İçeriğe geç

Son İbni Sirac’ın Maceraları Kitap Alıntıları – François-René de Chateaubriand

François-René de Chateaubriand kitaplarından Son İbni Sirac’ın Maceraları kitap alıntıları sizlerle…

Son İbni Sirac’ın Maceraları Kitap Alıntıları

Hayatına değişiklik getirebilecek iyiliklerden bile korkuyordu.
Dünyada rahat yok!
Savaşçılar, yendikleri düşmanın yaralarını yine kendileri sararlardı.
İspanyollar, büyük bir gururla servetlerini, inançlarının nesnelerini süslemeye ayırırlar. Geriye son derece yoksul bir halkın Tanrıya tapınması kalır.
Dünyada rahat yok!
Bu yıkıntılar arasında yurdumun perisi gibi güzelsin.
Müslüman Endülüs’ten bize 30 kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Şayet yakılan bir milyon kitabın yarısı kalsay dı, çoktan uzayda galaksiler arasında geziyor olacaktık.
Düşün ki, ey Magripli, mumu yakan ateştir; ama onu tüketen de ateştir.
Ateş mumu yakar fakat aynı zamanda onu tüketir.
“Buradaki bütün yürekler dertlidir. Yaşamın bütün acılarına dayanmayı bizden öğreneceksiniz.”
Dualarımda şimdi yalnız sen varsın, senin ruhun için kendi ruhumu unuttum.
Aşk yiğitliği sever.
İç savaşımı kaybetmek üzereyim. Bu savaş, her gün ömrümden ömür çalıyor.
Hüzünlü iç çekişleri, capcanlı hareketleri, kederli nakaratları ile İspanyol müziği, sevinç ve kederin bir harmonisidir.
Döneminde dünyanın en önemli kitaplarını barındıran Granada’daki kütüphaneden ne yazık ki 1 milyon cilt kitap, Babü’r-Remle Meydanı’nda Engizisyon kararıyla yakılmıştır.
“Bu meşaleyi yakan ateş, aynı zamanda onu tüketiyor!”
“Ünlü bir şövalye, şöhret için çok kere aşkını unutur.”
“Dünyada rahat yok!”
“Atalarının eserlerini tanımak için yabancılara muhtaç olmak, ailesinin ve yakınlarının hikayesini hiç alakası olmayan birinden duymaktan daha acı ne olabilir?”
Vatanın bir çiçeğinin kokusu, soylu sürgünlere çok kere bir çeşit zehir etkisi yapıyordu.
Mezarın bir yüzünde mermer üzerinde şunları okursunuz:
“Büyük Fransız yazar / yalnız denizin ve rüzgarın sesini duymak için / burada dinlenmeyi istedi.
Yolcu!
Onun son isteğine saygı göster!”
Yazık! Yalnızdım, yalnızdım yeryüzünde! Benliğimi gizli bir bitkinlik kaplıyordu. Çocukluğumdan beri duymuş olduğum o hayattan bezginlik gene yeni bir güçle başlıyordu. İşte hayatımı derin bir üzüntü duygusuyla görüyordum yalnız.
Düşün ki, ey mağripli,
Mumu yakan ateştir; ama onu tüketen de ateştir
“İspanyollar büyük bir gururla servetlerini, inançlarının nesnelerini süslemeye ayırırlar ve geriye inciden taçlar, yakuttan çelenkler içine yerleştirdikleri Tanrı’ya son derece yoksul bir halkın tapınması kalır.”
Kim getirecek bana Helen’imi
Dağımı, hem meşemi?
Her andıkça onları
Bağrım yanacak:
Ülkem
Ölmeyen aşkım olacak.
Bu meşaleyi yakan ateş, aynı zamanda onu tüketiyor!
Şu ölüm yurduna bak! Nasıl büyüleyici!
Dualarımda şimdi yalnız sen varsın: Senin ruhun için kendi ruhumu unuttum.
Aşk yiğitliği sever.
Konuşurken, senin dilinde atalarımın dilinin izlerini bulmak ne hoş! Eteğinin bu mermerlere dokunuşu içimi titretiyor. Havadaki bu güzel koku, senin saçlarından süzüldüğü içindir. Bu harabeler içinde vatanımın ruhu gibi güzelsin.
Gitarının sesini duydum, benim ülkemin kahramanlarını söylüyordun. Sesinin renginden bildim seni. Ayaklarının altına getirdim İbn Hamit’in kalbini.
Dünyada rahat yok!
Ağladım ve inandım (J’ai pleurè et j’ai cru)
Düşün ki ey Mağribi,mumu yakan ateş,onu tüketen ateştir!
Hava bu güzel kokuyu saçlarından aldı.Bu haberler arasında yurdumun perisi gibi güzelsin.
“Aşkın cazibesine karışan vatanın hasret acısı .”
Bir kadının sesiyle yüzünün şekli ve bakışları arasında,seven bir erkeği asla yanıltmayan bir münasebet vardır.
Vatan çiçeğinin kokusu,vatanlarından edilmiş bu asil insanlara bir nevi zehir tesiri yapardı.
Takdir etmenin ardından er geç sevmek gelir.
Blanca:Ey Mağripli!Ateş mumu yakar fakat aynı zamanda onu tüketir. diye karşılık verdi İbn Sirac’a.
Senin deyişinle söylüyorum: Düşün ki, ey Mag-
ripli, mumu yakan ateştir; ama onu tüketen de ateştir.
Mumu yakan ateştir ama onu tüketen de ateştir
Mumu yakan ateştir ama onu tüketen de ateştir.
Blanca: Hıristiyan ol, ; İbni Hamit ise: Müslüman ol, deyip duruyorlardı. Bir kez daha, onları birbirlerine çeken aşka yenilmeden ayrıldılar.
Blanca: Bu yerler insanın tüylerini ürpertiyor, buralardan uzaklaşalım. Benim alınyazım burada yazıldı. Şu sözleri unutma: Müslüman olarak kalırsan senin umutsuz sevgilinim, Hıristiyan olursan mutlu eşin olurum, dedi.
İbni Hamit şöyle yanıt verdi: Hıristiyan kızı olarak kalırsan senin dertli kölenim; Müslüman olursan mutlu kocan olurum.
Chimene’nin soyundan gelen genç kız: Sen bir İbni Sirac olsaydın acaba beni ne kadar severdin? diye sordu. Genç Magripli: Seni şan ve ünden daha çok, ama onurumdan daha az severdim, diye yanıt verdi.
Ah! Ben de bir şanlı İbni Sirac olsaydım! diye yineliyordu.
Blanca: Seni o zaman daha az severdim, çünkü daha çok kaygı ve acı duyardım. Böyle bilinmeyen olarak kal ve benim için yaşa. Ünlü bir şövalye çoğu kez aşkı şan ve onur uğrunda unutur! dedi.
Babasıyla birlikte dağları dolaşmış, çöllerdeki bitkileri tanımış Ama ne yazık ki, senin onun yüreğinde açtığın yarayı iyi edebilecek bir tek ot bile yoktur.
Bu çeşmenin mermerindeki Arapça yazı ne diyor, bana
söyler misin? dedi. İbni Hamit, şu sözcükleri okudu:
Bahçesinde incilerle süslü dolaşan güzel sultan, bu bahçenin güzelliğini öyle artırıyor ki
İbni Siracların kesilmiş başları buraya atıldı. Ebu Abdullah’ın kuruntularına kurban ettiği zavallıların kan lekelerini şu mermerlerin üzerinde hâlâ görebilirsiniz. Saf kadınları baştan çıkaran erkeklere sizin ülkenizde işte böyle davranıyorlar!
Aşkın çekiciliğine karışan yurt özleminin verdiği acı ve büyülü güzelliğin coşkusuyla, son İbni Sirac’ın yüreği çarpmaya başladı. Sessiz ve kıpırtısız durmuş, bu periler sarayına şaşkınlıkla bakıyor, kendisini Arap masallarında betimlenen o saraylardan birine getirilmiş sanıyordu.
Blanca’nın böyle bir duyguya kapılacağını hatırına getirmemesi onu sevmeye başlamasında özellikle etkili oldu. Bir kafiri, bir Magripli’yi, bir yabancıyı sevmek ona öyle garip geliyordu ki, damarlarına karışmaya başlayan bu zehire karşı hiçbir önlem almamıştı. Ama, bu sevginin belirtilerini görür görmez, tam bir İspanyol kızı gibi derdine boyun eğdi. Önceden kestirdiği acılar ve tehlikeler onu uçurumun kıyısından döndüremedi; duygularıyla uzun zaman savaşmadı. Kendi kendine: İbni Hamit,
Hıristiyan olsun ve beni sevsin, o zaman onun arkasından dünyanın öbür ucuna bile giderim, diyordu.
İbni Hamit ağzını açmamış, ama susan ağzı yerine yalvaran gözleri konuşmuştu.
Şarkı söylemiş olan ve gitarını hâlâ elinde tutan İspanyol kızı: Bu Magripli beyidir! diye bağırarak arkadaşlarını geri çağırdı. İbni Sirac: Ey peri kızı, öğle sıcağında pınar arayan bir Arap gibi seni arıyordum. Gitarının sesini duydum; yurdumun yiğitlerini övüyordun. Seni güzel sesinden tanıdım. İbni Hamit’in yüreğini ayaklarının dibine koyuyorum, dedi.
Uzaktan, bütün Hıristiyan kadınları gönlünün sultanına benziyordu. Yakındansa, hiçbirinde onun ince edası ve güzelliği yoktu.
Bu sessiz kentin halkı değişmişti; artık yenenler yenilenlerin yataklarında yatıyorlardı. Gücüne giden genç Magripli: Demek bu gururlu İspanyollar, atalarımı buradan sürüp şimdi onların çatıları altında uyuyorlar! diye bağırdı. Bense, bir İbni Sirac olduğum halde, kimsesiz, bir başıma, bir yabancı gibi atalarımın sarayının kapısında bekliyorum!
Kılavuzun her sözü İbni Sirac’ın yüreğini parçalıyordu. Atalarının anıtlarını tanımak için yabancılara gereksinme duymak, aile ve dostlarının geçmişini ilgisiz kimselerin ağzından dinlemek ne acı şeydir.
Babasını yitirdiği zaman henüz yirmi iki yaşındaydı.
Çoğu kez bir yurt çiçeğinin kokusu, yurtlarından edilmiş bu soylu insanlara bir tür zehir etkisi yapardı.
sevgili kullarını yeniden o mutluluk ülkesine kavuşturması için Tanrıya yalvarırlardı.
Bu güzel ülkeyi ve hâlâ şurada burada Müslümanların mezarlarının yerlerini belirten servileri görünce Abdullah ağlamaya başladı. Eskiden buyruğunda olan büyüklerle birlikte arkasından gelen annesi Ayşe Sultan, ona: Erkek gibi koruyamadığın ülke için şimdi dişi gibi ağla! demişti.
“Atalarının anıtlarını tanımak için yabancılara gereksinme duymak,aile ve dostlarının geçmişini ilgisiz kimselerinin ağzından dinlemek ne acı şeydir.”
Atalarının eserlerini tanımak için yabancılara muhtaç olmak, ailesinin ve yakınlarının hikayesini hiç alakası olmayan birinden duymaktan daha acı ne olabilir?
Hayal dünyası, insanı, hiç olmazsa, dış dünyanın verdiği zarardan kurtarabilmelidir.
Bazıları vücuttaki yaralara iyi geliyordu, bazıları da kuşkusuz ruhtaki yaralara. İbn Sirac’ların gözünde bunların en değerlileri, özellikle sonuçsuz özlemleri yatıştırmaya, asılsız hayallere, doğmalarıyla birlikte ölen güzel umutlara karşı iyi gelenlerdi. Bu bitkilerin yazık ki olumsuz etkileri de oluyordu. Vatanın bir çiçeğinin kokusu, soylu sürgünlere çok kere bir çeşit zehir etkisi yapıyordu.
Mumu yakan ateştir; ama onu tüketen de ateştir.
Acaba Blanca bu kıyılarda onu bekliyor muydu? Çölde bir palmiyenin gölgesinde, onu düşünmekten başka bir şey yapamayan zavallı bir Arab’ı acaba hala hatırlıyor muydu?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir