiş 1000 (bin) ciltlik muazzam bir kütüphane bırakmıştı.

Bu doğrultuda daha pek çok örnek sayılabilir. Ama ibret almasını bilenlere bu kadarı bile fazladır.

Şüphesiz ki onlar da birer beşer idiler. Hastalık, yorgunluk, yaşlılık, uyku ve dinlenme ihtiyacı, günlük meşguliyetler, resmî vazifeler, talebe yetiştirme ve benzeri hususlar onlar için de geçerliydi. Üstelik onlar, ibadat-u taatlerini da hiç aksatmayan insanlardı. Hatta kendilerine vird edindikleri nafile namaz, Kur’an tilaveti gibi şeyler de vardı. Ama onlar, bütün bunlara ve değindiğiniz zor şartlara rağmen bu kadar eseri meydana getirebildiler. Bu, tabii ki onların ihlaslarından, samimiyetlerinden, sa’y-u gayretlerinden ve dolayısıyla Allah Teala’nın (c.c) onlara yardımından kaynaklanıyor.

Geçmiş ulemaya bu kadar atıf yapıyoruz. Elbette bunun bir sebebi var. Onların himmetleri, gayretleri, sabırları, ilmî kapasiteleri, ihlas ve takvaları şimdiki insanlarla kıyas kabul etmez bir üstünlüğe sahip. Geçmişte öyle çalışmalar yapılmış ki, bugün bunları bizim havsalamız almıyor.

Bakın size birkaç örnek vereyim: Yakın geçmişte yaşamış bir alım, Muhammed Zahid el-Kevserî (rh.a). Talebesi merhum Abdülfettâh Ebû Gudde’nin naklettiğine göre el-Kevserî merhum, el-Aynî’nin “Umdetu’l-Kaarî” isimli eserini 20 kere baştan sona mütalaa etmiştir. Burada yapılan iş, “okuyup geçmek” değil. İnceleyerek okumuş. el-Aynî’nın bu eseri, “Sahîh-i Buhârî”ye şerh olarak yazılmış ve bir kaç baskısı yapılmıştır. Bendeki baskısını esas alarak söylüyorum: Bu eser büyük boy 24 cilttir ve her sayfasında ortalama 30’dan fazla satır vardır. Üstelik küçük harflerle dizilmiştir.

Şimdi bırakalım el-Aynî’nin bu eserini, onun aslını teşkil eden “Sahîh-i Buhârî”yi bu insanların kaçı baştan sona okumuştur acaba? Bu kitaptan metni ile senedi ile kaç hadisi ezberden nakledebilirler? Buna ben de dahilim. O halde eğri oturup doğru konuşalım; biz bu ilim mirasının liyakatli evlatları değiliz.

..Mesela bir hadisin Kur’an’a uygun olup olmadığını nasıl tespit edeceğiz? Günümüzde yaygın olarak yapılan şudur: Ben bir A şahsı olarak Kur’an’ı açıp okuyorum ve kendime göre bir Kur’an anlayışı geliştiriyorum. B şahsı da aynı şeyi yapıyor ve o da kendisine göre farklı bir Kur’an anlayışı geliştiriyor. Şüphesiz burada kişilerin ilmî seviyeleri, altyapıları, yetiştikleri kültürel ortam vs. gibi pek çok unsur belirleyici oluyor ve bunun neticesinde de farklı Kur’an anlayışları ortaya çıkıyor.

Sonra bu A şahsı veya B şahsı çıkıp diyor ki: Falanca hadis Kur’an’a aykırıdır.

Ama oturup düşünmüyoruz ki, acaba bizim Kur’an’dan anladığımız şeyin doğru olduğunu kim belirleyecek? Bunu bize kim garanti edebilir? Şu halde güvenilmez olan, Kur’an’a aykırı olduğu söylenen hadisler midir, yoksa Kur’an anlayışları mıdır? Bu, hayati önemi haiz bir sorudur ve cevabı henüz tatmin edici bir şekilde verilebilmiş değildir..

Beyan: Malum çevreler Sünnet’i tamamen yok saymıyorlar, işlerine gelenleri kabul ediyorlar. Bu duruma ne diyebiliriz?

E.S: Sünnet’in tamamen devre dışı bırakılmasıyla, sözünü ettığiniz bu anlayışın temelde bir farkı yoktur. Çünkü tıpkı Kur’an gibi Sünnet de, bizler uyalım, tabi olalım diye vardır. Nasıl Kur’an ayetleri içinden işimize gelene uyup, işimize gelmeyeni terk etmek gibi bir selahiyetin sahibi değilsek, aynı şey Sünnet için de geçerlidir. Allah Teala (c.c) Kur’an’da, “Şu şu ayetlere uymak zorundasınız, ama şunlara uymak zorunda değilsiniz” gibi bir çerçeve çizmediği gibi, Hz. Peygamber (s.a.v) de -özellikle dinin tebliği, Kur’an’ın beyanı ve ilahi emirlerin pratik hayata yansıması bağlamındaki- Sünnetler hakkında böyle bir ayrım yapmış değildir. Ümmet’in uymakla yükümlü olduğu Sünnetlerin diğerlerinden nasıl ayırdedileceği, bu konudaki kriterlerin neler olduğu, ulemamız tarafından yapılan çalışmalarla ortaya konmuştur.

Mesela Malikî mezhebi alimlerinden el-Karâfî’nin, “el-İhkâm” isimli eseri, bu konuda zikredilmesi gereken temel eserlerden birisidir. el-Karâfî bu eserinde, Hz. Peygamber (s.a.v)’in uygulamalarını, “Resul”, “Devlet Başkanı”, “Kadı” ve Müftü” sıfatlarıyla yapılmış tasarruflar olarak taksim ediyor ve bunlar içinde bağlayıcı olanların hangileri olduğunu gerekçeleriyle izah ediyor.

Yine İmam Mâlik’e, içinden çıkamadıkları yirmi küsür soruyu sorarak cevabını alması için uzak bir diyardan bir adam gönderirler. Adam günlerce yol teperek Medine’ye, İmam’ın meclisine gelir. Ders bitince adam durumunu İmam’a ileterek soruları sormak istediğini söyler. İmam müsaade eder ve adam o yirmi küsür soruyu teker teker sorar. İmam bu soruların büyük bir kısmına cevap vermeden susar. Birkaçına karşılık olarak Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh demekle yetinir ve geriye kalan bir-iki soruya cevap verir. Adam,

– Ya İmam! Sen ne yaptın? Ben sana yirmi küsür soru sordum. Sense sadece bir-ikisine cevap verdin. Şimdi ben memleketime dönüp ne diyeceğim? der. İmam Mâlik’in cevabı oldukça ilginç ve ibretlidir:

– Mâlik bu işin altından kalkamadı, beceremedi dersin.

Dikkat edin, bu cevabı veren kişi, Medine alimlerinin ve ünlü Medine’li Yedi Fakih’in ilimlerinin varisi olan İmam Mâlik’tir!

Yine bizim ulemamız arasında adeta darb-ı mesel olan bir söz vardır: Hoca’nın talebesine vereceği en önemli şey, kendisine sorulan her soruya cevap verme gayretkeşliğine girişmeksizin, bilmiyorum demeyi öğretmesidir derler.

Takva, edep ve tevazu, ilim adamı olmanın vazgeçilmez şartlarıdır. İslam ilim tarihi bu hususun sayısız örneklerinin en canlı şahididir. Oysa günümüzde adı ilim adamı na çıkmış olan kimselere bakıyorsunuz, adeta bilmedikleri bir şey yok. Her şeyi biliyorlar. Hatta her şeyin en iyisini ve en doğrusunu onlar biliyorlar. Sadece adı ilim adamı na çıkmış olanlar mı? Sıradan bir öğrenci, esnaf ve iştigal sahası İslamî ilimler; olmayan söz gelimi bir mühendis, bir doktor dahi İslam ile ilgili konularda fütursuzca ahkâm kesmekten geri durmuyor.

Teknolojik medeniyet sizin evinize sivrisinek girmesin diye size elektronik tabletler verir, bir anlamda zehir püskürten aletler verir; İslam medeniyeti ise pencerelerin önüne fesleğen dikmeyi öğretir.
Yani bir Müslümanın çevresini Müslümanlaştırmasıdır İslam Medeniyeti.
Bir kere Modernizm denilen ve ilerleme olarak görülen anlayış ahlaksızdır. Temelinde, yeryüzünün kuzeyini ve batısını, güneyini ve doğusunu her alanda sömürmesi vardır. Bu sömürü olgusunu gözden uzak tutarak modern Batı medeniyetini doğru anlamak mümkün değildir. “Biz de ilerlemeliyiz” demek, “Biz de sömürelim, yeryüzünün, ekolojik dengenin tahribatına, tabiattaki birçok canlı türünün yok olmasına, ozon tabakasındaki deliğin büyümesine, denizlerin, karaların, insanların kirlenmesine biz de katkıda bulunalım” demektir.Bir kere Modernizm denilen ve ilerleme olarak görülen anlayış ahlaksızdır. Temelinde, yeryüzünün kuzeyini ve batısını, güneyini ve doğusunu her alanda sömürmesi vardır. Bu sömürü olgusunu gözden uzak tutarak modern Batı medeniyetini doğru anlamak mümkün değildir. “Biz de ilerlemeliyiz” demek, “Biz de sömürelim, yeryüzünün, ekolojik dengenin tahribatına, tabiattaki birçok canlı türünün yok olmasına, ozon tabakasındaki deliğin büyümesine, denizlerin, karaların, insanların kirlenmesine biz de katkıda bulunalım” demektir.
Şimdi Yaşar Nuri ve o anlayışta insanlar henüz yokken Türkiye’de modern hayat yaşayan kesimin dine yaklaşımı şöyleydi: “Biz de Müslümanız. Ama ibadet edemiyoruz. Günahkarız.”
Bir saygı duyuyorlardı dindar kesime. Ama Yaşar Nuri Öztürk ve o çerçevede düşünen insanların çabaları sonucu bu insanlarda halka karşı şöyle bir düşünce oluştu: “Sizin dininiz yanlış. Siz bidat ve hurafe içinde yüzüyorsunuz. Asıl İslam bizim yaşadığımız dindir.” Bir zamanlar dinden uzak olduklarını düşünen insanlar, şimdi Yaşar Nuri’nin sayesinde asıl dindarlar olduklarını söylemeye başladılar.
Hiç düşünmeden seküler/rasyonel aklı birinci sıraya koyduk ve dinimize, tarihimize Batılı akılla yaklaştık.
Bir kere ait olduğumuz dini, kültürü ve medeniyeti kavrama, içselleştirme konusunda ciddi sıkıntılarımız var. Bize intikal eden ilmi bırakın ihya yı, ihata etmenin bile fersah fersah uzağındayız. Tarihî çarpık okuyoruz, dolayısıyla bugüne miyop bakıyoruz.
Malum olduğu gibi zihinlerin son derece karışık olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Böyle bir dönemde itikadın muhafaza edilmesi her şeyden daha önemli. Bir sürü yayın organı, dergi, gazete, kitap vs. piyasayı doldurmuş durumda. Modalaşan akımlara ve fikirlere kapılmadan, bunlar arasında Ehl-i Sünnet çizgiyi temsil ve müdafaa edenlerin özenlere seçilerek alınması ve özümsenerek okunması gerekiyor.
Modernistlerin ortak temel kanaatlerini oluşturan en esaslı argüman, Kur’an’dan başka güvenilecek bir kaynak olmadığı ve esasen böyle bir kaynak aramanın Kur’an’a aykırı olduğu tezidir.
Sünnet’i devre dışı bırakan, Sünnet’siz bir Kur’an, Peygambersiz bir din anlayışı İslami bir anlayış olamaz.
Sıradan bir öğrenci, esnaf ve iştigal sahası İslam ilimler olmayan söz gelimi bir mühendis, bir doktor dahi İslam ile ilgili konularda fütursuzca ahkam kesmekten geri durmuyor.
Takva, edep ve tevazu, ilim adamı olmanın vazgeçilmez şartlarıdır. İslam ilim tarihi bu hususun sayısız örneklerinin en canlı şahididir.
..bilmek yeterli değil. O bilginin gereği olarak amel emek gerekiyor. Kişinin bildiklerini önce hissetmesi, yaşaması ve tatbik etmesi lazım. Aksi halde bir kimsenin alim sıfatını hak etmesi mümkün değildir.
Asıl gaye Allah’ın rızasıdır ve bu gayeye ancak, yine Allah’ın çizdiği yol ve yöntem izlenerek ulaşılabilir. Allah Teâlâ hiç kimseye hak etmediğini vermez ve hiç kimseyi layık olmadığı mevkie yükseltmez.
İslam dini -malum olduğu üzere- hayatın her alanına hitap eder ve insanı, yaşadığı hayatın -hangi tarih ve coğrafyada olursa olsun- Allah’ın rızasına göre tanzim etme mükellefiyeti ile kuşatır. Bu, kişinin kalbi ve vicdani dünyasından başlayıp, aileye, oradan da topluma yayılan bir süreçtir.
Modernizm bir sapmadır. Fikri anlamda bir sapmadır; hatta zaman zaman imana taalluk eden handikapları vardır. Dolayısıyla sokaktaki insanın bu akıma paçayı kaptırmaması lazımdır. Bizim için önemli olan, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat akidesinde oluşturulmuş sisteme olabildiğince sıkıca yapışmaktır.
..eğer siz şu ya da bu şekilde Kur’an ve Sünnet nasslarının tarihsel olduğunu söylüyorsanız, bunun sizi götüreceği nihai nokta laikliktir, sekülarizmdir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir