İçeriğe geç

Şiirler Kitap Alıntıları – Johann Wolfgang Von Goethe

Johann Wolfgang Von Goethe kitaplarından Şiirler kitap alıntıları sizlerle…

Şiirler Kitap Alıntıları

Bin defa yemin etmedin mi ki
Şu şişeye güvenmemeye, ondan içmemeye;
İçince yine de kendimi yeniden doğmuş hissettim;
Ve izin verdim gözlerime bakmasına.
Varsın yolunu şaşırsın benimle o da,
En güçlüye de olduğu gibi:
Senin makasındır şimdi şaçlarımda,
Senin çok sevgili Delila!
Bin defa yemin etmedin mi ki
Şu şişeye güvenmemeye, ondan içmemeye;
Fakat ayıldığımda,
Birahane sergiledi onu yine bana;
Ve onun her yanı takdire değerdir,
O şarap kristal camdadır ve erguvan rengidir.
Mantarın çıkışıyla birlikte,
Boşalır o, kendimden geçerim yine.
Biri Diğerinden Farksız

Dünya hamsi salatası gibidir;
Yemeden önce de, sonra da hissederiz tadını.

Leipzig’ten Mektup

(Burada – nasıl – yaşıyorum biliyor musun? Ben de bilmiyorum ama aşağı yukarı şöyle denilebilir)

Dalda bir kuş gibi,
En hoş ormanlarda özgürlüğü soluyan, salınan;
Rahatsız edilmeksizin sakin havanın huşusunda duran,
Kanatlarıyla uçuşan daldan dala,
Çalıdan çalıya uçuşan, dilinde şarkılarla.

Çıkacak Olan Dolunaya

Amacın bırakmak mı hemen beni?
Demin ne kadar da yakındın!
Sarar beni bulut kütleleri;
Ve sen artık burada yoksun.

Fakat hissedersin sen kederimi,
Hissedersin baktığında yarım bir yıldız olarak bana!
Tanıklık edersin, edersin böylece sevildiğime sen de;
Edersin ne kadar uzak olsan da sevdiğim sen bana.

Yukarılara çık öyleyse! Aydınlan, daha da parılda;
Yolun açıktır, açıktır aydınlığına!
Kalbim daha da hızlı atar acı duyarak,
Ve mesuttan da mesuttur bu gece.

Gri, bulutlu bir sabah,
Örtüyor sevgi alanımı.
Siste derin kaybolmuş,
Duruyor çevremdeki dünya.
Ah sevgili Friederike,
Sana geri dönebilir miydim?
Bakışlarının bir tanesindedir,
Güneş ışığı ve saadet.

O ağaç ki kabuğunda,
İsmim duruyor seninkiyle;
Sert rüzgardan yıpranıyor,
Tüm mutluluğumu da götüren rüzgar.
Çimenlerin yeşil pırıltısı da
Sönükleşiyor yüzüm gibi.
Çimenler güneşi,
Bense Friderike’yi bir daha asla görmüyorum.

Yakında bağlara gider,
Üzümleri toplarım.
Her yerde hayat var,
Her yerde yeni şarap fokurduyor;
Ve issiz asmanın altında,
Düşünüyorum, ah keşke burada olsaydı, diye.
Ben ona bu üzümleri sunardım;
Ve o – O ne sunardı ki bana?

Uyan Friederike,
Uyan ve kov geceyi;
Bakışlarından bir tanesini dahi
Güne çeviren o geceyi.
Kuşların yumuşak ötüşleri,
Çağırıyorlar sevgi dolu,
Çağırıyorlar sevdiğim ablalarımı,
Çağırıyorlar uyanmaları için, onları.

Sabahın aydınlığı pırıldıyor,
Aptal ışığıyla aydınlık saçıyor
Ve kızıla bürüyor odanı;
Ama uyandıramıyor seni.
Kız kardeşinin kalbinde,
Senin için atan o kalpte,
Her defasında daha da derin bir uyuklama
Daha derin günden güne.

Rüyandaki bülbülü
Kaçırdın onu;
Öyleyse ceza sana,
Haydi uyaklarımı dinle.
Ağır geliyordu yüreğime,
Uyağın boyunduruğu;
İlham perilerimin en güzeli ey sen,
Sen- Uyuyorsun ya hala.

Tanrılar verir her şeyi, ölümsüz tanrılar,
Sevdiklerine, esirgemeksizin;
Tüm mutlulukları verir ölümsüz tanrılar,
Acıları, esirgemeksizin.

Gece yarısı, uykuya daldığında insanlar,
O zaman ay bize ışıldar,
O zaman ışıldar bize yıldızlar;
Gezinir söyleriz şarkılar
Ve ederiz içimizden geldiğince danslar.

Gece yarısı, uykuya daldığında insanlar,
Çimlerdir, kızılağaçlardır,
Evimiz sadece onlar.
Gezinir, söyleriz şarkılar;
Bir rüyayı dans ederiz, gelince o anlar.

Ah ne kadar özledim seni;
Seni, küçük melek! Yalnızca rüyamda,
Yalnızca rüyamda çık karşıma!
O zaman çok mu acı çekerim ki acaba?
Kendin için kork, hayaletlerle kavgandan kork;
Ve nefessiz kalarak uyan.
Ah, ne kadar özledim seni,
Ne kadar da zorsun bana,
Zorsun bir rüyada dahi bu cana.

Dornburg

Eylül 1828, Dornburg
Sabah erken, vadiler, dağlar, bahçeler;
Sislere teslim olduğunda;
En kutsalı bile bekler,
Bekler çiçeklerin renklere bezenişini.

Yeryüzündeki esir, bulutları yüklenircesine,
Tartışırken bulutsuz gökyüzüyle;
Ve doğudan esen yel, onları kovalarken,
Mavi göktreni eşliğinde;

Teşekkür mü edersin bu ana, bakarak, haz alarak;
Teşekkür mü edersin temiz yüreğine sevdiklerinin;
Güneş kıpkırmızı ışıldayarak,
Ufku altına mı çevirecek sanırsın?

Sabırsızlık

Her defasında aynıdır uzaklarda,
Uzak memleketlerde denizler ardında;
Hayaller kaplar oralarda her yeri,
Uçuşur hayaller sahil boyu, ileri-geri!
Yenidir hep bir tecrübe yenidir:
Kalp hep endişelidir,
Acılardır gençliğin besini,
Ve gözyaşlarıdır gecenin kutlu takdir şarkısı.

Dolunca rüzgarlar ılık havayla,
Dolunca o yeşil ovanın rüzgarları;
O tatlı kokular, o sis parçacıkları
İndirir, indirir karartıyı akşamın alacakaranlığı.
Ve fısıldar bize onlar tatlıca barışı,
Atar gönlümüzü çocuk barışı tartısına.
Sonra da bu yorgunun gözlerini kapar,
Kaparlar günün kapılarını.

Yayıldı gece artık, yayıldı günün üzerine;
Bağlanır kutsal yıldız, yıldıza;
Büyük ışıklar, küçük küçük kıvılcımlar;
Parıldıyorlar uzaktan ve yakından parıldıyorlar;
Parlıyorlar düşürerek yansılarını denize.
Parıldıyorlar o bulutuz gecede,
Parıldıyorlar en derin sessizliğe damgalanmış
        bir mutlulukla;
Ve hakim büsbütün Ay’ın görkemi geceye.

Silindi bile o saatler,
Yok şimdi ne o aci, ne de o mutluluk yok;
Fakat duyumsa! Duyamsa iyileşeceğine
Ve duyumsa, güven günün yeni bakışına.
Yeşilleniyor vadiler, kabarıyor tepeler,
Çalılıklar gölge dinlencesinde;
Ve salınıyor ekinlerin başakları hasata.

Mutluluk dileklerin gelsin istiyorsan yerine,
Bir bak istersen şu karşıdaki parlaklığa!
Sadece sessiz bir kuşatmadır seni çevreleyen,
O uykudaki bir kabuktur sadece, at hadi onu!
Davranma çekimser başlarken bir işe,
Alma kendine örnek aylak dolaşan o topluluğu;

Çünkü soylu kişi ulaşır her işte başarıya,
O soylu kişi ki kolay anlayandır, kavrayandır her şeyi.

Atıyor yaşamın nabzı taze bir coşkuyla,
Atıyor selamlamak için kırılgan şafağı;
Sen ey toprak, durağandın bu gece de,
Ve hissettiriyorsun nefesini ayaklarında,
Başlıyorsun neşeyle sarmaya beni;
Uyandırıyorsun, kımıldatıyorsun güçlü bir kararı,
Uyandırıyorsun en yüksek var oluşa ulaşmaya çabalaması için. –
Kilitli bile dünya, kilitli alaca karanlığa.
Çınlıyor orman binlerce canlı sesiyle,
Çınlıyor içerisine, dışarısına doğru sis bulutuyla sulanmış vadilerin;
Fakat iniyor derinlere göksel aydınlık.
Çiçeklenmiş, canlanmış; dallar, budaklar çıkışmışlar;
Çıkışmışlar uyudukları o güzel kokulu yerin derinlerinden;
Çıkışmışlar renk renk aydınlatarak toprağı.
İnci çiçeğinin yaprağıyla, çiçeğinin buluştuğu bu yerde;
Dönüşür çevrem bir cennete.

Ey! Yakarıya bak! – Dağ doruklarıdır bildiren,
Onlar bildiriyorlar geldiğini en görkemli saatin.
Onlardır, varabilenler erkenden o ebedi ışığın tadına,
Oışığın tadına ki çevirecek yüzünü sonradan bize.
Şimdi Alp Yaylası’nın yeşeren çimlerine,
Bağışlanıyor onlara yeni bir parıltı, yeni bir aydınlık;
Bağışlanıyor basamak basamak, aşağılara doğru başarılıca; –
Ve çıkar o karşıma! Maalesef kamaşır gözlerim,
Ve dönerim acısından gözlerimin,
                                            geri dönerim.

Aşan bir çoşkunlukla sarar yalım çevremizi ve
        bakakalırız şaşkınca.
Oysa amacımız ateşlemekti hayatın meşalesini;
Ve sarar bizi bir ateş denizi, ki ne ulu bir ateş!
Öyle bir canavar ki sanki acılı, sanki neşeli,
Öyle bir sarar ki tekrar boyun eğeriz yeryüzüne;
O, bizim en toy perdelere gizlenmemiz amacında.

Öyleyse kalsın güneş arkamda,
Sarsın çağlayan, kaya tepelerini;
Ve seyredeyim onu artan bir hayranlıkla, seyredeyim.
Ayrılır her inişte aşağılara, binlere o;
Ardından yine ayrılır, ayrılır her biri yeni binlere;
Sıçratır havaya, yükseklere köpük üzerine
        köpük sıçratır;
Ne muhteşemdir o bu akıntıdan, çevreye, çevreye sıçrayan;
Oluşturur o renklere bürünmüş bir gökkuşağı,
Hemen belirip hemen kaybolan görüntüleri.
Yayılır etrafa kokulu serin, şiddetli bir yağmur,
Bu bir yansımasıdır işte insan çırpınışının,
Düşün onu ve onu ancak o zaman daha derinlikli
        kavrarsın: .
Renklerin yansımasındadır, işte asıl hayatımız oradadır

Kızım, gözlerini açtığında dünyaya,
Süslerdim seni o şirin başlığınla;
Ne kadar da sevimliydi yüzün,
Ne kadar da yumuşaktı tenin.
Hayal ettim sonra nişanlı halini,
Hayal ettim seni emanet etmeyi en zengine,
Düşledim seni ufacık bir kadın olarak.

Ah! Geçti şimdi bunun üzerinden nice yıllar,
Uçup gittiler yararsızca;
Geçip gitti o renkli adaylar sürüsü,
Geçip gitti hızlıca;
Biriyle dans ettin uçarıca,
Salladın diğerine elini,
Elini salladın.

Hangi eğlence düzenlendiyse,
Gitti her biri boşa;
Bulma oyunu üçüncü kişi olan erkeği,
Olamadı bir türlü başarılı.
Ve artık var sürüyle deli,
Yavrucuğum haydi aç kollarını,
Aç, mutlaka kalır kollarında biri takılı.

Yazgı ne de lanetli! Kandırılmış erkekler!
Adem’den bu yana saptırılmış ahmaklar!
Yaşlanırlar tabi, ama kim akıllanır ki?
Yeterince uyutulmadınız mı!

Bu yüzdendir halk hiçbir işe yaramaz, bu böyle bilinir;
Bağlıdır çünkü bedeni iplerle, boyalıdır yüzü de.
Söyleyebilecekleri akıllıca bir sözleri bile yok,
Dokunduğunuz her bir uzuvları çürüktür onların.
Bilinir, gözle görülür, kolaydır kavramak hallerini,
Fakat yine de dans edilir alçaklar çaldığında ıslığını.

Görmek için doğmuş,
Seyredilmek üzere ismarlanmış;
Yemin ederim şu kuleye,
Yemin ederim hoştur bu dünya.
Bakarım uzaklara,
Görürüm yakınlarda
Yakınlarda ay ve yıldızlar,
Görüyorum ormanı, karacaları.
Görüyorum ki hepsinde;
Hepsindedir o ölümsüz süs.
Ve nasıl da hoşlanıyorsam onlardan,
Hoşlanırım kendimden de aynı derece, hoşlanırım.
Siz ey mutlu gözler,
Her ne gördüyseniz bu güne dek;
Nasıl isterlerse öyle var olsun onlar,
Çünkü güzeldiler zaten var oldukları biçimde! (Ara.)

Yalnızca kendimi eğlendirmek için değil,
Yalnız bu sebep değil bu yüksek mevkime;
Ne de gri bir konkunçluktur,
Bana bu karanlık dünyadan göz dağı veren o şey!
Kıvılcım bakışlar görüyorum, etrafa kıvılcımlar saçan;
Onları görüyorum ıhlamur ağaçlı o çifte gecede,
Güçleniyor git gide içerisinde bir yalın,
Güçleniyor esintiden, güçleniyor.
Ah! Alevler içinde o kulübenin içi,
Önceleri nemli olan, yosunlar içinde olan o kulübenin.
İsteniyor acılen yardım,
Fakat yok, yok bir el uzatan.
Ah! Ah o eski, iyi insanlar,
Eskiden hep ateşe karşı dikkatli davrananlar,
Şimdi oluyorlar o koyu Dumaların ganimeti!

Ah, ne korkunç bir macera!
Alevler daha daha kızışıyor, oluyorlar kıpkızıl;
Kırmızılara bürünüyor o siyah, yosunlu yapı.
Kurtulsaydı bari iyiler,
Kurtulabilselerdi o vahşice yanıp kül olan
        cehennemden!
Yükseliyorlar dil çıkararak ışıyan şimşekler,
Yükseliyorlar yaprakların, dalların arasından;
Kuru dallardır yanan çıtır çıtır;
Onlardır korlaşıp düşüşen.
Bunu da mı görebilmeliydiniz ey gözlerim!
Bu kadar uzak görüşlü olmak zorunda mıyım!
Küçük kilise çöker tümden,
Çöker düşen dallardan, artan yükten.
Sivri alevler yılanca yükseliyorlar,
Dorukları çoktan kuşattılar.
Köklerine değin kor olmuş,
Kor olmuşlar, olmuşlar erguvan rengi kor. –

Fani olan her ne varsa
Hepsi sadece bir mecazdır;
Ulaşılmaz olan,
İşte burada bulur vuku;
Tarif edilemez olan
İşte burada dönüşür gerçeğe;
O sonsuz dişil olan,
Çeker bizi yanına, göğe.

Böcek Renkleri

Julien’e

Yansımalarımızdan söz ettir;
Onlardan söz etsin fizikçilerimize;
Onlar ki fenomenlerle mutlu,
Düşüncelerle mutsuzdur.

Aynalar orada, aynalar burada,
Yerleri seçilidir onların;
Ve aralarında hüzünlü olan var;
Dünya varlıklarının kristali insan var.

Bu varlık gösteriyor diğer bakışlara
En güzel renk yansımalarını;
Ve ikisinin alacakaranlığı,
Açıyor sırlarını duygulara.

Haç gibi siyah göreceksin,
Kelebekler bulunabilecek;
Gün ve gece ışığı geçecek,
Tamamen kaybolacaklar.

Ve isim bir işaret olacak,
Derine ulaştı kristal:
Gözerin içinde gözler görecek,
Muhteşem yansımaları.

Makrokosmos’u onu,
Bırak onu o korkunç varlıklarıyla benime!
Çünkü küçük, sevimli dünyalar,
Gerçekten fevkaladeyi barındırırlar.

Hırs ile emiyor hıyanet içeceğini;
Aralıksızca emiyor, ilk damladan gözü dönmüş;
İyi hissediyor kendisini, eklemleri de memnun,
Ayacıklarıysa felce uğramış.
Kanatlarını temizleyemeyecek durumda, Kafasını kaldıramaz bir halde.
Hayatı, kendisini öylesine hazzın içinde kaybetmek;
Ayaklar neredeyse onu kaldıramıyor artık.
Böylece emmeye devam ediyor, ve tam o an
Binlerce gözünün önüne sis bulutunu çekiyor.

Şiirler boyanmış camlardır!
Çarşıdan kilisenin içerisine bakarsak,
Her şey karanlık, belirsiz;
Ve Bay Philister’in de bakışı da böyleydi işte.
Mağrur olmalıdır herhalde;
Ve ömür boyu kalacak böyle.

Ama lütfen bir defa içeri gelin!
Kutsal mabede selam verin;
Ve birden aydınlanır her yer,
Parıldar geçmiş;
Hissedilir, anlamla yükler insanı,
İşte bu öğretilecek siz tanrının evlatlarına,
Kendinizi tanrıya adayarak gözleri hayrete düşürmeyi!

Bakış

Kendini aynada seyrettiğin an,
Hatırla o zaman nasıl öptüğümü gözlerini.
Kendimle nasıl çatıştığımı da hatırla,
Benden ayrıldığın her anda:
Çünkü yalnızca o gözlerde yaşıyorum ben,
Ve sen de veriyorsun sana verdiklerimden;
Yoksa hepten kayıp olurdum değil mi,
Şimdiyse her an doğmuş gibiyim yeni.

Bir ve Tek Olan

Kendini sınırsız olanda bulmak,
İnsan severek kaybolur içerisinde;
Ve çözünür bıkkınlığı da;
Sıcak, vahşi arzular yerine;
Israrcı istemelerin, zorundalıklar yerine;
Hayata teslimiyet getirir mutluluğu bize.

Dünya yaşamı, bizi ele geçirmeye çalış!
Dünya tiniyle teke tek güreşmek zorunda kalacaksın,
Güçlerimiz yol gösterecektir;
İyi ruhlara yol göstericilik edecektir.
Ilımlıları, yol göstericiler;
Her şeyi yaratmış ve yaratacak olana götürecekler.

Ve gözler yaratılanlara yönelecek,
Katılık olmaması için kalplerde;
Dirilik ve canlılık için yöneltecek.
Ve şimdiye kadar olmayan gerçekleşecek şimdi;
Temiz, güneşli, renkli dünyada;
Sessiz kalamazlar artık asla.

Asi olmalıdır şimdi, başarıyı yakalamalıdır o kişi;
Kendisine önce şekil vermeli, sonra dönüşmeli;
Sanırım sadece an’lar boyu hareketsiz şimdi.
Ebedi olan her yerde, her şeyde hareket ediyor:
Çünkü her şey, hiçlik olacak ve kaybolacaktır;
İster sürdürmek varlığını, fakat yine de yokluğu
tadacaktır.

Karşılıklı

Nasıl da oturuyor sevgilim!
Ne sevindiriyor onu bu kadar?
Uzakları, uzakları tartıyor avuçlarında,
Uzakları, uzakları tartıyor kucağında.

O zarif kafesinde;
Tutuyor o bir kuşcağızı;
Salıyor onu ne zaman isterse,
Salıyor onu kendi canı istediğince.

Gagalayınca kuş parmaklarını,
Dudakları dudaklarını;
Uçuşuyor kuşcağız,
Çırpıyor kanatlarını.

Böylece yola o kızcağıza,
Gitmelisin bu gereklidir şimdi;
Ve sahip olduğuna inanıyorsun ona,
Ama inan ki o da sahip sana.

Mart

Kar henüz daha yeni,
Çünkü vakti gelmedi;
Vakti gelmedi çiçeklerin.

Gelmedi o vakit, gelmedi;
Gelmedi o vakit, çiçeklerin bizi sevindirecekleri.

Güneş ışınlarıdır bizi kandıran,
Ilımlı gözüken bir ışıltıyla ki yalan;
Bizzat kırlangıçtır söyler bize,
Bizzat kırlangıçtır kandırır bizi yalan sözlerle.
Nedendir? Niçin kırlangıç yalnız gelir!

Sevinmeli miyim yalnızlığıma,
Sevinmeli mi yakın da olsa bahar bana?
Fakat olsaydı şimdi sevdiğim yanımda,
Çift olarak olsam şu an burada,
Gelirdi o zaman yaz hemen bana.

Büyük bir göl donmuştu;
Kurbağacıklar derinlerinde kayıp,
Ne vaklayabiliyorlardı artık ne zıplayabiliyorlardı.
Ama söz verdiler kendi kendilerine derin bir uykuda:
Eğer ki buzun ötesinde yer alsalardı,
Vaklayacaklardı şen, bülbüller gibi;
Ardından ılık bir rüzgar geldi ve buzları eritti.
Yüzüp vardılar toprağa,
Oturup yayıldılar orada,
Ve yine eskisi gibi vakvakladılar diyarlarda.

İlkbahar

Toprak gevşemeye başladı,
Toprak kabarıyor;
Çan çiçekleri sallanıyorlar,
Kar beyaz renklere bürünmüşler.
Safran çiçekleri açılıyor,
Açılıyorlar ateş dolu;
Zümrütler filizleniyorlar,
Filizleniyorlar kan gibi.

Çuhaçiçekleri kasılıyorlar,
Kasılıyorlar küstahça;
Neşe dolu menekşeler,
Saklanıyorlar iyice.
Çiçekler hep birlikteler,
Örülmüşler, hareket halindeler;
İlkbahar yaşıyor,
İlkbahar hissediliyor.

Ama baharda açan,
O ilk açan çiçek;
O çiçek sevgi,
Sevgi çiçeğinin goncasıdır.
Bakışlar kızışıyor,
Kızışıyor gözleri;
Duygulu şarkılar var,
Bizi neşeli sözler sarar.

Her an açık,
Açık çiçekten bir kalp;
Canıgönülden dost,
Muzipliği candan.
Gül ve zambak,
Getirirler yazı;
Fakat mutluluk çanları sadece,
Başlar çalmaya sevdicekle.

Epirrhema

Doğayı dikkatlice izlemelisiniz,
Her varlığa aynı dikkati göstermelisiniz:
Doğada hiçbir şey ne dışarı atılmış, ne de dahil
edilmiştir;
Çünkü içerideki aynı zamanda dışarıdadır.
Böylece gecikmeksizin
Kutsal olan sırrı yakalar.

Sevinin bunlar yansımalarıydı,
Yansımalarıydı, ilk oyunun yansımaları:
Hiçbir canlı tek bir şeyden oluşmaz,
Hiçbir şey bütünden ayrışamaz.

Ölülerin Dansı

Kule bekçisidir bakar gecenin bir karanlığında,
Bakar aşağıdaki mezarlara,
Ve ay bürür, bürür etrafı ışığa.
Mezarlık öyle bir aydınlanır ki sanki gün aydınlığı,
Bir mezar kıpırdanır sonra, ardından bir mezar,
       bir mezar daha:
Gelirler ardından bir kadın, bir erkek sahneye,
O beyaz yerlerde sürüyen gömlekleriyle.

Esniyorlar öyle ki amaçları eğlenmek,
Öyle bir esniyorlar ki ağızları sanki birer çelenk.
Öyle garip görünüyorlar, öyle genç, öyle yaşlı,
       öyle zengin;
Fakat yavaşlatıyor sürünen elbiseleri danslarını engin
Ve artmaz, durur yerinde utançları,
Sallanırlar, silkinir her biri ve dağılırlar parçalara,
Ardından işgal eder tepeleri onların gömlek
      parçacıkları.

Sonra kımıldanır bir bacak, ayağa kalkar bir kalça,
Her yanda bir haraket, bir karmaşa, sanki bir arapsaçı;
Takır tukur gelir her bir yandan sesler,
Öyle sesler ki sanki tutulur ritim odun kıymıklarıyla.
Kule bekçisine ise komik gelir tüm bunlar;
Sonra fısıldar ona şakacı, şeytan ona fısıldar:
Git! Git ve kendine bir çarşaf al.

İtaat eder bekçi ve kalkar hemen ayağa,
Kaçar durağan kapılar ardına.
Oysa ki ay hala ışımakta, hala aynı parlaklıkta,
O titrek dansı ay hala aydınlatmakta.
Fakat nihayet eksilir biri ardından diğeri,
Sürülür biri diğeri ardından kabrine;

Ve hop çimenler altında hepsi de.

Sadece biri, biridir ilerleyen tökezleye tökezleye
         ufak adımlarla,
Büyük bir zahmetle ilerler kabirlere doğru;
Yaralamamıştır hiçbir arkadaşı onu bu değin,
Ve koklar o havadaki peçeyi.
Sallar kule kapısını, iter onu kapı;
Kule bekçisi saklanır o yapmacık, kutsanmış kule
       çitleri ardına;
Bakar korkuyla metal çitler arasından.

Erişmelidir gömleğine, vakti yok dinlenmeye,
Pineklemez, istemez yavaş olmayı;
Tanrıca bir çekicilik kavrar onu,
Ve atlar o mazgallardan mazgallara.
Ve olan kule bekçisine olur!
Tırmanır zavallı bekçi kulenin zirvesine,
Tırmanır uzun bacaklı örümceklerce.

Sararıp solar, zavallı bekçi titrer,
Aslında isteyerek verirdi, verirdi aslında ona
       bu bez parçasını;
Çengelli iğne gibi kıstırıcı bir ses – Uzun yaşadın
        sen – der
Sivridir kule, kule demiri bir diş gibi sivridir.
Ardından bulanır hava ve kaybolur yavaşça ay,
Çandan gelir gök gürüldercesine bir ses;
Ve iskelet çakılır yere, bir olur yerle.

Vefalı Bay Eckart

Ah keşke olsaydım şimdi uzaklarda, evimde!
Çünkü geliyorlar, geliyor gecenin korkusu;
Geliyorlar, geliyor sevimli kız kardeşler.
Sıyrılıp geçiyorlar her şeyden, buluyorlar bizi;
Geliyorlar içerek zahmetle edinilmiş biralarını,
Bizeyse sadece, sadece boş fıçılarını bırakıyorlar”

Sonra konuşuyor çocuklar ve bürünüyorlar
        aniden sessizliğe;
Ve ardından gösteriyor kendini yaşlı biri,
Diyor: “Sesiz ol çocuk! Sessiz ol yavrucak!
Geliyorlar iyilik severler, avlarından geliyorlar;
Ve izin verin içsinler istediklerini herkesçe istemlice,
Ancak o zaman sevimli görünür o sevimsizler size

Ve söylendiğince yaşanır, yaklaşır ürküntü!
Ve öyle bir görünür ki, öyle gri öyle gölgemsi;
Büyük bir fokurdatmayla içerler sıçratarak
        çamurları en iyiye,
İçerler biralarını, ardından kaybolur biraları ve
         fıçılar artık boşlar.
Ve uğuldar o sürü tüm bunların ardından, uğuldar;
Ardından uzak vadilerinde dağların kaybolurlar.

Korkak çocuklar kaçarlar ardından evlerine,
Yanaşır dindar çocuk onlara, ve der:
Siz kuklalar görünmeyin bana mutsuz.”
“Sadece azar işitir, iteleniriz biz kanımızın
        son damlasına dek.”
Hayır merak etmeyin yolunda, yolundadır her şey;
Yeter ki sessiz ve itaatkar kalın farece.

Ve sizi ezen, size emir veren o;
Odur, odur çocuklarla oynayıp mutlu olan;
Odur yaşlı ve vefalı Bay Eckart.
Bugüne dek bahsedildi size hep bu ilahi adamdan,
Bahsedildi gerçekliği hiç teyit edilmed
Bu bahistir şimdi sadece avuçlarınızda kalan.”

Eve geliyorlar, testiyi koyuyorlar;
Her biri akıllıca, velileri gibi(!);
Ve bekliyorlar dayağı, azarlanmayı;
Bak gör ki tadıyorlar nefis birayı!
İçiyorlar yuvarlak masalarında dolandırarak
        üç dört el onu,
Ve hala tükenmiyor içki fıçıların yok sonu.

Sürüyor bu mucize, sürüyor ertesi güne dek;
Fakat durun ve soruları sorun:
“Ne oldu bu fıçılara!
Fareler gülüyorlar sessizce, eğlenmişler yeterince;
Dilleri dolanıyor, kekeliyorlar, ilerisi gevezelik;
Ardından hemencecik boşalıyor fıçılar.

Ey size, ey dostça yüzlü çocuklar;
Bir babadır, bir öğretmendir, bir yaşlı bilgedir
        sizinle bu konuşan;
Dinleyin ve kulak verin hala zamanınız varken ona!
Olsa da dili gizli utanç şapkası altında,
Boş konuşmak yersizdir, anlayın bilgelik sükunettir;
Ve anlarsanız bunu ancak, dolar o zaman yine
        biralar, dolar.

Benzer Olan

Tüm zirveler kaplıdır,
Kaplıdır sükunetle;
Tüm tepelerden herhangi birinde,
Yok,
Yok, en ufak bir rüzgar bile.
Kuşlar da sessizler, onlar da sessizler ormanlarında.
Biraz daha, az biraz daha bekle;
Yakında sen de, sen de kavuşacaksın sükunete.

İnsan Hissiyatı

Ah ey tanrılar! Siz Büyük tanrılar.
Siz, yukarıda engin göklerdekiler!
Bize güç verin, bu topraklardaki bizlere;
Sağlam bir iman, cesaret verin.
Çünkü size bıraktık, ey siz iyiler;
O engin gökyüzünü size biz bıraktık!

Bulmak

Dolaşıyordum ormanda,
Dolaşıyorum öylesine;
Ve hiçbir şeyi aramamaktı,
Aramamaktı hayatımın anlamı.

Bir gül gördüm sonra,
Gördüm bir gülü gölgede;
Bir gül yıldız gibi parlak,
Bir gül göz kadar güzel.

Koparmak istedim onu ama,
Tam o an dedi ki bana:
Solmam için mi,
Bunun için mi kopartacaksın beni?”

Söktüm onu ardından,
Söktüm kökü ile toprağından;
Ve taşıdım onu bahçeme,
Taşıdım onu güzel evime.

Ve gömdüm onu sonra,
Gömdüm yine toprağa;
Ardından susar oldu,
Ve zamanla kurudu.

Sahip Olmak

Hiçbir şeye sahip olmadığımı biliyorum,
Rahatsız olmadan ruhumdan çıkabilen,
Çıkabilen bu düşünce dışında.
Ve her an hiçbir şeye sahip olmadığımı hissediyorum,
Beni seven bir kader an’ının,
Onun bana tepeden tırnağa hissettirdiği
bu düşünce dışında.

Gezinen Çan

Bir çocuk vardı hiç istemeyen,
Kiliseye gitmeyi zahmet gören;
Ve pazarları kiliseye gitmek niye derdi,
Yolunu değiştirip gezmeye giderdi.

Anne derdi: “Hadi bak çan çalıyor,
Böyle buyuruldu sana;
Ve kendini alıştıramadıysan hâlâ,
O zaman o gelir ve seni alır.”

Çocuk düşünür asılıdır çan,
Çandır yukarıda duran;
Çocuk yolunu değiştirir hemen,
Bir öğrenci misali okulunu asan.

Çan çalmaz olur sonra,
Anne duraksar endişeyle;
Ama nasıl bir ürküntü ardından,
Ve çan başlar yine sallanmaya.

Hızla sallanır; inanılır gibi değil,
Korku içinde zavallı çocuk;
Koşarak kaçar sonra gelir geri, sanki bir rüya;
Siper alır çan, çocuğa.

Sessiz, süratli,
Gürültüsüzce geçti;
Çalı, çimen, kır arasından,
Çocuk kiliselere koştu.

Her Pazar, her tatilde,
Hatırlar oldu hatasını çocuk;
Çanın ilk sesiyle,
Gider oldu kiliseye yavrucak.

Yıllar

Yıllar çok sevilirler;
Çünkü onlar dünü, bugünü bize getirdiler.
Ve böyle geçiririz biz gençler,
Çok sevdiğimiz o tembel hayatı.
Bir gün gelir,yıllar da düşünür;
Ve artık eskisi kadar rahat yaşanılır olmayacaklardır.
Artık hediyeler, emanetler vermek istemezler;
Böylece bu günü de, yarını da alır giderler.

En İyisi

Dayanmıyorsa artık kafan, dayanmıyorsa kalbin;
Daha ne istersin!
Çok sevip çok yanılmayan insan; Gitsin, kendini gömsün.

Sevgiyi getiren fedakarlık, Fedakarlıkların en değerlisidir;
Ama beninin fedası,
Bu en değerlinin yitmesidir.

Yaşlılık

Yaşlılık nazik bir insandır:
Her kapıyı bir bir çalar.
Ama kimseden Buyur! sözcüğünü işitmez.
Yaşlılık da kapıda kalmak istemez.
Ne yapsın o da kapıyı açar ve girer,
Sonra da insanlar onu kaba diye niteler!

Benzer Olan

Tüm tepelerdedir
Sessizlik.
Ve yok
Ağaçlarda, ağaçların doruklarında,
Yok en ufak bir kıpırtı bile.
Ormanın kuşları suskun;
Biraz daha bekle,
Gömüleceksin sen de sessizliğe.

Dahinin Zaman Harcaması

Sözü durmaksızın çarpıttım,
Oysa Diogenes, nasıl da batırmıştı varilimi.
Yakında ciddiyet, yakında Neşe;
Yakında sevgi, yakında nefret;
Yakında şu, yakında bu olacak;
Bir bakarsın hiç, bir bakarsın değerli.
Aralıksız döndürdüm durdum sözü,
Nasıl da batırdı Diojen varilimi.

Gece Şarkısı

Bir yumuşaklık hissettir bana,
Ah yarı uykulu duyayım o sesi;
Benim telli çalgılı sesimle uyu;
Uyu! Daha ne istersin ki?

Benim müzik sesimle kutsar seni,
Kutsar seni o yıldızlar ordusu,
Sonsuz hissiyat kutsar;
Uyu! Daha ne istersin ki?

Ebedi duygular
Beni havaya kaldırıyorlar,
Kaldırıyolar beni yukarıya dünyevi kalabalıktan;
Uyu! Daha ne istersin ki?

Dünyevi kalabalıktan,
Ayırıyorsun beni, ayırıyorsun fazlasıyla;
Ve hapsediyorsun beni bu serinliğe;
Uyu! Daha ne istersin ki?

Hapsediyorsun beni bu serinliğe,
Ve izin veriyorsun sadece rüyalarımda işitmeme;
Ah hisset o yumuşak şeyin üzerindeyken; Hadi uyu!
Daha ne istersin ki?

Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Gözyaşlarında Teselli

Nasıl olur da bu kadar üzgün olursun,
Her şey yolunda görünüyor oysa;
Gözlerinden okunuyor üzüntün,
Eminim senin ağladığına.

“Ben de ağladımsa eğer yalnız,
Bu acı sadece benimdir;
Süzülür yanaklarımdan göz yaşları tatlı tatlı,
Onlardır hafifletirler acımı.

Neşeli arkadaşların çağırırlar seni;
Gel ey göğsüme, gel diye;
Ve her neyi kaybettinse,
İnan artık onu gerçekten kaybettiğine.

“Neşeniz bol, çağıldıyorsunuz, fakat ah sezemiyorsunuz;
Sezemiyorsunuz nedir boğan kederlere beni.
Hayır, hayır, kaybetmedim onu,
Kaybetmedim ne kadar hissetsem de eksikliğini”

Hemen kavra sök al kendini;
Hadi, bir kansın sen, ki genç bir kan;
İnsan güçlüdür ancak sen yaşlarındayken,
Sen yaşlarındayken vardır onda kazanmaya güç.

“Ah, hayır, yok gücüm kazanabilmeye,
Çok uzak duruyor zafer bana;
Öyle yukarıda duruyor, öyle de güzel parıldıyor ki,
Parıldıyor semadaki yıldızlar gibi.”

Oysa arzulanmaz yıldızlar,
Sevinilir yalnızca onların ihtişamına;
Seyredilirler gönül verilerek,
Seyredilirler her neşeli gecede.

“Ve gönül vererek bakarım yukarıya,
Bakarım gönül vererek güzel geçen bir günün ardında;
Ağlamaktan şişsin gözlerim, izin verin geceler;
İzin verin ağlayayım yorulana kadar.

Kendini Kandırmak

Perdesi sahnenin süzülüyor sağa sola,
Süzülüyor o komşumun perdesi;
Eminim ki kulak kesiliyor o da,
İstiyor bilmek evde olup olmadığımı.

Ve bilmek istiyor hala kıskanıyor muyum onu,
Gün boyu beslediğim duygu mevcut mu hala;
Yerinde mi o hep duracağı düşünülen duygu,
Yüreğimin kıpırtısı yerinde mi hala.

Fakat ne yazık ki o güzel yavrucak,
O yavrucak hissetmedi benim hissettiğimi;
Görüyorum ki akşam rüzgarı oynatır
Akşam rüzgarıdır oynatan perdeyi.

Değişimin Sürekliliği

Sürseydi keşke bu bereket,
Ah sürseydi keşke bari bir saat!
Fakat silkeliyor bile tomurcukları,
Silkeliyor batı rüzgari.
Yeşile sevinmeli miyim,
Sevinmeli mi öncelikle gölgesine sevindiğim o yeşile?
Yakında fırtına dağıtır onu da
Dağıtacak onu da fırtına güz yalpaladığında.

Meyvalara mı uzanmak istiyorsun,
Acale et ve o zaman hakkını al hemen!
İşte o zaman başlar olgunlaşmaya meyvalar;
Ve filizlenir, diğerleri de filizlenir.
Sonra da şiddetli yağmur gelir,
Değişir vadiciğin, su dolar deren;
Ah ve o aynı ırmaktır
Aynı ırmaktır içinde ikinci defa yüzdüğün.

Şimdi yalnızsındır artık! Önündekiler serttir onlar,
Önündekiler kaya kadar;
Duvarlar görürsün şimdi, görürsün saraylar;
Ve seyredersin onları hala gözlerle, iyimser.
Ortadan kayboldu dudak,
O dudak ki öpüşlerle zevklenirdi,
O ayak ki kayalarla boy ölçüşürdü,
Boy ölçüşürdü kayalarda keçi küstahlıklarıyla.

O el ki isteklice, yavaşça;
Davranmıştı iyilik etmek için;
Davranmıştı uzuvlara sahip o hayal gibi,
Her şey değişmiştir artık.
Ve şimdi her bir yandan,
O şey ki senin isminle anılan,
Geldi geçti o bir dalga gibi,
Gelip geçti maddeye doğru, asli.

Bırak ki baş sonla,
Sonla baş birleşsin tek olsun!
Cisimlerden hızlıdır onlar da,
Bırak onlar seni de geçsin!
Teşekkür et ilham perilerinin lütuflarına da,
Teşekkür et onların ebedi vaatlerine;
Teşekkür et yüreğindekiler için,
Teşekkür et tininin sahip oldukları için.

Dünya Tini

Dağılın farklı bölgelere,
Dağılın bu ziyaretle kutlu!
Kendinizi o heyecanla parçalayın, dağılmak
        için en yakın yerlere,
Dağılın her yere ve doldurun her yeri.

Henüz ölçülememiş uzaklarda süzülüyorsunuz bile,
Süzülüyorsunuz kutlu tanrı rüyalarında;
Ve parıldıyorsunuz ilk defa sokulganca yıldızlar altında;
Parıldıyorsunuz ışıkların serpiştirilmiş olduğu
        bu odada.

Sonra da koşuşuyorsunuz kuyruklu yıldız olarak,
Yeryüzünün derinlerine, daha daha derinlerine doğru;
O labirent ki güneşlere, gezegenlere ait;
İşte o labirent kesiyor sonra yolunuzu.

Ardından uzanıyorsunuz dokunulmamış topraklara,
Uzanıyorsunuz uzaklara, çok uzaklara;
Canlandırıyorsunuz onları, daha da
        canlandırıyorsunuz sonra; Canlandırıyorsunuz ölçülü bir dokunuşunuzla.

Ve daireler çizerek dolaşıyorsunuz hareketli göklerde,
Dolanan çiçekler arasında;
Ve siz yazın tüm oyuklarındayken taşa,
Çizin tüm kalıcı biçimleri ona.

Her bir şey tanrısal bir cüretle şimdi,
Çabalar aşmaya kendisini;
Sudur isteyen korkulmayacak şeylerin, o yeşillerin;
Kalmasını hayatta her toz zerreciğinin.

Böylece yerini alır sevimli bir gülümseme ile,
Alır ıslak bir dumanın yerini gece!
Işıldıyor işte şimdi cennetin uzakları,
Işıldıyor rengarenk oraları!

Nasıl da kımıldıyor hoş bir ışık bakmak için,
Hoş bir ışık nasıl da kımıldıyor bakmaya o biçimi
        bol sürüye;
Ve saşırıyorsunuz saadetli çayır üzerinde,
Çünkü ilk, o çift sizsiniz.

Ve kayboluyor sonsuz bir ölüş bir anda,
Kayboluyor kutlu bir değişimin bakışında;
Ve böylece karşılaşıyor en güzel şükürle hayat,
Bütünden gelenleri, onlar döndüklerinde
        o geldikleri bütüne.

İlkbaharın Gelişi

Mutluluğun günleri,
Yolda mısınız?
Güneşi hediye edin bana,
Ya ormanları, tepeleri?

Doyasıya akar;
Akar o zaman ırmaklar.
Çimenler canlı mı?
Irmak da mı canlı?

Mavimsi ferahlık!
Ey gök, ey evren!
Altın balıklar,
Denizde kaynaşıyorlar.

Renkli kuşlar var,
Hışırdamakta çalılıklar;
Ulu şarkıların çınlamasıyla,
Çınlamasıyla dolu her yer.

Yeşilin parıldayan
Gücü himayesinde,
Tadıyor arılar
Arılar çiçeklerde.

Havada var
Sessiz bir ürperti;
Hoş bir his var,
Mayıştıran bir koku.

Görkemli bir kımıldanma
Kımıldanma var havada;
Ama derhal bir durgunluk,
Hareketsizdir çalılıklarda.

Ama kalbe dönüyor,
Dönüyor geri yine;
Yardım edin ilham perileri,
Şansımı taşımaya.

Dünler, söyleyin;
Söyleyin ne oldu bana?
Sevgi dolu dişiler, ey günler;
Sevgilim ah işte artık burada!

Tanrı ve Hintli Dansöz

Bir Hint Efsanesi

Mahadöh, yeryüzü efendisi,
İner dünyaya altıncı kez,
İner hissetmek için bizi, bizce,
İner hissetmeye acımızı, sevincimizi,
Dener uymaya, dünya yaşantısına.
İzin verir her bir şeyin akmasına olağanca,
Karar verbilmek için korumalı mı cezalandırmalı mı insanı,
Ve gözlemler insan yaşantısını.
Seyreder şehri önce bir gezgin gibi,
Gözetler büyükleri, korur küçükleri;
Ardından akşamleyin terk eder şehri; ve devam eder yoluna.

Yeryüzündedir artık o; ve dolaşır dünyayı,
Seyreder, izler her bir evi;
Görür, gözüne çarpar bir kız, al yanaklı,
Bulur böylece, kaybolmuş bir yavrucağı.
“Selam genç kız!” – “Selam bayım sana da,
Bekleyin geliyorum dışarıya.”
Bayan kimsiniz siz? – Ben Hintli dansöz,
Burası da güzel evim. der genç kız;
Ve süzülür şıkırdatmak için zillerini,
Süzülür daireler çizerek ustaca,
Eğilir, süzülür ve uzatır tanrıya, bir çiçek demeti.

Sie versagen allen Dienst.
Ve çekicidir o, çeker tanrıyı bir kuytuya,
Alır onu evine, alır içeriye.
“Güzel yabancı az sonra olacak,
Mum aydınlığında olacak içerisi;
Yorgunsan yaklaş bana, dinlendireyim seni.
Ağrıyorsa ayakların dindireyim ağrılarını,
İstediğin ne ise onu sunayım sana;
Ne istersin? Al sana sükunet, al sana neşe, al sana latife!”
Ve dindirir dansöz anlarmışçasına ‘taklit edilen o acıları;
Gülümser ‘tanrısal olan, mutlu gösterir kendisini;
Hissetti, acıdan nasıl kavrulur insan kalbi.

Bekler dansözden ona kul köle olmasını, tanrı;
Dansöz, hep biraz daha neşeli ve işveli;
Ve bu genç yaştaki bu dansözün sanatı,
Bu sanat, gösterir kendisini.
Önce filizlenir,
Sonra açar çiçek;
Açar uyarsa ona karşısındakinin kalbi;
O zaman olamaz ona uzak, sevgi’
Fakat tartabilmek için o kalbi, ince ince, Yeri göğü bilen, o yüce;
Seçer şehveti, seçer, ürküntüyü ve korkunç eziyeti!

Ve öper o al yanakları,
Hintli dansöz duyar büyük bir aşk sancısı;
Ve esirdir kızcağız, artık bir esirdir o zavallı;
Esirdir ve ağlar, ilk defa, hayatında.

Ve o yatağın eğlenceli merasimi,
Hazırlar gecenin peçesini;
Bir hayalettir dönüşür gecenin saatleri.

Geç bir uyuklamadır mumlar altında gelen,
Bir istirahatten erken uyanıştır, olan,
Hintli dansözün yüreğinde vuku bulan;
Bulur dansöz, sonunda ölümü; o çok sevilen sevgiliyi.
Ve bir çığlıkla atılır üstüne ölümün;
Fakat uyandırmaz onu, ölüm,
Taşınır bedeni, hareketsiz;
Taşınır hareketsizce ateş çukuruna.
Duyar Hintli dansöz papazları, duyar ölülerin türkülerini,
Koşar çılgınca; dağıtır kalabalığı. Bir ses:
Kimsin sen? Nedir seni bu çukura iteleyen?”

Düşer tabutuyla iaşağılara;
Deler haykırışları, havayı:
“İstiyorum sevdiğimi geri.
Arıyorum onu kalbimde;
Küle mi dönüşmeliyim,
Bu muhteşem beden küle mi dönüşmeli?
Benimdi o! Her şeyden önce benimdi!
Sadece bir gece, sadece bir gece için, olsa dahi.
Ve söyler papazlar şarkılar: Biz taşırız yaşlıları,
Uzun bir yorulmanın, geç gelen bir soğumanın ardından,
Biz taşırız gençliği, daha onlar fark edemeden bizi.

Ve dinle papazlarının öğretisini:
Bu senin kocan değildi.
Ki yaşadın bir dansöz olarak,
Bu sebeple yoktur tutan bir yükümlülük, seni.
Gölgedir yalnızca takip eder bedeni,
Takip eder ölüler imparatorluğuna giden yolda onu;
Ve yalnızca kadındır takip eder kocasını:
Bu hem bir görevdir hem de bir son,
Sesler, iniltiler; iniltiler ki kutsi!
Ah alın tanrılar! Alın günlerin ziynetini,
Alın şu genci alevlerle içeri!”

Ardından merhametsiz koro
Daha da artırır o zavallıların dertlerini;
Ve uzanmış kollarla,
Atlar, dansöz, ölüme.
Fakat tanrısal çocuk,
Uzanır lavlarden dışarı;
Ardından görünür kollarında,
Görünür, dansöz sevgili.
Tanrısı sevinir ardından, tanrısı günahkârların;
Kaldırırlar ölümsüzler, kayıp çocukları, yukarı kaldırırlar;
Onları alevli elleriyle semaya erdirirler.

Meyveler getirir hayat insana; ama insan çok nadir, meyve gibidir;
Neşeli ve sevimlidir asılı duran insan, çok nadirdir hayatı elma gibi selamlayan.

Define Avcısı

Kesem boş, acı dolu kalbim;
Bitmek bilmeyen o günleri geçirdim.
Yoksulluk en büyük azap,
Zenginlik en büyük nimet!
Ve dinsin acılarım diye,
Koyuldum yola aramaya bir hazine.
Ruhumu, ruhumu alsana!”
Diye yazdım kendi kanımla.

Ve dolandım durdum böylece,
Yaktım harika ateşler,
Dizdim bir araya kemikler:
Andım yerine geldi.
Ve öğrenilen şekilde
Kazdım bulabilmek için hazineyi,
Kazdım o işaretli yeri:
Siyah ve fırtınalı bir geceydi.

Ve gördüm uzaklarda bir ışık,
Yaklaştı o ışık bana bir yıldız gibi parlak;
O uzaklardan, uzaklardan geldi,
Geldi saat tam on ikiyi vurduğunda.
Ve aniden
Aydınlandı tüm çevrem,
Aydınlandı parıltısından o dolu çanağın,
O oğlanın taşıdığı çanağın parıltısından aydınlandı.

Gördüm bakınan şirin gözler sonra,
Gördüm sık bir çelengin ardında;
O içeceğin ulu parıltısından,
Geldi çembere içeriye o an.
Ve izin verdi içmeme sevimlice,
Düşündüm oğlan kadirdir diye,
Kudretli biridir o parıldayan hediyesiyle,
Dedim olamaz o kötü birisi.

“İç saf hayatın cesaretini!
İşte ancak o zaman anlarsın öğretiyi,
Ancak o zaman gelmezsin korkak bir teslimiyetle,
Gelmezsin buralara geri.
Kazma artık burayı çaresizce, kazma.
Gündüz işin! Gece misafirlerin!
Küskün haftalar! Neşe dolu şenlikler!
Senin gelecekteki sihirli kelimelerin olsunlar.”

Sevgilinin Yakınlığı

Seni düşünürüm, güneşin parıltısı. 
         Denizden yansır da;
Seni düşünürüm, ayın parıltısı
         Pınarları boyar da.

Seni görürüm, uzak yollarda
         Toz bulutu kalkar da;
Seni görürüm gecenin bir yarısında
         Dar patikada gezgin titrer de.

Seni duyarım orada
         Çağıldayarak yükselir de dalga.
Sessiz Hain’e giderim seni dinlemeye
         Seni dinlerim her şey susar da orada.

Senleyim, ne kadar uzak olsam da sana,
         Yakınsındır bana!
Güneş batmakta, yakında parıldar yıldızlar bana
         Ah, keşke olsaydın sen yanımda!

Dieselbe

Yalnızca hasretin ne olduğunu bilenler,
Yalnızca onlar bilirler çektiğimi, neler!
Yalnız ve koparılmış ben,
Koparılmış tüm neşelerinden,
Bakarım, bakarım semaya;
Bakarım semanın her bir yanına.
Ah! Beni o tanıyan, seven,
Uzaktır o bana şimdi.
Dönüyor başım,
Yanıyor böğrüm,
Yalnızca hasreti bilenler,
Yalnızca onlar, neler çektiğimi gerçekten bilirler.

Söylemeyin yanık seslerle, söylemeyin;
Söylemeyin gecenin yalnızlığını anlatan şarkılar!
Hayır, odur ey nazlı güzeller,
Odur iyi huyluluğa dönüşen.

Dişinin erkeğe verilişi gibi,
Güzel yarı olmasına karşın;
Gece de aynen böyle yarısıdır hayatın,
Üstelik de güzel olan yarısıdır.

Sevinebilir misiniz gündüzler için,
Sevinebilir misiniz neşeleri bölen bir şey için?
İyidir ancak o kendini serpiştirmekte,
Oysa ki gereksizdir başka her konuda.

Fakat gecenin bir vaktinde,
Yayılınca lambadan bir alaca aydınlık;
Ve dudaktan dudağa,
Sızınca şaka ve aşk;

O zaman o atik ve hızlı oğlan,
Ki genelde vahşidir, ateşlidir;
O oğlan ki küçüktür,
Ve kolay oyunlardan çabuk sıkılır;

Söylerken bülbül aşıklara,
Söylerken şarkılar aşk dolu;
Tutsak ve üzgünlere,
Onlara ah, vah çekercesine hüzünlü şarkılar:

Hafif bir kalp yağmuruyla,
Etmez misiniz itaat çan’a,
On iki tane çınlaya ve düşündüren vuruşuyla,
Huzuru ve güveni vaat eden o çan’a!

Bu sebepledir bu uzun gün boyunca,
Kulağına küpe olsun artık sevgili yürek;
Varsa her günün kendine ait bir azabı, varsa,
Vardır her gecenin de kendine ait bir neşesi.

İsterim sürünmek kapılara doğru,
Kalmak isterim hep namuslu;
Dindar bir eldir uzatacak olan bana aşımı,
İşte böyle sürdüreceğim yolumu.
Düşünecek herkes mutlu olduğunu,
Düşünecek resmim belirdiğinde önünde;
Öyle bir gözyaşı dökecek ki,
Bilemeyeceğim o gözyaşının olduğunu ne.

Yaraşan söz söylemek değil, susmaktır bana,
Çünkü sırrım görevimdir;
İsterim sana içimi göstermek bütünüyle,
Fakat kaderim buna karşı gelir.

Doğru zamanda çekilir güneş kenara,
Ve aydınlatır kendisini gece, güne;
Sert kayadır göğsünü açar bize,
Esirgemeyin topraktan o kaynakları ki
        gömülüdürler derinlerde.

Herkes arar bağrında, arar biraz huzur, arar bir dost;
Fakat sulanır üzüntülerle yürek;
Bir yemindir yalnızca, o, ağzımı kapatır;
Ve onu çözebilecek tek kişi tanrıdır.

Oydu kendime tek seçtiğim;
Doğmuştum sanki sadece onun için;
Ben, onun lütfundan başka hiçbir şey istemedim.

Bırakın olgunlaşana dek parıldayayım,
Bırakın, beyaz elbisemi üzerimden çıkartmayın!
Çıkıyorum süratle o güzel topraktan,
Çıkıyorum; ve aşağıya sağlam bir eve doğru iniyorum.

Ve dinleniyorum orada kısa bir süre sessizce,
Ardından açılıyor bir bakış, taze;
Bırakıyorum sonra asıl esvabımı,
Bırakıyorum kemerimi ve tacımı.

Ve o ilahi varlıklar,
Sormuyorlar onlar kadını, erkeği sormuyorlar;
Ve elbise yok, buruşukluk yok;
Yok o parlak bedende buruşukluk.

Oysa ki yaşardım gamsız, emeksiz, kedersiz;
Yine de hissederdim yeteri kadar acıyı; ;
Beni erkenden yaşlandıran da tasaydı;
Ah ne olur beni sonsuza dek gençleştirin!

Ah, göreceksiniz bir mucize!
Her ne yaşanmışsa, yaşanmıştır gereğince; Artık söylenen söylenmiştir,
Gün doğmadan görülür,
Görülecektir gün doğmadan mucizeler”

Harp Çalgıcısı

Her kim ki teslim eder kendisini yalnızlığa,
Ah! İşte o yalnız kalır çok kısa bir süre sonra:
Herkes yaşar, herkes sever,
Ve işte o herkes terk eder onu acısına.

Evet! Beni acımla baş başa bırakın!
Ah bir kez bari olabilsem keşke,
Keşke bir defa bari olabilsem yalnız,
İşte o zaman asıl gerçekten yalnız olmam.

Temkinli bir aşık yürür emin adımlarla, sorar,
Acaba yalnız mı ki şu an yavuklusu?
İşte böyle geçer, geceler ve gündüzler,
Yalnızlaştırır beni böyle yalnızlaştırır acılar.

Izdırap işte böyle yalnızlaştırır beni.
Olabilecek miyim ki kabirimde bari,
Olabilecek miyim bari orada gerçekten yalnız;
Umarım orada bırakır sevgilim beni onsuz.

-Bilir misin o memleketi, ki orada açar limon çiçekleri;
Parıldar karanlık ağaç yaprakları altın portakallar
        parıldar?
Eser gökyüzünden hafif bir rüzgar,
Defne kadardır orada mersinler,
O memleketi bilir misin?
                    Oraya! Oraya
Gitmek isterim sevgilim seninle, oraya göç etmek!

O evi bilir misin? İşte o evde sütunların üzerinde
       dinlenir çatı,
Parıldar salon, oda nur içinde parıldar,
Orada duran mermer heykeller beni izlerler:
Ne yaptılar böyle sana ey zavallı çocuk, ne yaptılar?
Bilir misin orayı, orayı bildiğine emin misin?   
                    Oraya! Oraya
Gitmek isterim seninle koruyucum, oraya göç etmek!

Bilir misin o dağı, o dağın bulutlardaki patikasını?
Arar orada katır, sislerde kaybolmuştur yolunu,
Orada mağaralarda saklanır ejderhaların o eski nesli,
Yuvarlanır üzerine kaya, gelir sel üzerine.
Tanır mısın onu iyi, iyi tanır mısın?
                     Oraya! Oraya
Çıkar yolumuz, izin ver de baba oraya göç edelim.

Ben zavallı şeytanım Bay Baron, ben zavallı şeytan;
Kıskanıyorum mevkinizi;
Kıskanıyorum o tahta yakınlığınızı;
Ve kıskanıyorum sahip olduğunuz o güzel tarlaları.
Babanızın sağlam kalesidir kıskançlığımın sebebi,
Kıskanırım av sahanızı, silah atışlarınızı kıskanırım.

Beni zavallı şeytanı bay baronu,
Kıskanıyorsunuz siz de görüldüğü üzere;
Çünkü doğa çocukluğumdan bu yana,
Bir anne gibi davranıyor bana.
Kafam rahattı ve neşem yerinde,
Belki bir fakirdim ama aptal değil.

Şimdi düşünüyorum ki bay baron,
İkimizin de kalması iyi, olduğumuz gibi,
Siz kalın babanızın oğlu olarak;
Ve ben kalayım hala ana kuzusu.
Çünkü biz yaşarız hasetsiz, nefretsiz başkalarına;
Yaşarız göz koymadan başkalarının mevkilerine;
Yeriniz yok sizin Parnass’ta;
Ve benim de yerim yok bu fasılda.

Onu boyar sabah güneşinin ışığı,
Boyar bomboş ufku ateşlerle,
Ve suçlu başının üzerine,
Yıkılır dünyanın o güzel resmi.

Harp Çalgıcısı

Her kim ki yememiştir hiç ekmeğini göz yaşı ile,
Her kim ki endişe dolu gecelerini,
O geceleri geçirmemiştir ağlayarak yatağında,
İşte ancak o tanımaz sizi ey ulu güçler.

Sizsinizdir bizi hayata yönelten,
Sizsinizdir zavallıları da suçlu eden,
Sizsinizdir ardında onlara acıları bırakan,
Çünkü çıkar tüm günahların bedeli, dünyada çıkar.

Denizin Sükuneti

Derin bir sessizliğin hükmünde su,
Deniz hareketsizdir, deniz dinlenmekte;
Ve üzgün bakıyor denizci,
Üzgün bakıyor, hareketsiz duran çevresine.
Esmiyor rüzgar hiçbir yönden!
Her bir taraf korkunç, ölüm sessizliğinde!
O korkunç uzaklıklarda,
Yok oralarda en ufak bir dalga.

“Ne sesi geliyor, ne sesidir gelen, bu büyük
        kapının ardından;
Yoksa bu yankının merkezi aslında köprü mü?
Bırak duyulsun şarkı, duyulsun kulağımızda,
Bırak da yankılansın!”
Konuştu kral, gitti hademe,
Geldi oğlan ve konuştu kral:
“Al ihtiyarı, içeriye al.”

“Selam size ey ulu beyefendiler,
Size de selam güzel bayanlar!
Ne zengin bir gökyüzü bu!
Nasıl da yıldız, yıldız altında.
Fakat bilen var mı ki isimlerini?
Sarayın o salonu, asalet dolu, ne de sükseli,
Gözler kapatın kendinizi. Çünkü burada zaman yok,
Şaşırarak tanrılaşabilmek için, bu sebeple
         kapatın gözlerinizi.

Kapattı gözlerini sıkıca şarkıcı,
Ve vurdu tellere büyük bir coşkuyla vurdu,
Baktı cesaretlice içeriye şövalye,
Ve kucakta bir güzel gördü.
Şarkıdan hoşlanan kral,
Ödül olarak o şarkıya,
Getirtti bir altın kolye.

“Ben, istemem altın kolyeyi,
Ver onu, şövalyelere ver.” dedi.
O şövalyelere ki cesur yüzleri,
Onlar ki korkudan çatlatırlar düşman mızraklarını,
Ya da ver onu, nazırına ver;
Ve bırak taşıyan o olsun altının ağırlığını
Bırak nazırın onu da yüklensin.

Ve kuş nasıl öterse ben de öterim öyle;
Bir kuş gibi öterim, dallar arasını bilen yuva.
Kafatasımdan dışarıya zorlayan şarkı,
O bir ödüldür, bana bir ödül;
Fakat varsa sizde bir hakkım, edeyim size rica;
Bir yudum şarap isterim, Temiz bir kadehte bir bardak şarap.

Koydu yanına önce, sonra içti şarkıcı şarabı:
“Ah sen tatlı serinliği getiren şarap!” dedi.
“Oh! Üç defa şanslı insanlar oh,
Nerde şarap varsa ey çatalcık,
Orada iyi geçer zamanınız, ve o an beni düşünün;
Ve şükredin tanrıya da,
Ona da bu içki için şükredin.

Harp Çalgıcısı

Her kim ki kendisini yalnızlığın kollarına bırakır,
Ah! O kalır yapayalnız;
Biri yaşar hayatını, diğeri sever,
Ve onu acısıyla baş başa bırakırlar.

Evet! Beni acılarıma bırakın!
Bir defa,
Bari bir defa gerçekten yalnız kalabilsem,
İşte asıl o zaman yalnız olmazdım.

Nazikçe yaklaşır yanıma seven biri,
Yalnız mıdır ki sevgilisi?
Böylece gece ve gündüz sessizce üzerimden geçer,
Geçer utanç,
Geçer acı.
Ah ancak orada,
Mezarımda mı yalnız olabileceğim,
İşte yalnız orada, orada yalnız kalabileceğim!

Mutlu Yolculuk

Sis dağılıyor,
Gökyüzü aydınlık,
Ve Aiolos çözmüştü,
Oydu çözen bu korku çemberini.
Rüzgaz uğulduyor,
Dokunuyor gemiciye.
Hızlı! Daha hızlı git dercesine!
Dalgalar açılıyor,
Uzaklar yaklaşıyor;
Ve sonunda karayı görüyorum!

Başka Bir Şey

Git! Gösterdiğim yoldan sapma,
Gençliğin geçmesin boşa,
Geç olmadan aklını başına al:
Şansın tartısında
Dil çok zor dengede kalır;
Yükselmeli veya alçalmalısın,
Hükmetmeli ve kazanmalısın,
Yoksa hizmet etmek zorunda kalırsın, kaybedersin;
Istırap çekmek mi, zaferler kazanmak mı;
Örs mü, yoksa çekiç mi olmak istersin?

Kaybetmek, İlk Defa

Ah, kim getirir o güzel günleri
İlk aşkın o güzel günlerini geri,
Ah, kim getirir yalnızca bir saatini
O güzel anın bana geri!

Kendi kendime beslerim yaramı,
Ve öyle ki sürekli yinelenen bir feryatla
Kederlenirim kaybettiğim şansa.

Ah kim getirir o güzel günleri,
O güzel anları bana geri!

Yakınlık

Nasıl oluyor da bebeğim sıklıkla bana,
Nasıl oluyor da bu kadar yabancı olabiliyorsun
İnsanlar arasında, kalabalıkta?
İşte bu duygudur ezer geçer tüm sevincimi;
Ama evet, el ayak çekilince yine,
Tanırım seni yine öpüşlerinle.

İnsanın Sınırları

O eski,
Çok eski kutlu baba;
O, soğukkanlı elleriyle;
Yuvarlanan bulutlar arasından;
Kutsayan şimşekler;
Şimşekler serperse yeryüzüne;
Öperim uçlarını;
Uçlarını öperim eteklerinin.
Ve ardından çocukça bir ürperti hissederim,
Bir ürperti hissederim yüreğimde.

Çünkü tanrılarla,
Onlarla boy ölçüşmemeli,
Boy ölçüşmemeli onlarla sıradan bir insan;
Ki kalkarsa ayağa,
Ve dokunursa.
Dokunursa ikiye ayrılmış saçlarıyla yıldızlara,
Yapışmaz o zaman,
O zaman yapışmaz ayak tabanları yerlere,
Ve oynar o zaman,
Bulutlar, rüzgarlar, o insanla oynarlar.

Sağlam kemiklerle,
Sağlam, ilikli kemikleriyle durursa o;
Durursa güzel kurulmuş
O ebedi topraklarda,
Uzanmazsa,
Uzanmazsa o; meşeyle,
Asmayla;
Kalkmazsa, boy ölçüşmeye, onlarla.

Ne ayırır insanlarla tanrıları,
Nedir insanlarla tanrılar arasındaki fark?
Sayısız dalgalar

Dalgalar dolaşır insanları,
Ve dolaşır ebedi bir fırtına:
Bizi kaldırır dalgalar,
Bizi yutar onlar,
Ve batan yine bizizdir.

Küçük bir çemberdir belirleyen,
Küçük bir çember belirler hayatımızın sınırlarını;
Ve birçok cins sıralanır,
Sıralanır birçok soy,
Var oluşunun
o sonsuz halkasında.

Kışın Kuru Ağaçları

Akbabalara eş,
Yağmur yüklü sabah bulutları arasında,
Yumuşacık kanatlarıyla dinlenen,
Dinlenirken ganimete bakan,
Ey süzül sen, süzül ey şarkım.

Çünkü çizmiştir tanrı herkesin yolunu,
Çizilidir herkesin yolu,
Çizilidir önceden.
Şanslı olan hemen ulaşır,
Çabuk ulaşır,
Tez ulaşır mutuluk getiren hedefe.
Ama her kim ki talihsizdir,
Sıkışır onun kalbi dertten,
O kişi çaresizce ürperir,
Ürperir engeller karşısında.
Ürpertir onu eskiden beri var olan ipler,
O engeller ki ‘acı makası’nın bir kez,
Sadece bir kez yeltendiği kesmeye.

Titreyen çalılar arasından,
Geçmeye zorlar kendini tüylü av hayvanı;
Ve serçeleriyle birlikte,
Çekilmiştir zenginler,
Girmişlerdir bataklıklarına.

Kolaydır o arabanın takibi,
O arabadır ki Fortuna sürer onu;
Ağır ağır ilerleyen hizmetkarları gibi,
Yenilenmiş yollarda Bir prens takibi.

Ama kimdir, kimdir tenhadaki?
Onun izidir kaybolur çalılıklar ardında,
Onun ardından titreşir,
Titreşir çalılıklar.
Çimenler ayağa kalkar;
Issızlık, ıssızlık onu yutar.

Ah kim iyi eder yaralarını
Merhemi acıya donüşenin,
Nefretini kim dindirir,
Kim dindirir nefretini sevginin bolluğundan içenin?
Önce hor bakardı başkalarına, horlanan
        şimdi kendisidir,
Tüketen kendisidir,
Tüketen kendi değerini;
O yetiştiremediği kadar aralıksız olan nefretiyle.

Zeburle’unda senin
Bir ses midir sevginin babası,
Bir ses midir kendi kulağınca işitilen? Öyleyse canlandır, dirilt kalbimi!
Aç bulutlarla sarmalanmış görüşümün önünü,
Aç binlerce membaya giden o kapatılmış yolu;
O, suya susamışların yanındaki yolu,
Hadi aç çöldeki o yolu bana.

Sen, sevinçlere sevinç katan;
Herkese taşacak kadar büyük olan;
Kutsa avın kardeşlerini,
Yabanın izindekileri o kardeşlerini,
Kutsa onları gençliğin aşırı yürekliliğiyle,
Keyif veren öldürme hırsıyla.
Sonraları insafsızlıkların intikamcısı,
O faydasızca, yıllarca;
Uğraşır o çiftçi korunmaya.

Fakat sar o yalnız kişiyi;
Sar, sar altın bulutlarınla!
Kuşat beni kış yeşilliğiyle,
Güller yine olgunlaşıncaya dek kuşat.
Islak saçlarla,
Sevgiyle, şair sevgisiyle kuşat!

Alacakaranlık aydınlatan meşalenle
Aydınlatırsın onu,
Gece yarısı, sığ sular boyu,
Zemini olmayan yollar boyu,
Ki ıssız ovalarda;
Binlerce renkli sabahla,
O sabahla gülersin ona.
Asitçe yakan fırtınalarda,
Taşıyorsun onu yukarılara,
Kış nehirleri akıyor kayalardan,
Akıyor ilahlarına doğru.
Ve en sevecen teşekkürlerin mihrabı altında,
O korkulan tepenin,
O tepenin kar asılı duran zirvesi,
İşte o zirve korkunç olur ona,

Korkunç olur gelecek çelengi sezebilenlere.

Duruyorsun keşfedilmemiş yüreğinle,
Duruyorsun esrarengiz bir şekilde; Duruyorsun şaşkın şaşkın bu dünya üzerinde.
Ve bakıyorsun bulutlara,
Bakıyorsun onların zenginliklerine, güzelliklerine;
Bakıyorsun damarlarından kardeşlerinin,
Yanındaki o kardeşlerinin kanıyla suladığın bulutlara.

Suyun Üzerindeki Hayaletlerin Şarkısı

İnsan ruhu
Suya benzer,
Gökten gelir,
Göğe döner,
Ve yine gelir yere
Çünkü toprağa gelmelidir,
Sürekli gidiş gelişlidir.

Fışkırır yükseğe,
Dik kayaya
Saf bir şua;
Sonra tozur,
Tozur sevgiyle bulut dalgalarından,
O kayaya, kaygan.
Ve hoş karşılanır,
Kaynar,
Çağıldar,
İner derinlere.

Kayalıklar yükselir,
Yükselirler suyun düşüşü üzerine;
Ve köpürür dalgalar cesaretsizce,
Adım adım,
Adım adım inerler derinlere.

Yassı yatağından yaklaşır,
Sokulur su, yeşil vadisine;
Ve o durgun denize
Gülümser o yüzler,
Gülümser yıldızlar denize.

Rüzgar dalgalara
Bir sevgili;
Rüzgar köpürtür,
Köpürtür derinlerden denizi.

Ey insan ruhu,
Nasıl da benzersin suya!
Ey insan kaderi,
Nasıl da benzersin rüzgara!

Ruhun Selamı

Kulenin üzerinde uçuşuyor,
Uçuşuyor o kahramanın ruhu;
Gemilerin görünürden kayboluşu gibi,
O da elveda edecek bana.

“Gör, ne kadar parlaktı güneş,
Yürek ne kadar sert ve vahşi;
Damarlarsa asil,
Asil Şovalye kanıyla dolu.

Ömrümün yarısı fırtına gibi patırtılı, hızlı;
Diğer yarısıysa sessiz geçti;
Ve sen ey insangemisi;
Yüz, yüz sen ilelebet yüz!”

Geliyorum, bekle, geliyorum!
Ama nereye; ah nereye geleyim?
Dokunmak istiyorum böylece,
Seni almak istiyorum kollarıma!
Sınırlanma

Neyden hoşlandığımı bilmiyorum,
Bu küçük ve dar dünyada neden hoşlanıyorum;
Nedir beni o narin kurdelesiyle tutan?
Unuturum, unuturum tabi;
Kaderin beni ne tuhaf yönlendirdiğini;
Ve ah, hissediyorum uzak ve yakın,
Bir şeylerin benim için hazırlanmışlığını.
Ah keşke de ölçü doğru tutturulabilmiş olsaydı!
Ne kaldı bana şimdi, neyim var bana sarılı
sunulanın dışında;

Bana sunulan yaşama sarılma güdüsünden başka?
Neyim var ki sessiz bir geleceği beklemekten başka!

Öğüt

Ne istesin ki insan? .
Sessiz kalmak daha mı doğru yoksa?
Her şeye sıkıca tutunmalı mı?
Yoksa kendini akıntıya mi vermeli?
Kendine küçük bir yuva mı yapmalı?
Yoksa çadırda mı yaşamalı?
Kayalara güvenmeli mi?
Fakat biline ki en sert kayalar bile sallanır

Doğru herkese göre bir değil!
Herkes çaresine bakmalı,
İnsanlar kalacağı yeri doğru seçmeli,
Fakat durursa, bilmeli düşebileceğini!

Gölde

Taze meyvalar, taze can,
Emiyorum bu hür dünyadan;
Doğa nasıl bu kadar güzel ve iyi,
Yatırıyor göğsünde beni!
Dalgalar kaldırıyor kayığımı,
Kaldırıyor kürek vuruşumun hızıyla;
Geçiyorum dağlardan yönüm göğedir;
Yolculuğum sürmektedir.

Gözlerim, gözlerim, niçin kapanıyorsunuz?
Yoksa altın düşler, yine siz mi geliyorsunuz?
Uzak durun benden! Rüyalar, hayaller ne
kadar güzel olsanız da;
Çünkü, artık, gerçek hayat ve sevgi var karşımda.

Dalgalarda parıldıyor,
Yıldızlar süzülüyor;
Sanki ince ince sisler içiyorlar,
İçiyorlar o derin uzaklıkları.
Ve dalgalanıyor seher yeli,
Gölgelerin altındaki o koyda daygalanıyor;
Ardından deniz yansıtıyor,
Yansıtıyor olgunlaşan meyveleri.

Ay’a

Doldur yine vadiyi, ormanı;
Doldur sessizce, sadece parıltınla;
Ve çöz artık,
Çöz ruhumu, ruhunla.

Ve yay ovama o bakışı,
Yay o sakin bakışını;
Bir dost gözü edasında, mülayim;
Dik kaderime gözlerini.

Her yankıyı hissediyor kalbim,
Mutlu ve mutsuz anlarıma ait;
Geziniyorum neşede ve acıda,
Geziniyorum yalnızlıkta da.

Ak güzel ırmak, ak!
Asla olmayacağım mutlu,
‘Haz ve öpücük’, fısıldayarak kayboldu;
Ardından ‘sadakat’ de onlar gibi yok oldu.

Bir zamanlar bana aitti,
Benimdi bu leziz olan!
Ceza olarak da acısıdır şimdi,
Sonsuza dek unutulmamak üzere bana kalan!

Ey ırmak, şırılda sen, vadi boyunca,
Durmadan, dinlenmeden şırılda;
Şırılda ve katıl şarkıma,
Şarkıma, melodiler fısılda.

Gün gelir bir kış gecesi,
Kükrersin, taşarsın;
Ya da bahar güzelliğinde,
Taze goncalarla coşarsın.

Ne mutlu kendini dünyadan,
Nefret duymadan soyutlayana;
Bir dostunu göğüsleyip,
Hayatı tadınca yaşayana.

İnsanların bilemedikleri,
Düşünemedikleri sırlar,
Her gece kalbin derinliklerinde,
Dolaşır dururlar.

Uzaktakine

Seni gerçekten kayıp mi ettim?
Ey güzel kız, kaçıp gittin mi benden?
Hala çınlıyor sesine alışmış kulaklarım,
Her bir sözün kulaklarımda, her bir sesin.

Gezginin sabah bakışlarının,
Beyhude havada gezdiği;
Mavi havada gizlenmiş o kuşun,
Çayır kuşunun gezginin üzerinde öttüğü gibi.

İşte böyle, deliyor bakışım,
Kırları, çalıları, ormanları;
Seni çağırıyor tüm şarkılarım:
Gel sevgilim, bana geri!

Nazına

Portakalı görüyor musun?
Hala ağaçta asılı duran;
Mart ayı geçti,
Ve gelecek çiçekler, yeni.
Ağaca yaklaşıyorum
Ve adını anıyorum: “Portakal,
Olgun portakal, Ey tatlı portakal!
Ağacı sallıyorum, hisset, sallıyorum;
Hadi düş artık, düşsene bekliyorum!”

Komşu Olmak

Ey güzel kız,
Sen, siyah saçlı olan;
Pencereye gelen,
Balkona çıkan!
Yoksa boşuna mı duruyorsun?
Ah benim için gelmiş olsan;
Ve kapının sürgüsünü açsan.
Ne kadar mutlu olurdum o zaman oysa!
Tırmanırdım hemen yanına!

Yaban Gülü

Oğlan gördü bir gülü,
Bir gülü fundalıkta,
Gül genç ve gün kadar güzeldi,
Koştu onu görmeye gülün yakınına;
Sevinçle seyretti onu, seyretti onu büyük bir mutlulukla.
Yaban gülü, yaban gülü, yaban gülü kırmızısın;
Fundalıkta bir gülsün.

Oğlan der: “Kopartacağım seni,
Fundalıkta bir gülsün!
Gül der: Dikenimi batırırım sana,
Sonsuza dek beni düşünürsün sonra,
Ve acısı kalır sana.”
Yaban gülü, yaban gülü, yaban gülü kırmızısın;
Fundalıkta bir gülsün.

Ve çocuk koparır gülü, yabani,
Bir gülü fundalıktaki;
Gül savunur kendini, batırır ona dikenini,
Kurtarmaz oğlanı Ah’lar, vah’lar,
Çekmeliydi oğlan acılar.
Yaban gülü, yaban gülü, yaban gülü kırmızısın;
Fundalıkta bir gülsün.

Çingene Şarkısı

Sisler, derin karlar içinde,
Vahşi ormanda, gecenin bir yarısı,
Duydum kurtların aç aç ulumasını,
Duydum baykuşların bağrışlarını:
     İstiyorum uuv uuv uuv!
       İstiyorum ama nerede!
         İşte buldum oh!

Bir defasında vurduydum çitlerde bir kedi
Anne’nin, o cadının çok sevdiği o kediyi;
İşte o akşamın gecesi beni yedi tane kurtkadın ziyaret etti,
     Tam yedi taneydiler, köyden yedi dişi.
             İstiyorum uuv uuv uuv!
                İstiyorum ama nerede!
                   İşte buldum oh!

Tanıyordum hepsini, hepsi iyi tanıdığım kişilerdi,
Biri Anne’ydi, Ursula’ydı, Käthdi,
Liese’ydi, Barbe’ydi, Ev’di, Bethdi’;
Uluyarak, uluyarak çevrelediler beni.   
       İstiyorum uuv uuv uuv!
          İstiyorum ama nerede!
             İşte buldum oh!

Sonra andım her birini kendi adıyla:
“Nedir istediğin Anne? Nedir istediğin Beth?”
Sallandılar önce, silkindiler sonra;
Ve uluyarak kaçtılar uzaklara.
        İstiyorum uuv uuv uuv!
           İstiyorum ama nerede!
              İşte buldum oh!

Erl Kralı

Kim bu atıyla karanlıkta rüzgarlara karşı duran?
Çocuğuyla bir baba;
Yavrucağı sıkıca kolunda,
Sarmalıyor onu güvenlice, sıkıca.

“Oğlum, yüzündeki bu korku dolu ifade niye?”
“Baba, görmüyor musun Erl Kralını sen de?
Erl Kralı’nın tacı başında, uzanmışatının kuyruğu da
Oğlum bu bir sis bulutu yalnızca”

Sen, güzel çocuk, gel benimle!
Güzel oyunlar oynarım seninle;
Sahilde renkli çiçekler var,
Hem annemin de hoş, upuzun bir elbisesi var.

“Baba, baba duymuyor musun sesini,
Duymuyor musun Erl Kralı’nın bana fısıldadığı
          sözleri?
Sakin ol, yavrum, birazcık sakin olsana;
Yalnızca kuru yapraklar, hışırdıyor rüzgarda.”?

“Benle gelmek ister misin ey yavrucak?
İnan kızlarım seni çok hoş karşılayacak;
Kızlarım geceleri Ren nehrini akıtırlar,
Seni sallarlar, senle dans edelerler,
         sana şarkılar söylerler.

“Baba, baba görmüyor musun, bak, orada?
Elr Kralı’nın kızını, karşıda, karanlıkta.
Oğlum tabi ki görüyorum oradakini,
Görüyorum oradaki gri renk söğütleri”

“Seviyorum seni, yaradılışın cezbeder beni;
Ama kendi isteğinle gelmezsen, üzerim seni.
“Baba, baba, dokunuyor şimdi ama!
Erl Kralı, galiba, bir kötülük yaptı bana!”

Ürperir babanın tüyleri, baba yol alır daha bir hızlı,
Tutar kollarında baba, o inleyen yavrucağı;
Varır avluya zahmetle, kaygı dolu,
Kollarındaki yavrucak, artık, sadece bir ölü.

Gezginin Akşam Şarkısı

Sensin ey gökteki, sen,
Tüm kederleri, acıları dindiren;
Sefilden sefil olana sensin,
Sensin ona taze hayat veren,
Ah bıktım sürünmekten!
Niyedir bunca acı, bunca coşku niye?
Ey tatlı barış, gel,
Gel hadi göğsüme!

Balıkçı

Su çağıldıyordu, kabarıyordu su, Oturuyordu bir balıkçı suyun kıyısında,
Bakıyordu sakince, bakıyordu oltasına,
Balıkçı serin kalbine değin.
Ve öyle bir oturuyor öyle bir kulak kesiliyor ki suya,
Öyle dikkatli ayrılıyor o su da çatallara;
Ve çıkıyor haraketli sudan dışarıya,
Çıkıyor dışarıya bir dişi ortaya.

Şarkılar söylüyor dişi, konuşuyor, balıkçıya soruyor:
“Niçin büyülüyorsun neslimi?
Niçin kandırıyorsun insan hileleriyle, insan
kurnazlığıyla,
Niçin çekiyorsun bizi ölüme, ölüm kor’una doğru?
Ah bilseydin keşke ne kadar mutludur oysa balıcık,
Ne kadar da mutludur suyun derinlerinde;
İşte o zaman inerdin, sen de dalardın o zaman derinlere;
Ve iyileşirdin ancak o zaman, sağlığına
kavuşurdun sen de.

Sağlamıyor mu tazeliği sevgili güneş,
Ay da sağlamıyor mu tazeliği denizdekilere de?
Gözükmüyor mu onların yüzleri,
Gözükmüyor mu iki kat daha güzel olarak derinlerde?
Çekmiyor mu seni derinlerin göğü,
Çekmiyor mu seni o islak mavi?
Büyülemiyor mu seni kendi çehren,
Kendi çehren büyülemiyor mu seni sonsuz çiy’e doğru?

Çağıldıyordu su, su kabarıyordu; Ve islatıyordu çıplak ayağımı, Büyüyordu balıkçının kalbi, öyle de bir özlemli, Büyüyordu en tatlı selamı alırcasına. Deniz kızı ona konuşuyordu, şarkılar söylüyordu ona;
Oydu hedef, hedef balıkçıydı, Az su onu çekti, az o gömdü kendisini suya,
Ve bu balıkçı bir daha görülmedi asla.

Avcının Akşam Şarkısı

İlerlerim kırda sessiz ve vahşi,
İlerlerim tutarak ateş borumu;
Ve süzülür aydınlanarak tatlı görüntün,
Süzülür tatlı tatlı önümde.

Gezinirsin şimdi sen, sessiz ve ılımlı gezinirsin;
Gezinirsin o vadilerde, o çayırlarda.
Ve benim tez çağıldayan resmim,
Niye dikilmez ki bir kez bile karşına?

O insanın görüntüsü ki dünyayı gezer,
Gezer dünyayı korkakça ve öfkeli;
Dolaşır aylakça Doğu’yu Batı’yı,
Dolaşır bırakmak zorunda olduğu için seni.

Öyle bir hisse kapılırım ki seni düşündüğümde,
Bir hisse kapılırım bakarcasına aya,
Sessiz bir barış gelir üzerime,
Hissedemem nedir olan, olan nedir bana.

Öğüt

Eğer ki günün birinde,
Kendinden ve hatta herkesten nefret edersen,
Her şeyi kalbinden mahrum bırakmak istersen;
O zaman sanatı da mı dışlayacaksın? Kötü zamanlara ah etme;
Çünkü bu güç ve ilhamın yakınlığına işarettir:
Eğer ki kötü zamanları atlatabilirsen iyi,
İyi zamanlarda alırsın her zamankinden
iki kat daha iyiyi.

Christel

Genelde ruhum bunalır,
Kanımsa donuktur!
Oysa Christel’imle olduğumda,
Heş şey birden düzelir.
Görüyorum onu her yerde,
Ve bilemiyorum niçin,
Niye ve nasıl ve ne zaman, ne durumda
Hayranlık duyduğumu ona.

Gülüşen siyah gözler,
Üstünde siyah kaşlar,
Gözlerine bir bakışım bile,
Ruhumu uçuruyor.
Var mıdır bu kadar sevimli ağzı olan biri daha,
Böyle elma yanaklı biri daha var mıdır?
Yuvarlak başka bir şey daha var ki,
Asıl hiçbir göz doyamaz ona!

Ve ona dokunabildiğim an,
Dokunabildiğim an hafif bir Alman dansında,
Döndüğümüzce çevik hareketlerle,
İşte hissediyorum kendimi ancak tam o an.
Ve başı dönmeye başladığında,
Alıyorum onu kollarıma,
Göğsüm, kollarım dönüşüyor,
Dönüşüyor bir cennet bahçesine!

Ve sonra sevgi dolu bakışlarla ardımdan baktığı,
Her şeyi unuttuğu,
Bağrına basıp öptüğü,
Doyasıya öptüğü o an,
Ürperiyor tepeden tırnağa her yerim,
Ürperiyor tüm bedenim!
O an hem çok güçlü, hem çaresizim,
İşte o an hem mutluluğu, hem de acıyı tadan benim!

İşte o an fazlasını, hep daha fazlasını istiyorum,
Gün kısa geliyor bana;
Gece de yanında olsaydım,
Canım hiç sıkılmazdı daha.
Ona dokunduğumu hayal ediyorum,
Bu hayali sevincin acısını çekiyorum;
Ve bitmezse bu işkencem,
Ah o zaman onun kollarında öleceğim!

İşte bu sihirli iptir,
Bu iptir benim koparamadığım,
Tutar beni bu ipte tutar, tutar sevgiyi bilmeyen o kız,
Tutar aşarak irademi;
Ve yaşamak zorunda kalırım artık.
Yaşamak zorundayımdır onun sihirli çemberinde,
          onun isteğince,
Bu ne değişim ah, ne kadar da yüce!
Ah aşk! Aşk! Ne olur bırak artık beni kendime!
Ah, ama ah! Kız geldi fakat,
Fakat fark etmedi bile menekşeyi;
Ve ezildi menekşe.
Ezilen menekşeyse seviniyordu:
Öleceksem, bari böyle,
Onun tarafından ezilerek ölmeliyim;
Öleceksem böyle, onun ayakları altında ölmeliyim.
Ah, dedi menekşe! Keşke,
Keşke doğadaki en güzel çiçek olsaydım.
Ah, kısacık bir süre için bile olsa,
Bari şu sevimli kız beni toplayana,
Toplayana ve göğsüme basana dek!
Ah, yalnızca,
Yalnızca on beş dakikacık!
Bir menekşe çimlerde,
Yalnız ve tanınmamış;
Cici bir menekşe.
Ve geldi genç bir çoban kız,
Hassas adımlar ve coşku isteğiyle.
Bir yerlerden geldi,
Çimenlerden geçerek, şarkılar söyleyerek.
Veriyorsun bana yeni şarkılar,
Veriyorsun yeni danslar,
Benim gibi sen de mutlu ol;
Sana sonsuza dek mutluluklar!
Ne çok seviyorum seni,
Seviyorum sıcacık kanımla;
Sen ki verdin bana gençliği,
Cesareti de verdin mutluluğu da.
Senin sevgince sever çayır kuşu,
Sever ötmeyi, havadaki tazeliği;
Ve güne açan çiçekler,
Göğün kokusunu senin kadar severler.
Ah kız, kız!
Ne çok seviyorum SENİ!
Bakışın ne kadar da güzel!
Ne çok seviyorsun beni!
Fevkalade kutsarsın,
Kutsarsın taze kırları;
Çiçeklerinin sıcaklığıyla,
Kutsayışın tüm dünyaya.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir