İçeriğe geç

Son Sefarad Kitap Alıntıları – Beyazıt Akman

Beyazıt Akman kitaplarından Son Sefarad kitap alıntıları sizlerle…

Son Sefarad Kitap Alıntıları

Hamdullah, Daha kötüsü, dedi. Bir kütüphane yakarsın, on tanesi ayakta kalır. Bir sayfa yırtarsın, diğer sayfalar sana yeter. Senin gördüğün o türden bir şey değil. Çok daha vahim. İnsanlar kendi harflerine yabancı kalacaklar, kütüphaneler ve kitaplar ayakta kalacak ama onları okuyamayacaklar, anlayamayacaklar
Yanan bir kâğıdı bir su söndürür, yanan bir bedene bir merhem fayda eder. Peki ya yanan bir ruha ne iyi gelir?!
Gözün görmediğini, kulağın duymadığını ruh biliyor, kalp hissediyor. Eğer ruh ve kalp, geldikleri yeri unuturlarsa, o zaman beden de kayboluyor, şaşırıyor, bocalıyor. Bedene bağlı kalan insan kayboluyor, manaya güvenen ise yeryüzünde cenneti yaşıyor.
Erkek gibi savaşamadığın için şimdi karı gibi ağlıyorsun!
Büyük yenilgiler de büyük zaferler kadar önemlidir.Yeter ki,insan vakarı elden bırakmasın.
”Doyulmaz dünyaya, ” diye ekledi Hamdullah. ” Doymayı sakın bekleme. Sen hep aç kalırsan eğer, belki o zaman doyarsın dünyaya. Zira nefis diri oldukça insanoğlu aç kalmaya mahkumdur.! ”
Her şey, özünü arar, özünü bulur, özüne döner. Buna da irca derler. İnsanoğlu bedenle başlar, sonra ruhla bütünleşir, yaşama geçer, elbet yaşam da biter sonra beden yine özüne, toprağa döner. Peki ya ruh? O’nun özü nedir?
Tanrı’yı anlamak için aklı bastırmak değil, onu tam potansiyelinde kullanmak gerekiyordu!
Anlaman, inanmanı pekiştirir, inanç ve mantık çift görünür ama birdir. Onların yolu ayrı gibi görünür ama Doğru’ları tektir.
Trajikomik olan şuydu ki,ben bunu yıllar sonra ancak anlayacaktım, binlerce Arapça yazılı İncili sapkınlık kitabı sanarak yakmış, bir o kadar da Latince Kur’an ve Muhammedilerin öğretilerinden bahseden kitabı yine sırf Latince olduklarından İncil sanarak saklamıştık.
Bir çorbaya söz geçiremeyen, ne kendine ne de dünyaya hükmedebilir! Sadece bir kaşık çorba deyip geçmeyeceksin. Şeytan insana kanından girer. Tek bir kaşıkla başlar insanın nefsine hükmü!”
Adıyaman dayım tatil de okuyabilecegim ödünç kitap verebilecek arkadaşım varmı
Bir çorbaya söz geçiremeyen, ne kendine ne de dünyaya hükmedebilir! Sadece bir kaşık çorba deyip geçmeyeceksin. Şeytan insana kanından girer. Tek bir kaşıkla başlar insanın nefsine hükmü!
İnsan kendi doğrusunu tek doğru bilmemeli. Elbet ona yürekten inanmalı, inandığını yaşamalı, amma bir başkasının doğrusuna el uzatmamalı
Diğerleri uyurken gözlerini açık tutanlar her zaman ödüllendirilir
Tanrı nin ne olmadığını anlatmak, ne olduğunu anlatmaktan daha güvenli bir yoldur.
Bir geminin yelkenleri ve bir kitabın sayfaları akıllı bir insanı istediği her yere götürür
İnsan, denizin ortasında bir damla bile olmadığını, ama damlasız da denizin olamayacağını anlar.
Tanrı dediğimiz şey üstün ve yüce her şeyden ayrı bir Varlık değil. Tam tersine, Tanrı Varlık’ın kendisi. Varlık onun bir sureti,suret ise Varlığin insan tarafından varlıklandırılmasıdır. Bu yüzden Tanrı nedit diye sormak saçmalıktır! Tanrı,kalp atısindadır,alıp verilen nefestedir
Allah ,Adem e kendi ruhundan üfledi ve onu kendi suretinden yarattı. Tabiattaki herşeyi onun emrine verdi ve onu tüm varlıklardan üstün yarattı. Adem, Allah in yeryüzundeki halifesidir. Fakat varlıktan üstün olmak,ondaki herşeyi kendi bünyesinde barındırmakla olur. Bu yüzden Adem, Alem ve Allah kelimelerinden mürekkeptir. Yıne aynı şekilde kadın da ınsan suretinde yaratıldığindan dişi,erkeğe,erkek de dısiye iştiyak duyar. Bu durum aslında varlığin kendi varlığına iştiyak duyması,benliğin kendini özlemesidir .. erkek kadınla birleşmesinde,kadın da erkekle birleşmesinde zevk ve şehvetten geçerken diğer insanın bedeninde Hakk ‘ı görur. Ancak pek çok insan bu gerçekten habersiz ruhu maddeden soyutlar ve gerçek Aşk ‘ın yerkne cesedi koyar. Varlığin aslına değil,suretine aşık olur
Bir geminin yelkenleri ve bir kitabın sayfaları akılli bir insanı istediği her yere götürur. Aslinda kitapların sayfaları da yelkenler gibi bembeyazdır,boştur. Onu anlamlı kılan insanın aklıdir
Elif’i anlayan harfleri anlar harfleri anlayan önce kendini sonra da kainatı anlar. Insan bilmediğini yazıyla ögrenir. Yazınin sonunda bu yüzden hep aydınlanma vardır. İnsana bilmediğinu kalemle öğreten O’dur.
Peki nokta elif olurda elif nokta olmaz mi? Satir kelimeye,kelime harfe,harf noktaya rücu etmez mi? Eder elbet. Herşey özünü arar, özünü bulur, özüne döner. Buna da irca derler. İnsanoğlu bedenle başlar, sonra ruhla bütünleşir, yaşama geçer , elbet yaşam da biter sonra beden özune , toprağa döner. Peki ya ruh?
Her elif bir kalptir. Diye devam etti hattat. Nokta,elif’e dönüşur, elif ise diğer harfleri belirler. Harfler kelimelere, kelimeler satırlara, satırlar cümlelere, cümleler kitaplara dönüstükçe nokta her aşamada kalb kanununu, yani birlikten çokluğa geçişi gösterir . çokluğun başlangıci Bir’dir, ve kelamın özunde bu Bir’lik yatar. İste bu Bir’liğin farklı şekilere dönüşmesine kalb denir. Ipligin kumaşa, kumaşin elbiseye; taşin duvara, duvarın binaya, damlanın okyanusa, zerrenin maddeye, dakikanin saate dönüsmesi bu ulu kanunun ispatıdir
Hayatımiñ en ironik anları Engizisyon’un sorgulama odalarında Muhammedcilere yapılan işgenceleri,yine onların buldukları kağitlara yazmak olmuştu
Doyulmaz dünyaya, diye ekledi Hamdullah. Doymayı sakin bekleme. Sen hep aç kalırsan eğer, belki o zaman doyarsın dünyaya. Zira nefis diri oldukça insanoğlu aç kalmaya mahkûmdur!
Ölümü anlamayan hayatı anlayamaz.
insanları kurtaramayan kişinin insanlığı kurtarmaya gayret etmesi gerekmektedir ki böylelikle insanlık kurtulunca insanlar yeniden doğar.İnsanlık ise kültürdür, mirastır, ilimdir; yüzyılların süzgecinden geçen satırların buluştuğu beyinlerdir.
İşte bu yüzden, yolunu bulması gereken insan önce kendini bilmeli,İstikameti bilmek, kendini bilmekle;kendini bilmek yeryüzünü ve evreni anlamakla başlıyor.Bir denizci, suların ortasında, hangi tarafa bakılırsa bakılsın aynı manzaranın göründüğü, 360 derece aynılığın merkezinde yapayalnızdır.Karalar görünmez, sular konuşmaz , her şey sus pus olur.Issızlık ve yalnızlık, hiçlik ve anlamsızlık, yokluk ve varlık kendisini insana hiçbir zaman olmadığı kadar derinden hissettirir.İnsan, denizin ortasında bir damla bile olmadığını, ama damlasız da denizin olmayacağını anlar.Suların ortasında hiç olmayacağı kadar anlar insan bir parça toprak olduğunu.Her toprağın bir parça yeryüzü olduğunu ve yeryüzünün bir parça evren olduğunu..
Bunu anlayan insan pusuladan farklı mıdır? Bir pusula Elifi olabilmek; bütün mesele bu!
Bir kralın büyüklüğü yönettiği toprakların genişliği ve büyüklüğüyle ölçülmez; hüküm sürdüğü topraklardaki adaleti ve liyakatiyle ölçülür! Bir el parçası kadar toprağa adil hükmeden imparator, dünyaya zulmeden kraldan daha büyüktür!
Sultan Bayezid
Haritalar insanı bir yerden başka bir yere götürür, ama çoğu zaman harita insana gideceği yeri değil, ona geldiği yeri, insana kendisini anlatır.
Dirilmek için dedi Hamdullah sanki aradıkları yeri bulmuş gibi durduktan sonra , ölmek gerekir. Sağ tarafına döndü ve girmek üzere oldukları büyük alanı kaplayan çiftlerin ortasındaki kapıyı açtı. Kapı üç ağaç parçasından ibaretti.

Bayezit çitlerin ardına baktığında şaşırıp kaldı. Önündeki yamacın eteklerinde yüzlerce mezar taşı yükseliyordu .

Hamdullah onu bir mezarlığa götürmüştü . Acaba bir yakını için dua mı edecek , diye düşünüyordu ki şehzade , Hamdullah , Bu dedi ilk dersimiz. Ölümü anlamayan hayatı anlamaz. Nereye gideceğini bilmeyen kaptana hiçbir rüzgar yardım etmez . Bundan sonra 40 gün boyunca her sabah namazından sonra bu mezarlığa gelecek , her gün 40 ayrı kişinin kimliğini hafızana kaydedecek , kırkına da Fatiha okuyacaksın .

“Cennet! diye bağırdı Kolombus. On hafta süren bir okyanus yolculuğunun ardından karayı gördüğünde Kolombus. Hz. Adem’in kaybettiği cenneti yeniden görmüş gibi sevindi. Avrupa’ya geri döndüğünde İspanya Kraliyeti de onunla aynı fikirde olacak, kayıp cennetin hazinelerini yağmalamak için yüzlerce gemilik armadalar göndereceklerdi.

O gün ne Kolombus ne de Pinzon, yeni bir dünyanın kapılarını araladıklarından haberdardı

Fikrimi değiştirdim,” dedi. Arkasında duran Abdullah’a baktı, Bize yardıma ihtiyacın olduğunu söylediler, biz de geldik. Düşmanımın düşmanı dostumdur.”
Piri Reis’in tam hesap ettiği gün ve saatte Malaga Limani na varılmıştı. Hem Kemal Reis’in hem de Burak Reis’in mürettebatı böylesine ince hesap yapılabildiğine daha önce şahit olmamışlardı.
Çölde kaybolan insanların vaha görmesi gibi, denizde kaybolanlar da tam aksine kara parçası görüyorlar.
Kadının buğday teninde suyun buharlaşması ve duman duman tütmesi güneş doğduğu zaman yeryüzündeki çiğin buharlaşıp kaybolması gibi görünüyordu.
Ey Piri, dünya uyuyorken sen gözlerini aç! Varsın öbür dünyalardaki Piriler uyusun! Gökyüzü uyanık olanı ödüllendirir .
“Engizisyon’un her zamanki yöntemi; öldürmek onların bir insana yapacakları en büyük iyilik olur. Onların amaçları yaşatmak, yaşatmak ve daha çok acı çektirmek!”
Müslümanlara karşı beş asırdır sürdürdüğümüz savaşta Santiago gibi bir barış ve merhamet elçisini savaş uğruna ikonlaştırmak! Peki ya sözde Santiago’nun adına can alan o şövalyelere ne demeli?! Tanrı insanoğluna akıl fikir versin!
Göz, dünyayı göremez. Sadece dünyayı mı? Kıtaları, ülkeleri, şehirleri, kasabaları, hatta köyleri bile göremez. Onların parçalarını görür. Parçaları kafasında bir bulmaca gibi birleştirir ve bütünü kafasında haval eder. Sonra o hayali kâğıda yansıtır. Bu yüzden harita bir hayalin yansıyışı, insan aklının ve hayal gücünün kâğıt ve kalemle resmedilişidir
Dünya yalan, ömür kısa ve hayatın gerçeği de yok olmaya mahkûm madde ise, rüyalar da gerçeğin ta kendisidir. Bu yüzden harita bir rüyadır ve yeryüzünden daha gerçektir.
“Bizden sonrakiler de bizden öğrenecekler. Artık yazdıklarımızı bir Frenk mi okur, bir Arap mi, orasını bilemem. Ama gökyüzünü okuyacak adamın dünyaya hükmedeceğine de şüphe yoktur. İlim ve iktidar, tarih boyunca her zaman el ele gitmiştir.
İlmin dini ve irkı yoktur, Orhan. İnsanlığın ortak malıdır.
Mısırlıların tuttukları yıldız haritaları olmasa, Yunanlı âlimler Hipparkus ve Batlamyus’un gözlemlerini okuyamasak, Arap El Sufi’nin yıldız hesaplamalarını bilmesek, Türk Uluğ Bey ve Ali Kuşçu gibi astronomların rasathanelerde yaptıkları çalışmalar olmasa, bizim şimdi gittiğimiz İspanya’daki Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan alimlerce oluşturulan Alfonso Çizelgeleri’ni görmesek insanoğlu gökyüzünü okuyamaz.
“Ruhumu dinlendiriyor. Yeryüzünde insanlar birbirlerini kesip doğrarken, milyonlarca canlı bir şeylerin peşinden dur durak bilmeden koşarken, yıldızların dinginliği, sessizliği, gökyüzünün sakinliği bana huzur veriyor. Peşinden koştuğumuz şeylerin ne kadar da boş ve anlamsız olduğunu bana hatırlatıyor.
Güzel yazıda fitrat gibi bir temizlik vardır; bu temizliğe kirli vicdanlar, bozuk ruhlar el süremezler.
Güzellik nedir? Eflatun’a göre güzel sanat dediğimiz şeylerin hepsi birer fani ve birer gölge olan eşyanın gölgesidir. Insanoğlu doğayı taklit etmeye kalkışırsa aslında gölgenin gölgesini yapmaktan öteye geçemez! O yüzden hakiki sanat odur ki, faninin arkasında gizlenen ebedi güzeli gösterebilsin. Aristo’ya göre güzellik hayatın nefes alışını sanata aktarabilmektir
Aslında sen nefes almıyorsun amma, bu sayede harfler nefes almaya başlıyor. Nefes alan titrek ellerin yazdığı harfler daha en baştan ölü doğar. Amma sen kendini öldürürsen, işte o zaman harflerin ebediyen yaşar
Biz hattatların, derdi Hamdullah gülümseyerek, ömrü uzun olur derler. Hattat ne kadar çok yazarsa nefesini o kadar çok tutar. E ömür bu, sayılı nefesten ibaret değil mi?
Kâğıdın huyunu iyi bilmeli; yeterince yumuşak mı, yanlış yapıldığında silinmeye tahamülü var mı; mürekkebi emecek kapasitede mi? Bunları iyi anlamalı
Bir erkeği ancak bir kadının hayali bu kadar derinden etkisi altına alabilir, onu yarı uyurgezer hale getirebilirdi.
Kolombus bu cevapla birlikte neye uğradığını şaşırdı. Herhangi bir Avrupa kralı olsa böyle bir ihtimal karşısında ağzının suyu akardı. Bir şeyler daha söyleyecekti ki Sultan Bayezid elini kaldırarak ona artık susmasını işaret etti.
“Anlaşıldı,” dedi. Sadrazama dönerek İspanyol’u elinin tersiyle işaret etti ve devam etti: “Bu adamcağız bu kadar uğraşmış, buralara gelmiş, bir torba hediye, lokum falan bir şeyler verin buna, gönderin.”
Kolombus son bir inatla, “Bir düşünün Sultanım!” dedi. “Eğer başarılı olursak hiçbir krala nasip olmayacak topraklar sizin olacak. Yeryüzünün en büyük sultanı siz olacaksınız!” Bayezid soğukkanlılıkla cevap verdi:

“Bir kralın büyüklüğü yönettiği toprakların genişliği ve büyüklüğüyle ölçülmez; hüküm sürdüğü topraklardaki adaleti ve liyakatiyle ölçülür! Bir el parçası kadar toprağa adil hükmeden imparator, dünyaya zulmeden kraldan daha büyüktür!

Kolombus, nihayet kendisini şeytanla işbirliği yapmakla suçlamayan ya da Portekiz kralının yaptığı gibi okyanusun sonuna varınca dünyadan boşluğa doğru düşersin diye dalga geçmeyen birini bulduğu için sevinmişti. Ama sabah tanıştığı denizcinin hesaplamalarını anlamakta güçlük çekiyordu. Şimdiye kadar hiç duymadığı türden hesaplardan ve denizyollarından bahsediyordu Reis dedikleri kişi.
“Ne düşünüyorsun Kemal Reis? Ne diyor bu adam?”
Reis sol eli kılıcının kabzasında, sağı eli kılıcın topuzunda, sert bakışlı bir adamdı. Üzerinde beyaz astarlı deniz mavisi bir kaftan vardı.
“Bana sorarsanız sultanım,” dedi İspanyola bakarak, “Bunun bütün hesaplamaları yanlış.
Rodrigo sessizce, Reis’in söylediklerini Kolombus’a tercüme ediyordu.
“En başta yerkürenin çapını yanlış hesaplıyor.” Sultan tekrar Kolombus’a döndü.
“Kaç diye hesap ediyorsun sen Ekvator’daki bir boylamın derecesini?”
Kolombus, “Siz bana gemiler verin, size yeni yollar bulayım,” dedi İspanyolca bir kere daha. Yanı başında duran hem Türkçeye hem de İtalyancaya son derece hâkim olan Rodrigo cümleyi hemen Türkçeye çevirdi.
Kral, Kolombus’u başından savarken, “Böyle bir delilik ancak Türklerden beklenir! dedi.

O anda Kolombus’un beyninde, o ana kadar hiç düşünmediği bir fikir belirdi.

Belki de kral haklıydı. Belki de Kolombus şansını İstanbul’da denemeliydi!

“Evet majesteleri,” dedi. “Dünyanın tam bir yuvarlak oluşundan ötürü, Portekiz’den yola çıkıp sürekli batı yönünde ilerlersem Asya’ya varabilirim. Tek ihtiyacım olan sizlerin masrafını karşılayacağı üç gemi, bunları dolduracak mürettebat ve bana üç ay kadar yetecek gelir.”
Kristof Kolombus ellerini önünde bağlamış, belki de onuncu defa aynı şeyi açıklamaya çalışıyordu. Kralların aptal olduğuna hiç şüphe yok, diye düşünüyordu.
Tann’ı anlamak için aklı bastırmak değil , onu tam potansiyelinde kullanmak gerekiyordu!
Hiristianların mabedinde Arapça vazılı Musevi ögretileri! Kilisede Arapça bir Talmud!

Huzuru bulmak için çıktıgım o gece kafam artık iyice allak bullaktı. işte boyle oldu Maimonides ile tanışmam. Muhammedilerin Musa ibn Mermun. Musevilerin ise Moşe ben Meymon dedikleri ünlü Yahudi düşünürünün külliyatı ile karşı karşıyaydım..

“Biz, sizin güzel mabedinize bir hançer gibi bu şapeli sapladık. İşte şimdi Aziz Paul sunağında bir Peder Paulo’ya da sırtından hançerle saplanıp öldürülmek yakışır!”
Matmazel Veronika sanki küçük dilini yutmuştu. Böylesi bir nezaketi Fransız aristokratlardan bile görmemişti ki bir Türk denizciden beklesin!
Kemal Reis güldü, “Evet evet,” dedi, “Hatta biz Türklerin elbiseleri insan derisinden yapılmadır, yemeklerimizde de kan içeriz!
Kadın karşısında bu kadar güzel Fransızca konuşan bir Türk gördüğüne şaşırdı ama kendini hemen toparlayarak, Siz Türklerin barbarlıklarını ben çok işittim!” diye bağırdı. “Ele geçirdiğiniz gemilerdekileri herkesi kılıçtan geçiriyor, kadınlara tecavüz ediyor, çocuk ve yaşlıları denize atıyormuşsunuz! Girdiğiniz topraklardaki evleri talan ediyor, yakıp yıkıyor, taş üstünde taş bırakmıyormuşsunuz! Bir barbar Türk’ün eline geçmektense kendimi öldürürüm daha iyi! Hayatı boyunca bir Türkle bile karşılaşmamış olan Matmazel Veronika, çocukluğundan beri kilisede duyduğu ayinlerin ezberiyle konuşuyordu.
“Doyulmaz dünyaya,” diye ekledi Hamdullah. “Doymayı sakın bekleme. Sen hep aç kalırsan eğer, belki o zaman doyarsın dünyaya. Zira nefis diri oldukça insanoğlu aç kalmaya mahkumdur.
“Ölüsünün kimliğini bilmeyen, diri insanları anlamaktan âcizdir.”
Belki bir taşa yazabileceğin en güzel şeydir bu. Sülüs tarzında yazılmış kusursuz bir elif. Vahdet-i vücut, birlik, Allah, Ahmed, Ademoğlu Hartlerin sultanı Bu kadar çok şey anlatan, belki de her şeyi anlatan başka bir harf daha var mıdır, bilmiyorum.
Yazı. dive devam etti. -hatizanın kağıda yansımasıdır.
“Yazı dediğin, hafizadır, Şehzade Efendi. Aslında yazı, daha pek çok şeydir de, biz ona önce hafiza diyeceğiz. Sonra kader, sonra takdir-i ilahi, sonra da dirilme diyeceğiz
“ilk dersimiz. Ölümü anlamayan hayati anlayamaz. Nereye gideceğini bilmeyen kaptana hiçbir rüzgar yardım etmez
“Dirilmek için, dedi Hamdullah sanki aradıkları yeni bulmuş gibi durduktan sonra, “ölmek gerekir
Türk gemilerinde geminin mürettebatı ne yerse forsalar da aynı şeyi yerlerdi. Hâlbuki Frenk gemilerinde kürekçiler köle muamelesi görür, kuru ekmek ve suya talim ederlerdi. Bu yüzden de bu gemilerde baskıyla, Türk gemilerinde ise neredeyse gönüllü olarak çalışmak esastı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir