İçeriğe geç

Söz Mezbahası Kitap Alıntıları – Eduardo Galeano

Eduardo Galeano kitaplarından Söz Mezbahası kitap alıntıları sizlerle…

Söz Mezbahası Kitap Alıntıları

Dostlarımızdan bizi tanrı korusun, çünkü düşmanlarımızla ben kendim başederim.
Söz bir silahtır ve iyiliğe olduğu kadar kötülüğe de yarar: cinayetin suçu asla bıçağa yüklenemez.
Birkaç yıl önce tanıştığım dostum hapiste yaklaşık otuz kilo vermiş. Şimdi ise çok daha zayıf, üstelik işkence içine işlemiş, onu ezip geçmiş, ona damgasını vurmuş. Bana kahve koyarken elleri titriyor, ayağa kal­karken bana çarpıyor, yere düşen çakmağı alamıyor, birşey içerken ve yerken dik­kat etmesi gerekiyor. Kurban rolünü oynamak istememekte. Bunun siyasal mücadelesinin bedeli olduğunun ve insanın devrimci, siyasal bir inatlaşmaya
girdiğinde hep üste vermesi gerektiğinin açıkça bilincinde.
Bedava olan tek şey ise bolluğundan geçilmeyen hastalıklar.
Yoksul mahallelerinde şiddet egemendir. Öfkelerinden başka neleri vardır ki?
Sanki zaman durmuştu, şimdi değil, birkaç bin yıl önce.
1959’a kadar Tibet’de hâlâ kölelik vardı. Tang Yeng sekiz yaşındayken ebe­veyni ona bakamayacığı için kendisini bir büyük toprak sahibine satmış. Tang Yeng Lhasa’nın kuzeybatısındaki dağlar arasında bir vadide bir avuç buğday ve birkaç lokma kara ekmek için gün doğuşundan geceyarılarına kadar çalışmaktaymış. Bir işgünü en az 14 saatmiş: Daha güneş doğmadan koyunlara yem vermemiz ge­rekiyordu. Sonra tarlaya gidiyorduk. Bizi çavunla kırbaçlıyorlardı. Ancak akşamın geç saatlerinde, koyunlar ve develeri yemledikten sonra, saman yığınlarının üzerine koyunların yanına yatabiliyorduk. Bu kışın böyleydi. Yazın ise atların ahırında ya­tıyorduk.”
Emperyalist egemenliğin izleri baskıcı ül­kelerin kendilerine verilen serbest bölgelerde kurdukları yapıların mimarisinde bugün hâlâ farkedilmektedir; Şanghay ve Wuhan’ın yüksek damlarından herbir ül­kenin mimarisini çıkarabiliyorum: Japonların egemenlik alanı şuraya kadar ula­şıyormuş, şurada Kuzey Amerikanınki, biraz daha ilerde Fransızlarınki bitiyormuş, bitişiğinde İngilizlerin bölgesi ve nihayet Almanlarınki.
Sözcüklerin susmaktan daha değerli olmadığı yerde susmak ve umut etmek yeğdir.
İşte günlerim ve gecelerim,
öylesine birbirine benzeyen.
Seninle buluşmak isterdim,
özlüyorum seninle buluşmayı,
ancak iki bireyin buluşabileceği gibi.
Benim için bundan daha büyük bayram olamaz.
işte yaşamım, arındırmak istediğim,
işte gözlerim, yıkamak istediğim,
birbirimize bakabilmek ve yeniden keşfedebilmek için.
Ah tatlı öpücük,
Şişeye kondurduğum
Gerçek erkekler Tissot saatleri takar.
Venezuella kişi başına düşen en yüksek İskoç viskisi ve Fransız şampanyası tü­ketimine sahiptir.
Satılık bedenlerin garip öcü. Eskiden beri bildiğimiz birşey. Fahişelik erdemin bir yan ürünüdür. Tam tüketim toplumu, ikiyüzlülükle yine bu toplumun tabularını ve yüksek ahlak beklentilerini korumak için kendilerini kullananların hizmetlerini ayıp­lamaktadır. Fahişeler de elbiseler gibi üretilir. Onlar tüketim mallarıdır; eskiyen giysiler atılır. Okuyup yazamayan ve yaşamları aşağılanma ve yoksulluk tarafından kemirilen bu kadınlar, kendilerine sevgi için fiyat listelerinin bulunmayacağı daha iyi bir toplumda insan olarak haklarını geri verebilecek bir ayaklanmadan habersizdirler.
Bunun yerine bir tür ters büyücülükle kendi kendilerini canlandırmakta ve dinsel dü­zeye yansıtmaktadırlar. Onlar sistemin kendilerini kötüye kullanmak ve aşağılamak için yarattığı imgenin eşini canlandırmaktadırlar, ancak burada unutulmaması gereken bir nokta vardır. Onların çizdiği kendi portrelerinde yalnızca negatifi gör­mekteyiz: Aşağılama nesnesi tapınma nesnesine yücelmektedir. Nefret özveriye yol açar. Fahişe kendi kendisini azize yapmaktadır. Kancık bir köpek mi olduğumu sandınız? Ben bir tanrıçayım. Yaralanması olanaksız biri.
Herkes içiyor,
Herkes yiyor,
Tek ben hava alıyorum.
Kafa iyileştikçe sağlık da düzeliyormuş. Bunu kanıtlamak için de geçen yıl evlendiğini söylüyor.
Sanki zaman durmuştu, şimdi değil, birkaç bin yıl önce.
1911 devriminden önce doğan kız ço­cukların küçücük ayakları büyümemeleri için bağlanıyordu. Erkekler ancak mi­nicik ayaklı kadınları güzel buluyordu.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
ABD hala dünya halklarını aldatmakta, savaş ortamı yaratmakta, silahlanmakta ve dünyayı atom savaşı ve silahlı kışkırtmalarla tehdit etmektedir.
Sağ her zaman devrimcileri psikoanalistin divanına yatırmaya meraklıdır, amacı, onların koşulları zorlama eğilimini, sanki mücadelecilik ve si­yasal angajman geç verilmiş bir biberon ya da çok gerilerde kalmış bir kişilik ya­ralanmasının sonucundan başka birşey olamazmışcasına çocukluktaki bir frust­rasyon olayına indirgemektedir. Che devrimin kardeşliğin en temiz, ama aynı zamanda da en çetin ve en güç biçimi olduğunun canlı bir örneğidir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Latin Amerika davasının bu büyük savaşçısı Arjantin ordusu tarafından çü­rüğe çıkarıldı.
Çocuğun yü­zükoyun uyumaması için babasına onca yıl oğlunun yatağı başında gece nöbeti tutturan sürekli astım krizleri Ernesto’yu kulüp arkadaşları maçın sonunda onu sa­hadan taşımak zorunda kalsalar bile, futbol ve rugby oynamaktan alıkoyamamıştı.
Astım onun dördüncü sınıftan başlıyarak okula gitmesine engel olmuştu, ancak o kendi başına sınavları vermeyi ve sonra da lise de parlak notlar almayı başarmıştı.
Astımla savaş Che’nin verdiği ilk mücadeleydi ve bunu da kazandı.
Özgürlükleri uğruna savaşan halklar için tek yol olarak silahlı mücadeleye ina­nıyorum ve inançlarımda kararlıyım. Pek çok kişi bana serüvenci diyecektir, gerçekten de öyleyim; ancak ben farklı türdenim. Ben inançları uğruna yaşamlarını or­taya koyanlardanım. Belki de bu son mektubumdur; ölümü aramıyorum, ancak olasılıklar yasasına göre o da hesaba katılmalıdır. Haklı çıkacak olursam sizi son bir kez daha kucaklamak isterim. Sizleri çok sevdim, ne yazık ki duyarlığımı dile ge­tirmeyi başaramadım. Davranışlarım çok kaba olabiliyor ve sanırım zaman zaman anlaşılamadım. Ama öte yandan da beni anlamak kolay değildi; ancak bugün bana inanın, lütfen. Bugün bir sanatçı coşkusuyla bilediğim iradem bir çift bitkin bacakla bir çift tükenmiş ciğeri harekete geçiriyor. Bunu başaracağım Ara sıra 20. yüzyılın bu küçük condottierosunu anımsayın.
Tek kültür geri kalmışlık demektir; Che bunu çok net biçimde açıkladı ya da Che’nin hep söylediği gibi, devrim ancak öz­ veriyle kazanılır, azizim. Yoksa herşeyin bir anda olup bitivereceğini mi sanıyorsun?
Dostlarımızdan bizi tanrı korusun, çünkü düşmanlarımızla ben kendim ba­şederim.
Rejim diktatörlüğün zulüm ve dehşet salışını maskelemek için vatan, aile, gelenek, mülkiyet gibi büyük sloganlar kullanmaktadır. Bu durumu kabullenmeyen ya da başkaldıran; yaşamını, özgürlüğünü ya da en azın­dan belgelerini yitirir ve onu aforoz edilmiş biri gibi yurtsuz ve yabancı bir isimle dünyada oradan oraya dolanmaya mahkum ederler.
Düşünmek yasaktır.
Rejim düşünenin komplo da kuracağından boşuna kuşkulanmamaktadır. So­kaklarda yoksulluk ve eli kolu bağlı öfkeden geçilmemektedir. İktidarın büyük burjuvaziden gelen siyasal danışmanları da yoktur artık. Kendi yarattığı kriz tarafından köşeye sıkıştırılmış ve gençlik arasında hızlanan bilinçlenme sürecinin tehdidi al­tındaki rejim silaha sarılmaktadır. Gün silahlı bürokrasinin günüdür. Askerlerin gider ve maaşları inanılmaz boyutlara ulaşmakta.
Benim ülkemde özgürlük siyasal mahkumlar için bir hapishanenin, demokrasi ise çeşitli terör rejimlerinin adıdır; sevgi sözcüğü insanla arabası arasındaki ilişkinin tanımı sayılmakta, devrim’dense mutfaktaki yeni bir bulaşık deterjanının etkisi an­laşılmaktadır; erinç belli bir firmanın iyi cins bir sabununun sağladığı şeydir ve sonsuz mutluluk duygusu da sosis yerken ortaya çıkar.
Söz bir silahtır ve iyiliğe olduğu kadar kötülüğe de yarar: Cinayetin suçu asla bıçağa yüklenemez.
Sınırlarımızın bilincinde olmak sonuçta gerçeğimizin bilincinde olmaktır. Tüm bu sisin, umutsuzluk ve kuşkuların içinde sorunlarla yüz yüze gelmek ve onlarla kı­yasıya mücadele etmek olasıdır: Sınırlarımızı çok iyi bilerek, ancak yanısıra da on­ları zorlayarak.
Kendi gölgeleri ve labirentleriyle bitmez tükenmez monologlarını sürdürenlerin sözden kaçınmalarını anlayabiliyorum, ancak insan varlığının lağım olmadığı gö­rüşünü paylaştığımız kişiler için sözün bir anlamı vardır. Bizler hayran değil, söz yöneltebileceğimiz kişiler arıyoruz; gösteri değil, diyalog sunuyoruz.
Sınırlarımızı bilmek güçsüzlüğümüzün bilincine varmak değildir.
Tanrı değiliz ama solucan da değiliz.
Biz üstesinden geldiğimiz şeyiz ve özellikle de neysek onu değiştirmek için gösterdiğimiz çabayız: Benliğimizi bulmamız eylemde, mücadelede yatmaktadır. Bu nedenle ne olduğumuzun ortaya çıkarılması ister is­temez bizi olabileceğimizi olmaktan alıkoyan şeylerden davacı olmayı da kapsamaktadır. Kendimizi engele meydan okuyarak ve karşı koyarak belirleriz.
Açlık ve okuma yazma bilmeme varolduğu ve güçlüler hiçbir ceza görmeksizin toplu aptallaştırma ni­yetlerini kitle iletişim araçlarının yoğun etkinlikleriyle gerçekleştirebildikleri sürece, tam bir iletişim girişimi olarak edebiyata ket vurulacağı akla yakın görünmektedir.
İşsiz genç insan sayısının günden güne arttığı bu nüfusu genç Ülkelerde, saatli bombanın tiktakları yöneticileri gözü açık uyumaya zorlamaktadır. Çok çeşitli kül­türel yabancılaştırma yöntemleri, doping ve kısırlaştırma araçları giderek daha büyük önem kazanmaktadır. Bilincin kısırlaştırılmasındaki koşullandırma, doğum kontrolü programlarından daha başarılı olmaktadır. Bir bilinci denetim altına almanın en iyi yolu, onu düpedüz yasaklamaktır.
Fotoroman ve yerli televizyon dizileri beğeniden yoksun, değersiz yapıtlar ola­rak her bir ülkenin toplumsal ve siyasal sorunlarından tümüyle uzak beyaz camdan geçip gider; ithal televizyon dizileri Batı demokrasisinin demokrasisi ni, şiddet ve ket­çapla birlikte satmaktadır.
Bir sigara, bir araba, bir Şişe viski ya da bir saat ansızın büyülü nitelikler kazanabilir: İnsana kişilik verebilir, yaşamda zaferler ka­zandırabilir ve mutluluk ve başarı duygusunu yaşatabilir. Zengin ülkelerin, tüketim marka ve moda fetişizmi, yabancı kahraman ve örneklerin yaygınlaşmasına koşut gider.
Savurganlık, teşhircilik, vicdansızlık nefret değil hayranlık uyandırır. İnsan ruhuna kadar herşey alınabilir, sa­tılabilir, kiralanabilir, tüketilebilir.
Her dakika bir çocuğun hastalık ya da açlıktan öldüğü ül­kelerimizin bugünkü koşullarını yazmayı sürdürmek için kendimize bir de bizi ezen­lerin gözüyle bakmamız gerek. Kitle, bu düzeni doğal, Tanrı buyruğu bir düzen olarak kabullenmeye alıştırılır; sistem vatanla özdeşleşir, öyle ki rejime düşman kişi hain ya da dış ülke casusu durumuna düşer. Güçlülerin yasası kutsal kitap durumuna getirilir ve bu yasa aşağılanmış halkların başlarına gelenleri yazgıları olarak kabullenebilecekleri biçimde sistemden yanadır.
Dünya nimetlerinden yararlanma az sayıdaki kişinin saklı hakkı olduğundan, halkın çoğunluğu düşlerle yetinmek zorundadır. Yoksullara zen­ginlik, ezilmişlere özgürlük düşleri satılır, yenilmişlere zafer düşleri sunulur ve güçsüzlere güç aldatmacaları yutturulur.
Sağır ve dil­siz bir kültürün ortasında bize kulak verilmesini sağlayabilir miyiz? Bizim ülkelerimiz suskunluk cumhuriyetleridir.
Ne var ki başkaları kavramı çok belirsizdir; insanın rengini belli etmesi gereken kriz dönemlerinde tarafsızlık yalana çok benzeyebilir.
Özgür olmayan bir toplumda, özgür edebiyat yalnızca suçlama ve umut olarak varolabilir
Bir bilinci denetim altına almanın en iyi yolu ,onu düpedüz yasaklamaktir
Ekonominin güç merkezleri ülkemize makineler patentler ve ideolojiler ihraç etmektedir . Latin Amerika’da dünya nimetlerinden yararlanma az sayıdaki kişinin saklı hakkı olduğundan halkın çoğunluğu düşlerle yetinmek zorundadır. Yoksullara zenginlik ezilmişlere özgürlük düşleri satılır yenilmişlere zafer düşleri sunulur ve güçsüzlere güç aldatmacalari yutturulur..
Insan ölümün gizlendiği yeri keşfetmek ve içimizde pusuda bekleyen hayaletleri yok etmek için yazar
Bizim ülkelerimiz suskunluk cumhuriyetleridir
Kişi kendisini başkalarına anlatma,onlarla bağlantı kurma, acı olayları duyurma ve sevincini paylaşma gereksinimden yazar
Sözcüklerin susmaktan daha değerli olmadığı yerde susmak ve umut etmek yeğdir
Haydi yürüyelim, vatanım..
. sana eşlik edeceğim,
Bana gösterdiğin dipsizliklere ineceğim..
Acı dolu kupam
içeceğim,
Görebilesin diye kör kalacağım..
Şarkı söyleyebilmen için
dilsiz..
Ölmemen için
öleceğim.
Sistemin farklı düşünceleri altına aldığı ablukaya karşı koymaya yaramayacaksa bir edebiyata ne gerek var ki ?
Kitle, düzeni doğal,Tanrı buyruğu bir düzen olarak kabullenmeye alıştırır;sistem vatanla özdeşleşir,öyle ki rejime düşman kişi hain ya da dış ülke casusu durumuna düşer,güçlülerin yasası kutsal kitap durumuna getirilir ve bu yasa aşağılanmış halkların başlarına gelenleri yazgıları olarak kabullenecekleri biçimde sistemden yanadır.
Yapıt yazarın yaralı bilincinden kaynağını alır ve dünyaya yansır: Yaratma eylemi her zaman da yaratıcısının sağlığında amacına ulaşmayan bir dayanışma eylemidir.
Baskı sayısı ve sürüm her zaman bir kitabın gerçek erimini yansıtmaz. Bazen
yapıt görünüşteki yaygınlığından çok daha büyük bir etki yapar; kimi kez, eğer
yazar bunları kuşku ve yalnızlaşma olarak kendi içinde yaşamışsa yapıt, daha yıllar öncesinden kitlenin soru ve gereksinimlerine yanıt verebilir.
İnsan ölümün gizlendiği yeri keşfetmek ve içimizde pusuda bekleyen hayaletleri yok etmek için yazar.
Latin Amerika’da uyuşturmak yerine sarsıp uyandıran, ölülerimizin cenazesini kaldırmak yerine onları ölümsüzleştiren, külleri savunnaktansa ateşi tutuştunnaktan yana olan bir edebiyat biçimlenmekte ve güç kazanmaktadır.
Benim ülkemde özgürlük siyasal mahkumlar için bir hapishanenin, demokrasi ise çeşitli terör rejimlerinin adıdır; sevgi sözcüğü insanla arabası arasındaki ilişkinin tanımı sayılmakta
Edebiyatın gerçeği kendine göre değiştirdiği varsayımı aptallık ya da megalomani olurdu. Ancak değişim için üstüne düşeni yapabileceğini yadsımak da
bana en az bunun kadar budalaca geliyor.
Tanrı değiliz ama solucan da değiliz. Sınırlarımızı bilmek güçsüzlüğümüzün bilincine varmak değildir
Bizler hayran değil, söz yöneltebileceğimiz kişiler arıyoruz; gösteri değil, dialog sunuyoruz. Yazmamızın kaynağında okurun elbette bize ondan gelmiş ve şimdi de yüreklendirme ve kehanet olarak ona dönmekte olan sözlerde kendini yeniden bulabilmesi için bir buluşma çabası yatmaktadır.
Biz üstesinden geldiğimiz şeyiz ve özellikle de neysek onu değiştirmek için gösterdiğimiz çabayız: Benliğimizi bulmamız eylemde, mücadelede yatmaktadır. Bu nedenle ne olduğumuzun ortaya çıkarılması ister istemez bizi olabileceğimizi olmaktan alıkoyan şeylerden davacı olmayı da kapsamaktadır. Kendimizi engele meydan okuyarak ve karşı koyarak belirleriz
Kanımca, yazarın yapabileceği katkı, onun halkının köklerine, tarihsel gelişimine ve yazgısına bağlılık derecesiyle, yanısıra da yükselmekte olan karşıkültürün nabzını, yaklaşımını ve ritmini algılayabilecek duyarlılığa sahip olmasıyla sıkı sıkıya ilişkilidir.
ülkelerdeki iktidarın maddi dayanağı dış merkezlere bağlı olduğu sürece, ulusal bir kültürün tam anlamıyla oluşup oluşamıyacağı da düşünülmelidir.
Bu soruya olumlu yanıt veremedikten sonra yazmanın ne anlamı kalmaktadır?
Sistemin kültürü, gerçeği maskeleyen ve bilinci uyuşturan bir yaşam yerine geçen nesneler kültürüdür.
Radyo, televizyon ve filmlerin dünyadaki eşitsiz düzeni haklı çıkarmak amacıyla yaydığı simgesel çağrıları tüketmek için okuma bilmeye bile gerek yoktur. Her dakika bir çocuğun hastalık ya da açlıktan öldüğü ülkelerimizin bugünkü koşullarını yazmayı sürdürmek için kendimize bir de bizi ezenlerin gözüyle bakmamız gerek. Kitle, bu düzeni doğal, Tanrı buyruğu bir düzen olarak kabullenmeye alıştırılır; sistem vatanla özdeşleşir, öyle ki rejime düşman kişi hain ya da dış ülke casusu durumuna düşer. Güçlülerin yasası kutsal kitap durumuna getirilir ve bu yasa aşağılanmış halkların başlarına gelenleri yazgıları olarak kabullenebilecekleri biçimde sistemden yanadır.
işte günlerim ve gecelerim..
öylesine birbirine benzeyen.
Seninle buluşmak isterdim..
..özlüyorum
seninle
buluşmayı..
ancak iki bireyin buluşabileceği gibi.
Benim için
..
bundan daha büyük bayram olamaz.
işte yaşamım,
arındırmak istediğim..
işte gözlerim..
yıkamak istediğim
birbirimize bakabilmek
ve yeniden keşfedebilmek için.
Haydi yürüyelim, vatanım..
. sana eşlik edeceğim,
Bana gösterdiğin dipsizliklere ineceğim..
Acı dolu kupam
içeceğim,
Görebilesin diye kör kalacağım..
Şarkı söyleyebilmen için
dilsiz..
Ölmemen için
öleceğim.
Kavşakta yedi kılıç durur.
Birincisi yeli havada keser.

İkincisi denizin dalgalannı,
Üçüncüsü inananı vurur.
Diğer dördü Lusifer’indir.
Çünkü
Tann iyidir,
Şeytan da kötü değil.
Selam olsun tanrıya,
Selam olsun şeytana.
Selam olsun şu buz gibi dünya üzerindeki
bahtsız zenciye.

bir vitrinde ..
buğdayı ekenlerden biri neden yiyecek birşeyi olmadığını sormaya kalkıştığında devreye sokulan işkence araçları sergilenmişti. Kızgın halde bileklere geçirilen ve eti kemiğe kadar dağlayan demir halkalar; kalbi ya da gözleri söküp çıkarmak için kıskaçlar; kırbaçlar ve boyunduruklar. Bir yanda daracık tahta kafesler, diğer yandaki bir vitrinde kölelerin canlı canlı yüzülmüş olan derileri asılı duruyordu. Daha beş yıl öncesine kadar bunlar gözdağı vermek amacıyla gösteriliyordu, bugün ise yalnızca aşılmış bir karabasana tanıklık ediyorlar.
Ancak birşeyi daha öğrenmek istiyorum. Kişisel bir merak. Malraux Çu En-Lay’ın, romanlarından en sürükleyicisi olan Condition humaine in kahramanı
Kyo’nun prototipi olduğunu söylemiştir. Çu En-Lay kaşlarını kaldırıyor, gülümsüyor ve şöyle diyor:
Neden söz ettiğinizi bilmiyorum; bu konuda hiçbir şey bilmiyorum; bundan
hiç haberim yok.
Rahat mı?
Mandarinlerin bu uygar torunu görgülü tutumunun ardında savaşın gerginliğini gizlemektedir. Bu adam kırk yıldan fazla bir süre devrimin siperlerinde büyük yararlılık göstermiş ve daha eğitim için Paris’e gitmeden önce Marksizm-Leninizmle uğraşmıştır.
Çu -En-Lay sorularımı Fransızca ya da İngilizce yanıtlamayı reddetti.
Nedenini de Bizi burada, Çin ‘de yıllarca yabancı dillerde konuşmaya
zorladılar. Bugün artık Çin ‘de Çince konuşuyoruz , diye açıkladı.
Bizi çalışma odasında, ayaklanın dibinde köpekleri, arkasında uzun kitap dizileri ve yazı masasında açık duran Jorge Abelardo Ramos’un son yapıtıyla karşıladı: Güç aptallaştırır , dedi gülümseyerek, yüzünden keyifli olduğu anlaşılıyordu. Ancak şimdi, sürgünde okumaya zaman buluyorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir