Arthur Conan Doyle kitaplarından Sherlock Holmes – Bütün Hikayeleri 1 kitap alıntıları sizlerle…
Sherlock Holmes – Bütün Hikayeleri 1 Kitap Alıntıları
Önemli olan insanları ne yaptığına inandırdığın..
Önemli olan insanları ne yaptığına inandırdığın.
Önemli olan insanları ne yaptığına inandırdığın.
Karnım doyunca, eski defterleri karıştırdım. Sekiz yıldan beri dostum olan Sherlock Holmes’un yöntemlerini incelemekteyim. Notlarıma göz gezdirdiğim zaman, olağanüstü yetmiş meseleye rastlıyorum. Feci, komik, acayip olanları var, ama hiç biri sıradan, basit değil. Sebebi meydanda, Holmes herhangi bir işle uğraşmaz, o para kazanmak için değil, meslek aşkı uğruna, çalışır. Bunun için sıradan olaylara karışmaz, ona olağanüstü, şeytanın karıştığı meseleler lâzımdır. Bana kalırsa Sherlock Holmes’un üzerine aldığı “Şeytanın karıştığı” en acayip iş de, Surrey’de temasa geçtiği Roylott Stoke Moran ailesi macerasıdır. Bu macera, Baker Street’teki evinde Sherlock Holmes’le beraber oturduğum zamana aittir. Eğer namus sözü vermemiş olsaydım, bu macerayı daha önce açıklardım. Namus sözü verdiğim kadın geçen ay öldü, verdiğim sözü tutmayabilirim artık. Hem bu meselenin iç yüzünü açıklamakta da fayda vardır. Doktor Grimesby Roylott’un ölümü halk arasında birçok söylentilere yol açmıştı. Hakikat de korkunçtur ama söylenenler kadar değil. Bir Nisan sabahı erkenden uyandım, çünkü Sherlock Holmes giyinmiş olarak başucumda duruyordu. Dostumda erken kalkmış bir insan hali yoktu. Saatin yediyi çeyrek geçtiğini görünce, Holmes’e hem hayretle, hem sitemle baktım. Benim değişmez alışkanlıklarım vardır, rastgele saatte rahatsız edilmek istemem. Sherlock Holmes: —Sizi uyandırdığıma müteessifim, dedi, fakat başa gelen çekilirmiş: Bayan Hudson’u uyandırmışlar, o da beni uyandırdı, ben de sizi uyandırdım. —Ne oluyor? Yangın mı var? —Hayır yangın değil, müşteri geldi. —Ne müşterisi? —Son derece heyecanlı bir genç kadın gelmiş, beni hemen görmek istiyormuş. Salon da insanları uyandıran kadının, her halde önemli bir işi olsa gerektir. Eğer enteresan, bir işse, başından dinlemek istersiniz değil mi? Bunun için sizi uyandırdım. —İyi ettiniz. Tahkikat sırasında Holmes’un yanında bulunmaktan daha büyük zevkim yoktu. Mantığı o derece hızlı gelişirdi ki, bunda önseziyle âdeta rekabet ederdik. Buna hayrandım. Tahminlerini sağlam temele dayandırır, tahlil kudretine sunulan en karışık işleri bu sayede aydınlatırdı. Hemen kalkıp giyindim. Biz salona girince, kalın siyah peçeli, siyahlı bir kadın ayağa kalktı. Holmes cana yakın bir sesle: —Günaydın bayan, dedi. Kadın sesi titriyordu: —Günaydın . . . —Sherlock Holmes benim. Size iş arkadaşım ve dostum doktor Watson’u takdim ederim. Onun önünde benim önümde konuşur gibi serbest konuşabilirsiniz… Şöminede yanan odunlara göz attı: —Bayan Hudson salonu ısıttığına iyi etmiş. Şöminenin başına oturunuz. Size bir fincan kahve ikram edeyim, ürperiyorsunuz. Kadın ocağın başındaki iskemleye oturdu: —Soğuktan mı ürperiyorsunuz? —Ya neden ürperiyorsunuz? Peçesini kaldırdı, yürekler acısı bir sinir buhranı geçirmekte olduğunu gördük. Yüz çizgileri gergin, rengi sarıydı, yerlerinden uğramış gözlerinde müthiş bir korku ifadesi vardı: Peşinden kovalandığından kaçacak delik arayan bir mahlûka benziyordu. Saçlarına ak düşmüştü ama yaşı otuzdan fazla değildi. Bitkin ve şaşkındı. Sherlock Holmes keskin bakışlarını kadına dikti. Sonra yaklaştı, koluna okşar gibi dokunarak tatlı bir sesle: —Artık korkmayın, dedi. Bu meseleyi çabuk halledeceğimize eminim. Bu sabah trenle geldiniz değil mi?. Kadın büsbütün şaşaladı: —Beni tanıyor musunuz? —Hayır, nereden tanıyayım? —Trenle geldiğimi nereden biliyorsunuz? —Sol eldiveninizin avuçbaşı iliğinde bir dönüş bileti gördüm; Sabah karanlığı sokağa çıkmış, tek atlı, iki tekerlekli bir arabayla bozuk yollardan geçip gara ulaşmışsınız. Kadın irkildi ve gözleri biraz daha açılmış, dehşetle dostuma baktı. Sherlock Holmes gülümsedi: —Sakın beni falcı sanmayın bayan. Sol kolunuzda taze çamur lekeleri var. Ancak iki tekerlekli arabalar içeri çamur fırlatır. Arabacının solunda oturduğunuzu da söyleyebilirim. —Evet. Saat altıda evden çıktım, altıyı yirmi geçe Leatherhead’e geldim, Londra’ya giden ilk trene bindim. “Artık tahammülüm kalmadı Bay Holmes, bu böyle devam ederse çıldıracağım. Beni koruyacak hiç kimsem yok. Biri var, benimle alâkadar olan biri var ama o zavallı da bana yardım edemez. Sizden bahsedildiğini duydum Bay Sherlock Holmes. Sizden Bayan Farintosh bahsetti. Yardıma muhtaç olduğu zaman kendisine yardım etmişsiniz. Adresinizi o verdi. Bana da yardım edemez misiniz? İçinde çırpındığım karanlıkta hiç değilse aydınlık bir nokta görebilsem! Şu anda, bana edeceğiniz hizmete karşı hiçbir şey vermeyi vaat edemem. Fakat bir iki aya kadar evleneceğim, evlendikten sonra gelirimden faydalanmaya başlayacağım. O zaman borcumu öderim. Holmes masasına gitti, bir çekmeyi çekti, fiş dosasını çıkardı, karıştırdı: —Farintosh! Dedi. Tamam!. Meseleyi buldum. Opal taşlı bir taç işiydi . . . daha o zaman tanışmamıştık Watson. Kadına döndü: —Sizin işinizle meşgul olacağım bayan ve arkadaşınıza nasıl yardıma gayret ettimse, size yardım için de aynı gayreti göstereceğim. Ücretime gelince, mesleğim bunu kat kat ödemektedir. Eğer işinizi takip için masraf etmem icap ediyorsa, bütçemin izin verdiği nispette harcarım, siz bana bu masrafları ilerde ödersiniz. Şimdi bana işi etraflıca anlatmanızı rica ederim. Kadın derin bir iç çekti: —Bulunduğum durumun korkunç tarafı, endişelerimin açık ve belirgin olmaması ve sizden başka birine anlamsız görünecek ufak tefek vak’alara dayanmasıdır. Örneğin bu konuda fikrini almak istediğim, bana yardım etmesini dilediğim insan, anlattıklarımı çok sinirli bir kadının kuruntusu sanıyor. Bunu açıkça söylemiyor, fakat sesimin sakin ahenginden, bakışlarını bakışlarımdan anlattıklarıma inanmadığını anlıyorum. “Bana, insanların ne derece kötülük edebileceklerini kavradığınızı temin ettiler Bay Holmes. Öyleyse beni, her adım başında maruz bulunduğum tehlikeden koruyabilirsiniz. —Sizi dikkatle dinliyorum bayan. —İsmim Helen Stoner’dir. İngiltere’nin en eski Saksonyalı ailelerinden birine mensup üvey babam Roylott Stoke Moran’la Surrey’in o batı kısmının en ucunda oturuyorum. Holmes başını salladı: —Vaktiyle bu aile İngiltere’nin en zengin ailesinden biriydi. Arazileri, Berkohire’de kuzeye, Hampshire’de batıya doğru yayılıp uzanmaktaydı. Geçen yüzyılda, birbiri ardı sıra dört mirasçı har vurup harman savurdular, rejans devrinde de bir kumarbaz aileyi tam iflâs ettirdi. Elde yalnız birkaç hektar araziyle iki yüz yıllık bir ev kaldı, bunlar da ipotekli. “Son sahibi çok sefil bir hayat sürmüş: Müthiş bir aristokrat hayatı. Fakat tek oğlu, benim üvey babam, yeni hayat şartlarına uymak gerektiğini anlamış. Biraz borçlanmış, tıp tahsilini bitirip Kalküta’ya yerleşmiş, azmi ve iyi doktor olması sayesinde tutunmuş. Fakat bir gün, evden öteberi çalındığına kızıp Hintli uşağını dayaktan öldürmüş ve asılmaktan güç kurtulmuş. Uzun müddet cezaevinde yattıktan sonra İngiltere’ye dönmüş: Ama dönen artık o eski adam değildi, hayata küsmüş, ümitleri suya düşmüş bir insandı. “Doktor Roylott Hindistan’dayken, Bengal topçu tümeni tuğgenerali Stoner’den genç yaşında dul kalan annemle evlendi. Julie ile ikiz kardeştik, annem doktora vardığı zaman iki yaşındaydık. Annem çok zengindi, yılda bir milyona yakın geliri vardı. Bütün servetini vasiyetnameyle doktora bıraktı; doktor, evleneceğimizi göz önünde tutarak bize senede bir miktar para ayıracaktı. “İngiltere’ye döndükleri bir müddet sonra annem öldü. Bundan sekiz sene evvel Creve civarında bir tren kazasında kurban gitti. Bunun üzerine Londra’ya yerleşmekten vazgeçen doktor bizi Stoke Moran’a atalarından kalan eve götürdü. “Annem bize her ihtiyacımızı karşılayacak kadar para bıraktığından, sıkıntı çekmeyecektik. “Fakat üvey babamız değişti. Eski evde Roylatt’lardan birini görünce sevinen konu komşuyla ahbaplık edecek yerde eve kapandı, arada sırada sokağa çıktığı zaman da önüne gelenle kavga etti. O ailede hiddetlenmek huyu âdeta irsiydi. Üvey babamda ise bu huy, sıcak iklimin tesiriyle bir kat daha şiddetlenmişti. Yakışmayacak birkaç kavga olayı oldu, ikisi mahkemeye intikal etti. Kasabada herkes ondan korkuyor, onu gören kaçıyordu, çünkü Herkül kadar kuvvetliydi, hiddetlenince kendini tutamıyordu. “Geçen hafta nalbandı köprüden nehre attı. İş mahkemeye düşmesin diye elimde ne kadar para varsa verdim. “Üvey babamın yegâne dostları Çingeneler. Onların, böğürtlen bürümüş arazisinde kamp kurmalarına izin veriyor, bazen çadırlarına gidip oturuyor, hafta sonlarında da onlarla beraber yürüyüşe çıktığı oluyor. “Hindistan hayvanlarına karşı da sevgisi var. Biri ona muntazaman Hindistan’dan hayvan yolluyor. Şu anda evde bir şebek maymunu ile bir yaban kedisi başıboş dolaşıp durmakta. “Kardeşim Julie ile rahat bir ömür sürmediğimizi anlamışsınızdır. Uşak, hizmetçi oturmuyordu, uzun zaman evin bütün işini biz görmek zorunda kaldık. Julie öldüğü zaman otuz yaşında yoktu, ama onun saçları da, benimkiler gibi, vakitsiz ağarmıştı. —Demek kız kardeşiniz öldü? —Evet. Tam iki sene evvel. Ben de size şimdi onun ölümünden bahsedecektim. Anlattığım gibi kendi seviyemizde, yaşıtımız kimseyi görmüyoruz, yalnız Harrow civarında teyzemiz Honoria Westphal, vardır, hiç evlenmemiştir; arada sırada izin alıp ona gidiyorduk. İki sene evvel Julie, teyzemin evinde bir deniz subayı tanıdı, nişanlandılar. Eve dönünce üvey babasına nişanlandığını söyledi, doktor ses çıkarmadı. Fakat düğününe on beş gün kala müthiş bir şey oldu, tek dostum, kardeşim öldü. Sherlock Holmes koltuğuna yaslanmış, başını yastığa dayamış, gözlerini yummuştu. Sözün burasında gözlerini açıp kadına şöyle bir baktı: —Olup bitenleri aynen ve tam anlatınız; diye mırıldandı. —Benim için güç bir şey değil… Olup bitenler hafızama kazındı… Evimizin çok eski olduğunu söylemiştim. Bir tarafında oturuyorduk. Salonlar binanın orta kısmında olduğundan yatak odaları yer katındadır. Bu odalardan ilki doktorun, üçüncüsü benim odamdır. Julie’ninki ikinci odaydı. Bu odaların arakapısı yoktur ama, aynı koridor üstündedirler. İyi anlatabiliyor muyum? —Evet, çok iyi anlatıyorsunuz. —Bu üç oda da bahçeye bakar. O gece doktor Roylott odasına erken çekildi; fakat Julie sigara kokusundan uyumadığını anladı. Üvey babam sert Hindistan tütünü içer. Julie benim odama geldi, düğününden bahsettik, saat on bire doğru kalktı, odasına gidecekti. Kapıyı açacağı sırada durakladı: —Helene, dedi, gece karanlığında hiç ıslık duydun mu?. —Hiç duymadım. —Herhalde uykunda ıslık çalmazsın ya? —Çalmam sanırım. Neden sordun? —Çünkü birkaç gecedir, hep saat üçe doğru, herkesin duyması istenmiyormuş gibi çalınan bir ıslık duyuyorum. Nereden geldiğini söyleyemeyeceğim, ya yandan veya bahçeden geliyor. Senin de bu ıslığı duyup duymadığını merak ediyordum. —Ben hiç duymadım. O Allah’ın belâsı Çingeneler çalıyordur. —Olabilir. Fakat bahçede çalınsaydı sende duyardın. —Benim uykum seninki kadar hafif değildir. —Her neyse, ehemmiyetli bir şey değil. Gülümsedi, çıktı, kapımı kapadı, kapısını sürmelediğini duydum. Sherlock Holmes sordu: —Yok canım? Geceleri oda kapınızı sürmeler miydiniz? —Her gece. —Sebep? —Doktor Roylott’in bir yaban kedisiyle bir şebeği var demiştim ya. Kapımızı sürmelemeden içimiz rahat etmiyordu. —Pekalâ. Devam ediniz. —O gece beni bir türlü uyku tutmadı. Bir önsezi uykumu kaçırıyordu. İkiz olduğumuzu hatırlatayım; ikizler arasındaki bağlar çok sağlam ve çok hassastır. Esasen berbat bir geceydi; rüzgâr uğulduyor, yağmur camları kamçılıyordu. Ansızın fırtınanın gürültüsünü korkudan haykıran vahşi bir kadın çığlığı bastırdı. Kız kardeşimin sesini tanıdım. Yatağımdan fırladım, bir şala büründüm, koridora çıktım. Kapımı açarken kardeşimin bahsettiği ıslığı duyar gibi oldum, ıslığın arkasından, bir iki saniye sonra, sanki yere ağır madenî bir şey düşmüş gibi bir ses işittim. Koridorda koşmaya başladım, kız kardeşimin kapısı açıldı. Korkudan taş kesilip baktım: Kim çıkacaktı? Koridorun ışığında Julie göründü. Korkudan yüzü bembeyazdı, yardıma çağırır gibi ellerini salladı, sarhoş gibi başını tutamıyordu. Koştum, beline sarıldım, fakat dizleri büküldü, yere çöktü. Istırap içinde kıvranıyordu, vücudu yay gibi bükülmüştü. Evvelâ beni tanıyamadı sandım, fakat üstüne eğilince, ömrümün sonuna kadar kulağımdan gitmeyecek bir sesle haykırdı: —Aman yarabbi! Helene ! Kurdele! Benekli kurdele! Bana başka bir şey daha söyleyecekti, parmağını doktorun odasına doğru uzattı, fakat yine ıspazmoza yakalandı, konuşamadı. Avaz avaz bağırarak üvey babamın odasına koştum, ropdöşambrını giymeye çalışarak çıkıyordu. Kız kardeşimin yanına geldiği zaman Julie kendini kaybetmişti. Doktor, Julie’ye, dişlerini aralayıp biraz konyak içirmeye uğraştı, kasabadan doktor çağırttı, kız kardeşim komadan kurtulamadı, kendine gelemeden öldü. İşte sevgili kardeşimi böyle kaybettim. Sherlock Holmes doğruldu. —Biraz müsaade edin, dedi, bir şey soracağım. —Buyurunuz. —Islıkla madenî sesi duyduğunuza emin misiniz? —Evet. —Yemin eder misiniz? —Tahkikat sırasında savcı da bunu sordu. O sesleri duyduğuma eminim, fakat yemin edemem, çünkü fırtına gürültüsü arasında yanılmış olabilirim. Evin her tarafı çatırdıyordu. —Kız kardeşiniz giyinik miydi? —Hayır, gecelikleydi. Sağ elinde yanmış bir kibrit, sol elinde kibrit kutusu vardı? —Doktor Roylott’un gidişatını kimse beğenmediğinden ince eleyip sık dokudu, fakat ölüm sebebi anlaşılamadı. Ben ifademde kapısının sürmeli olduğunu söyledim. Pencerelerin kapakları her gece sıkı sıkı kapanırdı. Pencereler demir parmaklıdır. Duvarlar muayene edildi. Sağlamdı. Yer döşemeleri muayene edildi. Hiçbir netice alınamadı. Şömine genişti, fakat baca ağzı demir çubukları dört çengelle tutturulmuştu. Kız kardeşlerimin odasında kendisinden başka kimse bulunmadığına şüphe kalmadı. Vücudunda de hiçbir yara bere, boğuşma, zorlama işareti görülmedi. —Zehirlenme olması ihtimali üzerinde duruldu mu? —Evet, fakat doktorların tetkikleri olumsuz çıktı. —Peki, size göre kız kardeşiniz neden öldü? —Bana kalırsa korkudan öldü. Ama korktuğu neydi? İşte bunu tasavvur edemiyorum. —O gece evin yakınlarında Çingeneler var mıydı? —Her zaman vardır. —Benekli kurdele nedir? —Ya sayıkladı veya Çingenelerin başlarına bağladıkları renk renk mendilleri ima etti. Holmes başını salladı, benekli kurdelenin izahı bu olamazdı. —Çok derinlerde yüzüyoruz, dedi, devam edin. —İki sene geçti. Son günlere kadar tek başıma, münzevi bir ömür sürdüm. Bir ay evvel, çok eskiden tanıdığım ve sevdiğim bir arkadaşım benimle evlenmek istediğini söyledi. Reading Civarında, Crane Vatır’de oturan Bay Armitage’in ortanca oğlu Percy Armitage ile evlenme kararı verdik. Evvelki gün konağın batı kanadında biraz tadilat yapıldı. Benim odamın duvarı delindi, ben de kız kardeşimin öldüğü odada, onun yatağında yatmak zorunda kaldım. Geçen gece uyku tutmadı, kız kardeşimin feci akıbetini düşünürken, Julie’nin ölmeden önce duyduğu ıslığı duymayayım mı? Ne derece korktuğumu tasavvur edersiniz. Yataktan fırlayıp lâmbayı yaktım. Hiçbir şey göremedim fakat korkudan tekrar yatamadım, giyinip sabahı bekledim, şafak sökerken Couronne hanımın arabasına binip istasyona gittim, trenle buraya geldim. Size sığındım. —İyi ettiniz… Ama olup biten her şeyi bana anlattınız mı? —Evet anlattım. —Hayır bayan Stoner, bana her şeyi anlatmadınız, üvey babanızı koruyorsunuz! —Yani ne demek istiyorsunuz!. Holmes cevap verecek yerde kızın kolunun dantel yerini kaldırdı, bileğinde beş mor nokta vardı: Dört parmakla bir başparmak yeri… —Size çok sert davranıyor. Helene Stoner kızardı: —Çok serttir, ne derece kuvvetli olduğunu da fark etmez… Bunu uzun bir sessizlik takip etti. Holmes, elini çenesine dayamış şöminedeki ateşi seyrediyordu. Nihayet: —İşte karışık bir iş dedi. Hareket plânını çizmeden önce ufak tefek binlerce şey var ki, onların mahiyetlerini bilmeliyim. Fakat kaybedecek vaktimiz yok. Bugün Stoke Morane’a gidersek, babanızdan gizli o odaları görebilir miyiz? —Bugün mühim bir iş için şehre gideceğini söylemişti. Akşama kadar gelmez. Evde ihtiyar bir hizmetçi var ama o da kafadan sakat, ona sizi göstermem. —Peki. Watson bir diyeceğiniz var mı? —Hiçbir diyeceğim yok. —O halde beraber gideriz. Şimdi ne yapacaksınız bayan Stoner? —Çarşıya gideceğim. Londra’ya gelmişken bir iki eksiğimi tamamlayayım. Öğle treniyle dönerim. —Biz de öğleye doğru geliriz. Benim de bu sabah bazı işlerim var. Kahvaltı etmez miydiniz? —Hayır, teşekkür ederim. Size derdimi döktüm, içim rahatladı, omzumdan bir yük kalkmış gibi hafifledim. Siyah peçesini indirip gitti. Koltuğuna yaslanan Holmes sordu: —Bu işe ne dersiniz Watson? —Uğursuz bir işe benziyor. —Doğru, oldukça uğursuz… —Eğer bu kız doğru söylediyse, tavanda, yer döşemelerinde gedik yoksa, baca ağzı demir parmaklıysa, kız kardeşi odada yalnızdı. —Peki ya ıslıkla, kızın son nefesinde bahsettiği benekli kurdele nedir? —Ne bileyim. —Bir ıslık duyulmuş, yakınlarda Çingeneler varmış, üvey babanın da, üvey kızının evlenmesinin işine gelmediği ve buna mâni olmak istediği muhakkak… Kız son nefesinde benekli kurdeleden bahsediyor, Bayan Helene Stoner madem ki bir ses duyduğunu söylüyor. Demek ki, pencere demirlerinden biri sökülüp yerine konmuş… Esrarın bu esaslara dayandığını tahmin ediyorum. —Öyleyse Çingeneler ne yaptı? —Bu hususta şimdilik bir şey söyleyemem. —Herhalde tahminlerinizi çürütecek birçok şey var. —Malûm. Bunun için hemen bugün Stoke Morane’a gidiyoruz. Bakalım tahminlerimi çürütecek şeyler sağlam ve sarsılmaz şeyler mi, yoksa onları bertaraf edebilir miyiz?… Yahu bu gürültü de nedir? Kapı açıldı, eşikte dev cüsseli bir adam göründü. Acayip kıyafeti vardı, noter de diyebilirdiniz köylü de şapkası yüksek kalıplı, siyahtı. Redingotlu ve çizmeliydi, elinde bir av kamçısı sallıyordu. O kadar uzun boyluydu ki, şapkası kapının üst pervazına değiyordu. O kadar iriydi ki, vücudu kapıyı tıkamıştı. Ablak, kırışık, güneşten yanmış binbir ihtiras ifadesi beliren yüzü bir bana, bir Holmes’e dönüyordu. İçeri çökük gözleri hiddetliydi, ateş püskürmekteydi. Kocaman gaga burnuyla ihtiyar bir kartalı andırıyordu. Homurdanır gibi sordu: —Holmes hanginizsiniz? Dostum serinkanlı cevap verdi: —Benim. Kendinizi tanıtmanızı bekliyorum. Adam yine homurdanır gibi konuştu: —Doktor Grimesby Roylott. Sherlock Holmes yine serinkanlı olarak karşılık verdi: —Ya, demek sizsiniz? —Evet benim. —Buyurun, oturun. —Gerek yok. Üvey kızım biraz evvel evinizden çıktı. Peşindeydim. Size ne anlattı? Sherlock Holmes sordu: —Senenin bu mevsimine göre hava çok soğuk değil mi?! İhtiyarın sesi kükredi: —Size ne anlattı? —Fakat safran gülleri bol olacakmış! Adam kırbacını kaldırıp üzerimize yürüdü: —Siz beni atlatmaya mı bakıyorsunuz! Sizin kim olduğunuzu biliyorum… Sizden çok bahsedildi: Her işe burnunu sokan Holmes değil mi? Dostum tatlı tatlı gülümsedi. —Kahve dövücünün hınk deyicisi Holmes!. Holmes sırıttı: —Scotland Yard’ın cankurtaran simidi Holmes! Holmes’un keyfi geldi: —Pek hoşsohbetsiniz doktor, ama giderken kapıyı kapayın da cereyan yapmasın! —Canım istediği zaman giderim! —Hay hay!. —Küstahlık edip işlerime burnunuzu sokmayın!. —Başüstüne!. —Bayan Stoner’in buraya geldiğini biliyorum. —İyi ediyorsunuz. —Onu takip ettim. —İyi ettiniz. —Dikkatli olun, kendinizi koruyun. Bana karşı koymak tehlikelidir. Şömineye gitti, demir maşayı aldı, kocaman elleriyle tutup büktü ve tehdit etti: —Yolumun üstünden çekilin!. Büktüğü maşayı ocağın kenarına fırlatıp çıktı. Holmes kahkahayla güldü: —Çok medeni adam! Tam salon adamı! —Allah için! —Ben onun kadar iri yarı değilim ama, biraz daha kalsaydı, bileklerimin kendi bileklerinden daha az kuvvetli olmadığını ispat edecektim. Konuşurken maşayı aldı ve kendini hiç sıkmadan doğrulttu. —Aferin Holmes!. —Benim bu kadar kuvvetli olduğumu bilmiyordunuz? —Biliyordum, ama görmek hoşuma gitti. Holmes düşünüyordu. Sordum: —Şimdi ne yapacaksınız? —Herhalde onun küstahlığına, cüretine kulak asacak değilim. —Evine gidecek misiniz? —Gideceğiz. —Sizi resmi polis sanıyor. —Ne sanırsa sansın. Buraya gelmesi merakımı kamçıladı… —Kız ihtiyatsızlık etmiş. —Evet. Fakat, üvey babasının kendisini takip etmesine mâni olamadığına pişman olmayacağını umuyorum. —Bu ümide neden kapılıyorsunuz? —Sonra anlatırım Watson, şimdi kahvaltı edelim… —Daha sonra? —Ben bir yere kadar gideceğim. —Bu iş için mi? —Evet, lâzım olan bilgiyi alabileceğini sanıyorum. Sherlock Holmes eve döndüğü zaman saat bire geliyordu. Önce gözüme elindeki mavi kâğıt ilişti. Bir sürü yazı yazılmış, planlar çizilmişti. —Ne haber Holmes? —Raylott’un ölen karısının vasiyetnamesini okudum. Arazinin bugünkü gelirini hesapladım. Kadın öldüğü zaman toprakları kendisine senede bin yüz sterlin getiriyormuş, bugünse, hububat fiyatları düştüğünden yedi yüz elli sterlin getiriyor. Kızların evlenince iki yüz ellişer sterlin gelirleri var demektir. Eğer kızların ikisi de evlenselerdi üvey baba çok parasız kalacaktı. Hatta birisi evlense, gelir bir hayli eksilecekti. Holmes memnun, ellerini ovuşturdu: —Bu sabahki, çalışmam boşa gitmedi. Üvey baba elbette üvey kızlarının evlenmelerini istemez. Buna kanaat getirdim. —Şimdi ne yapacağız? —Bu işi sürüncemede bırakamayız. Moruk işine burnumuzu soktuğumuzu biliyor. Eğer hazırsanız hemen bir arabaya binip Waterloo istasyonuna gidelim. Ceplerinizden birine tabancanızı koymanızı rica ederim. Demir bükenlere karşı tabanca en iyi müdafaa silâhıdır. Tabancanızla diş fırçalarımızı alalım, başka bir şey istemez. Bir araba çağırtıp bindik, istasyona kadar konuşmadık. Şansımıza Leatherhead’a kalkan bir tren varmış. Leatherhead’de istasyon otelinin arabasını kiralayıp Surrey’in yolunu tuttuk. Altı yedi kilometrelik yol güzel bir arazi ortasından geçer. Hava da çok güzeldi. Güneşliydi, gökte pamuk yığınına benzer beyaz bulutlar vardı. Ağaçlar ve yol kenarındaki çitler tomurcuklanmaya başlamıştı. Etraf burcu burcu nemli toprak kokuyordu. Ben tabiatın bu güzelliğini, takip etmeğe gittiğimiz uğursuz işle nasıl tezat teşkil ettiğini düşünüyordum. Dostumsa, şapkasını gözlerinin üstüne eğmiş, çenesini göğsüne dayamış, derin bir düşünceye dalmıştı. Ansızın omzuma vurup uzakta bir şeye işaret etti: —Şuraya bakın! Hafif bir meyilde, sık ağaçlı bir parkı gösteriyordu. Meylin en yüksek yerinde ağaçlar bir küme teşkil etmişti. Dalların arasından eski bir evin çatısıyla damı görünüyordu. Holmes arabacıya sordu: —Orası Stoke Morone mi? —Evet efendim, Doktor Grimesby Roylott’un mâlikânesi. —Tamir edilen bir bina varmış öyle mi? —Evet efendim. —Bizi oraya götürün. Arabacı soldaki damları gösterdi: —İşte kasaba. Ama konağa gidecekseniz şu kısa yokuşu tırmanıp, tarlalar arasındaki kestirmeden gidiniz… Bakınız bir kadın dolaşıyor. —Bayan Stoner olacak Evet, hakkınız var, oradan gitmeliyiz. Arabadan indik, parayı verdik, araba Leatherhead’a döndü, biz de yokuşu tırmanmaya başladık. Holmes: —İsabet dedi, çok isabet. —İsabet olan nedir? —Arabacı bizi mimar sandı. —Bundan ne çıkar? —Dilini tutmazsa, yapıya mimarları götürdüğünü söyler. Arabacının tarif ettiği yoldan doktorun malikânesine ulaştık. Holmes: —Günaydın Bayan Stoner, dedi. Görüyorsunuz ya, sözümüzde durduk. Kız bizi görünce koşarak karşıladı, sevindiği güler yüzünden belliydi. Ellerimizi sıktı: —Dört gözle sizi bekliyordum. İş yolunda. Doktor şehre indi. Bu akşam geç vakit gelir. Holmes gülümsedi: —Kendisiyle tanışmak şerefine nail olduk. —Sahi mi söylüyorsunuz? Kızın gözleri faltaşı gibi açılmıştı: —Nerede gördünüz onu? —Bize geldi. Holmes doktorun odaya nasıl girdiğini, neler söylediğini anlattı. Bayan Stoner sarardı. —Beni takip etmiş! —Öyle olacak. —O kadar kurnazdır ki, beni gözlüyor mu, gözlemiyor mu farkına varamıyorum. Biraz düşünüp sordu: —Dönünce acaba bana ne diyecek? —Korunmaya, sakınmaya başlasın. Belki kendinden daha kurnaz bir çıkar karşısına. —Ben ne yapacağım?. —Siz odanıza kapanıp oturacaksınız. —Ya… —Anladım, zorbalığa kalkışırsa teyzenize kaçarsınız. Şimdi vakit kaybetmeyelim. Bize odaları gösterin. Bina külrengi taştandı, yer yer yosun tutmuştu. Orta kısmı yüksekti, iki kanadı yengeç kıskacı gibi iki yana kıvrık uzanıyordu. Kanatlardan birinde camlar kırıktı, pencerelere tahta kaplanmıştı. Damda bir oyuk görünüyordu, sözün kısası harap bir şatoydu. Orta kısmı az çok onarılmıştı, hele sağdaki blok yeniydi, pencerelerde perde vardı ve bacadan mavi bir duman tütüyordu. Demek ki, oturulan kısım o kısımdı. Duvarlardan birine iskele kurulmuştu, taşlardan biri delinmişti, fakat işçi görmedik. Holmes bakımsız bahçede ağır ağır yürüyor, pencerelerin dış taraflarını dikkatle gözden geçiyordu. Bir aralık kıza sordu: —Burası değil mi? —Evet, burası. —Bu sizin yatak odanızın penceresi olacak. —Evet. —Ortadaki kız kardeşinizin, sondaki, orta kısmın yanındaki de üvey babanızın odasının penceresi değil mi? —Evet, ama şimdi ben ortadaki odada yatıyorum. —Tamirat bitene kadar herhalde? —Evet. —Ama tamirat pek acele bir iş değil gibi geliyor bana. —Acele tamire ihtiyaç gösteren hiçbir yer yoktu. —Öyleyse? —Galiba oda değiştirtmek için bir bahane. —Bu sözünüz kulaklarınızda küpe olsun. —Mühim mi? —Çok… Şimdi gelelim bu kanadın öbür tarafına. —Odaların koridoru var. —Üç odanın kapısı da o koridora açılıyor demiştiniz. —Evet. —Koridora açılan pencere yok mu? —Var amma, bir insan geçemeyecek kadar küçük ve dar. Sherlock Holmes biraz düşündü. —Demek ki, geceleri kapılarınızı sürmeledikten sonra, koridordan odalarınıza girmek için imkân ve ihtimal yoktu? —Şimdi bizi odanıza götürmenizi rica ediyorum. —Lütfen panjurları kapatın. Kız panjurları kapadı. Holmes uzun müddet açık pencereden bakmıştı. Sonra yine bahçeye çıkıp panjurları dışarıdan açmaya uğraştı, muvaffak olamadı. Bıçak girecek bir gedik aradı. Yoktu. Pertavsızını çıkarıp rezeleri muayene etti. Sağlam demirdendi, kunt harçla yerlerine sağlam oturtulmuştu. Kararsız bir halde çenesini okşadı: —Hımmmm! Nihayet sordum: —Ne var üstat? —Sebep? —Tahminim çatallaşıyor. —Panjurlar kapanıp arkadan kol demiri vurulunca pencereden kimse giremez. —Şu halde? —Tekrar içeri girip bakalım, başka bir koz bulamaz mıyız? Yan kapıdan koridora girdik. Holmes üçüncü odayla ilgilenmedi. Bayan Stoner’in şimdi yattığı, kız kardeşinin öldüğü odayla meşguldü. Alçak tavanlı, koca şömineli, her eski sayfiye evleri odasına benzer daracık bir odaydı. Bir köşede bir dolap, bir köşede karyola vardı. Tuvalet masası pencerenin solundaydı. İki iskemle ve dört köşe bir yer halısıyla odanın döşemesi tamamlanıyordu. Duvar pervazlarıyla kirişler meşe ağacındandı, kurt yeniği içindeydi. Galiba şatonun yapıldığı zamandan kalmıştı bunlar. Holmes iskemlelerden birinin bir köşeye çekip oturdu, sessiz sedasız odayı tetkik etti. Nihayet sapı yastıkta duran bir çıngırak kordonunu gösterdi: —Kordon çekilince çıngırak nerede çalar? —Hizmetçi odasında. —Yeni konmuşa benziyor. —Üç dört sene evvel kondu. —Kız kardeşiniz mi koydurdu? —Hayır. O bu çıngırağı hiç çalmadı. Biz kendi işimizi kendimiz görürdük. —Bu kadar güzel bir çıngırak kordonuna hiç gerek görmüyorum… —Affedersiniz, biraz yer döşemesiyle meşgul olmak istiyorum. Çömeldi, sonra ellerini de yere dayayıp uzandı, pertavsızla döşeme aralıklarını dikkatle inceledi, sonra duvar başlangıcındaki kirişlere baktı. Sonra kalktı, karyolaya gitti, bir müddet seyretti: Gözü duvar boyu yatağa sarkan kordona ilişti. Birdenbire kordonu tutup çekti: —A! Bu kordonun ucunda çıngırak yok! —Çalmıyor mu? —Çalmıyor ya. Hatta ucu tele de bağlı değil. Tuhaf şey! Bakın, kordonun öbür ucu hava deliği ağzında bir çengele bağlı. Kız şaşırdı: —Sahi tuhaf! Ama dikkat etmemiştim. Holmes elini kordondan çekemiyordu: —Çok tuhaf!. Bu odada tuhaf olan bir iki şey daha var. —Neler? —Meselâ bir odadan öbür odaya hava deliği açmak için insan deli olmalıdır. Hava deliği hiç değilse koridora açılır. Bayan Storner: —Bu delik de yeni açıldı; dedi Holmes sordu: —Çıngırak konduğu zaman mı? —Evet, o zaman bu odada bazı ufak tefek tadilât! Çalmayan bir çıngırak, hava değiştirmeyen bir hava deliği! Bayan Storner şaşalamıştı. Holmes: —Şimdi öbür odaya geçelim, dedi. —Buyurun. Bayan Storner yol gösterdi, öbür odaya girdik. Doktor Grimesby Roylott’un odası, üvey kızının odasından daha genişti. Eşyası, portatif bir karyola, rafları teknik kitap dolu bir etajer, bir tahta iskemle, yuvarlak bir masa ve büyük bir kasadan ibaretti. Holmes bütün eşyayı dikkatle muayene etti. Nihayet elini kasaya koyup Bayan Storner’a sordu: —Bu kasada ne var? —Üvey babamın evrakı. —Siz içini gördüğünüz mü? —Bir defa gördüm. —Ne zaman? —İki sene evvel. —Ne vardı içinde? —Bir yığın kâğıt. Holmes’un yüzünde acayip bir ifade belirdi: —Sakın bu kasanın içinde bir kedi olmasın? Kızın gözleri yine dört açıldı: —Kedi mi? —Evet. —Ne münasebet? —Çünkü… Bakın… Kasanın üstünde duran bir süt çanağını gösterdi . . . kız başını salladı: —Hayır, kedimiz yoktur, yalnız bir Hindistan yaban kedisiyle bir şebek maymunu var… —Evet, söylemiştiniz. Yaban kedisi de büyük bir kedidir, fakat bir çanak süt ona yetmez. Aydınlatmak istediğim bir nokta var… Tahta iskemlenin önüne çömelip yakından baktı, sonra doğruldu, pertavsızını cebine koydu: —Teşekkür ederim! Bu iş tamam… Aaa! işte enteresan bir şey… Karyolanın köşesinden kısa, ince bir kayış sarkıyordu, ucu ilmikliydi. Sherlock Holmes yüzüme baktı: —Ne dersiniz Watson? —Bildiğimiz köpek tasma kayışı. —Ya ilmik? —İşte ilmiğe anlam veremiyorum. —Bilmediğiniz bir şey bu! Dünya kötüdür azizim. Ve bir insan zekâsını cürüm işlemek için işletirse, yeryüzünün en kötü mahlûku olur! Bayan Stoner’e döndü: —Burada işimiz bitti bayan, müsaade ederseniz biraz da bahçede dolaşalım. —Buyurunuz. Genç kız önde, biz arkada odadan çıktık. Dostumun yüzünde, o güne kadar görmediğim korkunç bir ifade vardı. Tüylerinin ürperdiğini, tiksindiğini ve nefretle irkildiğini anlıyordum. Bahçeye çıktık, çimen tarhının etrafında birkaç kere dolaştık, fakat ne ben bir şey sormaya cesaret ediyordum, ne de Bayan Storner… Nihayet Holmes konuştu: —Bayan Storner, söyleyeceklerime aynen riayet etmeniz şarttır. —Ederim. —Durum, tereddüde yer bırakmayacak kadar vahim… —Ben de tehlike seziyordum… —Açık söyleyeyim: Hayatınız tehlikede. Canınızı sözümü dinlemek şartıyla kurtarabilirsiniz. —Ne derseniz yapacağım. —Öncelikle, bu geceyi dostumla beraber odanızda geçireceğiz. Holmes’un yüzüne hayretle baktık. Bayan Storner kadar ben de şaşmıştım. Holmes devam etti: —Geceyi muhakkak odanızda geçirmeliyiz. Bırakın da anlatayım. Kasabanın Hanı o tarafta değil mi? —Evet, Couronne Hani. —Handan odanızın penceresi görünür mü? —Evet. —Babanız gelince odanıza kapanacaksınız. —Ne bahane bulayım? —Müthiş bir baş ağrısı. —Peki, sonra? —Onun yattığını anlar anlamaz panjuru açar, lâmbayı tutarsınız. Sonra öteki odaya, yani kendi odanıza geçersiniz… Tamirata rağmen geceyi orada geçirebilirsiniz değil mi? —Tabii geçiririm. —Üst tarafını bize bırakın. —Ne yapacaksınız? —Geceyi odanızda geçirip sizi korkutan gürültünün neden ileri geldiğini anlayacağız. Bayan Storner dostumun kolunu tuttu: —Sizin bir bildiğiniz var, Bay Holmes. Holmes’un çatık kaşları düzeldi: —Belki… —Hem de siz işin hakikatini biliyorsunuz. —Belki… —Allah aşkına söyleyin, kardeşim neden öldü? Holmes başını salladı: —Delil bulmadan söyleyemem. —Korkudan mı öldü? —Hayır. Sizin sandığınız gibi korkudan ödü patlayıp ölmedi. Ölümün daha elle tutulabilir bir sebebi olsa gerek. —Nedir bu? —Şimdilik bir şey söyleyemeyeceğim. Müsaade ediniz de artık gidelim. Üvey babanız gelip bizi burada bulursa, bütün emeklerimiz boşa gider. —Nasıl isterseniz Bayan Holmes. —Allahaısmarladık Bayan. Metin ve cesur olun. Dediklerimi yaparsanız karşı karşıya bulunduğunuz bütün tehlikeleri bertaraf ederiz. —Güle güle. Holmes’le beraber, ağır ağır kasabaya indik. Handa bir odayla bir salon tuttuk. Bu küçük daire birinci kattaydı. Stoke Morane konağının oturulan kısmıyla sokak kapısı görünüyordu. Ortalık kararırken Doktor Roylott’un konağa girdiğini gördük. Arabacısı yanında pire kadar kalıyordu. Arabacı parkın kapısını açmakta güçlük çekti. Doktorun sesinin kükrediğini duyduk. Yumruklarını sıkıp adamcağızı tehdit etti. Nihayet araba kapıdan geçti, ağaçlar arasında fenerinin ilerleyen ışığı göründü, konağın pencerelerinden biri aydınlandı. Dışarıyı seyreden Holmes: —Sizi buraya getirdiğime pişmanım, dedi. Hayret ettim: —Neden Holmes? —Çünkü bu iş tehlikeli… Tereddütsüz cevap verdim: —Size yardımım dokunacak mı? —Sizin varlığınız işi neticelendirecek. —Öyleyse yanınızdan ayrılmam. —Teşekkür ederim. —Tehlikeden bahsettiniz. —Evet, tehlikeye atılıyoruz. —Öyleyse odalarda benim göremediğim kim bilir neler gördünüz. —Hayır. Siz ne gördünüzse ben de onları gördüm. Yalnız ben gördüklerime anlam verip netice çıkardım. —Ben göze çarpacak o çıngırak kordonundan başka bir şey görmedim, ne işe yaradığını da anlayamadım. —Hava deliğini gördünüz. —Gördüm. Fakat iki oda arasındaki bu delik neye yarar? Bir fare bile güç geçer. —Ben, buraya gelmeden önce bir hava deliği bulacağımızı biliyordum. —Amma yaptınız Holmes! —Sizi temin ederim biliyordum. Bayan Storner kız kardeşinin Doktor Roylott’un içtiği tütün kokusundan rahatsız olduğunu söylemişti. Demek iki oda arasında bir menfez vardı. Bu menfez çok küçüktü, yoksa savcı görürdü. —Peki, bunda ne kötülük olabilir? —Garip tesadüflere ne dersiniz? Bir hava deliği açılıyor, bir kordan sarkıtılıyor, yatağında yatan bir kız ölüyor. —Aralarında bağlantı bulamıyorum. —Hayır, basbayağı bir karyola. —Yatak gözünüze çarpmadı mı? —Ayakları yere mıhlanmış. Siz yere çakılı karyola gördünüz mü? —Görmedim. —Kız yatağının yerini değiştiremezdi. Hava deliğiyle çıngırak kordonuna karşı aynı vaziyette kalmaya mahkûmdu. Çıngırak çalmaya yaramadığına göre, bilhassa çıngırak kordonuna karşı… —Holmes, ne demek istediğinizi anlar gibi oluyorum. Müthiş ve kurnazca bir cinayeti önlemek için tam vaktinde geldik galiba. —Evet Watson, kurnazca olduğu kadar müthiş bir cinayet işlenecekti. Doktor cinayet işlemek istedi mi, korkunç bir katil olur. Hem serinkanlı hem bilgindir… Ama merak etmeyin Watson, onu mağlûp edeceğiz… Şafak sökene kadar da tüyler ürperten bazı şeylere şahit olacağız gibi geliyor bana. Allah rızası için fırsat bulmuşken rahat rahat birer pipo içip daha eğlenceli şeylerden bahsedelim. Gece dokuza doğru ağaçlar arasında görünen ışık söndü. Doktorun konağı artık karanlıktı. İki uzun, çok uzun saat geçti, on birde tam karşımızda hafif bir ışık göründü. Holmes ayağa kalktı. —Kız işaret verdi. Orta pencere aydınlandı. Handan çıkarken bir dostumuzu ziyarete gideceğimizi, gece dönmememiz ihtimali olduğunu hancıya haber verdik. Yol karanlık, hava soğuktu. —Konağın bahçe duvarları yer yer yıkılmış olduğundan bahçeye girmekte güçlük çekmedik. Ağaçlar arasında ilerledik, çemen tarhını geçtik pencereden içeri atlayacağımızı zaman defneler içinden, kambur, iğrenç bir çocuk fırladı, emekleyerek çemen tarhına atlayıp, karanlıkta kayboldu. —Gördüğünüz mü Holmes, diye mırıldandım. Holmes bir saniye kalakaldı, bileğimi tutmuş, mengenede sıkar gibi sıkıyordu. Nihayet bıraktı ve gülümseyerek kulağıma fısıldadı: —Ne sevimli ev! Gördüğünüz şebekti. Doktorun garip meraklarını unutmuştum. Evet, bir şebeğiyle bir yabankedisi vardı. Belki yabankedisi, hiç ummadığımız bir anda omzumuza tırmanıverecekti!. Holmes’un yaptığı gibi, ayakkabılarımı çıkarıp odaya girdikten sonra içim biraz rahatladı. Dostum usulca panjuru kapadı, lâmbayı masanın üstüne koydu, etrafa göz gezdirdi. Öğleden sonra gördüğümüz gibi her şey yerli yerindeydi. Holmes bana sokuldu, ağzını kulağıma yaklaştırıp fısıldadı: En hafif bir gürültü başımıza belâ açar! Duyduğumu anlatmak için başımla işaret ettim. Karanlıkta oturmalıyız, hava deliğinden bizi görebilir. Yine başımla işaret ettim. —Sakın uyuyakalmayın. Bir dikkatsizlik hayatınıza malolabilir. Tabancanız elinizin altında bulunsun, belki kullanmanız gerekir. Bir baş işaret daha. —Ben karyolanın yanına oturuyorum. Ya ben? Demek ister gibi baktım. —Siz şu iskemleye oturun. Oturdum, tabancamı masanın kenarına koydum. Holmes ince, uzun hezaran bir baston getirmişti. Mumla kibritin yanına, yatağın üstüne koyup lâmbayı söndürdü. Karanlıkta kaldık. O geceyi ömrüm oldukça unutmayacağım. Çıt çıkmıyordu. Gözlerini dört açmış sinirleri benimki kadar gergin yanı başımda oturan dostumun nefesi bile duyulmuyordu. Panjurlar sıkı sıkı kapalıydı. Zifiri karanlığındaydık. Arada sırada dışarıda bir gece kuşu ötüyor, yabankedisi miyavlıyordu. Yabankedisi serbest demekti. Kasabanın saati çeyrekte bir çalıyordu. Ne uzun geçiyordu o çeyrek saatler! Gece yarısını, sonra biri, sonra ikiyi, sonra üçü çaldı. Yerimizden kımıldamamıştık, her şeye hazırdık. Ansızın hava deliğinde bir ışık görünüp hemen kayboldu. Sonra yanık bir yağ kokusuyla, kızgın demir kokusu duyuldu. Yan odada biri bir hırsız feneri yakmıştı. Bir pıtırtı oldu, sonra yine sessizlik çöktü, fakat koku artıyordu. Yarım saat kulağım kirişte bekledim. Ansızın bir ses duyuldu, hafif, hoş bir ses. Kaynayan bir ibrikten fışkıran buhar sesi gibi bir şey. Bu sesi duyar duymaz Holmes yataktan fırladı, bir kibrit çakıp çıngırak kordonuna bastonuyla vurdu, şiddetle vurdu ve gürledi: —Görüyor musunuz Watson? Görüyor musunuz? Hiç bir şey görmüyordum. Holmes kibriti çaktığı zaman fısıltı halinde bir ıslık duymuştum ama, aydınlık gözlerimi kamaştırdığından Holmes’un korkarak gösterdiği şeyi görememiştim. Yalnız Holmes’un yüzündeki dehşet ifadesini fark ettim. Rengi bembeyazdı. Sherlock Holmes nihayet kordona bastonla vurmaktan vazgeçti. Başını kaldırmış, hava deliğine bakıyordu. O anda, ömrümde işitmediğim bir çığlık koptu, gecenin sessizliğini korkunç bir feryat yırttı: Biri hiddetten, acıdan ve korkudan vahşi bir çığlık koparmıştı. Ertesi gün anlattılar. Bu feryat kasabadan duyulmuştu, uyuyan halk, çığlığı duyup yataklarından fırlamışlardı. Bu çığlık bizim de kalplerimizi, dondurdu. Şaşkın, taş kesilmiş Holmes’a bakıyordum; o da, rengi hali bembeyaz bana bakıyordu. Çığlığın son yankıları karanlıkta dindi. Kekeleyerek sordum: —Bu nedir? —Tamam. Olup bitti. Belki de hayırlı oldu. Tabancanızı alın da doktorun odasına girelim. Lâmbayı yaktı. Koridora çıktık. Holmes doktorun kapısını iki kere vurdu. Cevap yok. Tokmağı çevirip kapıyı açtı, girdi. Elimde tabanca onu takip ettim. Acayip bir manzarayla karşılaştık: Masanın üstünde, kapağı kalkık bir hırsız feneri yanıyor, ışığı açık duran demir kasayı aydınlatıyordu. Doktor Grimesby Roylott, masanın yanındaki tahta iskemlede oturuyordu. Külrengi uzun bir hırka giymişti, eteklerinden çıplak ayak bilekleri görünüyordu. Ayaklarında kırmızı terlik vardı. Bacaklarının arasına ince kayışı geçirmişti. Çenesi havaya kalkmış, gözleri tavanın bir köşesine dikilmişti. Alnını garip, sarı bir kurdele sıkmaktaydı, bu kurdele siyah benekliydi. Girdiğimiz zaman sesi çıkmadı, kımıldamadı. Holmes mırıldandı: —Kurdele! Benekli kurdele! Bir adım attım. Garip kurdele kıpırdandı, saçların ortasında doğruldu: Boynu şiş, üçgen şeklinde, bodur bir yılan başı gördüm. Sherlock Holmes: —Bu bataklıklarda yaşayan engerek yılanıdır dedi, Hindistan’ın zehirli yılanıdır, soktuğunu öldürür!. Doktor yılan soktuktan on saniye sonra ölmüştür… Bu dünyada eden bulur! Bu hayvanı mağarasına sokalım, sonra Bayan Storner’i emniyete alır, polise gidip rapor veririz. Doktorun bacakları arasındaki kayışı aldı, ilmiği yılanın boynuna geçirdi, çekti ve kasaya koyup, kapağını hemen kapadı. İşte Doktor Grimesby Roylott böyle öldü. Bayan Storner’e olayı nasıl haber verdiğimizi, kendisini teyzesinin evine nasıl götürdüğümüzü, polis soruşturmasının, Doktor zehirli yılanıyla oynarken, kazaya kurban gittiğini neticesine nasıl vardığını anlatarak sözü uzatmayacağım. Evimize dönerken, olay hakkında Holmes’un bana anlattıklarını aynen nakletmekle yetineceğim. Holmes: —Bütün tahminlerim yanlıştı, dedi. Yarım malûmatla düşünüp olaylardan netice çıkarmanın ne kadar tehlikeli bir şey olduğu bir kere daha meydana çıktı. Civarda Çingenelerin bulunması, Julie’nin gördüğü şeyi Benekli Kurdele diye anlatmaya kalkışmış olması, beni tamamıyla yanlış bir yola götürdü. —Ama doğru yolu buldunuz. —Julie’nin odasına girip, kızı dışarıdan ve pencereden saldırıya uğramamış olduğuna kanaat getirdikten sonra ilk tahminlerimde aldandığımı anladım. —Doğru yolu nasıl buldunuz? —Hava deliğiyle, o delikten karyolaya sarkan kordon beni şüphelendirdi… Kordonun öbür ucunda çıngırak yoktu, karyola yere çivilenmişti. Demek ki hava deliğinden bir şey geçiyor ve kordon boyundan yatağa iniyordu. Tabii aklıma hemen yılan geldi. Doktorun Hindistan’dan hayvan getirttiğini de bildiğimden doğru yolu bulduğuma şüphem kalmadı. —Peki ama bu nerden aklınıza geldi? —Ancak, kimyanın başaramayacağı bir zehir kullanmayı, amansız ve akıllı bir adam akıl edebilirdi, Doğu’da yaşamış bir adam… Böyle bir zehrin meziyeti de vardı. Yılanın diş yerlerini görmek kolay değildi. Nasıl ki Savcı göremedi. Sonra ıslığı düşündüm. Doktor yılanı gün ağarmadan kasadan çıkarıyordu. Kasanın üstünde gördüğümüz süt çanağı sayesinde hayvanı terbiye etmişti. Islık çalınca yılan geliyordu. Onu hava deliğinden sokuyor, yılan kordon boyu süzülüp karyolaya iniyordu. Mesele yılanın yatakta uyuyanı ısırıp ısırmadığıydı. Belki de Julie’yi birkaç sefer ısırmadı, ama eninde sonunda ısıracaktı! Doktorun odasına girmeden bu neticeye varmıştım. Tahta iskemleyi gözden geçirince yılanın, iskemleye çıktığını anladım. Hava deliğine başka türlü yetişemezdi. Demir kasa, süt çanağı, ilmikli kayış hiçbir şüphe bırakmadı. —Peki, Helen’in duyduğu madenî gürültü? —Doktorun kasasının kapısının gürültüsü. Telaşla kapadığı için ses vermişti. Her şeyi anlayınca bildiğiniz tertibatı aldım. Yılanın kordondan aşağı süzülürken hışırtısını duydum, kibriti çaktım… —Yılan geri fırladı. —Bastonla canını yakmıştım. Kızdı ve kızan her yılan gibi önüne ilk çıkan insana saldırdı. Derin bir iç çekti: —Doktorun ölümünden beni sorumlu tutabilirsiniz. Ben de bu sorumluluğu kabul ederim. Ama bu sorumluluk bana vicdan azabı çektirmeyecektir. Vicdan bakımından rahatım.
Sherlock Holmes’a göre o, ‘O kadın’dı. Onun için başka bir ifade kullandığını pek duymadım. Holmes’un gözünde, cinsiyetinin bütün özelliklerini gösteren tam bir kadındı. Holmes’un Irene Adler’a karşı hissettiği kesinlikle sevgi değildi. Bütün duygular, özellikle de bu duygu, onun soğuk, mükemmeliyetçi ama hayranlık uyandıracak kadar dengeli zihnine çok uzaktı. Bana göre o, dünyanın gördüğü en mükemmel akıl ve gözlem makinesiydi, fakat bir aşık olarak pek başarılı olamayacağı da bir gerçekti. Tutkulardan hep alayla bahsederdi. Bir gözlemci için bu duygular, insanın amaçlarının ve eylemlerinin ardında yatan gerçeği gösteren belirtilerden başka bir şey değildi. Ama deneyimli bir akılcı böylesine tehlikeli duyguların hassas ve dengeli doğasına girmesine izin verse, bunlar, vardığı mantıksal sonuçlarına gölge düşürebilecek saptırıcı faktörler haline gelirdi. Hassas bir aletin üzerinde bir toz zerresi veya güçlü bir mercekte bir çatlak neyse, onunki gibi bir doğaya sahip bir insan için güçlü tutkular da oydu. Ama her şeye rağmen onun için sadece bir kadın vardı: anısı şüphe ve sorularla dolu Irene Adler.
Son zamanlarda Holmes’u çok az görüyordum. Evliliğim dolayısıyla bir süredir görüşemiyorduk. Ben kendi topraklarının efendisi olmanın güzelliğini keşfetmiş bir insan olarak evimle ilgilenip tam bir mutluluk yakalamışken; Bohem ruhuyla sosyal etkinliklerin her türlüsünden nefret eden Holmes ise eski kitaplarına gömülmüş, haftadan haftaya kokain ve hırsları arasında gidip gelirken, ilacın yarattığı uyuşukluk ve güçlü tabiatının vahşi enerjisi arasındaki savaşla, değişen ruh halleri içinde Baker Sokağı’ndaki evimizde kalmıştı.Gerçeği önceden olduğu gibi suç araştırmalarına devam etmiş, olağanüstü yeteneklerini ve gözlemlerini kullanarak resmi polisin bile çaresiz kaldığı bazı vakaları çözmüştü. Arada bir, yaptıklarından haberim oluyordu; Trepoff cinayetinde Odessa’ya çağırılmasını, Trincomalee’deki Atkinson kardeşlerin trajedisini çözüşünü ve son olarak Hollanda kraliyet hanedanı vakasında gösterdiği başarıyı hep takip etmiştim. Ama günlük gazeteleri okuyan herkes gibi ana sayfalardan edindiğim bu bilgiler dışında, eski dostum ve yoldaşımdan fazla haber alamıyordum doğrusu.
1888’de özel hekimlik yapmaya başlamıştım. Bir gece hastalarımdan birinden dönerken yolum tesadüfen Baker Sokağı’na düştü. Zihnimde ‘Kızıl Çalışma’nın karanlık olaylarıyla yer etmiş o kapının önünden geçerken, Holmes’u yeniden görmek ve olağanüstü güçlerini nasıl kullandığına yeniden şahit olmak için dayanılmaz bir arzu duydum içimde. Odaların ışıkları yanıyordu ve yukarı baktığımda, uzun, ince gölgesinin iki kez perdenin önünden geçtiğini gördüm. Başı önde, elleri arkasında, odada bir ileri bir geri, hızla dolaşıp duruyordu. Tüm alışkanlıklarını bilen biri olarak hareketlerinin anlamını hemen çıkardım. Yine iş başındaydı. Uyuşturucunun yarattığı sarhoşluktan sıyrılmış, yeni bir iz peşine düşmüştü. Zili çaldım ve bir zamanlar onunla paylaştığım odaya girdim.
Bana karşı tavrı coşkulu değildi. Zaten nadiren öyle olurdu; fakat sanırım beni gördüğüne sevinmişti. Fazla bir şey söylemeden, sevecen bir bakışla koltuğu
işaret etti. Sonra ateşin önünde durarak, kendine özgü bakışlarıyla beni baştan aşağı dikkatlice süzdü.
Evlilik sana yaramış, dedi. Seni gördüğümden bu yana yaklaşık olarak dört kilo almışsın Watson.
Üç buçuk! diye atıldım.
Gerçekten mi? Bana kalırsa biraz daha fazladır. Bir parça daha fazla olduğuna eminim sevgili Watson. Gördüğüm kadarıyla pratisyenliğe dönüş yapmışsın. Çalışmaya başlamaya niyetinin olduğunu söylememiştin.
O halde nereden biliyorsun?
Görüyorum; gördüklerimden çıkarıyorum. Peki, son zamanlarda en az bir kez, yağmurdan iliklerine kadar ıslandığını ve çok beceriksiz ve dikkatsiz bir hizmetçi tutmuş olduğunu nasıl bilebiliyorum sence?
Sevgili Holmes, dedim, bu kadarı da fazla. Birkaç yüzyıl önce yaşasaydın kesinlikle büyücü diye yakılırdın. Perşembe günü kırda bir yürüyüşe çıktığım ve eve perişan bir halde döndüğüm doğru, ama elbiselerimi değiştirmiş olduğuma göre bunu nereden anladın? Mary Jane’e gelince; karım da onu sık sık uyarıyor ama kadın umutsuz bir vaka. Yine de bütün bunları nasıl olur da biliyorsun aklım almıyor.
Kendi kendine güldü ve uzun ellerini ovuşturdu.
Basitliğin ta kendisi, dedi. Gözlerim, bana, sol ayakkabının yanında, tam ışığın vurduğu yerde, ayakkabı derisinin üzerinde neredeyse paralel altı kesik bulunduğunu söylüyor. Kurumuş çamuru çıkarmak için kazımaya çalışmış beceriksiz birinin elinden çıktıkları açık. Bu yüzden çifte akıl yürütmeyle, kötü bir havada dışarıda kaldığını ve Londra’nın en kötü çizme temizleyicisine sahip olduğunu çıkarabiliyorum. Senin mesleğine gelince; tentürdiyot kokan, sağ işaret parmağında siyah bir gümüş nitrat lekesi ve şapkasının sağ tarafında, stetoskopunu saklamış olduğu yeri belli eden bir şişkinliği olan bir beyefendi odama girdiğinde, onun bir tıp adamı olduğunu anlayamamam için aptal olmam gerekir.
Akıl yürütme sürecini açıklamadaki rahatlığı üzerine kendimi
gülmekten alamadım. Bunları bana anlattığın zamanlar, dedim, kendim de yapabilirmişim gibi kolay görünüyor. Fakat yeni bir örnekle karşılaştığımda sen açıklayana kadar şaşkınlığım geçmiyor. Üstelik gözlerim de seninkiler kadar iyi görüyordur.
Öyle, diye cevap verdi. Bir sigara yaktı ve kendini koltuğa bıraktı. Görüyorsun ama gözlemlemiyorsun. Aradaki fark açık. Örneğin, antreden bu odaya çıkan merdivenleri sık sık görmüşsündür.
Sık sık.
Ne kadar sık?
E, yüzlerce kez.
Peki kaç tane basamak var?
Kaç tane mi? Bilmiyorum.
Tam tahmin ettiğim gibi! Gördün ama gözlemlemedin. Ama gördün. Üzerinde durduğum nokta da bu. Ben on yedi basamak olduğunu biliyorum çünkü hem gördüm, hem gözlemledim. Bir an durdu ve sonra yine devam etti: Bu arada, küçük problemlerimle ilgilendiğin ve benim bazı önemsiz deneyimlerimi başkalarına aktarma alışkanlığına sahip olduğu için bu ilgini çeker sanırım. Masanın üzerinde duran pembe renkli kâğıt tomarını bana attı. Son postayla geldi, dedi. Yüksek sesle oku.
Not tarihsizdi ve üzerinde ne bir imza, ne de bir adres vardı.
Bu gece saat sekize çeyrek kala, diyordu notta, önemli bir konuda size danışmak üzere bir beyefendi gelecektir. Son zamanlarda Avrupa’nın kraliyet ailelerinden birine yaptığınız hizmetler böyle önemli bir konuda da güvenilir olduğunuzu gösteriyor. Her kesimden sizinle ilgili edindiğimiz bilgiler bu yöndedir. Lütfen o saatte odanızda olunuz ve maskeli ziyaretçinizi bekleyiniz.
Çok gizemli, dedim. Sence ne anlama geliyor?
Henüz elimde yeterli veri yok. Elinde veri olmadan bir teori üretmek büyük bir hatadır. İnsan teorileri gerçeklere uyduracağına, farkında olmadan gerçekleri teorilere uydurmaya çalışır. Peki notun kendisini ele al, ondan ne çıkarıyorsun?
Yazıyı ve üzerine yazıldığı kâğıdı dikkatle inceledim.
Yazının sahibinin hali vakti yerinde olsa gerek, diye söze başladım, dostumun düşünce tarzını taklit etmeye çalışarak. Böyle bir kâğıdın paketi üç şilinden aşağı değildir. Alışılmadık derecede sağlam ve sert bir kâğıt.
Alışılmadık doğru tanım bu, dedi Holmes. Kesinlikle. İngiliz kâğıdı değil. Işığa tut.
Dediğini yaptım ve kâğıdın dokusuna Eg , P ve Gt harflerinin işlenmiş olduğunu gördüm.
Bundan ne çıkarıyorsun? diye sordu Holmes.
Üreticinin adı şüphesiz; adının kısaltması olsa gerek.
Pek değil. ‘G’ ve ‘t’ Almanca’da ‘Şirket’ anlamına gelen ‘Gesellschaft’ın kısaltması. Bizdeki ‘Şti.’ gibi. ‘P’ tabii ki, ‘Papier’, yani ‘kâğıt.’ Şimdi de ‘Eg’ için uluslararası atlasımıza bakalım. Raftan kalın bir cilt indirdi. Eglow, Eglonitz -hah! işte buldum, Egria. Carlsbad yakınlarında Almanca konuşulan bir ülkede – Bohemya’da bir yer. ‘Wallenstein’in öldüğü yer olmasının yanı sıra çok sayıda cam ve kâğıt fabrikalarının bulunmasıyla ün yapmış bir yer.’ Ha ha, dostum buna ne diyorsun? Gözleri parıldadı ve sigarasından, zaferini ilan edercesine mavi koca bir duman bulutu üfledi.
Kâğıt Bohemya’da yapılmış, dedim.
Kesinlikle. Ve notu yazan adam bir Alman. Garip cümle yapısını fark ettin mi? – ‘Her kesimden sizinle ilgili edindiğimiz bilgiler.’ Bir Fransız ya da Rus bunu bu şekilde yazmazdı. Sadece Almanlar fiillere böyle kaba yaklaşır. O halde yapılacak tek bir şey kalıyor; Bohemya kâğıdına yazan ve yüzünü göstermemek için maske takan bu Alman’in ne istediğini keşfetmek. Ve yanılmıyorsam, kendisi bütün şüphelerimizi gidermek üzere şu an buraya geliyor.
Cümlesinin ortasındayken sokakta atların ve gıcırdayan tekerleklerin sesi, hemen ardından da zilin ani çalışı duyuldu. Holmes ıslık çaldı.
Sese bakılırsa bir çift, dedi. Evet, diye devam etti, pencereden dışarı bakarak, şirin, küçük bir araba ve güzel bir çift at. Her biri üç bin şilin eder. Bu vakıada para var Watson.
Sanırım artık gitsem iyi olacak Holmes.
Hiç de değil Doktor. Olduğun yerde kal. Boswell’im olmadan hiçbir şey yapamam. Kaldı ki, bu vaka çok ilginç olacak gibi. Kaçırman yazık olur.
Ama müşterin
Onu kafana takma. Yardımına ihtiyacım olabilir. İşte geliyor. Şu koltuğa otur Doktor ve tüm dikkatini bize ver .
Merdivenlerde ve koridorda duyulan yavaş ve ağır ayak sesleri, kapının önünde durdu. Ve kapı sertçe vuruldu.
Girin! dedi Holmes.
İçeriye, en az 1.95 boyunda, Herkül gibi bir adam girdi. Kıyafeti, İngilizlere göre zevksiz sayılacak derecede gösterişliydi. Kruvaze paltosunun kollan astragan şeritlerle süslenmiş, alev rengi ipek astarlı lacivert pelerini de zümrüt bir broşla boynunda tutturulmuştu. Baldırlarına kadar çıkan çizmelerini süsleyen kahverengi kürk, giysileriyle uyandırdığı barbar zenginliği tamamlıyordu. Bir eliyle geniş kenarlı bir şapka tutuyor, diğeriyle de yanaklarından başlayarak yüzünün üst kısmını örten bir büyücü maskesi oturtmaya çalışıyordu. Yüzünün görünen alt kısmından güçlü bir karaktere sahip olduğu anlaşılıyordu; inatçılık derecesine varan bir kararlılığı gösteren kalın, sarkık bir dudak ve uzun, düz bir çene.
Notumu aldınız mı? diye sordu, kalın, sert bir ses ve belirgin bir Alman aksanıyla. Size geleceğimi söylemiştim. Kime hitap edeceğine karar verememiş gibi bir bana bir Holmes’a baktı.
Lütfen oturun, dedi Holmes. Sizi dostum ve meslektaşım Dr. Watson’la tanıştırayım. Kendisi vakalarımda bana yardım eder. Kimle konuşma şerefine erişmiş olduğumu öğrenebilir miyim acaba?
Bana Kont Von Kramm diyebilirsiniz; Bohemyalı asillerdenim. Dostunuz bu beyefendinin böyle önemli bir meselede güvenilir olduğunu umuyorum. Aksi takdirde sizinle yalnız görüşmeyi tercih ederim.
Gitmek üzere kalktım, fakat Holmes beni bileğimden yakalayarak sandalyeye geri itti. İkimizi de kabul etmediğiniz takdirde ben de olmayacağım, dedi Holmes. Bana söyleyeceğiniz her şeyi bu beyefendinin önünde de söyleyebilirsiniz.
Kont geniş omuzlarını silkti. O halde başlayayım, dedi. Fakat öncelikle ikinizden de iki yıl kesin gizlilik şartı koştuğumu hatırlatmalıyım; bu sürenin sonunda önemi kalmayacaktır ama şu an için, Avrupa tarihini etkileyecek bir olay olduğunu söylersem abartmış olmam.
Bu konuda bana güvenebilirsiniz, dedi Holmes.
Bana da, diye ekledim.
Bu maskeyi mazur göreceksiniz, diye devam etti garip ziyaretçimiz. Beni görevlendiren kişi tanınmamı istemiyor ve şunu da itiraf etmeliyim ki, kendimi size tanıttığımda kullandığım unvan gerçekte benim değil.
Bunun farkındaydım, dedi Holmes kayıtsızca.
Şartlar çok hassas ve Avrupa’nın kraliyet hanedanlarından birini ciddi durumlara düşürecek bir skandalın patlak vermemesi için her türlü önlemin alınması gerekiyor. Açıkça söylemek gerekirse, bu mesele Bohemya hanedanıyla, büyük Ormstein Sarayıyla ilgilidir.
Bunu da biliyordum, diye homurdandı Holmes. Koltuğuna yerleşip gözlerini kapatmıştı.
Ziyaretçimiz, kendisine Avrupa’nın en keskin zekalı ve en enerjik dedektifi olarak tanıtılan bu adamın şimdi koltukta gevşekçe uzanmış halini görünce şaşırmıştı. Holmes gözlerini yavaşça açarak iri yarı müşterisine sabırsızca baktı.
Eğer Majesteleri vakaya geri dönme tenezzülünü gösterirse, diye söze başladı, elimden geleni yaparım.
Adam sandalyesinden fırlayarak sıkıntıyla odada ileri geri yürümeye başladı. Sonra umutsuz bir ifadeyle yüzündeki maskeyi çıkararak yere fırlattı. Haklısınız, diye bağırdı; ben Kral’ım. Neden gizlemeye çalışayım ki?
Neden gerçekten? diye söylendi Holmes. Majesteleri daha konuşmaya başlamadan bile Cassel-Felstein Grandükü, Bohemya hanedanının Kralı Wilhelm Gottsreich Sigismond von Ormstein’la karşı karşıya olduğumu anlamıştım.
Fakat anlayışlı olun, dedi garip ziyaretçimiz, tekrar oturup elini yüksek alnında gezdirerek, bu tip işleri kendi adıma yapmaya alışık değilim. Ama bu mesele o kadar hassas ki hiçbir ajana güvenemezdim. Sırf size danışmak için Prag’dan buraya gizlice geldim.
O halde lütfen danışınız, dedi Holmes, gözlerini yeniden kapatarak.
Gerçekler tam olarak şöyle: Beş yıl kadar önce, Varşova’ya yaptığım uzun bir gezide ünlü maceraperest Irene Adler’la tanıştım. İsim herhalde size tanıdık gelmiştir.
Lütfen fihristime bakar mısın doktor? dedi Holmes gözlerini açmadan. İnsanlar ve eşyalarla ilgili yıllardır uyguladığı bilgi depolama sistemi sayesinde, bir konu ya da insan hakkındaki bilgiye hızla ulaşabiliyordu. Kısa bir süre içinde, bir Yahudi hahamın bilgileri ile derin deniz balıkçılığı üzerine bir yazısı bulunan bir kurmay binbaşının bilgileri arasındaki maddede aradığım kadının biyografisini buldum.
Bir bakalım! dedi Holmes. Hım! 1858’de New Jersey’de doğmuş. Kontralto La Scala! Hım Varşova Kraliyet Operasında primadonna – evet! Opera sahnelerinden emekli – aha! Londra’da yaşıyor – kesinlikle! Anladığım kadarıyla Majesteleri bu genç insanla ilişkiye girmiş, ona bazı tehlikeli mektuplar göndermiş ve şimdi de o mektupları geri almak arzusunda.
Tamamen doğru. Fakat siz nasıl
Gizli bir evlilik oldu mu ?
Hayır.
Herhangi bir resmi belge veya sertifika?
Hayır.
O halde Majesteleri’ni anlamakta zorlanıyorum. Eğer bu genç insan, mektuplarını şantaj veya başka amaçlar için kullanacaksa orijinal olduklarını nasıl ispat edebilir?
Üstünde el yazım var.
Taklit edilmiş olabilir.
Ama benim özel not kağıdım.
Çalınmıştır.
Kendi mühürüm?
Kalıbı çıkarılmıştır.
Ya fotoğrafım?
Satın alınmıştır.
Peki ikimizin birlikte fotoğrafıysa?
Aman Tanrım! Bu çok kötü işte! Majesteleri gerçekten düşüncesizce davranmış.
Deliydim, çıldırmıştım.
Kendinizi ciddi bir tehlikeye atmışsınız.
O zamanlar Veliahttım. Henüz gençtim. Şimdi bile daha otuz yaşındayım.
Resmi geri almalı.
Denedik fakat başaramadık.
Majesteleri parasını ödemeli. Satın alınmalı.
Satmak istemiyor.
Çalınsın o zaman.
Beş kez denendi. Benim tuttuğum hırsızlar iki kez evini soydu. Bir keresinde seyahat ederken bavulunu değiştirdik. İki kez yolu kesildi. Hiçbir sonuç alınamadı.
Fotoğrafı hiç görmediniz mi?
Kesinlikle görmedik.
Holmes güldü. Oldukça hoş küçük bir mesele, dedi.
Fakat benim için çok önemli, diye karşılık verdi Kral sitemle.
Öyle olmalı. Kadın fotoğrafla ne yapmayı düşünüyor?
Beni mahvetmeyi.
Ama nasıl?
Evlenmek üzereyim.
Duymuştum.
İskandinavya Kralı’nın ikinci kızı Princess Clotilde Lothman von Saxe-Meiningen’le. Ailesinin katı prensiplerini biliyorsunuzdur belki. Müstakbel eşim kendisi de çok hassas bir ruha sahip. Sadakatimle ilgili en ufak bir şüphe gölgesi bütün evlilik planlarımı sona erdirir.
Peki Irene Adler?
Onlara fotoğrafı göndermekle tehdit ediyor. Ve bunu yapacaktır da. Yapacağını biliyorum. Siz onu tanımazsınız, çelik gibi sert bir ruhu vardır. Yüzü kadınların en güzeli, aklıysa erkeklerin en kararlısıdır. Başka bir kadınla evlenmeyeyim diye yapmayacağı şey yoktur.
Henüz göndermediğine emin misiniz?
Eminim.
Peki sizce neden henüz göndermedi?
Çünkü nişanın resmen açıklandığı tarihte göndereceğini söyledi. Bu da önümüzdeki pazartesiye geliyor.
Daha üç günümüz var demek, dedi Holmes esneyerek. Bu da gayet iyi, çünkü şu an ilgilenmem gereken birkaç önemli işim var. Majesteleri bir süre Londra’da kalacaklardır tabii?
Elbette. Beni Langham’de, Kont von Kramm adıyla bulabilirsiniz.
O halde nasıl gittiğini bildirmek üzere size telgraf çekeceğim.
Lütfen bunu yapın. Merakla bekleyeceğim.
Peki ya para meselesi?
Açık krediniz var.
Tamamen mi?
Size şu kadarını söyleyeyim, o fotoğrafı ele geçirmek için krallığımın eyaletlerinden birini verirdim.
Peki şu anki harcamalar için?
Kral, pelerinin altından ağır, deri bir çanta çıkartarak masanın üzerine koydu.
Üç yüz altın ve yedi yüz banknot var, dedi.
Holmes defterinin sayfasına bir makbuz yazarak ona uzattı.
Matmazelin adresi? diye sordu.
Briony Köşk’ü, Serpentine Caddesi, St. John Korusu.
Holmes not aldı. Son bir soru daha, dedi. Fotoğraf büyük boy mu?
Evet.
O halde iyi geceler Majesteleri, size yakında iyi haberler getireceğime inanıyorum.
Kraliyet arabası sokakta giderken bana dönerek: Sana da iyi geceler Watson, dedi. Eğer yarın öğleden sonra saat üçte bana uğrarsan, bu küçük mesele hakkında seninle sohbet edebiliriz.
Ertesi gün tam üçte Baker Sokağı’ndaydım, fakat Holmes henüz dönmemişti. Ev sahibi, sabah saat sekizi biraz geçe çıkmış olduğunu söyledi. Ne kadar sürerse sürsün beklemeye karar vererek ateşin yanına oturdum. Bu araştırma çok ilgimi çekmişti. Gerçi daha önceden anlattığım iki hikâyedeki garip ve karanlık özellikleri yoktu ama meselenin doğası ve müşterinin yüksek konumu dolayısıyla bu hikâyenin kendine özgü bir yapısı vardı. Yapılan araştırmalardan çok, dostumun olaylara hâkimiyeti, keskin akıl yürütüşü, çalışma sistemi ve en
karmaşık gizemleri hızlı ve mükemmel yöntemleriyle çözüşüydü beni çeken. Değişmez başarısına o kadar alışmıştım ki, başarısızlık ihtimali aklımdan bile geçmiyordu.
Saat dörde doğru kapı açıldı ve kırmızı yüzlü, kötü giyimli, sarhoş görünümlü bir seyis girdi odaya. Dostumun kılık değiştirmedeki inanılmaz yeteneklerini bilmeme rağmen Holmes olup olmadığına emin olana kadar onu dikkatle incelemek zorunda kaldım. Bana selam verip yatak odasına girdi ve beş dakika sonra her zamanki düzgün kıyafetleriyle dışarı çıktı. Ellerini ceplerine sokarak ateşin önüne bacaklarını uzattı ve birkaç dakika kahkahalarla güldü.
Doğru olamaz, diye bağırdı ve sonunda güçsüz kalana kadar tekrar gülmeye başladı.
Ne oldu?
Çok eğlenceli. Eminim ki sabahtan beri neyle uğraştığımı tahmin edemezsin.
Tahmin edemiyorum. Sanırım Bayan Irene Adler’ın alışkanlıklarını, kim bilir belki de evini gözetledin.
Hemen hemen; ama süreç oldukça garipti. Sana anlatacağım zaten. Bu sabah saat sekizde, işten çıkmış bir seyis kılığında evden ayrıldım. Seyislere her zaman sempati duyulur. Onlardan biri olursan bilinmesi gereken her şeyi öğrenirsin. Briony Köşkü’nü hemen buldum. Arkasında bir bahçesi olan, önü sokağa bakan iki katlı şirin bir villaydı, kapısında büyük bir kilit vardı. Evin sağ tarafındaki oturma odasının neredeyse yere kadar inen uzun pencerelerinin kilitleri ise bir çocuğun bile kolaylıkla açabileceği cinstendi. Arkadan, yandaki fayton durağının çatısından evin koridoruna ulaşılabiliyordu. Başka da kayda değer bir şey görünmüyordu. Çevresinde dolaşarak her açıdan inceledim fakat özellikle ilginç olan bir şey gözüme çarpmadı.
Sonra sokaktan aşağı yürürken, bahçenin bir duvarının başka bir sokağa baktığını fark ettim. Atları kaşağılamada seyislere yardım etmem karşılığında bir miktar para, bir bardak içki, iki sarımlık sert tütün ve Bayan Adler hakkında bana yetecek kadar bilgi aldım. Tabii bu arada, çevrede oturan ve hiç ilgimi çekmeyen diğer insanların hayat hikâyelerini de dinlemek zorunda kaldım.
Peki Irene Adler hakkında neler öğrendin? diye sordum.
Bu konuda bütün adamlar yelkenleri suya indirdi. O, bu gezegen üzerindeki en sevimli yaratıkmış- adamlardan biri böyle diyordu. Sakin bir hayatı varmış; konserlerde şarkı söyler, her gün saat beşte dışarı çıkar ve tam yedide akşam yemeği için geri dönermiş. Şarkı söylemeyeceği zamanlar nadiren dışarı çıkarmış. Tek bir ziyaretçisi varmış, bir erkek. Esmer, yakışıklı ve gösterişli bir adam. Günde en az bir kere gelirmiş; çoğu zaman iki kere. Adliyeden Bay Godfrey Norton diye biri. Faytoncularla dostluk kurmanın yararlarını gör işte. Adamı birçok kez buradan, Serpentine sokağından, eve götürmüşler ve onun hakkında her şeyi biliyorlar. Anlattıklarını dinledikten sonra Briony Köşkünün önünde son bir tur daha atarak uygulayacağım planı düşündüm.
Bu Godfrey Norton’in meselede önemli bir rolü olduğu açıktı. Avukat olduğunu söylüyorlardı, bu bana ilginç geldi. Aralarındaki ilişki ve sık sık yaptığı ziyaretlerin amacı neydi? Bayan onun müşterisi mi, dostu mu, yoksa metresi miydi? Eğer ilkiyse fotoğrafı ona emanet etmiş olmalıydı. Eğer değilse bunun olma ihtimali azdı. Bu sorunun cevabı,araştırmamı Briony köşkünde yoksa adamın işini bulmak için adliyede mi sürütmem gerekteği konusunda belirleyici olacaktı. Önemli bir noktadaydım ve bu da araştırma alanımı genişletiyordu. Korkarım seni bu ayrıntılarla sıktım fakat durumu anlaman için küçük sorunlarımı sana anlatmam çok önemliydi.
Seni dikkatle dinliyorum, diye cevap verdim.
Tam da bu meseleyi zihnimde tartıyordum ki Briony Köşkü’-ne bir fayton geldi ve içinden bir beyefendi çıktı. Kartal burunlu, bıyıklı, esmer ve yakışıklı bir adamdı. Besbelli ki bahsettikleri adam buydu. Acelesi varmış gibi görünüyordu. Faytoncuya beklemesini söyledi ve sanki kendi evine girermiş gibi, ona kapıyı açan hizmetçinin yanından hızla içeri daldı.
Eve gireli yarım saat olmuştu ve ben oturma odasının penceresinden adamın odada yürüyüşünü, heyecanlı heyecanlı konuşuşunu ve elini kolunu sallayışını görebiliyordum. Kadını göremedim. Sonunda adam, öncekinden daha da aceleci bir şekilde dışarı çıktı. Faytona binerken cebinden altın saatini çıkarıp baktı, ‘Çılgınlar gibi sür,’ diye bağırdı, ‘önce Regent Sokağı’nda Gross Hankey’se, sonra da Edgeware Yolu’ndaki St. Monica Kilisesi’ne. Yirmi dakikada gidersen on şilin alırsın.’
Gözden uzaklaştılar. Onları takip etsem mi diye düşünürken, yolun yukarısından, ceketinin düğmeleri çözülmüş, kravatı kulağının arkasına düşmüş sürücüsüyle küçük bir fayton çıkageldi. Evin önünde daha durmamıştı ki kadın, kapıdan fırlayarak faytonun içine daldı. Onu çok kısa bir an gördüm, ama bir erkeğin uğrunda ölebileceği kadar güzel bir kadın olduğunu söyleyebilirim.
‘St. Monica Kilisesi’ne, John,’ diye bağırdı, ‘ yirmi dakikada gidersen bir altın alırsın.’
Bu fırsat kaçırılmazdı, Watson. Ne yapacağımı düşünürken bir fayton geldi. Paspal görünümüme şöyle bir baktı, fakat ben itiraz etmesine izin vermeden faytona atladım. ‘St. Monica Kilisesi,’ deydim, ‘ve yirmi dakikada gidersen bir altın alırsın.’ Saat on ikiye yirmi beş vardı ve ufukta beni nelerin beklediği az çok belli olmuştu.
Fayton adeta uçuyordu; hiç bu kadar hızlı gittiğimi hatırlamıyorum. Ama diğerleri bizden öndeydi ve kiliseye vardığımda onların faytonlarının da kapının önünde olduğunu gördüm. Arabacıya parasını vererek kiliseye daldım. İçeride, takip ettiğim iki kişi ve beyaz cüppeli bir papaz dışında kimse yoktu. Üçü de mihrabın önünde duruyordu. Kiliseye gelmiş herhangi biri gibi yan koridorda bir sıraya oturdum. Birden mihraptakiler yüzlerini bana doğru çevirdiler ve Godfrey Norton tüm hızıyla bana doğru koşmaya başladı.
Tanrıya şükür, diye bağırdı. Oldu işte. Geliniz! Geliniz!
Ne var? diye sordum.
Geliniz, beyefendi, geliniz, sadece üç dakikanızı alır, yoksa geçerli sayılmaz.
Neredeyse sürüklenerek mihraba götürüldüm. Daha nerede olduğumu bile anlayamadan, kulağıma fısıldanan sorulara cevap verirken buldum kendimi; bilmediğim şeyler için yemin ediyordum; Irene Adler ile Godfrey Norton’un evlenmelerine yardım ettim; Her şey bir anda olup bitti. Bir yanımda beyefendi, diğer yanımda hanımefendi, bana teşekkür ederken önümdeki papaz gülümseyerek bana bakıyordu. Ömrüm boyunca içine düştüğüm en akıl almaz durumdu ve bunu düşünmekti beni az önce güldüren. Görünüşe göre evlilikle ilgili belgelerde bazı eksiklikler vardı ve papaz bir şahit olmadan onları evlendirmeyi kesinlikle reddetmişti. Benim ortaya çıkışım sonucu, sokakta uygun bir adam aramak zorunda kalmamışlardı. Gelin bana bir altın verdi. Bu altını, olayın bir hatırası olarak saatimin zincirinde taşıyacağım.
Bu tamamen beklenmedik bir gelişme, dedim. Sonra ne oldu?
Evet, planlarımın suya düşme tehlikesi vardı. Çiftin çabucak gideceklerini düşünüyordum, hızlı ve enerjik önlemler almam gerekiyordu. Fakat kilisenin kapısında birbirlerinden ayrıldılar ve adliyeye, kadın da evine doğru gitti. ‘Her zamanki gibi saat beşte parkta olacağım,’ dedi kadın ayrılırken. Daha fazlasını duyamadım. Onlar farklı yönlere gittiler, ben de kendi planlarıma geri döndüm.
Planın nedir?
Biraz soğuk biftek ve bir bardak bira, diye cevap verdi, zili çalarken. Yemek düşünemeyecek kadar meşguldüm ve görünüşe göre bu akşam daha da meşgul olacağım. Bu arada Doktor, yardımını isteyeceğim.
Memnuniyetle.
Kanunlara karşı gelmek seni rahatsız eder mi?
Hiç önemli değil.
Peki tutuklanma tehlikesi?
İyi bir sebebi varsa o da önemli değil.
Sebebi mükemmel!
O halde emrindeyim.
Sana güvenebileceğimi biliyordum.
Peki istediğin nedir?
Bayan Turner tepsiyi getirdiğinde sana her şeyi açıklayacağım. Tepsi geldi. Şimdi, dedi ev sahibinin getirdiklerine eğilerek, bunu yerken konuşmalıyız, çünkü fazla zamanım yok. Saat neredeyse beş olmuş. İki saate kadar olay yerinde olmalıyız. Matmazel Irene, daha doğrusu Madam, saat yedide gezintisinden dönmüş olur. Onunla buluşmak için Briony Köşkü’nde olmamız gerekiyor.
Peki sonra?
Gerisini bana bırak. Ben olacakları zaten ayarladım. Önemli tek bir nokta var. Ne olursa olsun olaylara karışmaman gerekiyor. Anlıyor musun?
Tarafsız mı olmam gerekiyor?
Muhtemelen bazı küçük tatsızlıklar olacaktır. Sen müdahale etme. Tartışmanın sonunda beni eve sokacaklar. Dört-beş dakika sonra oturma odasının penceresi açılacak. Sen bu açık pencerenin yakınında bulunmalısın.
Tamam.
Beni izleyeceksin, çünkü senin görebileceğin bir konumda olacağım.
Tamam.
Elimi kaldırdığımda – aynen böyle – sana fırlatman için vereceğim bir şeyi odanın içine fırlatacaksın ve hemen ‘yangın’ diye bağırmaya başlayacaksın. Takip edebiliyor musun?
Kesinlikle.
Korkulacak bir şey değil, dedi, cebinden puro şeklinde sarılmış bir nesne çıkartarak. Tesisatçıların kullandığı duman fişeklerinden. Her iki ucundaki başlıklar kendi kendine yanmasını sağlar. Senin görevin bu kadar. Sen bağırmaya başladığında birçok insan koşup gelecektir. O zaman sokağın sonuna doğru yürürsün ve ben de on dakika içinde sana katılırım. Yeterince açık mı?
Ben müdahale etmeyeceğim, pencerenin yakınında bulunacağım, seni izleyeceğim, işaretinle birlikte bu nesneyi fırlatacağım, yangın diye bağıracağım ve sonrasında seni sokağın köşesinde bekleyeceğim.
Tam olarak böyle.
O halde bana güvenebilirsin.
Mükemmel. Sanırım artık oynayacağım yeni role hazırlanmamın zamanı geldi.
Yatak odasına daldı ve beş dakika sonra sevecen, saf bir rahip kılığında dışarı çıktı. Geniş siyah şapkası, bol pantolonu, beyaz boyunbağı, sempatik gülümseyişi ve genel olarak iyiliksever ve meraklı bakışlarıyla tam rolüne bürünmüştü. Holmes sadece kıyafetini değiştirmiş değildi. İfadesi, tavrı ve hatta ruhu, bile benimsediği role uymuştu. Bir dedektif olmaya karar verdiği için sahneler iyi bir aktör; bilim ise bir akılcı kaybetmişti.
Baker Sokağı’ndan çıktığımızda saat altıyı çeyrek geçiyordu. Serpentine Caddesi’ne vardığımızda on dakikamız daha vardı. Ortalık çoktan kararmıştı. Sahibinin gelmesini beklerken Briony Köşkünün önünde bir ileri, bir geri yürüdük. Sokak lambaları yakılmaya başlamıştı. Ev, Sherlock Holmes’un tarifinden aklımda kaldığı gibiydi, fakat çevre, beklediğimden daha hareketliydi. Bir grup paspal kıyafetli adam bir köşede sigara içip gülüyor, bir bileyici çarkını döndürüyor, iki muhafız bir hemşireyle kırıştırıyor ve iyi giyimli birkaç genç adam, ağızlarında puroları, sokağı arşınlıyorlardı.
Anlıyorsun ya, diye söze girdi Holmes evin önünde yürürken, bu evlilik her şeyi açıklıyor. Fotoğraf artık çift uçlu bir silah haline geldi. Müşterimiz, nasıl prensesin görmesini istemiyorsa, Bayan Adler da Bay Godfrey Norton’un görmesini istemeyecektir. Şimdi sorun şu: fotoğrafı nerede bulabiliriz?
Nerede, hakikaten?
Yanında taşıyor olması mümkün değil. Çünkü fotoğraf büyük boy. Bir kadının kıyafetleriyle saklayamayacağı kadar büyük. Kaldı ki, Kralın yolunu kestirip
üzerini aratabileceğini biliyor. Buna benzer iki deneme yapılmış. O halde yanında taşımadığını kabul edebiliriz.
Nerede öyleyse?
Bankacısında veya avukatında. Böyle bir çifte ihtimal var. Ama her ikisinde de değil diye düşünüyorum. Kadınlar, gizliliğe önem verirler ve kendi sırlarını kendileri saklarlar. Niye bir başkasına teslim etsin ki? Bu konuda en çok kendine güvenebilir, çünkü durumu başka kimseye açıklayamaz. Ayrıca, birkaç gün içinde kullanmaya kararlı olduğunu unutma. Elinin altında bir yerlerde olmalı. Yani evinde olmalı.
Ama ev iki kez soyulmuş.
Haydi canım! Nereye bakacaklarını bilememişler.
Peki sen nereye bakacaksın?
Ben bakmayacağım.
Ne yapacaksın o zaman?
Onun göstermesini sağlayacağım.
Ama kabul etmeyecektir.
Kabul etmemesi gibi bir şey olmayacak. Tekerleklerin sesini duyuyorum. Bu onun arabası. Şimdi iş başına, talimatlarımı harfiyen uygula.
Bunları söylerken caddenin köşesinden bir arabanın yan ışıkları göründü. Körüklü küçük bir fayton Briony Köşkünün önünde durdu. Köşedeki serserilerden biri biraz bahşiş almak umuduyla arabanın kapısını açmak için fırladı ama aynı şeyi düşünen başka bir serseri onu iterek öne geçti. Bunun üzerine ikisi kavga etmeye başladılar. Başlayan kavgaya önce muhafızlar, sonra gençler ve en son bileyici de katıldı. Arabasından inen hanımefendi kendini büyük bir kavganın ortasında buldu. Bunun üzerine Holmes, bayanı kurtarmak üzere kalabalığın içine daldı; fakat tam ona ulaşmıştı ki bir çığlıkla yere düştü. Yüzünden kanlar akıyordu. Holmes düşünce, muhafızlar ve gençler ayrı ayrı yönlere dağıldılar ve bütün olayı, karışmadan izlemiş olan birkaç iyi giyimli insan, bayana ve yaralı adama yardım etmek üzere toplandılar, Irene Adler – ona hâlâ böyle hitap edeceğim – hızla merdivenleri çıktı, ama içeri girmeden önce merdivenlerin tepesinde durarak sokağa baktı.
Zavallı adamın yaraları ciddi mi? diye sordu.
Ölmüş, diye bağırdı birkaç kişi.
Hayır, hayır, hâlâ yaşıyor! diye atıldı bir diğeri. Ama hastaneye yetişemeden göçer.
Cesur bir adam, dedi bir kadın. Eğer yetişmeseydi bayanın çantasını ve saatini alacaklardı. Onlar bir çete, hem de en kötüsünden. Ah, bakın ama; nefes almaya başladı.
Sokakta böyle yatamaz. İçeri getirelim mi bayan?
Elbette. Oturma odasına çıkarın. Orada rahat bir kanepe var. Buradan lütfen!
Yavaşça ve büyük bir özenle onu Briony Köşkü’ne sokmalarını ve oturma odasına yerleştirmelerini pencerenin dibinden, bulunduğum yerden izleyebiliyordum.
Lambalar yakıldı ama panjurlar indirilmediğinden Holmes’u kanepede yatarken görebiliyordum. Oynadığı rol gereği gerçekten darbe yiyip yemediğini bilmiyordum fakat tuzak kurduğumuz bu kadının güzelliğini ve yaralı adama gösterdiği incelik ve özeni görünce, bu yaptığımdan çok utandım. Ama bana verdiği rolü bırakmak, Holmes’a yapabileceğim en büyük ihanet olurdu. Kalbimi bu düşüncelere kapadım ve ceketimin altından duman fişeğini çıkardım. Sonuçta, diye düşündüm, kadına zarar vermiyorduk. Sadece başkalarına zarar vermesini engellemeye çalışıyorduk.
Holmes kanepede doğruldu ve sanki nefessiz kalmış gibi hareketler yapmaya başladı. Bir hizmetçi, hızla fırlayarak pencereyi açtı. O anda Holmes elini kaldırdı ve ben bu sinyal üzerine fişeği odaya fırlatarak Yangın! diye bağırmaya başladım. Ben bağırmaya başlar başlamaz çevredeki izleyici kalabalığı da hep bir ağızdan Yangın! diye bağırmaya başladı. Odadan yükselen yoğun duman, pencereden dışarı çıkmaya başlamıştı. Bir an için koşuşturan insanlar gördüm. Çok geçmeden Holmes çıktı ve kalabalığa bunun yanlış alarm olduğunu söyledi. Bağrışan kalabalığın içinden sıyrılarak sokağın köşesine gittim. On dakika içinde dostumun kolunun koluma girişini hissettim. Birlikte bu karmaşadan uzaklaştık. Edgeware yolunun sessiz sokaklarından birine girene kadar hızla ve sessizce yürüdük.
Çok başarılıydın Doktor, dedi. Daha iyisi olamazdı. Her şey yolunda.
Fotoğrafı aldın mı?
Nerede olduğunu biliyorum.
Bunu nasıl öğrendin?
Daha önce de bunu kadının yapacağını söylemiştim.
Ben hâlâ anlayamadım.
Gizem yaratmak istemem, dedi gülerek. Mesele çok basitti. Sokaktaki herkesin bu akşam için ayarlanmış oyuncular olduğunu fark etmişsindir tabii.
O kadarını tahmin ettim.
O halde devam edeyim. Kavga çıktığında, avuç içimde sıvı kırmızı bir boya vardı. İleri fırladım, yere düştüm, elimi yüzüme götürdüm ve acınacak bir görüntü yarattım. Eski bir numaradır.
Bunu da anlamıştım.
Sonra beni içeri taşıdılar. İçeri almak zorunda kaldı. Başka ne yapabilirdi ki? Hem de en çok şüphelendiğim oturma odasına aldı. Yatak odasını da görebildiğinden hangisinde sakladığını anlayabilecektim. Beni bir kanepeye yatırdılar. Nefessiz kalmış gibi yaparak pencereyi açtırdım ve sana fişeği fırlatman için fırsat yarattım.
Bu ne işe yaradı peki?
En önemlisi buydu. Bir kadın, evinde yangın çıktığını fark edince, içgüdüsel olarak en çok değer verdiği şeye koşar. Çok güçlü bir içgüdüdür ve bundan, daha önce de Darlington skandalinde ve ‘Arnsworth Castle’ işinde yararlanmıştım. Evli bir kadın bebeğini kapar; bekâr bir kadın da mücevher kutusunu. Bu vakada ise bu
kadın için en değerli şeyin bizim aradığımız şey olduğu açıktı. Onu kurtarmak isteyecekti. Yangın alarmı çok başarılıydı. Duman ve bağrışmalar çelik gibi sinirleri bile sarsmaya yeterdi. Buna tam istediğim gibi tepki gösterdi. Fotoğraf, zilin üstündeki bir bölmenin arkasında gizli. Gürültüyü duyduğunda hemen oraya koştu ve fotoğrafı dışarı çıkardı. Yanlış alarm olduğunu açıkladığımda ise nesneyi yerine koydu, fişeğe baktı ve odadan fırladı. Onu bir daha da görmedim. Ben yerimden kalktım, özür dileyerek evden çıktım. Fotoğrafı alıp almama konusunda bir an tereddüt ettim fakat içerideki arabacının beni izlediğini görünce beklemenin daha güvenli olacağına karar verdim. Biraz acelecilik her şeyi bozabilirdi.
Peki şimdi ne olacak?
Araştırmamız pratikte bitti. Yarın, Kral ve seninle, gelmek istersen tabii, oraya gideceğiz. Bayanı oturma odasında bekleyeceğiz, fakat kendisi geldiğinde muhtemelen ne bizi ne de fotoğrafı bulamayacak. Majesteleri buna çok memnun olacaktır.
Saat kaçta orada olacağız?
Sabah sekizde. O saatte henüz kalkmamış olur ve bu da bize zaman kazandırır. Ayrıca çabuk olmalıyız çünkü evliliği, hayatında ve alışkanlıklarında büyük değişikliklere yol açabilir. Gecikmeden Kral’a telgraf çekmeliyim.
Baker Sokağı’na geldik ve kapıda durduk. Holmes, cebinde anahtarları ararken oradan geçmekte olan biri:
İyi geceler Bay Sherlock Holmes dedi.
Kaldırımda birçok insan vardı fakat bu ses, oradan hızla geçmekte olan bir gençten gelmiş gibiydi.
Bu sesi daha önce de duydum, dedi Holmes yarı karanlık sokağa bakarak. Kim olduğunu merak ediyorum.
O gece Baker Sokağı’nda kaldım. Sabah tost ve kahveden oluşan kahvaltımızı ederken Bohemya Kralı odaya girdi.
Onu almayı gerçekten de başardınız! diye bağırdı. Sherlock Holmes’un omuzlarını tutup yüzüne mutlulukla baktı.
Henüz değil.
Ama yüksek bir olasılık, değil mi?
Evet yüksek.
O halde gelin. Gitmek için sabırsızlanıyorum.
Araba çağırmamız gerekiyor.
Hayır benimki aşağıda bekliyor.
Gidelim o zaman.
Aşağı indik ve bir kez daha Briony Köşkünün yolunu tuttuk.
Irene Adler evlendi, diye söze girdi Holmes.
Evlendi mi? Ne zaman?
Dün.
Fakat kiminle?
Norton adlı İngiliz bir avukatla.
Fakat onu seviyor olamaz.
Umarım seviyordur.
Neden?
Çünkü bu durumda, Majestelerinin gelecekte olacaklar için korkmasına gerek kalmazdı. Eğer bayan, kocasını seviyorsa Majestelerini sevmiyor demektir. Majestelerini sevmiyorsa, Majestelerinin planlarına da müdahale etmesi için bir sebep kalmazdı.
Doğru. Ama yine de Neyse! Benimle olmasını isterdim! Ne muhteşem bir kraliçe olurdu! Serpentine Caddesi’ne gidene kadar Kralın ağzını bıçak açmadı.
Briony Köşkünün kapısı açıldı ve yaşlı bir kadın merdivenlerin tepesinden bize alaycı bir bakış attı.
Bay Sherlock Holmes, sanırım dedi.
Holmes merakla ve oldukça şaşırmış bir ifadeyle kadına baka kaldı. Evet Bay Holmes benim, diye cevap verdi.
Güzel! Hanımefendi sizin geleceğinizi söylemişti. Kendisi bu sabah kocasıyla birlikte 5:15 treniyle Charing Cross’tan Amerika’ya gitmek üzere ayrıldı.
Ne! Sherlock Holmes geriye doğru sendeledi. Yüzü kederden ve şaşkınlıktan bembeyaz kesilmişti. İngiltere’den ayrıldılar mı yani?
Bir daha dönmemek üzere.
Peki ya belgeler? diye sordu Kral sertçe. Kaybettik!
Göreceğiz. Holmes, hizmetçiyi iterek oturma odasına daldı, Kral ve ben de peşinden. Oda darmadağınıktı; mobilyalar sağa sola dağılmış, raflar ve çekmeceler boşaltılmıştı. Kadın kaçmadan önce her şeyi talan etmiş gibiydi. Holmes, zile doğru atıldı, üstündeki küçük bölmeyi kaldırdı ve elini sokarak bir fotoğraf ve bir mektup çıkardı. Fotoğraf, Irene Adler’ın gece kıyafetiyle çekilmiş bir fotoğrafıydı. Mektubun üstünde ise Sherlock Holmes’a: Kendisi gelip de isteyene kadar açılmayacak. yazılıydı. Dostum mektubu yırtarak açtı ve üçümüz okumaya başladık. Bir önceki gece yarısı yazılmıştı ve şöyle diyordu:
SEVGİLİ BAY SHERLOCK HOLMES,
Gerçekten çok iyiydiniz. Beni tam anlamıyla tuzağa düşürdünüz. Yangın alarmına kadar hiçbir şeyden şüphelenmemiştim. Kendi planlarımı nasıl bozduğumu fark ettiğimde düşünmeye başladım. Aylar öncesinde beni size karşı uyarmışlardı. Bana, Kral bir dedektif tutarsa bunun kesinlikle siz olacağını söylemişlerdi. Adresiniz de bana verilmişti. Fakat buna rağmen, bilmek istediğinizi benim göstermemi sağladınız. Öyle sevimli, yaşlı bir papazdan kötülük gelebileceğinden hiç şüphelenmemiştim. Ama bildiğiniz gibi oyunculuk eğitimim vardır. Erkek kostümleri benim için alışılmadık değildir. Sağladığı rahatlıktan kendim de sık sık yararlanmışımdır. Arabacım John’a sizi izlemesini söyledikten sonra yukarı çıktım, yürüyüş kıyafetlerimi giydim ve siz tam ayrılırken ben aşağı indim..
Sizi kapınıza kadar takip ettim. Böylece gerçekten de ünlü Sherlock Holmes tarafından ziyaret edilmiş olduğum kesinlik kazandı. Biraz da ihtiyatsızca size iyi geceler diledikten sonra, kocamı görmeye adliyeye gittim. Onunla konuştuktan sonra, böyle korkunç bir rakibe karşı en iyi yolun kaçmak olduğuna karar verdik. Bu yüzden, yarın geldiğinizde yuvayı boş bulacaksınız. Fotoğrafa gelince, müşterinizin içi rahat etsin. Ondan daha iyi bir erkeği seviyorum ve o da beni seviyor. Kral istediğini yapabilir. Fotoğrafı ise, ileride bana karşı girişilecek herhangi bir harekete karşı bir silah olarak kullanmak üzere yanımda tutacağım. Onun yerine saklamak isteyebileceği bir fotoğraf bırakıyorum ve size de sevgilerimi iletiyorum Bay Sherlock Holmes.
IRENE NORTON, ADLER.
Ne kadın Tanrım ne kadın! diye bağırdı Bohemya Kralı, mektubu bitirdiğimizde. Size ne kadar hızlı ve kararlı olduğunu söylemiştim. Ne mükemmel bir kraliçe olurdu! Benim yanımda olmaması yazık değil mi?
Gördüğüm kadarıyla, hanımefendi, Majestelerinden farklı bir seviyede, dedi Holmes soğukça. Majestelerinin meselesini başarıyla sonuçlandıramadığım için üzgünüm.
Tam tersine sevgili beyefendi, diye bağırdı Kral, daha başarılı olamazdınız. Irene’in sözünün eri olduğunu bilirim. Fotoğraf artık emin ellerde.
Majestelerinin sözleri benim memnun etti.
Size ne kadar borçluyum bilemezsiniz. Lütfen sizi nasıl ödüllendirebileceğimi söyleyin. Bu yüzük Parmağından zümrüt bir yüzük çıkardı ve Holmes’a uzattı.
Majestelerinde benim için daha değerli olan bir şey var, dedi Holmes.
Söyleyin yeter.
Bu fotoğraf!
Kral şaşkınlıkla ona baktı.
Irene’in fotoğrafı mı?! diye bağırdı. Elbette, istediğiniz buysa.
Majestelerine teşekkür ederim. O halde yapılacak başka bir şey kalmadı. Size iyi günler dilerim. Kralın önünde eğildi ve ona uzanan ele dikkat etmeden arkasını dönerek eve yöneldi.
Bohemya krallığını tehdit eden büyük bir skandalın ve Sherlock Holmes’un bir kadının zekâsına yenilmesinin hikayesiydi bu. O günden beri kadınların zekâsıyla ilgili espriler yaptığını duymadım bir daha. Ve Irene Adler’dan veya fotoğrafından her zaman övgüyle söz etti.
Sevgili dostum, dedi Sherlock Holmes, Baker Sokağı’ndaki evde ateşin karşısında otururken, hayat, insan aklının düşünebileceğinden çok daha gariptir. İnsan, gerçekte sıradan denen şeyleri çoğu zaman hayal bile edemez. Eğer şu pencereden el ele uçup, bu büyük şehrin üzerinde dolaşarak çatıları hafifçe kaldırıp aşağıda olan garipliklere, sıradışı tesadüflere, planlara, niyetlere ve
nesilden nesle süren olaylar zincirine bakabilseydik, aslında doğası gereği sıradan ve önceden tahmin edilebilir olan insan ürünü eserlerinin hepsi, yararsız ve donuk bir hal alırdı.
Bilmiyorum, açıkçası emin değilim, diye cevap verdim. Gazetelerde gördüğümüz bütün olaylar, doğal olarak, oldukça çıplak ve kaba geliyor bana. Polis raporlarıysa aşırı derecede realizm yüklü, ama yine de sonuç, kabul etmeliyiz ki, ne fantastik, ne de sanatsal.
Gerçekçi bir etki yaratabilmek için belli şeyleri ayıklayabilmek gerekir, dedi Holmes. Bir polis memuru tatsız ve kuru ifadeler üzerinde dururken, bir gözlemci, meselenin özünü oluşturan ayrıntılara bakar. Buna göre, sıradan olandan daha olağanüstü bir şey yoktur.
Gülümsedim ve kafamı salladım. Neden böyle düşündüğünü anlayabiliyorum, dedim. Üç ayrı kıtaya dağılmış, çaresiz kalan herkese yardımda ve tavsiyede bulunan senin gibi birinin sürekli olarak garip ve şaşırtıcı olaylarla karşılaşması doğaldır. Ama şuraya bak, – sabah gazetesini aldım yerden – şimdi küçük bir test yapalım. Karşıma çıkan ilk başlık şöyle: ‘Bir kocanın acımasızlığı’-. Altında yarım sütun haber var ama okumama gerek kalmadan ne kadar tanıdık bir mesele olduğunu gayet iyi biliyorum. Her zamanki gibi başka bir kadın, alkol, itişme, kavga, yaralama, sevecen kız kardeş veya ev sahibesi vardır mutlaka. En kötü yazar bile böylesini yazmazdı.
Aslında verdiğin örnek, tezini savunman açısından talihsiz bir olay, dedi Holmes, gazeteyi alıp bir göz attıktan sonra. Dundas boşanma vakası bu. Onunla bağlantılı bazı küçük meseleleri çözmelerine yardım etmiştim. Adam ağzına içki sürmezdi, başka bir kadın söz konusu değildi ve kadının şikayetçi olduğu davranış, kocasının her yemekte takma dişlerini çıkararak kadına fırlatıyor olmasıydı. Bu da, takdir edersin ki, sıradan bir hikayecinin hayal edebileceği bir olay değil. Biraz enfiye al Doktor; ve kabul et ki verdiğin örneği çürüttüm.
Kapağında büyük bir ametist taşı olan altın enfiye kutusunu uzattı. Gösterişsiz, basit hayatına o kadar aykırı duruyordu ki yorum yapmadan duramadım.
Ah, dedi, seni birkaç haftadır görmediğimi unutmuşum, Irene Adler vakasında yardım ettiğim için Bohemya Kralı’ndan küçük bir hediye.
Peki yüzük? diye sordum, parmağında parıldayan olağanüstü pırlantaya bakarak.
O, Hollanda kraliyet ailesinden. Fakat çok hassas bir mesele olduğu için sana bile anlatamam.
Peki şu an elinde bir iş var mı? diye sordum merakla.
On ya da on iki tane, ama hiçbirinde ilginç bir taraf yok.
Önemliler tabii yalnızca ilginç değiller. Ama şu var ki, bir gözlem alanı ve araştırma zevki veren etki-tepki analizi, çoğu zaman önemsiz meselelerde bulunabiliyor. Daha büyük suçlar daha basit olma eğiliminde, çünkü suç ne kadar büyükse, ardındaki amaç da, kural olarak, o kadar belirgin olur. Bu vakalarda, Marsilya’daki karmaşık mesele hariç, ilgi çekici hiçbir şey bulamazsın. Belki de
bir kaç dakika içinde daha iyi bir şeylerle karşılaşabiliriz, çünkü yanılmıyorsam, bu gelen, müşterilerimden biri.
Sandalyesinden kalkmış, hafifçe aralık olan perdenin arkasından sıkıcı, renksiz Londra sokağına bakıyordu. Omzunun üzerinden baktığımda, boynunda büyük bir boyun kürkü ve kafasında Düşes Devonshire tarzma uygun olarak kulağını örtecek şekilde yerleştirilmiş geniş kenarlı, kırmızı tüylü bir şapkası olan iri yarı bir kadın gördüm. Bu zırhının altından, endişe ve tereddütle bizim penceremize bakıyordu. İleri geri sallanıyor ve sinirlice eldivenleriyle oynuyordu. Sonra birden, denize dalar gibi yola atladı ve karşıya enlemesine geçti; zilin sertçe çalışını duyduk.
Bu belirtileri daha önce de görmüştüm, dedi Holmes, sigarasını ateşe atarak. Kaldırımda öylece sallanıp durması bir gönül meselesi olduğunu gösteriyor. Yardım almak istiyor ama sorununun hassasiyetinden çekiniyor. Bir kadın bir erkek tarafından aldatılmışsa sallanma biter, onun yerine zilin acı acı çalınması gelir. Bu durumda bir aşk meselesi olduğunu, ama kızın sinirli olduğu kadar şaşkın ve kederli olduğunu varsayabiliriz. Zaten kendisi şüphelerimizi şahsen gidermek üzere geliyor.
Bunları söylediğinde kapı çalındı ve hizmetçi çocuk, Bayan Mary Sutherland’i takdim etti. Bayanın kendisi, küçük, kara kuru çocuğun arkasında bütün ihtişamıyla duruyordu. Sherlock Holmes, kadını, kendine özgü rahat tavırlarıyla karşıladı. Kapıyı kapattıktan sonra koltuğu gösterdi ve yine kendine özgü dalgın bakışlarıyla kadını süzmeye koyuldu.
Sizce de, dedi, gözleriniz bozukken daktiloyla bu kadar fazla yazı yazmak biraz zor değil mi?
Başlangıçta ben de öyle düşünüyordum, diye cevap verdi kadın, ama şimdi, bakmadan da harflerin nerede olduğunu biliyorum. Sonra söylediklerinin farkına vararak şiddetle irkildi. Geniş ve iyi huylu yüzünde korku ve şaşkınlık dolu bir ifadeyle baktı. Benim hakkımda bir şeyler duymuş olmalısınız Bay Holmes, diye bağırdı, yoksa bunları nereden bilebilirsiniz ki?
Önemli bir şey değil, dedi Holmes gülerek. Bazı şeyleri bilmek benim işim. Belki de başkalarının gözden kaçırdıkları şeyleri görebilmeyi öğrendiğimdendir. Öyle olmasa neden bana gelesiniz ki?
Size geldim bayım, çünkü sizi Bayan Etherege tavsiye etti. Polis dahil herkesin öldü diye umudu kestiği kocasını nasıl kolaylıkla bulduğunuzu anlattı bana. Ah, Bay Holmes, umarım benim meselemi çözerken de aynı başarıyı gösterirsiniz. Zengin değilim, ama daktiloyla kazandıklarım dışında kendi hakkıma yılda yüz sterlin alıyorum ve Bay Hosmer Angel’a ne olduğunu öğrenmek için hepsini gözden çıkarabilirim.
Neden buraya gelirken o kadar acele ettiniz? diye sordu Holmes. Parmak uçlarını birleştirmiş, gözlerini tavana dikmişti.
Bayan Mary Sutherland’in boş ifadeli yüzüne yine şaşkın bir bakış oturdu . Evet, evden hışımla çıktım, dedi; çünkü Bay Windibank’in – kendisi babamdır –
rahatlığı beni çileden çıkarıyordu. Polise gitmeyi veya size gelmeyi reddettiği ve kimseye bir zarar gelmediğini söyleyerek bir şeyler yapmaktan kaçındığı için adeta deliye dönüyordum; ben de evden fırlayarak doğruca size geldim.
Babanız, dedi Holmes, üvey herhalde. İsim farklı olduğuna göre.
Evet, üvey babam. Benden sadece beş yıl ve iki ay büyük olmasına rağmen ona baba dememin gülünç olduğunu biliyorum.
Peki anneniz sağ mı?
Ah evet, annem sağ. Babamın ölümünden o kadar kısa bir süre sonra evlenmesine çok sevindiğimi söyleyemem bay Holmes, hem de kendinden neredeyse on beş yaş genç olan biriyle. Babam Tottenham Court Yolu’nda tesisatçılık yapardı ve Öldükten sonra arkasında iyi bir iş bıraktı. Annem, ustabaşı Bay Hardy’yle bir süre işi yürüttü ama Bay Windibank, dükkânı satmasını sağladı; kendisi para işlerinde çok iyi olduğu için böylesinin daha iyi olacağına ikna etti annemi. Gerçekten de hisseler ve faizlerin karşılığında toplam 4700 sterline kadar aldılar, ki babam hayatta olsaydı bu kadarını asla kazanamazdı.
Sherlock Holmes’un böyle düzensiz ve önemsiz bir hikâyeye karşı sabırsız davranmasını beklerdim, ama tersine, büyük bir dikkat ve ilgiyle dinliyordu.
Sizin küçük geliriniz, diye sordu, bu işten mi geliyor?
Ah, hayır bayım. O tamamen ayrı. Auckland’deki Ned amcamdan kaldı bana. Hisseler Yeni Zelanda borsasında ve yüzde 4.5 veriyor. Asıl para iki bin beş yüz sterlin, ama sadece faizine dokunabiliyorum.
Son derece ilginç, dedi Holmes. Yılda yüz sterlin gibi bir gelirle, şüphesiz gezip dolaşıp gününüzü gün ediyorsunuzdur. Çünkü bekar bir bayanın yılda 60 sterlinle bile gül gibi geçinip gidebileceğine inanıyorum.
Bundan daha azıyla da idare ederdim Bay Holmes, ama takdir edersiniz ki evde kaldığım sürece onlara yük olmak istemiyorum, bu yüzden paramı kullanmalarına izin veriyorum. Bay Windibank, faizi çekerek anneme veriyor. Ben de daktilodan kazandıklarımla gayet iyi geçinebiliyorum. Sayfa başına iki peni getiriyor ve günde on beş-yirmi sayfa yazabiliyorum.
Durumunuzu gayet açık anlattınız, dedi Holmes. Bu, dostum Dr. Watson. Kendisinin önünde rahatça konuşabilirsiniz. Şimdi lütfen bize Bay Hosmer Angel’la ilişkinizi anlatın.
Bayan Sutherland’in yüzü kızardı ve sinirle ceketinin kenarını kıvırmaya başladı. Onunla havagazı işçilerinin balosunda tanıştık, dedi. Babam hayattayken dernek sürekli bilet gönderirdi. Ölümünden sonra da bizi unutmadılar ve anneme, göndermeye devam ettiler. Bay Windibank baloya gitmemizi istemiyordu. Aslında hiçbir yere gitmemizi istemiyordu. Hiç unutmam, bir keresinde bir pazar okuluna yazılmak istediğimde çılgına dönmüştü. Ama bu sefer kararlıydık ve gidecektik; hem ne hakla bize engel olabilirdi ki?
Oradakilerin bize uygun insanlar olmadığını söylüyordu; oysa hepsi babamın arkadaşlarıydı. Sonra da benim giyecek uygun bir şeyimin olmadığını bahane etmeye başladı. Oysa kutusundan pek çıkarmadığım mor kadife bir elbisem vardı;
onu giyebilirdim. Sonunda hiçbir şey işe yaramayınca iş için Fransa’ya gitti, ama biz; annem, ben ve eski ustabaşımız Bay Hardy, baloya gittik ve Bay Hosmer Angel’la da orada tanıştım.
Bay Windibank baloya gittiğinizi öğrenince herhalde çok kızdı, dedi Holmes.
Ah hayır, hiç olumsuz karşılamadı. Yanlış hatırlamıyorsam güldü, omuzlarını silkti ve bir kadına bir şeyi mahrum etmenin hiç işe yaramayacağını çünkü sonunda yine kendi bildiğini okuyacağını söyledi.
Anlıyorum. O halde bu Bay Hosmer Angel’la baloda tanıştınız.
Evet bayım. Onunla o gece tanıştım. Ertesi gün arayıp sağ salim eve gidip gitmediğimizi sordu ve onunla buluştuk – yani ben iki kez yürüyüş yapmak için onunla buluştum Bay Holmes. Sonra babam eve döndü ve Bay Hosmer Angel bizim eve gelemez oldu.
Öyle mi?
Anlarsınız ya, babam böyle şeylerden hoşlanmaz. Elinden gelse hiç ziyaretçi kabul etmeyecek. Bir kadının kendi aile çevresi içinde mutlu olması gerektiğini söyler durur. Oysa, anneme de hep dediğim gibi, bence bir kadın kendi çevresini oluşturmalı. Benim de hiç çevrem olmayınca
Peki ya Bay Hosmer Angel? O sizi görmeye çalışmadı mı?
Babam bir haftalığına daha Fransa’ya gidecekti; bunun üzerine Hosmer, bir mektup yazarak babam gidene kadar görüşmememizin daha iyi ve güvenli olacağını söyledi. Bu arada yazışabiliyorduk ve o her gün yazıyordu. Mektupları sabah alıyordum, böylece babamın öğrenmesine fırsat bırakmıyordum.
O zamanlar bu beyefendiyle nişanlıydınız öyle mi?
Ah evet, Bay Holmes. İlk buluşmamızdan sonra nişanlandık. Hosmer – Bay Angel – Leadenhall Sokağı’nda bir büroda veznedarlık yapıyordu ve
Ne bürosu?
En kötüsü de bu ya Bay Holmes, bilmiyorum.
Peki nerede kaldığını biliyor musunuz?
Büroda yatıp kalkıyordu.
Ve siz adresini bilmiyorsunuz.
Hayır. Leadenhall Sokağı olduğu dışında hiçbir şey bilmiyorum.
Mektuplarınızı hangi adrese gönderiyordunuz?
Leadenhall Sokağı Postanesine, elden verilmek üzere. Eğer büroya gönderilirse bir bayandan mektup alıyor diye diğer kâtiplerin diline düşebileceğini söyledi. Ben de onun yaptığı gibi daktiloyla yazmayı teklif ettim ama bunu da kabul etmedi; elle yazdığım zaman gerçekten benden geliyor gibi oluyormuş, daktiloyla yazarsam aramıza makinenin girdiğini hissedermiş. Bu, küçük ayrıntılar benden ne kadar hoşlandığını ve düşündüğünü gösteriyor Bay Holmes.
Ben de, küçük şeylerin her zaman en önemli şeyler olduğunu iddia ederim, dedi Holmes. Bay Hosmer Angel hakkında başka küçük şeyler de hatırlıyor musunuz?
Çok utangaç bir adamdı, Bay Holmes. Fazla göze batmaktan nefret ettiği için, benimle gündüz yerine akşam dolaşmayı tercih ediyordu. Kibar ve zarif bir beyefendiydi. Sesi bile fazla çıkmazdı. Genç yaşta bir boğaz hastalığı geçirmiş olduğu için sesinin böyle tereddütlü, fısıldar gibi çıktığını söylemişti bir keresinde. Her zaman iyi giyimliydi; zevkli ve gösterişsiz. Benimkiler gibi onun da gözleri zayıftı ve bu yüzden ışıktan korunabilmek için renkli gözlükler takıyordu.
Peki üvey babanız Bay Windibank Fransa’ya gittikten sonra ne oldu?
Bay Hosmer Angel, evimize geldi ve babam geri dönmeden evlenmeyi teklif etti. Çok ciddiydi ve elimi kitaba bastırarak, ne olursa olsun ona sadık kalacağıma yemin ettirdi. Annem bana yemin ettirmekte haklı olduğunu; bunun, aşkının bir işareti olduğunu söyledi. Annem onu başından beri sevmişti, hatta benim sevdiğimden daha çok. Hafta içinde evlenmekten bahsettiklerinde ben babama ne diyeceğimizi sormaya başladım. Ona sonra haber verebileceğimizi, annemin bunu ayarlayabileceğim söylediler. Bu hiç hoşuma gitmemişti Bay Holmes. Benden sadece birkaç yaş büyük olmasına rağmen izin istemek gülünç geliyordu ama yine de böyle bir harekette bulunmak bana ters geldi ve şirketin Fransa bürosunun bulunduğu Bordeaux’ya mektup yazdım, ne var ki mektup evleneceği günün sabahı geri geldi.
O halde babanıza haber veremediniz.
Evet bayım, çünkü babam, mektup eline geçmeden İngiltere’ye doğru yola çıkmıştı.
Tüh! büyük talihsizlik. Evlilik Cuma gününe ayarlanmıştı. Kilisede mi olacaktı?
Evet beyefendi, sessiz bir tören olacaktı. King’s Cross’ta St.Saviour’da tören, sonrasında da St. Pancras Oteli’nde kahvaltı. Hosmer bir faytonla geldi ama biz iki kişi olduğumuzdan, bizi ona yerleştirdi ve kendisi, sokakta çevirdiği başka bir faytona bindi. Kiliseye ilk varan biz olduk ve onun faytonu geldiğinde inmesini bekledik ama inen olmadı. Faytoncu aşağı inip içeriye baktığında kimse yoktu! Faytoncu ne olduğunu anlayamadığını, çünkü adamın bindiğini kendi gözleriyle gördüğünü söyledi. Bu geçen cumaydı Bay Holmes ve o zamandan beri ondan bir haber alamadık. Ona ne olduğunu öğrenmek istiyorum.
Bana kalırsa size çok yanlış davranmışlar, dedi Holmes.
Ah hayır bayım! Beni öylece ortada bırakamayacak kadar iyi bir insandı. Beni uyarmıştı sanki, çünkü bütün sabah boyunca, ne olursa olsun ona sadık kalmam gerektiğini söyleyip durmuştu. Bizi ayıracak beklenmedik bir şey olsa da yeminli olduğumuzu ve kendisinin er ya da geç bu yemini yerine getireceğini ifade etmişti. Evlilik öncesi için garip konuşmalardı ama demek ki hepsinin bir anlamı varmış.
Öyledir mutlaka. O halde sizin fikriniz, Bay Angel’in başına beklenmedik bir felaket geldiği yolunda.
Evet. Bir tehlikeyi önceden görmüş olmalı, yoksa ne diye o sözleri söylemiş olsun ki? Ve sanırım korktuğu başına geldi.
Ama ne olduğu konusunda hiçbir fikriniz yok, öyle mi?
Hem de hiç.
Bir soru daha. Anneniz bu olayı nasıl karşıladı?
Öfkelendi ve bu konuyu bir daha açmamamı söyledi.
Peki babanız? Ona da anlattınız mı?
Evet; bir şeyler olduğu konusunda benimle aynı görüşte olduğunu ve Hosmer’den yeniden haber alacağıma inandığını söyledi. Dediği gibi, birilerinin beni kilise kapısına kadar getirip, sonra da terk etmesinin nasıl bir açıklaması olabilir ki? Eğer benden borç para almış olsaydı veya benimle evlenip paramı üstüne geçirmiş olsaydı bu anlaşılabilirdi ama Hosmer paradan hiç söz etmemişti. Zaten parama göz dikeceğini sanmıyorum.
Peki o zaman ne olmuş olabilir? Ve neden hiç haber göndermiyor? Ah, bunları düşünmekten neredeyse çılgına dönüyorum. Geceleri gözüme bir damla olsun uyku girmiyor. Çantasından küçük bir mendil çıkardı ve hıçkırıklara gömüldü.
Sizin için meseleyle ilgileneceğim, dedi Holmes kalkarak, ve kesin bir sonuca ulaşacağımız konusunda hiç şüphem yok. Bırakın meselenin bütün sorumluluğunu ben üzerime alayım ve siz de bu konuda daha fazla düşünmeyin artık. Her şeyden önce, o nasıl sizin hayatınızdan çekip gittiyse, siz de Bay Hosmer Angel’i, hafızanızdan silmeye çalışın.
Demek ki onu bir daha görmeyeceğimi düşünüyorsunuz.
Korkarım öyle.
Peki ona ne oldu?
Bu sorunun cevabım bana bırakın. Şimdi lütfen Bay Angel’in görünüşünden bahsedin. Bir de, mümkünse, sakladığınız mektupların bazılarını bize vermenizi rica ediyorum.
Geçen cumartesi Chronicle’da onun için bir ilan vermiştim, dedi. İşte, gazetenin kupürü. Bunlar da ondan aldığım mektuplardan dördü.
Teşekkür ederim. Peki sizin adresiniz?
Lyon Meydanı, No: 31, Camberwell.
Bay Angel’in adresini hiç öğrenemediniz. Peki babanızın iş adresi nedir?
Fenchurch Sokağı’ndaki büyük şarap ithalatçısı Westhou-se Marbank’te çalışıyor.
Teşekkür ederim. Her şeyi açıklıkla anlattınız. Belgeleri burada bırakın ve size verdiğim tavsiyeyi unutmayın. Bütün meseleyi kapatın gitsin, hayatınızı daha fazla etkilemesine izin vermeyin.
Çok naziksiniz Bay Holmes fakat bunu yapamam. Hosmer’e sadık kalmalıyım. Geri döndüğünde ona hazır olmalıyım.
Abartılı şapkası ve oldukça boş olan yüz ifadesine rağmen, saygı uyandıran soylu bir inanç taşıyordu ziyaretçimiz. Küçük kâğıt yığınını masanın üstüne bıraktı ve haber verildiğinde hemen geleceğine söz vererek gitti.
Sherlock Holmes, ellerinin parmak uçları birleşik, ayaklarını uzatmış bir halde, doğruca tavana bakarak bir süre sessizce oturdu. Sonra, kendisi için bir danışman
görevi gören yağlı kilden eski piposunu raftan indirdi ve bunu yakarak sandalyesine oturdu. Bezgince arkasına yaslandı ve piposundan yoğun, mavi dumanlar çıkarmaya başladı.
Oldukça ilginç bir çalışma olacak bu, diye söze girdi. Kızın kendisi, önemsiz küçük probleminden daha ilginç. Fihristime bakarsan, 77’de Andover’de ve geçen yıl da Hague’da benzer vakalar olduğunu görürsün. Aslında fikir eski olmasına rağmen benim için tamamen yeni birkaç ayrıntı var. Ama kızın kendisi yeteri kadar bilgi verdi.
Benim göremediğim birçok şeyi görmüş olmalısın, dedim.
Görünmeyen değil, fark edilmeyen, Watson. Nereye bakacağını bilmediğin için önemli noktalan kaçırdın. Elbise kollarının önemini, başparmak tırnaklarının söylediklerini veya bir ayakkabı bağının verdiği bilgilerin ne kadar değerli olduğunu bir türlü anlatamadım sana. Peki kadının görüntüsünden sen neler çıkardın? Onu bana tarif et.
Hım, üstünde kiremit kırmızısı bir tüyü olan kurşun rengi, geniş kenarlı bir şapkası vardı. Küçük siyah süslemeli, siyah boncuklu bir ceket giyiyordu. Boynunda ve kollarında mor kadife parçalar dikili koyu kahverengi bir elbisesi vardı. Grimsi eldivenlerinin sağ işaret parmağı yıpranmıştı. Çizmelerine bakmadım. Yuvarlak altın küpeleri vardı. Kaba ve rahat görünümünün altında hali vakti yerinde olduğu belli oluyordu.
Sherlock Holmes, ellerini hafifçe çırparak kıkırdadı.
Bana sorarsan Watson, çok iyi gidiyorsun. Gerçekten iyi gözlemlemişsin. Önemli olanları ıskaladığın bir gerçek ama metodu yakalamışsın ve renkler konusunda da oldukça dikkatlisin. Ama ne ver ki genel izlenimlere hiçbir zaman güvenme dostum, hep ayrıntılara yönel. Ben bir kadında ilk olarak elbise kollarına bakarım. Bir erkekte ise pantolonun dizlerine. Senin de gördüğün gibi bu kadının kollarında kadife vardı, ki kadife iz sürmek için çok yararlı bir malzemedir. Bilekten biraz yukarıdaki çifte kat, bir daktilocunun masaya kolunu dayadığı yeri gösteriyor. Dikiş makinesi de benzer bir iz bırakır ama buradakinin aksine sol kolda ve baş parmaktan uzakta oluşur. Sonra yüzüne baktığımda, burnunun her iki yanındaki kelebek gözlük izini görünce ilk anda söylediklerim onu şaşırttı elbette.
Beni de şaşırttı.
Ama her şey açıktı. Sonra çizmelerine baktığımda ben de şaşırdım. Çizmenin bir teki diğerine benzemiyordu. Birinin üstündeki tokası süslüyken, diğerininki sadeydi. Birinin beş düğmesinden alttaki ikisi iliklenmişken, diğerinin birinci, üçüncü ve beşinci düğmeleri iliklenmişti. O halde, bunun dışında, iyi giyimli genç bir bayanla karşılaştığında çizmelerinin ne kadar garip ve düğmelerinin nasıl tam iliklenmemiş olduğunu görürsen evden aceleyle çıktığım söylemek zor olmaz.
Peki başka? diye sordum, her zamanki gibi dostumun bu keskin zekâsından etkilenmiş bir şekilde.
Şöyle bir bakarken, evden ayrılmadan önce, henüz tamamen giyinmemişken, bir şeyler yazmış olduğunu fark ettim. Sağ eldiveninin işaret parmağının yıpranmış
olduğunu sen de görmüştün, ama hem eldivende, hem de parmakta mor bir mürekkep lekesi olduğunu herhalde fark etmedin. Aceleyle yazarken kalemi mürekkebe fazla batırmış. Bu, sabah olmuş olmalı çünkü aksi takdirde iz, parmak üzerinde bu kadar belirgin kalmazdı. Bütün bunlardan bahsetmek eğlenceli olabilir ama artık işe dönmeliyiz Watson. Bay Hosmer Angel’in ilandaki tarifini okuyabilir misin?
Küçük gazete kupürünü ışığa tuttum.
Bu ayın on dördü sabahı Hosmer Angel adlı bir beyefendi kaybolmuştur. Yaklaşık 1.70 boylarında, güçlü yapılı, soluk benizli, tepesi hafif açık siyah saçlı, gür siyah favorili ve bıyıklı; renkli gözlük takıyor ve hafif bir konuşma zorluğu çekiyor. Son görüldüğünde, üstünde siyah, ipek kuşaklı frak, altın Albert zinciri, gri Harris tüvit pantolon ve kahverengi tozluklu çizmeler vardı. Leadenhall Sokağı’nda bir büroda çalıştığı biliniyor. Görenlerin
Bu kadarı yeterli, dedi Holmes. Mektuplara gelince, diye devam etti, bir göz atarak, çok sıradanlar. Balzac’tan bir alıntı yapması dışında Bay Angel’la ilgili hiçbir ipucu yok. Fakat önemli bir nokta var ki şüphesiz senin de ilgini çekecektir.
Hepsi de daktiloyla yazılmış, diye fikrimi belirttim.
Sadece bu değil, isim-imza kısmı da daktiloyla yazılmış. Dipteki küçük ‘Hosmer Angel’ yazısına bak. Gördüğün gibi tarih var ama Leadenhall Sokağı dışında adres olmaması şüphe uyandırıyorum. Fakat bu imza meselesi kesin bir bilgi veriyor.
Neyin bilgisini?
Sevgili dostum, bu meseledeki önemini göremediğini söyleme bana.
Herhangi bir durumda aleyhine kullanılmaması için elle imza atmaktan kaçınmış olmalı.
Hayır, amaç bu değil. Yine de meseleyi sonuçlandırabilmek için iki mektup yazmam gerekiyor. Biri şehirdeki bir şirkete; diğeri de genç bayanın üvey babası Bay Windibank’a; yarın akşam saat altıda burada bizi görmeye gelmesini rica eden bir mektup. Sanırım erkek akrabalarla işimiz olacak. Ve Doktor, mektuplara cevap gelene kadar yapabileceğimiz bir şey olmadığı için küçük problemimizi şimdilik rafa kaldırabiliriz.
Dostumun akıl yürütmedeki gücüne ve olağanüstü enerjisine inandığım için, bu benzersiz vakayla ilgilenirken gösterdiği kararlı ve rahat tavrının sağlam nedenleri olduğunu düşündüm. Sadece bir kez başarısızlığa uğradığını gördüm, o da Bohemya Kralı ve Irene Adler’in fotoğrafıyla ilgili vakada. Fakat önceden karşılaştığım olayları düşündüğümde, Holmes’un çözemediği bir olayın için gerçekten de çok karmaşık olması gerektiğini hissederim.
Onu, siyah kil piposunu tüttürürken bıraktım. Ama ertesi akşam geldiğimde, Bayan Mary Sutherland’in kayıp sevgilisinin kimliğiyle ilgili bütün ipuçlarını elde etmiş olacağına emindim.
O sıralarda, üzerine yoğunlaşmak zorunda kaldığım önemli bir mesele vardı işimle ilgili. Ertesi günü bir hastamın başucunda geçirmek zorunda kaldım. Ancak
saat altıya doğru serbest kalabildim. Bir faytona atladım ve bir yandan bu küçük esrarın çözülüşünü kaçıracağım diye korkarak, doğruca Baker Sokağı’nın yolunu tuttum. İçeri girdiğimde, Sherlock Holmes’u yalnız başına otururken buldum. Uzun, ince vücudu koltuğuna gömülmüş, yarı uykulu bir halde karşıladı beni. Çevredeki şişeler, deney tüpleri ve hidroklorik asitin yakıcı kokusu, bütün gününü o çok hoşlandığı kimyasal çalışmalarla geçirdiğini gösteriyordu.
E, çözdün mü? diye sordum girdiğimde.
Evet. Barit bisülfatmış.
Hayır, hayır, vakayı! diye bağırdım.
Ah, onu mu? Ben de üzerinde çalıştığım tuzu sordun sandım. Dün bazı ayrıntıların ilgi çekici olduğunu söylemiştim, ama meselede gizemli hiçbir yön yoktu. Korkarım tek sorun, suçluyu cezalandıracak bir kanun olmaması.
Kimmiş peki, ve Bayan Sutherland’i terk etmesinin sebebi neymiş?
Soru ağzımdan yeni çıkmış ve Holmes henüz cevap vermemişti ki önce koridorda ayak sesleri ve sonra da kapının çalındığını duyduk.
Bu, kızın üvey babası Bay James Windibank olmalı, dedi
Holmes. Saat altıda geleceğini yazmıştı. Girin!
İçeri, tıraşlı ve soluk yüzlü, belirgin bir şekilde kaçamak tavırlı, son derece keskin ve delici gri gözlere sahip iri yapılı, orta boylu, otuz yaşlarında bir adam girdi. Bize meraklı bir bakış attı, parlak şapkasını büfenin üzerine koydu ve hafifçe selam vererek en yakın sandalyeye sindi.
İyi akşamlar Bay James Windibank, dedi Holmes. Sanırım, saat altıda buluşmamızı kabul eden, daktiloyla yazılmış bu mektup sizin.
Evet bayım. Biraz geç kaldığım için özür dilerim, ama bilirsiniz işte, kendi kendimin efendisi değilim. Bayan Sutherland küçük sorununu size açtığı için üzgünüm, çünkü kirli çamaşırların ortaya koyulmasından hiç hoşlanmam. Buraya gelmesi tamamen benim rızam dışında oldu fakat siz de fark etmişsinizdir, kendisi çok heyecanlı bir kızdır ve bir konuda kararını vermişse onu durdurmak kolay değildir. Resmi polisle bir bağlantınızın olmadığını bildiğimden pek fazla önemsemediysem de böyle ailevi bir problemin duyulması hiç de hoş değil. Kaldı ki tamamen faydasız bir çaba bence, çünkü bu Hosmer Angel’i bulabileceğinizi pek sanmıyorum.
Tam aksine, dedi Holmes sessizce, Bay Hosmer Angel’-i bulacağıma inanmam için birçok sebebim var.
Bay Windibank şiddetle irkildi ve eldivenlerini elinden düşürdü. Duymak için sabırsızlanıyorum, dedi.
Ne kadar gariptir ki, diye söze başladı Holmes, bir daktilonun da bir insanın el yazısı gibi kendine has özellikleri vardır. Eğer kullanılmamış değillerse, iki daktilo tıpatıp aynı olamaz. Bazı harfler diğerlerinden daha çok yıpranır; bazı harflerin ise sadece bir tarafı yıpranır. Şimdi Bay Windibank, bana gönderdiğiniz notta, ‘e’-lerin üstünde hafif bir leke ve ‘r’lerin kuyruğunda küçük bir kusur var. Kendine özgü on dört özellik daha var ama bu saydıklarım en belirgin olanları.
Bürodaki bütün yazışmalarımızı bu makineyle yaptığımız için biraz eskimiş olduğu kesin, diye cevap verdi ziyaretçimiz, küçük, parlak gözleriyle Holmes’a bakarak.
Şimdi size gerçekten çok ilginç bir çalışma göstereceğim Bay Windibank, diye devam etti Holmes. Bu günlerde, daktilo ve suçla ilişkisi hakkında küçük bir makale yazmayı düşünüyorum. Biraz zaman ayırdığım bir konudur da. Elimde, kayıp adamdan geldiği iddia edilen dört mektup var. Hepsi de daktiloyla yazılmış. Her birinde, sadece ‘e’lerin üstünde leke ve ‘r’lerin kuyruksuz olmasından başka, büyütecimle bakarsanız fark edebileceğiniz aynı on dört özellik de görülüyor.
Bay Windibank, sandalyesinden fırladı ve şapkasını kaptı. Böyle hayal ürünü konuşmalarla vakit kaybedemem Bay Holmes, dedi. Eğer adamı yakalayabilirseniz yakalayın ve sonucunu bana da haber verin.
Elbette, dedi Holmes, adamın arkasına geçip kapıyı kilitledikten sonra. O halde size haber veriyorum: onu yakaladım!
Ne? Nerede? diye bağırdı Bay Windibank. Yüzü bembeyaz olmuş, çevresine kapana kısılmış fare gibi bakmaya başlamıştı.
Ah, ama bu işe yaramaz gerçekten yaramaz, dedi Holmes yumuşakça. Bundan kurtuluş yolunuz yok Bay Windibank. Böyle basit bir sorunu çözmemin imkânsız olduğunu söylemeniz kötü bir iltifattı, çünkü her şey çok açık. Doğrusu bu! Oturun da her şeyi konuşalım.
Ziyaretçimiz bir sandalyeye çöktü. Yüzü hayalet görmüş gibi bembeyazdı ve alnında ter damlaları parlıyordu. Ama kanunen bir şey yapılamaz, diye kekeledi.
Korkarım dediğiniz doğru. Ama aramızda kalsın, şimdiye kadar karşılaştığım en zalim, bencil ve kalpsiz hileydi bu, Bay Windibank. Şimdi ben olayların gidişatını anlatayım ve siz de yanılırsam beni düzeltin.
Adam tamamen mahvolmuş biri gibi, başı göğsüne düşmüş, sandalyesine gömülmüş halde oturuyordu. Holmes, ayaklarını şöminenin köşesine koydu ve elleri cebinde, arkasına yaslanarak konuşmaya başladı. Bizimle değil de kendi kendine konuşuyor gibiydi.
Adam sırf parası için kendinden çok yaşlı bir kadınla evlenir, diye söze başladı, ve onlarla kaldığı sürece, evin kızının parasını kullanmanın keyfini çıkarır. Onların konumundaki insanlar için önemli bir miktar sayılabilecek bu paranın yokluğu, ciddi değişikliklere yol açabilir. Bu yüzden parayı korumak için her şeyi göze alacaktır. Kız iyi niyetli ama duygusal ve sıcak kanlıdır ve bu kişiliği ve küçük geliriyle uzun süre bekâr kalması çok zordur. Evlenecek olması, yılda yüz sterlini kaybetmek anlamına gelirdi. Bu durumda, üvey babası bunu önlemek için ne yapar? Önce onu evde tutup yaşıtlarıyla arkadaşlık kurmasını engellemeye çalışarak işe başlar. Ama sonra bunun sonsuza kadar işe yaramayacağını görür. Zaten kız da inatçılaşmaya ve haklarını aramaya başlamıştır; bir baloya gitmek istediğini söyler. Peki o zaman kurnaz üvey babası ne yapar? Kalbinden çok, aklına yatan bir fikir bulur. Karısının yardımı ve suç ortaklığıyla kılık değiştirir.
Keskin gözlerini renkli gözlüklerle, yüzünü bir bıyık ve gür favorilerle, berrak sesini ise bir fısıltıyla gizler. Kızın miyopluğundan da faydalanarak Bay Hosmer Angel’a dönüşür ve aşık rolünü kendi oynayarak diğer aşıkları uzak tutar.
Başlangıçta sadece bir şakaydı, diye inledi ziyaretçimiz. Böyle kapılacağını hiç düşünmemiştik.
Doğrudur. Ama gel gör ki, genç bayan tamamen kapılmıştır ve üvey babasının Fransa’da olduğuna inanmış olduğu için, bir ihanet ihtimali aklının ucundan bile geçmez. Zaten beyefendinin davranışları hoşuna gitmiştir; bir de annesinin güçlü bir şekilde ifade ettiği hayranlığı da araya girince, bu duyguları iyice pekişir. Sonra Bay Angel aramaya başlar, çünkü kıza olanların gerçek olduğuna inandırabilmeleri için mümkün olduğu kadar ileri gitmeleri gerekiyordur. Ayarlanan buluşmalar ve bir nişan, kızın duygularının bir başkasına yönelmesini kesinlikle engelleyecektir. Ama aldatmacanın sonsuza kadar süremeyeceğini onlar da bilir. Bu uydurulan Fransa gezileri zahmetli olmaya başlamıştır. Meseleyi öyle dramatik bir sona erdirmeleri gerekiyordur ki, genç bayanın zihninde kalıcı bir etki bıraksın ve bir süre başkalarına bakmasını önlesin. Kitap üstüne sadakat yemini ettirmeler ve düğünün sabahında, olabilecek bazı şeyler hakkında konuşmalar hep bu yüzden. James Windibank, Bayan Sutherland’in Hosmer Angel’a o kadar bağlanmasını istiyordu ki, gözü en az on yıl başka erkek görmesin. Onu kilise kapısına kadar götürür ve sonra daha fazla ileri gidemeyeceğini bildiğinden, faytonun bir kapısından binip diğerinden inme numarasıyla gözden kaybolur. Ben olayların bu şekilde geliştiğini düşünüyorum Bay Windibank!
Holmes konuşurken, ziyaretçimizin kendine güveni geri gelmişti. Sandalyesinden kalkarak solgun yüzünde alaycı bir ifadeyle konuşmaya başladı.
Anlattığınız gibi olabilir de, olmayabilir de Bay Holmes, dedi, eğer göründüğünüz kadar zekiyseniz, şu anda kanunlara karşı gelenin ben değil kendiniz olduğunu da biliyorsunuzdur. Ben başından beri kanuna aykırı bir şey yapmış değilim, ama siz şu kapıyı kilitli tuttuğunuz sürece kişisel haklara tecavüz ve kanunsuz alıkoyma suçlarını işlemektesiniz.
Dediğiniz gibi kanun size dokunamaz, dedi Holmes, kilidi ve kapıyı açarak, ama cezayı sizin kadar hakkeden biri daha olmamıştır. Eğer genç bayanın bir erkek kardeşi veya arkadaşı olsaydı kırbacım şimdiye kadar sırtınıza indirmişti bile. Tanrı aşkına! diye devam etti, adamın yüzündeki acı alayı fark ettiğinde öfkeden kızararak, müşterilerime karşı görevim değildir ama galiba şuradaki kırbacı alıp bu meseleyi kendim Kırbaca doğru iki adım attı ama daha eline alamadan Bay James Windibank merdivenlerden koşarak indi, ağır dış kapıyı çarptı ve sokağın aşağısına doğru olanca hızıyla kaçarak gözden kayboldu.
Soğukkanlı bir alçak daha! dedi Holmes gülerek, kendini sandalyeye attıktan sonra. Bu adam, ta ki çok kötü bir şey yapana kadar ortalıkta dolaşarak suçtan suça atılacak ve sonunda darağacını boylayacak. Ama vakamız bazı açılardan ilgi çekiciydi, değil mi Watson?
Ben henüz düşünce sürecinin aşamalarını tam olarak anlayabilmiş değilim, dedim.
Anlatayım. Ta en başından, bu Bay Hosmer Angel’in garip davranışının ardında güçlü bir amacı olduğu belliydi. Bu olaydan en çok kazançlı çıkacak olanın da üvey baba olduğu açıkça görülüyordu. Sonra iki adamın hiçbir zaman bir araya gelmemiş olması, biri yokken diğerinin ortaya çıkması da kuşku vericiydi. Bir kılık değiştirmeyi çağrıştıran renkli gözlükler, garip ses ve gür favoriler de öyle. İmzasını bile daktiloyla atması, ki bu, genç bayanın adamın el yazısını çok iyi tanıdığını gösteriyordu, bütün şüphelerimi doğrulamış oldu. Görüyorsun ki bütün gerçekler hep tek bir yöne işaret ediyordu.
Peki bunları nasıl kanıtladın?
Adamımı belirledikten sonra yardım almak kolaydı. Çalıştığı şirketi biliyordum. Elimde tarifi de olduğundan, kılık değiştirmek için kullanılmış olabilecek her şeyden – favori, ses gibi – arındırarak şirkete gönderdim ve bu tarifin çalışanlarından herhangi birine uyup uymadığını sordum. Daktilonun özelliklerini zaten fark etmiştim, bu yüzden adamın kendisine yazarak buraya gelmesini rica ettim. Cevap beklediğim gibi daktiloyla yazılmıştı ve benzer özellikleri gösteriyordu. Fenchurch Sokağı’ndaki Westhouse Marbank’ten gelen cevap bu tarifin çalışanları James Windibank’e harfi harfine uyduğunu söylüyordu. Voila tout! {Hepsi bu}
Peki, Bayan Sutherland?
Ona söylersem bana inanmayacaktır. Eski bir Fars atasözü vardır, ‘Bir kadının hayalini elinden almak, bir kaplanın yavrusunu elinden almaya benzer’. Hafız’da da Horace’da olduğu kadar anlam ve dünya bilgisi vardır.
82-90 yılları arası Sherlock Holmes vakalarıyla ilgili aldığım notlara bakınca, o denli çok sayıda garip ve ilginç olaylar olduğunu görüyorum ki aralarından birini seçmekte zorlanıyorum. Bazıları gazetelerde yayımlandı, bazıları ise hiç gün ışığı görmedi. Benim amacım da bu ikincileri anlatmak. Kimi vakalar, Holmes’un analitik yeteneklerini zorladı ve yazılı bir anlatım için uygun değil ve kimileri de mutlak mantıksal kanıtlara ulaşamadan yarım kaldı. Fakat bir tanesi var ki, bazı noktaları aydınlanmadığı, belki de hiçbir zaman aydınlanmayacağı halde ayrıntılarıyla o denli ilginç ve sonucuyla da bir o kadar şaşırtıcıydı ki bu, vakayı size anlatmadan geçemem.
87 yılında, kaydını tuttuğum önemli önemsiz birçok vaka oldu. Bu on iki aylık zaman diliminde kayıtlarımı topladığım başlıklar arsında, Paradol Chamber macerasını, bir mobilya atölyesinin alt katında lüks bir kulüpleri olan ‘Amatör Dilenciler Topluluğu’ olayını, İngiliz gemisi Sophy Anderson’ın kayboluşunu, Uffa adasında Grice Paterson’ların macerasını ve son olarak da Camberwell zehirlenme vakasını sayabilirim. Bu sonuncusunda, hatırlanacağı üzere Sherlock Holmes, ölü adamın saatini ayarlayarak iki saat önceden kurulduğunu ve maktulün yatağa bu saatte girdiğini ispat etmişti. Bütün bunları da bir gün mutlaka anlatırım, ama bunların hiçbiri, şimdi kalemi elime alıp anlatmaya başlayacağım hikâyedeki kadar garip bir olaylar zincirine sahip değildir herhalde.
Ekinoks fırtınalarının çıkmaya başladığı Eylülün son günlerindeydik. Gün boyu rüzgâr ıslık çalıyor, yağmur, pencerelere çarpıyordu, insan, bu büyük modern Londra’da bile, bir an için olsun hayatın rutininden kurtularak, kafesinde vahşi bir hayvan gibi uygarlığın arkasından, insanoğluna kükreyen bu büyük doğa güçlerini düşünmeden edemiyordu. Akşam olduğunda fırtına daha çok şiddetlendi ve rüzgâr, bacalarda ıslık çalmaya başladı. Sherlock Holmes, şöminenin bir ucunda oturmuş, dalgın dalgın suç kayıtlarını incelerken, ben de öteki uçta oturmuş, Clark Russel’m deniz maceralarından birini okumaya çalışıyordum. Dışarıdaki fırtınanın ve yağmurun sesi, okuduğum kitaptaki deniz dalgalarına karışıyordu. Karım, birkaç günlüğüne annesini ziyarete gitmişti; bu yüzden ben yine Baker Sokağı’ndaki eski evimde kalıyordum.
Hım, dedim dostuma bakarak, bu zilin sesi değil mi? Bu saatte kim olabilir ki? Belki de bir arkadaşın?
Senden başka yok, diye cevap verdi. Misafirleri pek sevmem.
Bir müşteri o zaman.
Eğer öyleyse, ciddi bir mesele olmalı. Başka türlü, hiçbir kuvvet bir adamı böyle bir günde ve saatte dışarı çıkaramaz. Belki de bizim ev sahibesinin arkadaşlarından birisidir.
Sherlock Holmes, tahmininde yanılıyordu çünkü koridorda duyulan ayak seslerinden sonra kapımız çalındı. Uzun koluyla lambayı çevirerek, misafirin oturacağı boş sandalyelerden birini aydınlatacak şekilde yerleştirdi.
Girin! dedi.
İçeri, yirmi iki, yirmi üç yaşlarında, iyi giyimli ve zarif görünümlü genç bir adam girdi. Üstünden sular akan şemsiyesi ve uzun, parlak yağmurluğu, dışarıda ne kadar kötü bir hava olduğunu gösteriyordu. Lambanın ışığında, endişeli gözleri ve solgun yüzü belli oluyordu. Büyük bir derdin altında ezilmiş gibi görünüyordu.
Size bir özür borçluyum, dedi, altın kelebek gözlüklerini gözlerine tutarak. Umarım rahatsız etmiyorumdur. Bakın, odanıza dışarıdaki fırtına ve yağmurdan izler getirdim bile.
Paltonuzu ve şemsiyenizi alayım, dedi Holmes. Askıda dururlarsa hemen kururlar. Anladığım kadarıyla güneybatıdan geldiniz.
Evet, Horsham’den.
Bu, ayakkabılarmızdaki kil ve çamur karışımından anlaşılıyor.
Bir konuda tavsiyenizi almaya geldim.
Orası kolay.
Ve yardımınızı.
Bakın bu her zaman kolay değildir işte.
Sizin hakkınızda söylenenleri duydum. Binbaşı Prendergast, onu Tankerville Klübü skandalinde nasıl kurtardığınızı anlattı.
Ah, tabii. Hile yapü diye yanlış yere suçlanmıştı.
Her şeyi çözebileceğinizi söyledi.
Biraz abartmış.
Asla yenilmediğinizi.
Dört kez yenildim – üç kez erkeklere, bir kez de bir kadına.
Ama başarılarınızın sayısıyla karşılaştırınca nedir ki?
Genelde başarılı olduğum doğrudur.
O zaman benim sorunumda da aynı başarıyı gösterebilirsiniz.
Lütfen, sandalyenizi şöyle ateşin yanına getirin ve hikâyenizi bütün ayrıntılarıyla anlatın.
Sıradan bir hikâye değil benimkisi.
Hiçbiri değildir. Ben başvurulacak son adresim zaten.
Bütün bu tecrübelerinize rağmen, ailemin başına gelenler kadar gizemli bir olaylar zinciriyle karşılaşıp karşılaşmadığınızı merak ediyorum doğrusu.
İlgiyle karşılarım, dedi Holmes. Lütfen, şimdi ta en başından itibaren gerekli bilgileri verin ki sonrasında, önemli bulduğum bazı ayrıntılar hakkında sorular sorabileyim size.
Genç adam, sandalyesini yaklaştırarak ıslak ayaklarını ateşe tuttu.
Adım, dedi, John Openshaw, ama basımdaki bu belayla adımın hiç bağlantısı yok. Atalarımdan gelme bir mesele olduğundan, iyi anlaşılması için ta en başından anlatmalıyım.
Büyükbabamın iki oğlu vardı – amcam Elias ve babam Joseph. Babamın, Coventry’de, bisikletin icadından sonra büyüttüğü küçük bir fabrikası vardı. Openshaw patlamaz lastiklerinin patentini aldıktan sonra işi o kadar büyümüş ki, sattıktan sonra eline yüklü bir miktar para geçmiş.
Amcam Elias, gençken Amerika’ya göç etmiş ve Florida’da toprak işletmiş. Savaş zamanı, önce Jackson’ın, sonra da Hood’un ordusunda bulunmuş ve albaylığa kadar yükselmiş. Lee silahlarını bıraktığında amcam da çiftlik işlerine geri dönerek üç dört yıl daha bu işi yapmış. 1869’da veya 1870’de Avrupa’ya geri dönmüş ve Horsham yakınlarında, Sussex’te küçük bir arazi almış. Amerika’da büyük bir servet yapmasına rağmen geri dönmesinin sebebi, zencilere ve onlara toprak veren Cumhuriyetçi politikaya karşı olu-şuymuş. Hiddetli, çabuk sinirlenen bir adamdı; sinirlendiğinde, ağzı öyle bozulurdu ki çevresindekiler utançtan yerin dibine geçerdi. Horsham’de yaşadığı sürece bir kez bile olsun şehre inmediğine eminim. Bir bahçesi ve iki ,üç tarlası vardı. Burada çalışırdı, ama bazen haftalarca
odasından çıkmazdı. Çok fazla konyak ve sigara içerdi ve kalabalıktan hoşlanmadığından arkadaş istemezdi; hatta öz kardeşini bile.
Benden rahatsız olmazdı; hatta hoşlanırdı bile, çünkü beni ilk gördüğünde daha on iki yaşında bir çocuktum, yani amcamın İngiltere’ye gelişinden sekiz, dokuz yıl sonra, 1878’de. Babama, onunla kalmam konusunda yalvarırdı. Bana her zaman iyi davranırdı. Ayıkken tavla ve dama oynamayı severdi. Uşaklar ve ticari ilişkiler konusunda bana sorumluluk verdi ve on altı yaşıma geldiğimde neredeyse evin efendisi olmuştum. Anahtarlar bende olduğu için, onu rahatsız etmediğim sürece istediğim her yere girebilirdim. Tavan arasındaki kilitli oda hariç. Oraya ben de dahil kimsenin girmesine izin vermezdi. Çocuk merakıyla anahtar deliğinden bakardım ama öyle bir odada olması beklenen eski sandıklar ve yığınlar dışında bir şey göremezdim.
Bir gün – 1883’ün Mart ayında -yabancı bir ülkeden bir mektup geldi albaya. Ona mektup gelmesi alışılmış bir şey değildi, çünkü faturaları peşin öderdi ve hiç arkadaşı yoktu. ‘Hindistan’dan!’ dedi alıp baktığında, ‘Pondicherry damgalı! Ne olabilir ki?’ Mektubu aceleyle açtı ve içinden beş tane, küçük, kurumuş portakal çekirdeği çıktı. Bunu görünce gülmeye başladım ama amcamın yüzünün ifadesini görünce gülüşüm dondu kaldı. Dudakları sarkmış, gözleri yerinden fırlamış, rengi kireç gibi bembeyaz olmuştu. Elleri titreyerek mektuba baktı ve ‘K.K.K.F diye bağırdı, ‘Tanrım, tanrım, günahlarımın cezasını çekiyorum!’
‘Neymiş amca?’ diye sordum.
‘Ölüm,’ dedi, ve masadan kalkarak odasına çekildi. Öylece kalakalmıştım. Zarfı elime aldığımda tam yapışkanın üstüne kırmızı mürekkeple üç tane art arda ‘K’ harfinin yazılmış olduğunu gördüm. İçinde, beş tane kurutulmuş portakal çekirdeğinden başka bir şey yoktu. Bu büyük korkusunun sebebi ne olabilirdi ki? Kahvaltı masasından kalkarak merdivenleri çıkıyordum ki, amcamın, bir elinde tavan arasındaki odaya ait olduğunu sandığım paslı bir anahtar, diğerinde de para kutusuna benzer pirinç bir kutuyla aşağı indiğini gördüm.
‘İstediklerini yapsınlar, onları hâlâ alt edebilirim,’ diyordu. ‘Mary’ye söyle, odamdaki şömineyi yaksın ve Horsham’dan avukatı çağırsın.’
Dediğini yaptım. Avukat geldiğinde beni de odaya çağırdılar. Parlak bir ateş yanıyordu ve tam ortasında kağıt yanığına benzer bir kül yığını, hemen yanında da kapağı açık, içi boş halde, pirinç kutu duruyordu. Kutuya dikkatle baktığımda, kapağında, sabah zarfta gördüğüm ‘K’ harflerinin yazılı olduğunu gördüm hayretle.
‘John,’ dedi amcam, ‘vasiyetime şahit olmanı istiyorum. Arazimi, olduğu gibi kardeşime, yani babana bırakıyorum. Şüphesiz o ölünce de sana kalacaktır. Huzur içinde tadını çıkarabilirsen ne iyi! Ama eğer yapamazsan oğlum, tavsiyeme uy ve onu en azılı düşmanına ver. Sana böyle bir şey verdiğim için üzgünüm ama işlerin nereye varacağını bilemiyorum. Şimdi lütfen Bay Fordham’ın gösterdiği yeri imzala.’
Söylendiği gibi imzaladım ve avukat, belgeyi alarak gitti. Tahmin edeceğiniz gibi bu garip olay üzerimde derin bir etki yarattı ama olanları defalarca enine boyuna düşünmeme rağmen bir şey çıkaramadım. Yine de o belli belirsiz korku duygusunu üstümden tamamen atamadım. Gerçi haftalar geçtikçe etkisi hafifledi ve günlük hayatın rutini devam etti ama amcamda değişiklikler olmaya başladığını fark ediyordum. Eskisinden daha çok içmeye ve toplumdan daha da çok uzaklaşmaya başlamıştı. Zamanının çoğunu, kapısını içeriden kilitlediği odasında geçiriyordu. Ama bazen, sarhoş gibi çılgınca odadan fırlıyor, elinde tabancası, evi alt üst ederek bahçeye fırlıyor ve kimseden korkmadığını, hiç kimsenin onu bir koyun gibi, bir yere tıkamayacağını söylüyordu. Bu nöbetler geçtikten sonra hışımla eve giriyor ve ruhunun derinliklerindeki korkuya teslim olan bir adam gibi kapıyı kilitliyor ve sürgülüyordu. Böyle zamanlarda, en soğuk günlerde bile, yüzü terden sırılsıklam oluyordu.
Sabrınızı daha fazla zorlamadan meselenin özüne gelirsek Bay Holmes, bir gece yine sarhoş bir şekilde evden fırladı ve bir daha da geri dönmedi. Onu aramaya çıktığımızda, onu bahçenin dibindeki havuzda yüzü suya gömülü halde bulduk. Şiddet belirtisi bulunmadığı ve havuz da sadece yarım metre derinliğinde olduğu için, jüri, amcamın garip davranışlarını da gözönüne alarak ‘intihar’ kararı verdi. Ben, onun, ölümün düşüncesinden bile korktuğunu bildiğimden, nasıl olup da bunu yaptığını anlayamadım. Fakat mesele zamanla unutuldu ve babam araziyi ve bankadaki 14.000 sterlini aldı.
Bir dakika, diyerek araya girdi Holmes, bu, dinlediğim en ilginç hikâyelerden biri. Lütfen, amcanızın mektubu aldığı ve intihar ettiği iddia edilen tarihileri söyler misiniz?
Mektup 10 Mart 1883’te geldi ve amcam yedi hafta sonra, 2 Mayıs gecesi öldü.
Teşekkür ederim. Lütfen devam edin.
Babam, Horsham’deki araziyi aldıktan sonra, benim isteğim üzerine, her zaman kilitli durmuş olan tavan arasını dikkatlice inceledi. İçindekiler yok edilmiş olmasına rağmen pirinç kutu oradaydı. Kapağının içinde ‘K.K.K.’ harfleri ve onların da altında, ‘Mektuplar, notlar, makbuzlar ve bir kayıt’ yazılıydı. Bunların, Albay Openshaw’un yok ettiği kâğıtların listesi olduğunu düşündük. Bunun dışında, tavan arasında, etrafa dağılmış kâğıtlar ve amcamın Amerika’daki hayatını anlatan defterden başka bir şey yoktu. Bazıları, amcamın görevini ne kadar iyi yaptığını ve ne kadar cesur bir asker olduğunu gösteren, savaş zamanından kalma belgelerdi, diğerleriyse, Güney eyaletlerinin kuruluşuyla ilgili politik belgelerdi. Amcam, zamanında Kuzeyden gönderilen tepeden inme politikacılara karşı çıkmıştı.
Babam ’84’ün başında Horsham’de yaşamaya başladı. ’85’in başına kadar her şey yolunda gitti. Fakat bir gün, yılbaşından dört gün sonra beraberce kahvaltı ederken, babamın attığı çığlıkla irkildim. Bir elinde yeni açılmış bir zarf, diğerindeyse beş portakal çekirdeği vardı. Albayla ilgili ona anlattığım hikâyeye
hep gülmüştü, ama şimdi, aynı şey onun da başına gelince, çok korkmuş ve şaşırmış görünüyordu.
‘Bu da ne demek John?’ diye kekeledi.
Kalbim donmuştu.’K.K.K.’ dedim.
Zarfın içine baktı. ‘Ta kendisi,’ diye bağırdı. ‘Harfler aynı. Ama üzerlerinde yazılı olanlar da ne?’
‘Kâğıtları güneş saatinin üstüne koy,’ diye okudum babamın omuzlunun üzerinden.
‘Ne kâğıtları? Ne güneş saati?’ diye sordu.
‘Bahçedeki güneş saati. Başka yok ki,’ dedim, ‘ama bahsedilen kâğıtlar yok edilenler olmalı.’
‘Haydi canım!’ dedi cesur görünmeye çalışarak. ‘Uygar bir ül-
100
kede yaşıyoruz; böyle zırvalara inanacak değiliz. Nereden gelmiş bu şey?’
‘Dundee’den,’ diye cevap verdim pula bakarak.
‘Bir çeşit eşek şakası,’ dedi. ‘Güneş saatiyle, kâğıtlarla işim ne benim? Böyle saçmalıklara pabuç bırakmam.’
‘Polisle konuşmalıyız,’ dedim.
‘Sonra da alay konusu olalım değil mi? Olmaz böyle şey!
‘O zaman bırak ben yalnız yapayım.’
‘Hayır sana da izin vermiyorum. Böyle bir zırva için ortalığı karıştırma.’
Onunla tartışmak boşunaydı, kendisi inatçı bir adamdır. Ama benim içim rahat etmemişti.
Mektup geldikten üç gün sonra, babam, Portsdown Hill’de görev yapan arkadaşı, binbaşı Freebody’yi ziyaret etmeye gitti. Gitmesine sevindim çünkü evden uzak olduğu sürece emniyette olacağını düşünmüştüm. Ama yanılmışım. Gittikten iki gün sonra, binbaşıdan, hemen gelmemi rica eden bir telgraf aldım. Babam çevredeki sarp çukurlardan birine düşmüş, kafatasını kırmış, yatıyormuş. Ne yazıkki ben yetişemeden öldü. Görünüşe göre karanlıkta Fareham’den dönüyormuş ve yolu iyi bilmediğinden ve çevresinde çit de olmadığından bir çukura düşmüştü. Jüri, ‘kaza eseri ölüm’ kararı verdi. Ölümüyle ilgili bütün gerçekleri inceledim ama bir cinayet olduğuna dair hiçbir kanıt bulamadım. Herhangi bir şiddet belirtisi, ayak izleri, soygun, çevrede görülen yabancılar yoktu. Her şeye rağmen zihnimin hiç de rahat olmadığını söylememe gerek yok sanırım. Bunun kötü bir komplo olduğuna aşağı yukarı emindim.
Mirası böyle sevimsiz bir şekilde aldım işte. Neden elden çıkarmadığımı sorabilirsiniz, cevap vereyim; bu belanın bir şekilde amcamın geçmişinden kaynaklandığını ve tehlikenin beni, başka bir yerde de olsam, bulacağına emindim de ondan.
Zavallı babam Ocak ’85’te kaderin ağına düştü ve o gün üzerinden iki yıl sekiz ay geçti. Bu süre boyunca Horsham’de mutlu bir şekilde yaşadım. Tam, bu lanetin
ailemin üzerinden kalktığını ve son nesille birlikte sona erdiğini düşünmeye başlamıştım ki, dün sabah, babama gelen şeyin aynısı bana da geldi.
Genç adam ceketinin cebinden kırışmış bir zarf çıkardı. Masaya yaklaşarak zarfı salladı ve içinden beş tane küçük portakal çekirdeği düştü.
Zarf bu, diye devam etti. Pula bakılırsa Londra’nın batı bölgesinden gelmiş. Babamın son mektubundaki ‘K.K.K.’ ve ‘Kâğıtları güneş saatinin üstüne koy’ yazıları bunda da var.
Peki siz ne yaptınız? diye sordu Holmes.
Hiçbir şey.
Hiç mi?
Doğruyu söylemek gerekirse yüzünü, ince, beyaz ellerinin arasına aldı, kendimi çaresiz ve, üzerine yaklaşan yılanı gören zavallı bir tavşan gibi hissettim. Dayanılmaz ve önlenemez bir lanetin pençesinde gibiydim.
Yapmayın, dedi Sherlock Holmes. Harekete geçmelisiniz dostum, yoksa mahvolursunuz. Sizi yalnızca hareket kurtarır. Umutsuzluğun zamanı değil.
Polise gittim.
Öyle mi?
Ama hikâyemi tebessümle karşıladılar. Müfettişin, mektuplara birer şaka ve akrabalarımın ölümüne ise, jürinin de kararına uygun bir şekilde, bir kaza gözüyle baktığına eminim.
Holmes kavuşturduğu ellerini havada salladı. Ahmaklar! diye bağırdı.
Yine de evde benimle kalması için bir polis memuru verdiler.
O da bu gece sizinle geldi mi?
Hayır. Sadece evde kalmak için emir almıştı.
Holmes yine lanetler savurdu.
Bana neden geldiniz, diye atıldı, ve hepsinden ötesi neden hemen gelmediniz?
Bilmiyordum. Ancak bugün, sorunumu Binbaşı Prendergast’a açtığımda, duydum isminizi. Size gelmemi o tavsiye etti.
Mektubu aldığınızdan bu yana iki gün geçmiş. Daha önce davranmalıydık. Sanırım bu anlattıklarınızdan başka ekleyeceğiniz bir şey yok.
Bir şey daha var, dedi John Openshaw. Ceketinin ceplerini karıştırarak, rengi solmuş, mavi bir kağıt çıkardı ve masaya yaydı. Hatırladığım bir şey var, dedi, amcamın kağıtları yaktığı gün fark etmiştim ki, küllerin arasındaki tamamen yanmamış parçalar bu renkti. Bu tek sayfayı yerde, odasında buldum. Herhalde diğerlerinin arasından düşerek kurtulmuş. Çekirdeklerin yanında bize pek yardımı olacağını sanmıyorum, ama yazı kesinlikle amcama ait ve sayfa, özel bir fünlükten alınmışa benziyor.
Holmes, lambayı üzerine tuttu ve ikimiz, kenanna bakarak, bir kitaptan koparılmış olduğunu anladığımız bu kâğıda baktık. Başında Mart 1869 yazılıydı ve başlığın altında, aşağıdaki bilmecemsi şeyler yazıyordu:
‘4’ü. Hudson geldi. Yine aynı platform.
7’si. Çekirdekleri Paramore’da McCauley’ye, St. Augustine’de John Swain’e ayarla.
9’u. McCauley temizlendi.
10’u. John Swain temizlendi.
12’si. Paramore ziyaret edildi. Her şey yolunda.
Teşekkür ederim! dedi Holmes, kâğıdı katlayıp misafirimize verirken. Ve artık siz hiç vakit kaybetmeden evinize gidip harekete geçmelisiniz. Bana anlattıklarınızı tartışacak zamanımız yok.
Peki ne yapacağım?
Yapılacak tek şey var ve bu hemen yapılmalı. Bize gösterdiğiniz bu kâğıdı, anlattığınız o pirinç kutuya koyun. Amcanızın diğer bütün kâğıtları yaktığını ve kalan tek sayfanın bu olduğunu açıklayan bir not da bırakın kutuya. Bu açıklamanın ikna edici olmasına dikkat edin. Bunu yaptıktan sonra, belirtildiği gibi, kutuyu güneş saatinin üstüne koyun. Anladınız mı?
Tamı tamına.
Şu an için intikam veya benzeri bir şey düşünmeyin. Sanırım bunu kanun yoluyla hallederiz; ama ilk etapta, onların yaptığı gibi, biz de kendi ağımızı örmeliyiz. Şimdilik en önemli şey bu tehlikeyi ortadan kaldırmak. Sonra bu esrarı çözüp suçluları cezalandırırız.
Teşekkür ederim, dedi genç adam kalkıp paltosunu alırken. Bana hayat ve umut verdiniz. Dediklerinizi aynen uygulayacağım.
Hiç zaman kaybetmeyin. Ve bu arada, hepsinden önemlisi, kendinize çok dikkat edin, çünkü gerçekten büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunuzdan hiç kuşkum kalmadı. Eve nasıl döneceksiniz?
Waterloo’dan trenle.
Saat daha dokuz olmadı. Sokaklar hâlâ kalabalık olacağından güvende olursunuz. Ama yine de kendinizi yeterince iyi koruyamazsınız.
Silahım var.
Bakın bu iyi. Vakanız üzerinde çalışmaya yarın başlayacağım.
O halde Horsham’de görüşeceğiz.
Hayır, sizin sırrınızın cevabı Londra’da. Onu burada arayacağım.
O zaman bir iki güne kadar kutu ve kâğıtlarla ilgili gelişmeleri haber veririm size. Söylediklerinizi harfiyen uygulayacağım. Bizimle el sıkışarak ayrıldı. Dışarıda rüzgâr hâlâ ıslık çalıyor ve yağmur, pencerelere vuruyordu. Bu garip, çılgın hikâye sanki dışarıdaki fırtınadan gelmiş ve tekrar onun içinde kaybolup gitmişti.
Sherlock Holmes, başı öne eğik, ateşi seyrederek bir süre sessizce oturdu. Sonra piposunu yaktı ve arkasına yaslanarak, tavana yükselen mavi dumanı seyretti.
Watson, dedi sonunda, galiba şimdiye kadar karşılaştığımız vakaların arasındaki en olağanüstüsü bu olacak.
Dörtlülerin İşareti hariç.
Doğru, o hariç. Ama bana kalırsa, bu bizim John Openshaw daha da büyük tehlikede.
Peki, bu tehlikenin ne olduğu hakkında bir fikrin var mı? diye sordum.
Bazı noktalar apaçık ortada, diye cevap verdi.
Hangi noktalar? Bu ‘K.K.K.’ ne ve bu mutsuz aileden ne istiyor?
Sherlock Holmes, gözlerini kapadı, parmak uçlarını birleştirdi ve dirseklerini koltuğun kenarına dayadı. İdeal bir akıl yürütücü, diye konuşmaya başladı, bir veriyi bütün şartları altında gördükten sonra, ondan, sadece o ana kadar olan olaylar zincirini değil, gelecekte meydana gelebilecek sonuçlarını da çıkarabilmelidir. Nasıl ki Cuvier, tek bir kemiğe bakarak bütün hayvanı tarif edebiliyorsa, zincirdeki bir halkayı tamamen kavrayabilmiş bir gözlemci de hem önceki, hem de sonraki halkaları tam bir kesinlikle tanımlayabilme-lidir. Sebebin tek başına ulaşacağı sonuçlan henüz kavrayabilmiş değiliz. Problemler, ancak duyulann etkisinden kurtulduktan sonra çözülebilir. Bir akıl yürütücüsü, yöntemi en üst noktalarına yükseltebilmek için bilgi alanına giren bütün gerçekleri kullanmak zorundadır; ve bütün bilgilere sahip olma, kendi içinde, bugünkü serbest eğitim ve ansiklopedi çağında, ulaşılması güç bir hedef. Aslında bir insanın, işinde gerekli olan bütün bilgilere sahip olması imkânsız değil ve benim de çabaladığım şey bu. Yanlış hatırlamıyorsam, bir keresinde, dostluğumuzun ilk günlerinde, benim özelliklerimi çok iyi bir şekilde belirtmiştin.
Evet, diye cevap verdim gülerek. Orijinal bir yaklaşımdı. Felsefe, astronomi ve politika bilgine sıfır vermiştim sanırım. Botanik değişken; jeoloji, şehrin seksen kilometrelik bir alanındaki çamur izlerini tanıyacak kadar ileri, kimya kendine özgü, anatomi sistemsiz, duygusal edebiyat ve suç kayıtları benzersiz; kemancı, boksör, kılıç ustası, kokain ve tütünle kendini zehirlemeye eğilimli. Galiba analizimin ana noktaları bunlardı.
Holmes bu son söylediklerim üzerine gülümsedi. O zaman da dediğim gibi, dedi, bir insan, beynindeki odaları kullanabileceği eşyalarla döşemeli ve geri kalanları da istediği zaman çıkarıp kullanabileceği bir yere, kütüphanesine, yerleştirmelidir. Şimdi, bu gece dinlediğimiz hikâyeye gelirsek, bütün kaynaklarımızı kullanmamız gerektiği ortada. Lütfen arkandaki rafta duran Amerikan Ansiklopedisi’nin ‘K’ cildini verir misin? Durumumuza bakalım ve ondan ne çıkarabileceğimizi düşünelim. İlk olarak, Albay Opens-haw’un Amerika’dan ayrılması için güçlü bir sebebinin olduğunu varsayarak başlayalım. Onun yaşındaki insanlar alışkanlıklarını değiştirmek istemezler ve Florida’nın güzel iklimini bırakıp İngiltere’de kırsal bir kasabada yalnız bir hayatı seçmezler. İngiltere’de yalnız başına yaşamaya olan aşırı düşkünlüğü, birinden ya da bir şeyden korkmuş olabileceğini gösteriyor. Bu yüzden varsayımımızı, birinden veya bir şeyden korktuğu için Amerika’dan ayrıldığını söyleyerek genişletebiliriz. Korktuğu şeyin ne olduğuna gelince Bunu da ancak, kendine ve mirasçılarına gelen o korkunç mektupları ele alarak bulabiliriz. Mektupların üstündeki pullara dikkat ettin mi?
İlki Pondicherry’den, ikincisi Dundee’den, üçüncüsü de Londra’dan geliyordu.
Londra’nın doğusundan. Bundan ne çıkarıyorsun?
Hepsi de liman şehri. Gönderen bir gemide olmalı.
Mükemmel. Artık bir ipucumuz var. Gönderenin şahıs bir gemide olmasının ihtimali gerçekten de yüksek. Şimdi başka bir noktaya eğilelim. Pondicherry’den gelen tehdit mektubuyla tehdidin yerine getirilmesi arasında yedi hafta, Dundee’de ise yalnızca üç, dört gün var. Bu sana bir şeyler çağrıştırıyor mu?
Kat edilen mesafe daha uzun.
Ama unutma ki mektup da aynı şekilde daha uzun bir mesafeden geliyor.
O halde önemli noktayı kaçırmış olmalıyım.
En azından, söz konusu geminin bir yelkenli olduğunu ileri sürebiliriz. Uyarılarını hep yola çıkmadan önce gönderiyorlarmış gibi görünüyor. Dundee’den sonra işin ne kadar çabuk olduğunu gördün. Pondicherry’den bir buharlıyla gelmiş olsalardı mektupla hemen hemen aynı zamanda gelirlerdi, oysa tam tamına yedi hafta geçmiş. Sanırım bu yedi hafta, mektubu getiren posta gemisiyle, göndereni getiren gemi arasındaki farkı açıklıyor.
Olabilir.
Olma ihtimali çok yüksek. Şimdi bu meselenin ivediliğini ve neden genç Openshaw’a bir an önce hareket etmesini söylediğimi anlıyor musun? Mektubu gönderenler, aradaki mesafeyi kat eder etmez harekete geçiyorlar. Ve bu seferki Londra’dan geldiği için gecikmeyi göze alamayız.
Aman Tanrım! diye bağırdım. Bu acımasız takibin sebebi ne olabilir ki?
Openshaw’daki kâğıtlar, gemideki kişi ya da kişiler için hayati bir öneme sahip olmalı. Aslında birden fazla kişi olması gerektiği açık. Bir adam, tek başına, jüriyi yanıltacak kadar iyi iki cinayet işleyemez. Birkaç kişi olmalı ve bu insanlar, kağıtlar Kimin elinde olursa olsun, onları ele geçirmeye kesinlikle kararlılar. Bu şekilde bakarsan, ‘K.K.K.’nin bir insanın değil, bir topluluğun işareti olduğunu anlarsın.
Peki, ama ne topluluğu?
Daha önce hiç Ku Klux Klan diye bir şey duymadın mı? dedi Sherlock Holmes, kısık bir sesle, öne eğilerek.
Hiç duymadım.
Holmes, dizindeki cildin sayfalarını çevirdi. İşte burada, dedi:
Ku Klux Klan. Bir tüfeğin doldurulurken çıkardığı seslerden türetilme bir isim. Bu korkunç, gizli örgüt, İç Savaştan sonra Güney eyaletlerindeki eski Konfederasyon askerleri tarafından kurulmuş ve kısa zamanda, Tennessee, Louisiana, Carolina, Georgia ve Florida gibi, ülkenin çeşitli yerlerinde yerel kollara ayrılmıştır. Temelde, zenci seçmenleri yıldırmak ve kendi görüşlerine karşı olanları öldürmek veya ülkeden sürmek şeklinde politik amaçları vardı. Genellikle eyleme geçmeden önce, garip ama iyi bilinen bazı şeyler göndererek kurbanı uyarıyorlardı. Bu bir meşe dalı, karpuz tohumu veya portakal çekirdeği olabiliyordu. Bunlar eline geçtikten sonra, kurban ya açık bir şekilde istenileni
yapmalı, ya da ülkeden gitmelidir. Eğer meydan okumaya kalkarsa, çoğu zaman garip ve beklenmedik şekillerde ölüm gelirdi. Topluluk, o kadar mükemmel örgütlenmiş ve yöntemleri o kadar sistemliydi ki onlara karşı koymayı başarabilen pek olmamıştır. Birleşik Devletler hükümetinin ve Güneydeki soyluların çabalarına rağmen, örgüt birkaç yıl daha gelişmeye devam etti. Nihayet 1869 yılında, bu hareket hızla çökertildi. Fakat o tarihten bu yana, çeşitli yerlerde tek tük eylemlere hâlâ rastlanmaktadır.
Senin de gördüğün gibi, dedi Holmes, elindeki kitabı bırakarak, örgütün ani dağılışıyla, Openshaw’un Amerika’dan ayrılışı aynı tarihlere rastlıyor. O ve ailesinin peşindeki şeyin ne olduğunu görüyorsun. Anlayacağın üzere, bu kayıtlar ve günlük, Güneydeki örgüt elemanlarını ortaya çıkaracak nitelikte olabilir. Belki birçokları gece rahat uyuyamıyordur.
O zaman, gördüğümüz o sayfa
Aynı düşündüğümüz gibi. Yanlış hatırlamıyorsam şöyle yazıyordu: ‘çekirdekler A, B ve C’ye gönderildi’ – yani örgütün uyarıları gönderilmiş. Sonra da A ve B’nin temizlendiğine veya ülkeyi terk ettiğine ve son olarak da C’nin ziyaret edildiğine dair bazı bilgiler verilmişti. Bu durumda Doktor, sanırım olaya ışık tutabileceğiz. Bu arada genç Openshaw’un tek şansı, dediklerimi yapması. Bu gece söylenecek veya yapılacak başka bir şey kalmadı. Şimdi kemanımı uzatırsan, dışarıdaki kötü havayı ve ondan da kötü adamları, şöyle bir yarım saatliğine unutmaya çalışabiliriz.
Ertesi sabah hava açıktı ve güneş, bu büyük şehrin üstündeki örtünün arkasından sönük gönderiyordu. Aşağıya indiğimde, Sherlock Holmes kahvaltıya oturmuştu bile.
Seni beklemediğim için affet, dedi, ama bugün Openshaw vakasıyla çok meşgul olacağım.
Neler yapacaksın? diye sordum.
Her şey yapacağım ilk soruşturmanın sonuçlarına bağlı. Sonuçta Horsham’e bile gitmek zorunda kalabilirim.
İlk olarak oraya gitmeyecek misin?
Hayır, önce şehre uğrayacağım. Sen zili çal; hizmetçi kahveni getirir.
Beklerken, açılmamış gazeteyi alıp bir göz attım. Kanımı donduran bir başlıkla karşılaştım.
Holmes, diye bağırdım, çok geç kalmışsın.
Ah! dedi, elindeki fincanı bırakarak, ben de bundan korkuyordum. Nasıl yapılmış? Sakince konuşuyordu, ama sarsılmış olduğunu görebiliyordum.
Bakar bakmaz gözüme Openshaw ismi çarptı ve sonra da ‘Waterloo Köprüsü Yakınlarında Hazin Olay’ başlığı. Haber şöyle:
Dün gece saat dokuz, on arasında, Waterloo Köprüsü yakınlarında devriye gezen ‘H Bölgesi’ polis müfettişi Cook, bir imdat çağrısı ve sonrasında da birinin suya düştüğünü duydu. Gecenin karanlık vefırtınıalıolmasından dolayı, oradan geçmekte olanların çabalarına rağmen kurtarma başarılı olamadı. Alarm verilmiş
olduğu için, ceset deniz polisinin yardımıyla sudan çıkarıldı. Cebinden çıkan bir zarftan öğrenildiği üzere, cesedin, Horsham yakınlarında oturan, John Openshaw adında bir gence ait olduğu anlaşıldı. Waterloo İstasyonu’na, son treni yakalayabilmek için koştururken, acele etmesiyle beraber aşırı karanlığın da etkisiyle, yolunu şaşırdığı ve buharlı gemilerin durduğu yerdeki bir boşluktan düştüğü tahmin ediliyor. Vücut üzerinde şiddet izine rastlanmadığı göz önüne alındığında, merhumun talihsiz bir kazaya kurban gittiği anlaşılıyor. Bu olay, yetkililerin, nehir kıyısındaki setlerin güvenliğini tekrar gözden geçirmeleri gerektiğini gündeme getiriyor.
Birkaç dakika sessizce oturduk. Holmes’u hiç böyle üzgün ve sarsılmış görmemiştim.
Bu, gururumu incitiyor Watson, dedi sonunda. Önemsiz bir şey kuşkusuz, ama gururumu incitti. Artık benim için kişisel bir mesele haline geldi. Tanrı kuvvet verdiği sürece bu çetenin peşini bırakmayacağım. Adam benden yardım istemeye geldi ve ben onu ölüme gönderdim! Sandalyesinden fırlayarak sıkıntıyla odada bir ileri, bir geri yürümeye başladı. Solgun yanakları kızarmıştı ve uzun, ince ellerini sıkıp duruyordu.
Kurnaz şeytanlar! diye bağırdı sonunda. Onu tuzağa nasıl düşürdüler acaba? Nehir kıyısındaki setler, istasyon yolu üzerinde değildir ki. Ee tabii, köprü öyle bir gecede bile onların amaçları için fazlasıyla kalabalıktı Neyse Watson, bakalım uzun vadede kim kazanacak! Ben şimdi dışarı çıkıyorum!
Polise mi?
Hayır. Ben kendim polis olacağım. İsterlerse ben ağı ördükten sonra sinekleri kapabilirler; ama ondan önce değil.
Bütün gün kendi işlerimle uğraştım ve ancak akşam geç vakitte Baker Sokağı’na dönebildim. Sherlock Holmes henüz gelmemişti. Eve girdiğinde ise saat ona geliyordu. Solgun ve yıpranmış görünüyordu. Dolaptan bir parça ekmek çıkararak oburca yuttu ve bol bol su içti.
Açsın galiba, dedim.
Hem de kurt gibi. Bütün gün aklıma bile gelmedi. Kahvaltıdan beri hiçbir şey yemedim.
Hiçbir şey mi?
Bir parça bile. Yemeği düşünecek vaktim olmadı.
Peki neler yaptın? Bir ipucu buldun mu?
Artık avucumun içindeler. Genç Openshaw’un intikamı yakında alınacak. Onlara karşı kendi şeytansı yöntemlerini kullanacağız. İyice düşündüm bunu.
Ne demek istiyorsun?
Dolaptan bir portakal çıkardı ve kabuğunu soyarak çekirdeklerini masaya koydu. Arasından beş tane ayırarak bir zarfa yerleştirdi. Zarfın içine J.O. için S.H. yazdı. Yapıştırarak arkasına; James Calhoun, Lone Star Gemisi, Savannah, Georgia adresini ekledi.
Limana girdiğinde bununla karşılaşacak, dedi gülerek. Ona uykusuz bir gece geçirmeye yeter. Ondan önce Openshaw’un inandığı gibi, o da bunun, kaderinin bir işareti olduğunu düşünecektir.
Peki kim bu Kaptan Calhoun?
Çetenin lideri. Diğerlerine de sıra gelecek, ama önce bu.
İzini nasıl buldun?
Cebinden, üzeri tarihler ve isimler yazılı büyükçe bir sayfa çıkardı.
Bütün günümü, dedi, Lloyd’un kayıtlarından, 83 yılının Ocak ve Şubat aylarında Pondicherry’den geçmiş olan gemileri tarayarak geçirdim. O aylarda oradan geçmiş olduğu belirtilen otuz altı gemi vardı. Bunlardan biri olan Lone Star, hemen dikkatimi çekti. Yola Londra’dan çıktığı belirtilmesine rağmen, ismi, Amerika’nın eyaletlerinden birine verilen bir isimdir.
Teksas sanırım.
Hangisi olduğuna emin değilim; ama geminin Amerika çıkışlı olduğunu biliyordum.
Sonra ne yaptın?
Dundee kayıtlarını inceledim. Lone Star gemisinin, 85 yılının Ocak ayında orada olduğunu görünce bütün şüphelerim doğrulanmış oldu. Sonra, şu an Londra limanında bulunan gemileri araştırdım.
Ve?
Lone Star buraya geçen hafta gelmiş. Albert İskelesine gittiğimde, geminin bu sabah nehirden çekildiğini ve Savannah’ya gitmek üzere ayrıldığını öğrendim. Gravesend’e telgraf çekerek, bir süre önce oradan geçtiğini öğrendim. Rüzgâr doğuya doğru estiğinden, şu an Godwins’i geçmiş, Wight Adası’na doğru gitmekte olduklarına eminim.
Ne yapacaksın peki?
Onu elime geçirdim. Öğrendiğim kadarıyla, gemideki tek Amerikalılar o ve iki arkadaşıymış. Gerisi Finlandiyalı ve Alman. Ayrıca, bu üçlünün geçen gece gemide olmadıklarını da öğrendim. Yüklemeyi yapan istifçi söyledi bunu. Onlar, yelkenlileriyle Savannah’ya ulaştıklarında posta gemisi bu mektubu götürmüş, telgraf da bu üç adamın cinayet zanlıları olduğu konusunda Savannah polisini uyarmış olur.
En iyi planlarda bile kusurlar olabilir. Peşlerindeki kurnaz ve kararlı düşmanlarının varlığını haber veren portakal çekirdekleri, John Openshaw’un katillerinin eline hiç ulaşamadı. O yıl, ekinoks fırtınaları çok uzun ve şiddetli geçti. Savannah’ya ulaşacak olan Lone Star’ın haberlerini boşuna bekledik. Sonradan öğrendik ki,
Atlantik açıklannda, üzerinde L.S. yazan bir gemi kalıntısı bulunmuş. Lone Star’in kaderi hakkında bilip bilebileceğimiz hepsi bu oldu.
önemli, çünkü şu anki düşüncelerim hiç de iç açıcı değil. Bu gece, kapıda karşılaştığımızda küçük bayana ne diyeceğimi düşünüyorum.
Pencerenin önünden seslendim:
—Holmes!
O sabah sokağı seyrederek vakit geçiriyordum. Cevap alamayınca yine seslendim:
—Holmes!.
—Ne var?
—Sokakta deli var.
—Tımarhaneye mi götürüyorlar?
—Hayır, başıboş dolaşıyor yürekler acısı bir manzara adamcağızı ne diye sokağa bırakmışlar?
Günah…
Dostum gerindi, tembel tembel koltuğundan kalktı, ellerini hırkasının ceplerine sokup yanıma geldi,
başını omzumun üstünden uzatıp pencereden sokağa baktı.
Şubat ayındaydık. Hava açık fakat çok soğuktu. Solgun kış güneşi altında dün yağan kar pul pul
ışıldamaktaydı.
Temizlik işçisinin sokağın ortasına yığdığı kar kümesi, koyu kahverengi olmuş, çamurlaşmıştı ama,
kaldırım kenarındakiler yeni yağmış gibi bembeyazdı.
Sokakta kimseler yoktu. Uzakta görünen metro istasyonundan kimseler çıkmıyordu. Kaldırımda yalnız
bir deli vardı.
Elli yaşlarında bir adamdı. Uzun boylu, geniş omuzlu, gösterişliydi. Muhteşem tavrı esmer yüzüne
uyuyordu. Üzerindeki elbise, iyi kumaştan, iyi dikilmişti. Şapkası yeni, getrleri temiz, pantolonu bejdi.
Bütün bunlara rağmen halinden deli olduğu belliydi.
Koşuyor, sıçrıyor, ellerini kaldırıp indiriyordu. Başını salladıkça, yüzünü bin bir türlü kırıştırıp
durmaktaydı.
Holmes ellerini ovuşturdu:
—Bizim evi aradığına bahse girerim.
—Bize mi gelecek?
—Evet. İş için geliyor. Halinden anladım. İşte bakın…
Baktım. Adam fok balığı gibi soluyarak bizim kapıya koştu, zili öyle bir çalış çaldı ki, bütün evin içini
çınlattı.
Biraz sonra nefes nefese odaya girdi. Yine ellerini kollarını sallıyordu, fakat bakışlarında öyle elim,
öyle acıklı bir ifade vardı ki, alay edemedik: Ona acıdık, hem de çok acıdık. Benim yüreğim parçalandı.
Bir müddet konuşamadı, hiçbir şey söylemedi. Durduğu yerde sallandı, parmaklarıyla, yolmak ister gibi
saçlarını karıştırdı. Esasen saçları leylek yuvasına dönmüştü.
Birdenbire, başı önde divana koştu. Eğer tutmasaydık kafasını duvara vuracaktı. Tuttuk, odanın ortasına
getirdik.
Sherlock Holmes adamı bir iskemleye oturttu, kendi de yanına oturdu, elini eline aldı ve en tatlı sesiyle
yatıştırmaya çalıştı:
—Bana akıl danışmaya geldiniz değil mi?
—Evet.
—Çok koştuğunuz için çok yorgunsunuz değil mi?
—Evet.
—Biraz dinlenin. Aklınız başınıza gelsin. Soluk alın. Ondan sonra işi anlatırsınız, ben de alakadar
olurum.
Adam, çenesi göğsüne dayalı bir müddet oturdu. Heyecanını yatıştırmaya çalıştığı belliydi.
Nihayet mendilini çıkarıp alnını kuruladı, dudaklarını sildi, yüzümüze baktı:
—Beni deli sanıyorsunuz değil mi?
Sherlock Holmes cevap verdi:
—Büyük bir can sıkıntınız olduğu anlaşılıyor.
—Ne kadar büyük olduğunu Allah bilir. Beni sahiden deli edecek bir derdim var. Yıldırımla vurulmuşa
döndüm. Tepeden inme bir felâket bu!
—Heyecanlanmadan anlatınız.
—Mümkün mü? Ben üzerime toz kondurmamış bir insan olmama rağmen, herkese karşı küçük düşmekten
kaçınmayacaktım. Bir aile felâketine de tahammül edebilirdim. Her insanın başına bir aile felâketi
gelebilir.
Ama insan hem herkese karşı küçük düşer, hem aile felâketine uğrarsa ne yapar? Mahvolur. Sustu, derin
bir iç çekti:
—Bahis konusu yalnız ben olsam yine neyse, fakat memleketin şerefi tehlikede, bu işi düzeltemezsek
memleket hesabına da kötü olur.
Holmes tekrar etti:
—Heyecanlanmamanızı rica ederim. Evvelâ kendinizi tanıtınız, sonra başınıza geleni ayrıntı vererek
anlatınız.
—İsmimi her halde bilirsiniz sanırım. Threadneedle Street’teki Holder ve Stevenson bankası
ortaklarından Alescandre Holder’im.
Evet, bu ismi biliyorduk. En büyük bankanın en yaşlı ortağıydı. Bu banka Londra’nın ikinci büyük
kurumuydu.
Acaba şehrin en tanınmış şahsiyetlerinden birini deli eden hadise neydi?
Merakla macerasını anlatmasını bekliyorduk.
Beş dakika susup hafızasını topladıktan sonra konuştu:
—Vaktin nakit olduğunu bilirim. Polis müfettişi bu muammayı çözebileceğinizi söyler söylemez soluğu
burada aldım… Baker Street’e metroyla geldim, oradan buraya kadar yürüdüm, çünkü yollar karlı
olduğundan arabalar çok yavaş ilerliyor. Bundan dolayı yoruldum. Pek az yaya yürürüm.
—Biraz dinlendiniz mi?
—Evet, hadiseleri mümkün olduğu kadar açık ve etraflı anlatmaya çalışacağım.
Öksürdü, yutkundu ve anlatmaya başladı:
—Bankacılıkta başarı, yatırılan sermayeyi kullanacak işler bulmaya, mudi sayısını ve mevduatı
arttırmaya bağlıdır.
“Parayı işletmenin en kârlısı da, alan sağlam olmak şartıyla kredi açmaktır. Son seneler zarfında,
tablolarını, kitaplarını, gümüş takımlarını ipotek edip birkaç asil aileye mühim miktarda borç verdik.
“Dün sabah bankadaki büromda oturuyordum. Sekreterden biri bir kartvizit getirdi. İsmi okur okumaz
yerimden fırladım. Bu gelen fakat size bile gelenin kim olduğunu söylememeliyim. Yalnız şunu
açıklayayım: İsim, bütün dünyanın tanıdığı meşhur bir aile ismiydi. Ziyareti bizim için büyük şerefti.
Büroma girer girmez kendisine:
“Müessesemize büyük şeref verdiniz!.. demeye hazırlandım, fakat vakit bulamadım. Sözümü kesip işten
bahsetti. Biran evvel bir dertten kurtulmasının çaresini arayan bir insan halindeydi. Telaşlı ve sinirliydi.
—Bay Holder, dedi, ödünç para verdiğinizi söylediler.
—Garanti sağlam olmak şartıyla banka daima ödünç para verir.
—Bana derhal elli bin sterlin lazım. Bu kadarcık bir parayı dostlarımdan da bulabilirim, ama bu işi bir
bankayla görmeyi tercih ettim.
—Benim bu durumumda bir şahsiyet kimseye minnettar olmamalıdır.
Hakkı vardı. Sordum:
—Ne kadar zaman sonra ödeyeceksiniz?
—Önümüzdeki pazartesi günü mühim bir alacağımı verecekler, size faizi ile beraber elli bin sterlini
öderim elli bin sterlin bana şu anda lazım.
—Mümkün olsaydı, bu işin formalitesinin bir tarafa bırakır, istediğiniz parayı ben şahsen verirdim. Ne
yazık ki elli bin sterlin ödünç verecek durumda değilim. Parayı banka adına vereceğim için de lazım olan
garantiyi istemek zorundayım.
—Pekalâ.
—İskemlesinin yanında bıraktığı siyah güderi, dört köşe kutuyu aldı:
—Zümrüt taştan bahsedildiğini hiç duydunuz mu?
—Duymaz olur muyum?
—İmparatorluğun en kıymetli mücevherlerinden biri.
—Doğru.
Kutuyu açtı. Pembe kadife üstünde harika taç pırıldıyordu. Asilzade gözlerini taştan ayırmadan:
—Büyük otuz dokuz zümrüdü vardır. Altın montürüne de kıymet biçilemiyor. Çok titiz davranarak taca
kıymet takdir etseler, istediğim paranın iki misli kıymet takdir ederler.
—Garanti olarak tacı mı bırakacaksınız?
—Evet.
Kutuyu aldım, gözlerim zümrütlerden sahibine kaydı. Asilzade sordu:
—Kıymetinden şüphe mi ediyorsunuz?
—Hayır, ancak…
—Bu tacı rehin bırakmaya hakkım var mı? Merak etmeyin. Dört gün sonra çıkaracağıma emin olmasam
hiç rehin bırakır mıyım? Bu bir formaliteden ibaret.
—Taç elli bir sterline yeter garanti midir?
—Evet, fazlasıyla.
Asilzade bir saniye düşündü:
—Bay Holder, dedi, size ne derece güvendiğimi görüyorsunuz. Bu güveni bana, dostlarınız telkin etti.
Bankanızdan para aldığımı hiç kimsenin duymayacağına eminim.
Gözlerini gözlerime dikti:
—Gevezelikten nefret ederim.
Kaşlarını çatıp ilave etti.
—Bu mücevheri de sıkı saklayacağınıza şüphe yok. Kaybolması şöyle dursun. Bir iki taşının değişmesi
facia olur. Yeryüzünde bu zümrütlerin eşleri yoktur. Biri alınsa, yerine koymak imkânsızdır…
Boynunu büktü:
—Tacı size teslim ve emanet ediyorum. Pazartesi sabahı yine kendim gelir alırım.
Asilzadenin telâşını görünce fazla ısrar etmedim, vezneye açıktan elli bin lira ödenmesi için emir
verdim.
Asilzade paraları alıp gittikten sonra masanın üstünde duran kutuya baktım, içime korku düştü. Ne büyük
bir mesuliyet yüklenmiştim!. Doğru, bu taç “milli” olduğuna göre, çalınması veya taşlarının değiştirilmesi
felâketti.
Tacı teslim aldığıma pişman oldum.
Fakat artık iş işten geçmişti, yapılacak şey kalmamıştı. Tacı kişisel kasama sakladım ve çalışmaya
başladım.
Akşam oldu, içime yine kurt düştü. Zümrüt tacı büromdaki kasamda bırakmak doğru değildi… Yüzlerce
kasa soyulmuştu! Benim kasamın soyulması da pekâla mümkündü…
Aldı mı beni bir korku! Kasam soyulursa taç çalınırdı. Karar verdim: Pazartesi gününe kadar kutuyu
yanımdan ayırmayacaktım. Banka kapanırken bir araba getirtip Streatham’daki evime gittim.
Yukarı çıktım, tacı masanın gözüne kilitledikten sonra içim rahat etti:
Asilzade sustu. Holmes :
—Anlatayım Bay Holmes. Garsonla uşak evin dışında yatarlar. Ondan şüphe edilmez.
—Hizmetçileriniz?
—Üç hizmetçim var. Üçü de senelerden beri yanımda.
—Kendilerinden emin misiniz?
—Tamamıyla. Üçü de dürüst, namuslu kadınlardır.
—Yeni hizmetçileriniz yok mu?
—Lucy birkaç aydır bizde çalışıyor. Fakat ondan da memnunum, şüphe edilecek hiçbir halini
görmedim.
—Genç mi?
—Hem de güzel.
—Kocası, nişanlısı var mı?
—Sevdalıları var, evin etrafında dolaşıp duruyorlar… Başka kabahati yok, eğer gözü üstünde kalan
erkeklerin peşine düşmeleri kabahatsa. Biz hiçbir fenalığını görmedik. İyi kızdır.
—Şimdi gelelim aileye.
—Gelelim Bay Holmes. Karım öldü? Oğlum Arthur’le oturuyorum. Oğlum beni hayal kırıklığına uğrattı
Bay Holmes. Kabahat biraz da benim; Herkes, ona çok yüz verdiğimi söylüyor. Belki haklıdırlar. Karım
öldükten sonra sevdiğim tek yakınım Arthur’du. Onun üzülmesine dayanamıyor, her istediğini yapıyordum.
Belki bu kadar yumuşak davranmasaydım ikimiz için de iyi olurdu… Ama ben fenalık ettiğimin farkında
değildim.
—Maksadınız neydi?
—Gayem, oğluma bankadaki yerimi bırakmaktı, fakat o işten zevk almıyordu. Hem vahşi, hem
şımarıktır. Sözün kısası bankanın idaresini, büyük bir sermayeyi ona emanet edemem.
“Delikanlıyken aristokratik bir kulübe üye olmuştu. Muhteşem bir hayat süren, çok zengin şahsiyetlere
kendini sevdirdi, onlarla dost oldu. Büyük kumara ve at yarışlarında çok para kaybetmeye başladı.
Holmes doğrulup sordu:
—Parayı nereden buluyordu?
—Ben veriyordun. Ona aylık bağlamıştım, fakat sık sık gelip aylığına mahsuben para ister; namus
borçlarını ödeyeceğini söylerdi.
—Kendisini o muhitten kurtarmaya, çalıştınız mı?
—Çalıştım, kendisi de kurtulmak istiyor, karar veriyor, fakat dostu Sör George Burnwell’in tesiriyle o
muhitten ayrılamıyordu.
—Sör Burnwell kimdir?
Bay Holder iç çekti:
—Sör George Burnwell gibi bir insanın tesiri altından kurtulmanın kolay olmadığını itiraf ederim. Bize
sık sık gelir, ben bile onun tesiri altında kaldım, hâli ve tavrıyla beni bile büyüledi. Arthur’dan büyük,
tepeden tırnağa kibar ve Adonis kadar güzeldir. Fakat onu serin kanlılıkla düşündüğüm zaman, hayasız
sohbetleri ve arada sırada gözlerinde gördüğüm bazı pırıltıları hatırlayıp şüphelenirdim: Güven vermeyen
bir insandır.
“Bende güven vermeyen bir insan izlenimi bıraktı, önsezisi kuvvetli olan Mary’de benim fikrimdi.
—Mary kimdir?
—Şimdi ondan söz açacağım. Bahsedeceğim başka kimse de yok. Mary kardeşimin kızıdır. Kardeşim
beş sene evvel öldü, anasız babasız kalan Mary’yi yanıma aldım, evlât ettim. Kızım sayılır. Evimin
nurudur: İyi huylu, sevecen, güzel, sakin, sevimli, nazik bir kızıdır ve mükemmel ev kadınıdır. Benim sağ
kolumdur. O olmasa hâlim haraptır.
—Demek size çok bağlı.
—Son derece. Beni hiç kırmaz, her istediğimi yapar. Yalnız bir istediğimi yapmadı: Oğlum iki sefer
kendisine evlenme teklif etti, iki sefer de kabul etmedi:
—Oğlunuz Bayan Mary’ye âşık mı?
—Delice… Halbuki Arthur’un başka bir insan olacağına şüphe yoktur…. Ne yazık ki iş işten geçti.
—Neden?
Bay Holder derin bir iç geçirdi:
—Evimde kimlerin oturduğunu söyledim. Şimdi macerama devam edeyim:
“O gece yemekten sonra salonda kahvelerimizi içerken Arthur ile Mary’ye milli tacı rehin olarak
aldığımı söyledim, yalnız rehin bırakanın ismini açıklamadım.
“Lucy Parr bu sırada kahveyi vermiş, salondan çıkmıştı, buna eminim, fakat salon kapısı kapalı
mıydı? Bunun farkında değilim. Arthur’le Mary çok ilgilendiler, tacı merak ettiler. ‘İlle bize göster!’
diye tutturdular.
Holmes yine sordu:
—Affedersiniz sözünüzü kesiyorum. Tacı gösterdiniz mi?
—Hayır, hiç kimsenin görmesini istemiyordum.
—Nereye koyduğunuzu sormadılar mı?
—Arthur sordu.
—Söylediniz mi?
—Evet, masanın gözüne kilitledim dedim.
—O ne dedi?
—İnşallah bu gece eve hırsız girmez dedi.
—Masanın gözleri kilitli dedim.
Arthur omuz silkti:
—Her anahtar açar. Çocukken bir kere dolabın anahtarıyla açmıştım.
Holmes yine sordu:
—Siz ne yaptınız?
Bay Holder dudak büktü:
—Arthur ağzına geleni söyler. Kulak asmadım… Gece yatmak üzere odama gittim. Arthur, suratı bir
karış asık, peşim sıra geldi. Anladım: ‘Ne istiyorsun?’ diye sordum.
Önüne bakarak cevap verdi:
“İki yüz Sterlin rica ediyorum.”
Kısa ve biraz da sert:
“Mümkün değil veremem, dedim. Para bahsinde şimdiye kadar fazla cömert davrandım.”
“Minnettarım. Fakat iki yüz sterline ihtiyacım var, yoksa bir daha kulübe ayak basamam.”
Ben sevinç haykırdım:
“Aman ne iyi olur!”
“Fakat oğlunuzun şerefinin lekelenmesini istemezsiniz sanırım. Herhalde ben buna tahammül edemem.
Ne suretle olursa olsun bu parayı bulmalıyım, eğer siz vermezseniz, başka çare arayacağım.”
Kızdım. Aybaşından beri bu üçüncü para isteyişiydi.
“Boşuna ısrar etme, on para vermem! dedim.
Selâm verip odadan çıktı.
O çıkar çıkmaz masanın çekmesinden kutuyu aldım, baktım, yine kapağını kapayıp çekmeye koydum.
Sonra evi dolaştım. Her gece yatmadan önce evin her tarafını Mary dolaşır, ama o gece bu işi ben
gördüm.
Merdivenden inerken Mary antrenin penceresi önündeydi. Be yaklaşırken kapadı. Biraz heyecanlı ve
canı sıkılmış gibiydi:
“Baba, dedi, bu gece Lucy’ye izin mi verdiniz!”
“Hizmetçi Lucy’ye mi?”
“Evet.”
“Hayır, ben izin vermedim.”
“Sondaki kapıdan girdi. Muhakkak yan kapıya gidip biriyle konuştu… Bu hâl hiç hoşuma gitmiyor. Buna
bir son vermek lâzım.”
“Yarın sabah onunla konuşursun. İstersen ben konuşayım.”
“Olur baba.”
“Her taraf kapalı mı?”
“Kapalı baba.”
“Öyleyse Allah rahatlık versin.”
Mary’yi öptüm, odama çıkıp yattım ve hemen uyumuşum.
Holmes sözü yine kesti:
—Her şeyi olduğu gibi anlatıyorsunuz değil mi?
—Evet Bay Holmes. Bu işle alâkalı hiçbir şey unutmamaya gayret ediyorum… İyi kavrayamadığınız bir
nokta varsa lütfen söyleyin.
—Gayet iyi anlatıyorsunuz.
—Uykum hafiftir. O gece kuşkuda yattığımdan, yarı uyur yarı uyanıktım. Sabaha karşı evin içinde bir
gürültü duyup sıçradım. Gözlerimi açıp doğruldum. Çık yoktu artık. Fakat bana bir pencere kapandı gibi
gelmişti.
“Kulak kabarttım, dinlendim ve ansızın yataktan fırladım. Yan odada bir ayak sesi vardı yan oda
büromdu. Kapıyı açıp haykırdım:
“Arthur!.. Kerata! Hırsız! O taca nasıl el sürersin?.”
Sherlock Holmes gömüldüğü koltuğundan şöyle bir doğruldu, boynunu uzattı:
—Oğlunuzu mu gördünüz?.
—Havagazı lâmbası bıraktığım gibi kısık yanıyordu. Lâmbanın yanında, ceketsiz, oğlum duruyordu.
—Ya taç?
—Elindeydi, bütün kuvvetiyle bükmeye uğraşmaktaydı…
—Siz seslenince…
—Taç elinden düştü, oğlumun yüzü bembeyaz oldu… koştum, eğilip tacı aldım. Bir köşesi kopmuş, üç
zümrüt sökülmüştü.
Aklım başımdan gitti:
—Ahlâksız!.. diye kükredim… Tacı mahvettin!.. Namusum bir paralık oldu! Çaldığın zümrütleri ne
yaptın?
Gözleri yerinden uğradı:
“Çaldığım mı?”
“Evet çaldığın!.. Seni hırsız köpek seni!..
Kan başıma sıçramıştı, omuzlarından tutmuş sarsıyordum.
“Taşlar tamam!..”
“Üç zümrüt noksan.”
“Hepsi tamam.”
“Noksan diyorum sana!.. O üç zümrüdü sen çaldın… Hem hırsız, hem yalancısın… Ben girerken bir
parçasını daha kırmaya çabalıyordun.
“Bana kötü bir sıfat taktınız. Artık hakaretlerinize tahammül edemeyeceğim. Bu mesele hakkında size
hiç bir şey söylemeyeceğim… Şimdi gideceğim ve bir daha bu eve ayak basmayacağım. Bu evden şimdi
çıkacağım.”
Hiddet ve sinirden deliye dönmüştüm. Avazım çıktığı kadar:
“Seni şimdi polise teslim edeceğim! diye bağırdım.
Oğlum hiç görmediğim bir öfkeyle.
“Ağzımdan söz alamazsınız, dedi. Madem ki polis çağıracaksınız, polis arasın, bulabilirse bulsun!..
Sesim perde perde yükseldiğinden evde herkes uyanmıştı.”
Odaya evvelâ rüzgar gibi Mary girdi, Arthur’un ve tacın hâlini görünce düşüp bayıldı.
Hizmetçiyi merkeze gönderip polis çağırttım:
Bir müfettişle bir polis memuru eve girince Arthur sordu:
“Beni hırsızlıkla mı itham edeceksiniz?”
Bu meselenin bir aile meselesi olmaktan çıktığını, kırılıp bükülen, zümrütleri çalınan tacın milli bir
servet olduğunu anlattım.
“Bu işin polis ve adliyeye intikali lâzımdır!.” dedim.
“Öyleyse beni hemen tevkif ettirmeyin. Benim ve sizin menfaatiniz adına bırakın evden beş dakika
çıkayım.”
“Kaçmak veya çaldığın taşları saklamak için değil mi?”
Durumumun fecaati karşısında oğlumu yola getirmeye çalıştım:
“Yalnız benim değil, benimkinden çok daha ünlü bir ismin şerefi ve namusu bahis konusudur… Bu
hırsızlık bütün halk efkârını aleyhimize çevirir. Millet bize düşman olur… Bana çaldığın uç zümrüdü ne
yaptığını söylersen, misli görülmemiş ve rezalet önleriz” dedim.
Oğlum susuyordu. Devam ettim:
“Ne durumda olduğumu kavrayamayacak kadar çocuk değilsin. Suçüstü yakalandın… seni hiçbir şey
kurtaramaz. Ama üç zümrüdü verirsen, bu meseleyi örtbas eder, seni de affederim.”
“Siz kabahati olanları affediniz.”
Ve alay eder bir tavırla arkasını döndü. Madem ki sözümü dinlemiyordu, müfettişle polis memurunu
çağırmaktan başka çare yoktu.
Çağırdım.
Oğlumun üstü, odası, evin her tarafı arandı. Zümrütler bulunamadı. Sert çıkışlar yapıldı, tehdit edildi,
fakat Arthur hiçbir şey söylemedi.
Bu sabah oğlumu cezaevine götürdüler, ben de bu meseleyi aydınlatmanızı rica etmek için buraya
koştum.
Polis şimdilik yapılacak bir şey olmadığını itiraf ediyor… Bu meselenin halli için ne masraf lazımsa
veririm. Üç bin Sterlin mükâfat da vaat ettim.
İç çekti, gözleri yaşardı:
—Sen bilirsin Allahım!.. Bir gecede namusumu, oğlumu ve zümrütleri kaybettim…
Yüzünü avuçlarının içine alıp başını sağdan sola, soldan sağa sallamaya başladı. Anlaşılmaz bir şey
mırıldanıyordu.
Sherlock Holmes bir müddet kaşları çatık, sessiz, ateşe baktı, nihayet sordu:
—Çok misafir gelir mi evinize?
—Hayır.
—Sık görüştüğümüz ahbaplarınız yok mu?
—Yoktur. Arada sırada ortağımla karısı ve bazen de Arthur’un dostu gelir. Bu günlerde birkaç defa Sör
George Burnwell geldi. Ondan başka kimse gelmedi.
—Sık sık toplantılara gider misiniz?
—Arthur gider. Ben Mary’yle evde otururum.
—Bir genç kızın hep evde oturması tuhaf!..
—Kalabalıktan hoşlanmaz. Hem artık çocuk da sayılmaz.
—Kaç yaşında?
—Yirmi dört.
—Biraz evvel meseleyi anlayınca bayıldı dediniz.
—Evet. Benden daha müteessir.
—O da sizin gibi hırsızın Arthur olduğuna emin mi?
—Tabii. Tacı oğlumun elinde gördüm. Gözlerimle gördüm. Gözlerimle gördüm.
—Bu yeterli bir delil değildir.
—Başka ne delil istiyorsunuz?
Holmes soruya soruyla karşılık verdi:
Tacın kopmayan kısmı ne durumda?..
Bükük…
—Acaba doğrultmaya mı çalışıyordu?
Bayan Holder geniş bir nefes aldı:
—Hay Allah sizden razı olsun!.. İkimizi de dertten kurtarmak istiyorsunuz…
Başını salladı:
—Ama güç, çok güç bir iş bu… Odamda ne yapıyordu? Suçu yoksa neden söylemedi?.
—İyi ya!.. Suçlu idiyse neden bir yalan uydurmadı? Susması iki türlü yorumlanabilir. Bu meselede
acayip bir iki nokta var.
Holmes şakağını kaşıdı:
—Bir gürültüyle uyandığınızı söylediniz.
—Evet.
—Bunu polise de söylediniz tabii.
—Tabii söyledim.
—Polis ne diyor?
—Odaya girdikten sonra Arthur kapıyı kapadı, kapının gürültüsünü duymuş olacaksınız, diyor.
—Buna ihtimal yok.
—Neden?
—Hırsızlık maksadıyla bir odaya giren biri, kapıyı insanları uyandıracak kadar hızlı kapamaz.
—Bu da doğru, ama…
Holmes sözünü kesti:
—Zümrütlerin ortada olmamasına ne diyorlar?
—Hâlâ evi, döşeme tahtalarını, eşyaları arıyorlar.
—Evin dışında aramak akıllarına gelmedi mi?
—Geldi. Bütün bahçe arandı.
—Bay Holder, bu meselenin, sizin ve polisin tahmininden çok daha esrarlı bir mesele olduğunu
kavrıyor musunuz?
—Evet.
—Hatta size göre ilk bakışta apaçık bir hırsızlık olayıydı.
—Doğru.
—Bana çok karışık bir mesele gibi geliyor. İddianızı tekrarlayalım:
“1 – Oğlunuz yatağından kalkıp büronuza girdi. Masanızın gözünü açtı, tacı çıkardı.
“2 – Var kuvvetini harcayıp bir köşesini kırdı ve otuz dokuz zümrüdün üçünü saklamak için meçhul bir
yere gitti.
“3 – Öyle bir yere sakladı ki, kimse bir türlü bulamıyor.
“4 – Üç zümrüdü sakladıktan sonra, geri kalan otuz altı zümrüdü dönüp yerine getirdi.
Holmes gözlerini Holder’e dikti:
—Bunu iddia ediyorsunuz değil mi?
—Evet.
—Olacak şey mi bu?
Banker şaşalamıştı:
—Peki, sizin iddianız nedir? Madem ki suçu yoktu, söylemeliydi.
—Bu noktayı aydınlatacağız Bay Holder…
İsterseniz hep beraber Streatham’a gidip bazı şeyleri yerinde inceleyelim.
—Hayhay.
Dostum beni bırakmadı. Ben meseleyi öyle merak ediyordum ki, beraber gitmeye can attım. Şunu da
itiraf edeyim, hem de bahtsız babanın fikrindeydim: Hırsız Arthur’du.
Ama Sherlock Holmes’a da güvenim vardır. Bunun için Arthur’un hırsız olduğuna yemin edemezdim.
Holmes Holder’in iddiasını o anda reddetmişti.
Kuzey banliyösüne kadar Holmes hiç konuşmadı. Çenesini göğsüne dayamış, daha rahat düşünebilmek
için şapkasını kaşlarının üstüne kadar indirmişti.
Bay Holder’e gelince: Beliren ümit ışığı onu biraz canlandırmış gibiydi. Hatta benimle bankacılık
hakkında münakaşaya bile girişti.
Birkaç kilometre trenle yol aldık birkaç yüz metre yol da yaya yürüdük, büyük bankerin mütevazı evi
Fairbank’a geldik.
Fairbank, yolun az gerisinde, beyaz taştan yapılmış dört köşe bir binaydı. İki arabanın karşılaşıp
geçebilecekleri bir viraj ve iki kapıya doğru uzanan bir bahçe yolu göründü.
Solda iki çit arasından mutfağa gidiliyordu. Servis kapısı oradaydı.
Soldaki yol ahırların yoluydu. Bahçe dışına çıktığından, o yolu başkaları da kullanmaktaydı.
Holmes sokak kapısının önünde durdu, yavaş yavaş evin etrafını dolaştı, cepheyi geçti, mutfak yolundan
yürüdü, bahçede gezdi, ahırlara giden yolu inceledi.
Holmes o kadar yavaş yürümekteydi ki, Bay Holder’le içeri girip yemek odasında beklemeye karar
verdik.
Sessiz ocağın başına oturduk. Biraz sonra odaya genç bir kız girdi. Ortadan uzun boylu, zayıf, teninin
beyazlığı üstünde daha iyi belirecek kadar kara gözlü ve siyah saçlıydı. Onun kadar uçuk benizli kadın
görmedim diyebilirim. Dudaklarında renk yoktu, gözlerinde ise sessiz bir yalvarış ifadesi vardı.
Odaya girip ilerlemeye başlayınca, ona bankere acıdığımdan daha çok acıdım, çünkü bu iradeli ve
azimli bir kadındı, sırasında sakinliğini muhafaza etmesini bildiği de belliydi.
Bana aldırış etmeden amcasına yaklaştı, iki avucunu yanaklarına dayadı ve sordu:
—Arthur’u serbest bırakmalarını emrettiniz mi baba?..
—Hayır kızım. Apreyi delip boşaltmak gerekiyor.
—Ama ben onun suçsuz olduğuna eminim. Bir kadın önsezisinin ne derece olumlu olduğunu tasavvur
edemezsiniz. Onun suçlu olmadığını biliyorum. Yaptığınıza pişman olacaksınız.
—Suçsuz da, neden sustu?
—Ne bileyim? Belki de kendisini itham etmenize kızdı da, hiçbir şey açıklamadı.
—Tacı elinde gördüm, onu itham etmem tabiidir.
—Ya sadece bakmak için aldıysa… Bana inanınız baba. Arthur suçlu değildir hırsız değildir. Hemen
kapatın bu meseleyi. Arthur’cuğun hapishanede olduğunu düşündükçe insan deli oluyor!.
—Zümrütler bulunmadan bu işi kapatmam. İmkânı yok Mary. Sen Arthur’u sevdiğin için, bu meselede
benim düştüğüm durumun fecaatini kavrayamıyorsun. İşi kapatmak şöyle dursun, bu meseleyi aydınlatsın
diye Londra’dan detektif getirdim.
—Dedektif bu zat mı?
—Hayır bu zat detektifin arkadaşıdır?
—Dedektif nerede?
—Ahırlara giden yolda dolaşıyor.
—Ahırlara giden yolda mı?
Siyah kaşları çatıldı:
—Orada ne bulmayı umuyor?..
Bu sırada Holmes girdi, Mary ona döndü:
—Herhalde dedektif sizsiniz?
—Evet bayan.
—Arthur’un günahsız olduğunu ispat edeceğinize eminim. Bunu önseziyle söylemiyorum, Arthur’un
günahsız olduğuna bütün varlığımla inanıyorum.
Holmes ayağının karlarını paspasa sildi:
—Bu hususta ben de sizinle aynı fikirdeyim. Yeğeninizin suçsuz olduğunu meydana çıkaracağımı ümit
ediyorum… Siz Bayan Mary Holder’siniz değil mi?
—Evet efendim.
—Size bir iki şey sorabilir miyim?
—Hay hay! Bu korkunç muammanın çözülmesi için elimden geleni yaparım.
—Dün gece siz hiçbir şey duymadınız mı?
—Babam sesini yükseltene kadar hiçbir şey duymadım.
—Babanızın sesini duyunca ne yaptınız?
—Kalkıp aşağı indim.
—Kapılarla pencereleri kapamıştınız değil mi?
—Evet, hepsini kapamıştım.
—Pencereleri iyi kapamış mıydınız?
—Evet.
—Bu sabah pencereler kapalı mıydı?
—Evet.
—Hizmetçilerden birinin sevgilisi varmış. Dün akşam babanıza kapının önünde onunla konuştuğunu
sandığınızı söylemişsiniz.
—Evet. Salona kahve getirmişti. Belki babamın taçtan bahsettiğini duymuştur.
—Anladım. Bunu sevgilisine haber verdi, birlik olup tacın üç zümrüdünü çaldılar demek istiyorsunuz.
Sabrı tükenen banker şiddetle müdahale etti:
—Tahminlerle vakit kaybetmek neye yarar?
Size tacı Arthur’un elinde gördüm diyorum.
—Biraz sabrediniz Bay Holder.
Sherlock Holmes yine kıza döndü:
—Biz gelelim hizmetçi kıza Bayan Holder. Mutfak kapısından girdiğini görmüş olacaksınız.
—Evet. Kapının iyi kapanıp kapanmadığına bakmaya gitmiştim, onun usulca girdiğini ve sis içinde
duran sevgilisini de gördüm.
—Tanır mısınız?
—Evet bizim manav Francis Prosper’dir.
—Kapının solunda duruyordu değil mi?
—Evet.
—Tahta bacak değil mi?
Genç kız kara gözlerini açıp hayretle Holmes’e baktı:
—Siz galiba şaytanın tâ kendisisiniz! Bunları nereden biliyorsunuz?
Gülümsedi, fakat Holmes’in suratı o kadar aksiydi ki, gülümsemekte devam edemedi. Holmes:
—Üst kata çıkmalıyım, dedi, belki sonra yine evin etrafını dolaşırım. Fakat yukarı çıkmadan önce alt
katın pencerelerini gözden geçireyim.
Pencereden pencereye gidip geldi, antreden ahırlara giden yola açılan büyük pencerenin önünde
durdu… Açtı, nihayet:
—Tamam, dedi, artık yukarı, çıkabiliriz.
Bankerin bürosu küçük bir odaydı, kül rengi bir halı, büyük bir masa, bir ayna vardı. Holmes masaya
gidip kilide baktı:
—Bu masanın anahtarı nerede?
—Dolabın anahtarıdır.
—Burada mı?
Sherlock Holmes anahtarı alıp çekmeyi açtı.
—Gürültü çıkarmadan açılıyor. Açıldığı zaman uyanmamanız gayet tabii. Bu kutu da tacın kutusu
olacak. Açabilir miyim?
—Açınız Bay Holmes.
Holmes kutuyu açtı, tacı çıkarıp masanın üstüne koydu. Kuyumculuk sanatının şaheser bir örneğiydi. Bu
derece güzel otuz altı zümrüt görmemiştim. Tacın bir ucu bükülüp kırılmıştı: Bu uçta üç zümrüt vardı.
Holmes tacı Holdere uzattı:
—Tacın ucunu kırabilir misiniz?
Banker korkarak geriledi:
—Tecrübe dahi etmem!.
—Öyleyse ben bir tecrübe edeyim.
Holmes bütün kuvvetiyle bükmeye çabaladı, ama nafile… Gayet serinkanlı:
—Biraz bükülür gibi oldu dedi. Parmaklarım son derece kuvvetlidir ama, ne kadar uğraşsam kıramam.
İnsanüstü kuvveti olmayan hiç kimse kıramaz. Fakat kırdım farz edelim Bay Holder. Tabanca sesi gibi bir
ses çıkar. Yanı başınızda böyle bir gürültü olsaydı duymaz mıydınız?
—Ne söyleyeceğimi bilmiyorum. Büsbütün şaşırdım.
Holder sahiden şaşkındı.
Holmes kıza döndü:
—Bu yolda devam edersek ortada şaşılacak hiçbir şey kalmaz. Siz ne dersiniz Bayan Holder?
—Ben de babam gibi şaşırdım kaldım.
—Gördüğünüz zaman oğlunuzun ayağında ne terlik vardı, ne de ayakkabı değil mi?
—Gömlek ve pantolonlaydı.
—Teşekkür ederim. Bu sorguda talih bize yardım etti, muammayı çözemezsek kabahat bizimdir.
Kapıya yürüdü:
—Müsaade edersiniz tetkiklerime dışarıda devam edeceğim Bay Holder.
—Evinizdeymiş gibi hareket edin.
—Benimle beraber kimse gelmesin. Lüzumsuz ayak izleri işi zorlaştırır.
Bir saat dışarıda kaldı, sonra yine ayakları kar içinde geldi.
—Görmek istediğim her şeyi gördüm Bay Holder. Artık evime dönüyorum. Yapılacak başka hiçbir şey
yok.
Bay Holder’in gözleri dört açıldı:
—Ya zümrütler? Zümrütler ne oldu?
—Söyleyemem.
Bankerin dudakları titredi:
—Zümrütler bulunamayacak…
Peki ya oğlum? Bana ümit vermiştiniz?
—Fikrimi değiştirmedim.
—Öyleyse Allah rızası için söyleyin, dün gece evimde neler oldu?
—Yarın sabah saat dokuzla on arası Baker Street’teki evime gelirseniz, sizi aydınlatabileceğimi
umuyorum.
—Peki, gelirim.
—Zümrütleri ele geçirmek için istediğim masrafı yapmama açık çek vermiştiniz değil mi?
—Zümrütleri bulmak için servetimi veririm.
—Pekâla. Bu işle meşgul olmaya gidiyorum. Allaha ısmarladık.
Kapının eşiğinde durdu:
—Belki bu akşam tekrar buraya gelirim.
Dostumun bu meseleyi hallettiğini anlamıştım. Fakat ne neticeye vardığını düşünüp zihin yormadım.
Eve dönerken, yolda biraz yokladım, kaçamaklı cevaplar verdiğini görünce ısrar etmedim.
Evimize girdiğimiz zaman saat üçe geliyordu. Odasına girdi birkaç dakika sonra uşak kıyafetinde çıktı:
Tomar halinde bir yaka, kumaşı parlamış eski bir elbise, kırmızı kravat, patlak pabuç.
Şöminenin üstündeki aynaya bakıp:
—İş yürüyecek sanırım, dedi. Sizi de beraber götürmek isterdim ama, yalnız gidersem daha iyi olur
Watson…
—Bir iz yakaladınız galiba?
—Bana sorarsanız ipin ucu elimde, ama yanılabilirim. Herhalde yanılıp yanılmadığımı biraz sonra
anlayacağım. Birkaç saate kadar döneceğimi umuyorum.
Büfenin üstünde duran sığır söğüşünden bir dilim kesip, iki dilim ekmek arasına koydu ve gitti.
Eve döndüğü zaman ben çayımı için bitirmiştim. Pek keyifli olduğu belliydi. Elinde eski bir ayakkabı
vardı. Bağından tutmuş sallıyordu. Bir köşeye fırlayıp attı:
—Bir çay içerim, dedi.
Bir fincan çay verdim; aldı:
—Duracak vaktim yok. Geldim ama hemen gidiyorum. Beni beklemeyin Watson.
—Ne yapıyorsunuz?
—İşi tahkik ediyorum.
—Nerede?
—Vest End’in öbür ucunda.
—Ne zaman gelirsiniz?
—Hiç bilmem. Bunun için beklemeyin diyorum.
—İş yürüyor mu?
—Şöyle böyle. Ama memnunum.
—Tekrar Streatham’a gittiniz mi?
—Gittim.
—Ne âlemdeler?
—Onları görmedim, eve girmedim… Bu mesele pek hoşuma gitti… Neyse gevezeliği bırakalım. Şu
kıyafeti değiştirip sokağa insan gibi çıkayım.
Açıklamıyordu ama, muhakkak sağlam bir ipucu yakalamıştı. Sevinçten çökük yanakları kızarmıştı,
gözlerinin içi gülüyordu.
—Allaha ısmarladık Watson.
—Güle güle Holmes.
Ne zaman geleceğini Allah bilirdi. Bu işi soruşturmaya başladığı zaman yüzünü bazen kırk sekiz saat
görmezdim. Koltuğu ocağın başına çektim. Gece yarısına kadar oturdum.
Gece yarısı yatak odama çıktım. Soyundum, yattım. Fakat uyku tutmadı. Aklıma Holmes’un bazı sözleri
ve o sözlerini takip eden esrarengiz hadise geldi. Yattığım yerde o mesele gözlerimin önünde şöyle bir
resmigeçit yaptı
O sabah Sherlock Holmes Daily Telegraph’ın küçük ilânlarını okuduktan sonra:
—Sanat sanat içindir prensibini kabul etmiş olanlar, basit, önemsiz şeylerden zevk alırlar dedi. Bu
hakikati kavradığınıza şüphem yok Watson. Benim büyük rol oynadığım heyecanlı davaları bir tarafa
bırakıp, basit ve ehemmiyetsiz sayılacak hadiseleri süsleyip yazıyorsunuz. Ne güzel.
—Affedersiniz ama, dedim, sizin basit ve ehemmiyetsiz dediğiniz bu hadiselere herkes heyecanlı
hadiseler diyor.
Holmes maşayla bir ateş alıp çubuğunun ucundaki sigarasını yaktı:
—Kabahat sizin dedi.
Pek şaştım:
—Neden?
—Çünkü vak’aları siz süslüyor ve onlara esrarengiz bir mahiyet veriyorsunuz.
Serin bir ilkbahar sabahıydı. Sabah kahvaltısından sonra ocağın başında oturuyorduk. Dışarıda sis
vardı. Karşı evlerin pencereleri hayal meyal görünüyordu. Lambayı yakmıştık. Kahvaltı sofrası henüz
olduğu gibi durduğundan, ışık altında örtü daha da beyazlaşıyor, bardak ve tabaklar ışıldıyordu. Holmes o
ana kadar konuşmamış, küçük ilânları okumuştu. Neden sonra benim yazıklarımdan bahis açtı ve şöyle
devam etti:
—Hoş, bana yardım ettiğiniz meselelerin birçoğu kanuni manada suç sayılan şeyler değildi. Meselâ
Bohemya Kralına yardımım, kaybolan nişanlı, Bükük dudaklı adam, Bekâr asilzade meselelerinde ağır
cezayı ilgilendirecek taraf yoktu, selelerinde ağır cezayı ilgilendirecek taraf yoktu.
Holmes bir mektup uzattı:
—Ama bu sefer galiba kanunun cezalandıracağı bir suçlu bulacağız. Okuyunuz Watson.
Mektup dün akşam Montayne Place’dan postaya atılmıştı. Okudum.
Azizim Bay Holmes,
Bana teklif edilen bir işi kabul etmeden önce size danışmak istiyorum. Eğer rahatsız etmezsem
yarın sabah on buçukta size geleceğim. Saygılarımla: Violette Hunter.
—Bu kadını tanıyor muydunuz? diye sordum.
—Hayır.
—Saat on buçuk.
—Evet… İşte kapı çalındı.
—Tam saatinde geldi.
—Bu mesele tahmininizden daha meraklı bir hadise olabilir. Mavi Sinekçil Kuşu’nu hatırlayın.
Başlangıçta fanteziden başka bir şey değildi, fakat sonunda çatallaştı.
Biraz sonra anlarız. Merdivende ayak sesleri var.
Kapı açıldı, içeriye genç kadın girdi. Sade fakat temiz giyimliydi. Zeki yüzü, yağmurkuşu yumurtası
kadar çilliydi. Sarışındı, kendi yağıyla kavrulan bir kadın olduğu her halinden belliydi.
Kendisini ayakta karşılayan dostuma:
—Rahatsız ettiğim için özür dilerim, dedi. Başıma çok garip bir şey geldi. Akıl danışacak kimsem yok.
Siz aklıma geldiniz. Bana yol göstermek lütfunda bulunacağınızı umuyorum.
—Oturunuz Bayan Hunter.
Kızın, Holmes’in hoşuna gittiğini anladım, Holmes, yeni müşterisinin hal ve tavrını beğenmemişti.
Evvelâ kızı göz ucuyla inceledi, sonra dinlemek üzere koltuğuna gömüldü: şakaklarını uzatmış, on
parmağının uçlarını birleştirmişti.
Bayan Hunter anlatmaya başladı:
—Beş sene albay Spence Munro’nun yanında öğretmendim. Albay Halifax’da bir iş buldu, çocuklarını
alıp Amerika’ya gitti, ben açıkta kaldım.
“Gazetelere ilan verdim, gazetelerde çıkan ilanlara cevap yazdım, iş bulamadım… Biraz para
biriktirmiştim, hepsi güneş altında kar gibi eridi. Parasızdım, ne yapacağımı şaşırmıştım.
“West End’dı “Westaway” adıyle tanınan bir iş bulma bürosu vardı, bu yazıhane özellikle öğretmenlik
bulur. Haftada bir gün oraya gitmeyi alışkanlık edindim.
“Westaway, büronun sahibidir ama, büroyu Bayan Stoper idare eder. Küçük bir odası vardır. İş ve işçi
arayanlar yandaki salonda beklerler, yanına sırayla, birer birer girerler.
“Geçen hafta gittiğim zaman her zamanki gibi büyük salondan Bayan Stoper’in küçük odasına girdim,
ama Bayan Stoper yalnız değildi. Yanında son derece şişman bir adam oturuyordu. Gözlüklüydü. Odaya
girenlere dikkatli bakıyordu.
“Beni görür görmez yerinden fırladı, Bayan Stoper’e:
“Bundan iyisi cansağlığı, dedi. Fevkalâde!.. Harikulûde!..
“Coşmuş, sevinçten ellerini ovuşturuyordu. Öyle içi geniş bir adamdı ki, insanın hoşuna gidiyordu.
“İş mi arıyorsunuz Bayan?” diye sordu.
“Evet efendim.”
“Öğretmenlik mi?”
“Evet.”
“Ne aylık istiyorsunuz?”
“Albay Spence Munro’nun yanında ayda dört sterlin alıyordum.”
“Vay istismara vay!.. Alın teri içiyorlar yahu!..”
“Sevinçten yerinde duramıyor, kıllarını havaya kaldırıyor, sonra indirip ellerini ovuşturuyordu.”
“Sizin gibi seçkin, mükemmel bir insana bu kadar az para verilir mi?
“Mükemmelden ne kastettiğinizi bilmem ama, belki de tahmin ettiğiniz kadar mükemmel bir öğretmen
sayılmam. Biraz Fransızca, biraz Almanca, müzik ve resim bilirim.”
“Bunları bir yana bırakalım, bunlar ikinci plânda kalır. Hâliniz ve tavrınız kibar. Bu yeter. Eğer bu
derece kibar hâl ve tavırlı olmasaydınız, ilerde bu memleketin tarihinde büyük bir rol oynayacak olan bir
çocuğun terbiyesini size bırakamazdık. Sizin gibi ruhu asil bir kadına az para verilir mi? Ben size senede
yüz sterlin vereceğim Bayan.”
“On parasız kaldığım bir sırada bu teklif bana rüya gibi göründü. İnanamıyordum. Bunu fark eden
şişman adam portföyümü açıp elli sterlin çıkardı. Gözleri yüzünün beyaz yağları ortasında iki küçük nokta
haline gelecek kadar gülümseyerek:
“Çalışanlarıma üstlerine başlarına harcasınlar ve yol masrafı yapsınlar diye yarım yıllık avans veririm,
dedi.”
“Hiç kimse bende bu adam kadar alâka uyandırmamıştı ve onun kadar akıllı bir insan görmemiştim.
Veresiye alışverişe başlamıştım bile. Bu avans tam zamanında yetişmişti.
“Fakat her şeye rağmen bu muamele o derece olağanüstü bir şeydi ki, işi kurcalamayı uygun buldum.”
“Nerede oturduğunuzu sorabilir miyim?”
“Hamphire’de. Kırmızı Gürgenler güzel bir sayfiyedir. Winchester’in öte yanında, sekiz kilometre
uzağındadır. Orası memleketin en güzel yeridir ve ev, o bölgenin en eski binasıdır.
“Ne iş göreceğim?”
“Bir çocuğa bakacaksınız. Altı yaşında çok sevimli bir çocuktur. Topuğuyla Tak!. Tak!. Tak!. vurarak
hamam böceklerini öldürmesini bir görseniz!.. Siz daha kaş çatacak vakit bulamadan üç tanesini ezmiştir
bile…”
“Koltuğuna yaslayıp yine gülmeye başladı, gözleri yine noktalaştı.”
“Yetiştireceğim çocuğun hamam böcekleri öldürmekten zevk duyması pek hoşuma gitmedi ama, belki de
babası şaka söylüyor diye düşündüm.”
“Bütün işim bir çocuğa bakmaktan mı ibaret?”
“Şişman adam haykırdı;
“Hayır, hayır… İşiniz yalnız çocuğa bakmak olmayacak sayın Bayan… Belki anlamışsınızdır, karımın
her dediğini yapacaksınız. Yalnız karımın sizden isteyecekleri, kibar bir kızın yapabileceği şeylerdir,
buna emin olabilirsiniz.”
“Elimden geldiği kadar yaparım.”
“Alâ. Gelelim kıyafet meselesine. Nasıl anlatayım, biz manyak insanlarız, ama iyi insanlarız. Bir gün
size bir elbise verir ve ‘Bunu giymenizi rica ederiz!’ dersek söz dinlersiniz, itiraz etmezsiniz değil mi?
“Etmem.”
“Doğrusu şaşalamıştım. Şişman zat devam etti:
“Oraya oturmayın, buraya oturun veya buraya oturmayın oraya oturun dersek, alınmazsınız ya?”
“Hayır alınmam.”
“Bize gelmeden önce saçlarınızı kestirin dersek?”
“Kulaklarıma inanamıyordum. Saçlarım uzun ve gürdür, kendine özgü bir rengi vardır, fındık rengidir
zannediyorum. Beğenmeyen kimse görmedim. Bu teklifi nasıl kabul ederdim Bay Holmes! ”
“İşte buna imkân yok, dedim.”
“Küçük gözlerini bana dikti, yüzünün biraz somurttuğunu fark ettim.
“Saçlarınızı kesmeniz en esaslı şarttır, dedi. Bu karımın bir fantezisidir, fakat kocalar, eşlerinin
fantezilerini gözleri önünde bulundurmak zorundadırlar.”
Yarım saniye susup sordu: “Saçlarınızı kestirmeyecek misiniz?
Tereddütsüz cevap verdim: “Kestirmeyeceğim.”
“Şu halde mesele kalmadı… Ama yazık, her bakımdan bize uygundunuz.”
“Bayan Stoper’e döndü: Başkalarıyla görüşeyim.
“Bayan Stoper işleriyle meşgul olmuş, o ana kadar söze karışmamıştı. Ama bana öyle bir bakış baktı ki,
benim kabul etmemem yüzünden dolgun bir bahşiş kaybettiğini anladım.
“İsminizi defterde silelim mi? diye sordu.
“Silmemenizi rica ederim Bayan Stoper. Bırakın kalsın, dedim.”
“Dik bir sesle cevap verdi.
Bence lüzumsuz!
“Neden Bayan?
“Fevkalâde teklifleri reddedecek olduktan sonra defterden isminiz durmuş ne çıkar!.. Size başka iş
bulmak için vakit kaybedeceğimizi ummayın. Güle güle Bayan Hunter!..
“Zile bastı. Garson beni odadan çıkardı.”
“Evime döndüm Bay Holmes, büfede ne kaldı, ne kalmadı diye baktım, masanın üstünde bir fatura
gördüm ve kara düşüncelere kapıldım; İşi kabul etmemekle budalalık mı etmiştim?
“Adam manyak olduklarını söylemişti. Herkesin bir huyu vardır. O adamlar da, ne kadar acayip olursa
olsun, her istediklerini yaptırmak hevesindeler. Ama hiç değilse iyi para veriyorlar. İngiltere de senede
yüz sterlin alan pek az öğretmen vardır.
“Hem çok uzun olmalarına rağmen, saçlarını ne işe yarıyordu? Kadınların çoğu saçlarını kesiyor ve hiç
de çirkinleşmiyorlar!
“Daha ertesi gün sersemlik ettiğime inandım.
“Ertesi gün budalalığıma hükmettim.
“Burnumu kırıp yazıhaneye gidecek, Kırmızı Gürgenler’e öğretmen bulunmadıysa ben gideyim
diyecektim. Buna karar verdiğim gün bir mektup aldım. Şişman adam yazıyordu.
Çantasından mektubu çıkardı:
“Mektubu getirdim, okuyorum dedi.
Kırmızı Gürgenler
“Sayın Bayan Hunter,
“Bayan Stoper bana adresinizi vermek lütfunda bulundu; ben de verdiğiniz karardan vazgeçip
geçmediğinizi anlamak için size bu mektubu yazıyorum.
“Karıma sizi tarif ettim, sizin gelmenizi çok istiyor, tarifim üzerine sizi çok beğendi.
“Garip huylarımızla sizi rahatsız edeceğimizi bildiğimizden, buna mukabil size senede yüz yirmi
sterlin vereceğiz.
“Her şeye rağmen fazla rahatsız olacağınızı da sanmıyorum. Karım açık mavi rengi pek sever.
Sabahları açık mavi esvap giymenizi isteyecektir. Masraf edip bu renk elbise diktirmenize de gerek
yok. Hâlen Philadelphia’da bulunan sevgili kızım Alice’in bir elbisesi var, size uyacak ve çok
yakışacaktır.
“Oturacağınız yerlere gelince. Şurada veya burada oturmanızı isteyeceğimiz yerler sizin için
farklı olmayacaktır.
“Saçlarınıza gelince; konuşurken saçlarınızın fevkalâde güzel olduklarını fark etmeme rağmen,
kestirmenizin şart olduğunu tekrarlamak zorundayım. Aylığınızı arttırmamızı bu kaybın tazminatı
sayınız.
“Çocuğu hiç düşünmeyin, bu yönden işiniz pek hafiftir.
“Artık ısrardan vazgeçip geliniz. Sizi Winchester’den arabayla gelip alırım. Bineceğiniz trenin
kaçta hareket edeceğini bildiriniz. Saygılarımla: — Jephro Rucastle.”
Bayan mektubu katladı:
—Bunu aldıktan sonra fikrimi değiştirdim dedi. İşi kabul ettim. Fakat yola çıkmadan önce sizden akıl
danışmayı da ihmal etmedim.
Sherlock Holmes gülümsedi:
—İşi kabul ettinizse mesele yok Bayan Hunter.
—Kabul etmeyeyim mi?
Holmes başını salladı:
—Eğer teklif kız kardeşime yapılsaydı, kabul et demezdim.
—Peki ama bu ne biçim iş Bay Holmes?.
—Hiçbir şey bilmediğim için hiçbir şey söyleyemem.
Gözlerini kızın gözlerine dikti:
—Siz ne diyorsunuz?
—Bana sorarsanız Bay Rucasth nâzik ve iyi bir insan. Fakat karısı galiba biraz çatlak. Rahat etmek için
karısının her dediğini yapıyor ve bu suretle kadının tımarhaneye kaldırılmasına sebep olacak bir buhranı
önlüyor. Acaba tahminim yanlış mı?
—Yanlış olmayabilir… Mümkündür… Hatta çok da makul… Fakat ne olursa olsun, gideceğiniz ev, bir
genç kız için pek hoş bir yer değil.
—Ama para Bay Holmes! Para!
—Evet, hakkınız var, para… Aylık yüksek, çok yüksek… bu midemi bulandırıyor!.. Senede kırk sterline
öğretmen bulabilirler, böyle olduğu halde neden size yüz yirmi sterlin veriyorlar? Bu cömertliğin, çok
önemli bir sebebi olsa gerektir.
Kız şaşırmıştı, ne yapacağını kestiremiyordu:
—Başıma geleni anlatınca yardımınıza muhtaç olduğumu anlayacağınıza emindim. Sizi arkamda
hissedersem kuvvet bulurum.
Holmes hiç düşünmeden konuştu:
—Arkanızdan ayrılmayacağıma emin olabilirsiniz. Anlattıklarınız yepyeni bir şey ve hattâ olağanüstü…
Beni çok sardı. Kendinizi sıkıda ve tehlikede hissedince haber verin:
Bayan Hunter haykırdı:
—Tehlikede mi hissedersem?
Holmes serinkanlı:
—Evet, dedi.
Kız çarpıntıya yakalandı:
—Bu işte tehlike mi görüyorsunuz?
Holmes başını salladı:
—Tarif edebilseydim tehlike kalmazdı. Gece veya gündüz, saat kaç olursa olsun bana telgraf çekiniz,
hemen gelirim.
—Teşekkür ederim.
Kalktı. Çarpıntısı durmuş, korkusu geçmişti. Yüzü gülüyordu:
—Bay Rucastle’ye kabul ettiğimi hemen yazacağım. Bu gece saçlarımı keseceğim, yarın Winchestre’ye
gideceğim.
Elimizi sıkıp gitti.
Merdivenlerde azimli, hızlı adımlarının sesine kulak verirken:
—Kendi kendini savunmasına bilen bir genç kız, dedim.
Holmes çok ciddiydi:
—Kendini savunmak zorunda kalacaktır. Birkaç gün içinde bizi çağırmazsa şaşarım!
Dostumun tahmini doğru çıktı. Esasen onun doğru çıktı. Esasen onun doğru çıkmayan tahmini yoktu ki…
On beş gün geçti. Şimdi yatağımda hadiseyi hatırladığım gibi, geceleri yatınca “Kırmızı Gürgenler” i
düşünüyordum. Acaba o genç kız ne biçim insanların eline düşmüştü?.
Yüksek aylık, garip şartlar, hafif iş… Bütün bunlar normal değildi… O insanlar sahiden manyak
mıydılar, yoksa bir entrika mı yaşıyordu, yoksa haydudun biri miydi?
Dostuma gelince: Arada sırada, yarım saat kadar kaşlarını çatıp derin derin düşündüğünü görüyordum.
Ne zaman Bayan Hunter’dan bahsetmek istesem elini kaldırıp sözümü kesiyordu:
—Bilgi vermesi lazım Watson! Bilgi olmaksızın bir şey yapamam. Tuğla toprağı olmadan tuğla
yapılabilir mi?
Ve kendi kendine mırıldanıyordu:
—Kız kardeşim olsaydı oraya göndermezdim. Bir akşam geç vakit telgraf aldık.
Ben yatmaya, Holmes de, çalışmaya hazırlanıyordu. Şimdi tecrübeleri yaparken onu daima yalnız
bırakırdım. O gece yarısı imbiğe eğilir, ben odama gidip yatardım. Sabahleyin kalkar onu imbiğin başında
bulurdum.
Holmes telgrafı açtı, bir göz atıp bana verdi, sonra imbiğe doğru yürüyüp:
Tarifede tren saatlerine bakınız, dedi.
Telgrafı okudum:
“Yarın öğle üzeri Winchester’de “Siyah Kuğu” otelinde bulununuz. Geliniz.
Dayanamayacağım…
Hunter.”
Holmes başını kaldırıp sordu:
—Benimle gelecek misiniz?
—Tabii geleceğim.
—Tren kaçta?
—Dokuz buçukta bir tren var.
—Kaçta varıyor?
—On bir buçukta.
—Peki. Aseton üstündeki denemelerimi bırakayım. Yarın tam formumuzda olmalıyız. Watson.
•••
Ertesi gün saat on birde eski İngiliz başkentine yaklaşıyorduk.
Yol boyunca Holmes gazete okudu. Hampshire’i geçtikten sonra etrafı seyretmeye başladı.
Çok güzel bir ilkbahar havasıydı. Açık mavi gökte, Batıdan Doğuya, pamuk yığınları halinde bulutlar
kayıyordu. Hava yaşamak zevki veriyordu. Bu havada insana gayret geliyordu. Yeşermeye başlayan dallar
arasında, her tarafta, çiftliklerin gri ve kırmızı damları görünmekteydi.
Baker Street’e hapsedilmiş bir insanın açık havada duyacağı sevincin coşkun sesiyle:
—Ne serin, ne güzel değil mi? diye bağırdım.
Holmes boynunu büktü.
—Birdenbire şaşırdım.
—Neden Holmes?
—Benim gibi bir insan her şeye meslek zaviyesinden baktı mı her şeyi meslek çerçevesi içinde görüyor.
Siz, bu ovaya serpelenmiş evlere bakıyor: ‘aman ne güzel!..’ diyorsunuz.
—Tabii. Sizce güzel değil mi?
—Belki güzel… Fakat ben göremiyorum ki…
Alay mı ediyordu. Ben de şaka ettim:
—Miyop mu oldunuz Holmes?
—Hayır Watson.
—Öyleyse?
—Ben de bakıyor, görüyor ve sadece şunu düşünüyorum: Bu evler birbirlerinden çok uzak… Hepsi
ıssız… Burada işlenen bir cinayetin, bir suçun faili ele geçmeyebilir…
—Hey Allahım! Şu küçücük güzelim evlerle suç ve cinayetin ne münasebeti var?
Holmes dudaklarını kısıp cevap verdi:
—Beni de korkutuyorsunuz.
—Sebebi de basit. Şehirde, kanunun başaramadığını umumi efkârın baskısı başarır. Londra’nın en sefil
mahallesinde işkence edilen bir çocuğun feryadı, bir sarhoşun saldırışı komşuları ayaklandırır; adalet
cihazı da o kadar yakındır ki, bir ihbar üzerine hemen harekete geçer. Suç ile sanık iskemlesi arasında bir
adımlık mesafe vardır. Bunu da herkes bilir.
“Bir de şu birbirinden uzak evlere bakın. Hepsi ıssız bir arazi içinde… Oturanları da kanun nedir
bilmeyen biçare insanlar…
“Amansız gaddarlıkları, kurnazca yapılan kötülükleri düşünün…
“Bizden yardım isteyen kız Winchester’de otursaydı, onu merak etmezdim. Fakat Winchester’le
arasında sekiz kilometre kır var; beni bu korkutuyor. Şahsen tehlikede olmadığı da belli değil.
İtiraz ettim:
—Belli, şahsen tehlikede olamaz?
—Nereden belli?
—Bize Winchester’de randevu verdiğine göre demek sokağa çıkabiliyor.
—Tamamıyla sizin fikrinizdeyim: Kız hür.
—Öyleyse neden korkuyorsunuz. Korkunuzun sebebini izah edebilir misiniz?
—Ayrı ayrı yedi şekilde izah edebilirim. Yedisi de bildiğimiz vak’alara uygun. Ama hangisi doğru?
Bunu alacağımız yeni haberlerden sonra anlayacağım. Kilisenin kulesi göründü. Biraz sonra Bayan
Hunter’le buluşacağız.
“Kara Kuğu” oteli istasyonun yanındaki Haute sokağında meşhurdur. Genç kızı bulduk. Bir salon
kiralamış, yemek hazırlatmış bizi bekliyordu. Bizi görünce:
—Geldiğinize ne kadar sevindim tasavvur edemezsiniz diye haykırdı. Bu lütfunuzu unutmayacağım. Ne
yapacağımı şaşırmıştım.
Holmes acele etti:
—Neler olup bittiğini hemen anlatın.
—Saat üçte döneceğimi söylediğim için hemen anlatmalıyım. Bay Rucastle bu sabah şehre inmeme izin
verdi ama, sebebini tabii bilmiyor.
Holmes uzun bacaklarını ateşe karşı uzattı, koltuğa gömüldü:
—Her şeyi sırasıyla anlattı, dedi.
—Evvelâ şunu söyleyeyim, Bay ve Bayan Rucastle’den şimdiye kadar hiçbir kötü muamele görmedim.
—Şu halde derdiniz ne?
—Onları bir türlü anlayamıyorum, bunun için endişe ediyorum.
—Anlamadığınız nedir?
—Hareket tarzlarını anlayamıyorum…
—Lütfen izah edin.
—Geldiğim gün beni istasyondan arabasıyla Bay Rucastle aldı. Kırmızı Gürgenler’e götürdü. Yalan
söylememişti. Çok güzel bir yerde; ama ev pek güzel değil. Rutubet lekesi içinde dört köşe taş bir bina.
Evin üç tarafı tarla ve koru, bir tarafı da Southampton şosesine inen hafif bir meyilli hoş bir saha… Şose
kapının yüz metre aşağısından geçiyor. Bu saha eve ait, fakat korular Lord Southerton’un. Tam sokak
kapısının karşısında Kırmızı Gürgen korusu var, ev ismini bu korudan almış.
“Yeni patronum ilk günkü kadar nazikti. Karısıyla çocuğuna beni öğleden sonra tanıttı.
—Nasıl bir kadın?
—Size kadın hakkındaki tahminimi söylemiştim.
—Deli mi?
—Hayır Bay Holmes tahminim tamamıyla yanlışmış. Bayan Rucastle deli değil. Sessiz, donuk yüzlü,
kocasından çok daha genç bir kadın.
—Kaç yaşında?
—En fazla otuz.
—Bay Rucastle?
—O kırk beş yaşında var. Bay Rucastle ilk karısı öldükten sonra, yedi sene evvel tekrar evlenmiş. İlk
karısından bir kızı olmuş, Philadelphia’daymış.
—Bunun sebebini sormadınız mı?
—Sormadım ama, Bay Rucastle usulca söyledi: Üvey annesiyle geçinemediği için Philadelphia’ya
gidip yerleşmiş.
—O kız kaç yaşındaymış?
—Yirmi yaşında… Ama hak verdim. Yirmi yaşında bir kızın otuz yaşında bir üvey anayla geçinmesi
zordur.
Holmes bir noktada ısrar etti.
—Demek Bayan Rucaltle’ın aklı başında.
—Evet, ama pek akıllı diyemeyeceğim. Zekâsı da yüzü kadar donuk… Bende ne sempati uyandırdı ne
de antipati. Sıfır bir kadın görünüşte kocasıyla oğlunu çok seviyor. Açık mavi gözleriyle onlara bakıyor,
leb demeden leblebi istediklerini anlıyor ve daha onlar istemeden, isteyeceklerini veriyor.
—Ya kocası?
—O farfara ve gürültücü, ama anlaşmış Mesut görünüyorlar… Gelgelelim kadının gizli bir derdi var
sanıyorum. Bazen dalıyor, o zaman gözlerinde bir elem ifadesi görüyorum. Kaç kere ağlarken yakaladım.
Evvelâ oğluna üzülüyor diye düşündüm.
—Çocuk hasta mı?
—Hayır, dünyanın en şımarık, en ahlaksız kişisi. Yaşına göre ufak kalmış, boyuna göre de koca kafa…
Vaktini vahşet buhranlarına yakalanmakla ve surat etmekle geçiriyor.
—Vahşet buhranından kastiniz?
—Gücü yettiği bir kişiye işkence etmek. İşte zevki bu. Fare, kuş, böcek yakalamakta usta. Bu çocuktan
fazla bahsetmeyeyim Bay Holmes, çünkü hadiseyle pek ilgili değil.
Holmes kabul etmedi:
—Size göre ehemmiyetsiz de olsa, bana her şeyi ayrıntılarıyla anlatınız.
—Önemli hiçbir şeyi unutmamaya gayret edeceğim. Evde ilk gözüme batan ve hiç hoşuma gitmeyen
hizmetçi ile uşak oldu. Hal ve tavırlarını beğenmedim. Bunlar karı koca. Adamın ismi Taller. Kaba ve
terbiyesiz. Favorili, kır saçlı. Leş gibi içki kokuyor. İki sefer körkütük sarhoş gördüm.
—Bay Rucastle görmüyor mu?
—Görmezlikten geliyor.
—Ya karısı?
—Karısı uzun boylu, şişman, iri yarı bir cadı! O da Bayan Rucastle gibi az konuşuyor ama, ondan çok
daha sevimsiz. Acayip bir karı koca. Ben vaktimi çocuğun odasıyla kendi odamda geçiriyorum.
Odalarımız yan yana.
—Diliniz kurudu Bayan Hunter.
—Evet, bir yudum su içeyim.
Hemen kalkıp su verdim. Bir yudum içip devam etti:
—İlk iki günüm sakin ve rahat geçti. Üçüncü günün sabahı, Bayan Rucastle kahvaltıdan sonra indi,
kocasının kulağına bir şeyler fısıldadı.
Bay Rucastle:
“Ha!.. Evet!.. dedi.
Sonra bana döndü:
“Bayan Hunter, saçlarınızı kestirmeye kadar kaprislerimize saygı gösterdiğinizden dolayı size
minnettarız. Sizi temin ederim bu fedakarlık güzelliğinize hiç zarar getirmedi. Şimdi bakalım açık mavi
elbise size yakışacak mı? Odanızda, yatağınız üstünde duruyor. Gidip giyerseniz size bir kere daha
minnettar kalırız.
“Odama gittim. Elbiseyi yatağımın üstünde buldum. Güzel bir maviydi, kumaşı da güzeldi, fakat
giyilmişti… Ancak, üzerime dikilmiş olsaydı bu kadar tamam gelirdi.
“Aşağı indim. Odaya girdim. Karı-koca beni mavi elbiseyle görünce sevinçten âdeta çıldırdılar.
“Bulunduğumuz salon evin cephesi boyunca uzanan büyük bir salondu. Üç camlı kapısı vardır.
“Orta kapının önüne, arkası kapıya dönük bir koltuk konmuştu. Bay Rucastle o koltuğu gösterip:
“Oturunuz!” dedi.
“Oturdum. Bay Rucastle salonda dolaşarak tuhaf hikâyeler anlatmaya başladı. Ömrümde bu kadar
gülünecek hikâyeler dinlememiştim. Ne derece komik olduğunu bilemezsiniz. Gülmekten sahiden
katılacaktım.
“Mizah ve nükteden pek anlamayan Bayan Rucastle bir iki kere gülümsedi. Ellerini karnı üzerine
kavuşturmuş, mahzun bir bakış vardı.
“Bir saat kadar sonra Bay Rucastle birdenbire işe başlamanın vakti geldiğini, elbisemi değiştirip küçük
Edonard’ın yanına gitmemi söyledi.
“İki gün sonra aynı şey tekrarlandı. Mavi esvabı giydim, camlı kapının önüne oturdum ve patronun, çok
güzel anlattığı tuhaf hikâyeleri dinleyip gülmekten katıldım.
“Sonra elime sarı ciltli bir kitap verdi, ışık gözüme gelmesin diye koltuğumu çevirdi, hızlı sesle
okumamı istedi.
“Bir bahsin yarısından başlayarak okudum. On dakika sonra, bir cümleyi bitirmeme vakit bırakmadan
elbise değiştirmemi emretti.
Genç kız sustu. Bir müddet sustuk. Holmes neden sonra:
Merak içindesiniz değil mi? dedi.
Meraktan öleceğim Bay Holmes. Bu işin iç yüzü nedir?. Dikkat ettim, arkam dönük oturduğumdan,
arkamda neler olup bittiğini göremiyordum, o da başımı arkaya çevirmeyeyim diye gözlerini üstümden
ayırmıyordu. Bunu hissediyordum.
“Göremeyecek miydim arkamda olup bitenleri?
Derken aklıma bir çare geldi. El aynam kırılmıştı. Bir parçasını mendilime sardım. İlk fırsatta,
kahkahayla güldüğüm bir sırada, mendilimi gözlerime götürdüm ve gizlice baktım.
—Ne gördünüz?
—Hiçbir şey görmedim… Olan bir şey yoktu… Daha doğrusu ilk bakışta bana hiçbir şey olmuyor gibi
geldi. Ama ikinci göz atışta gördüm. Southampton yolunda kısa boylu, sakallı, gri elbiseli biri durmuş,
bana bakıyordu. Bizim tarlanın parmaklığına dayanmış büyük bir dikkatle bizim eve bakıyordu.
“Mendili gözlerimden çektim. Bayan Rucastle’ye baktım. O da içimi okumak istiyormuş gibi bana
bakıyordu. Bir şey söylemedi. Fakat elimde ayna olduğunu ve arkamı gördüğünü anladığına eminim.
“Hemen yerinden fırladı:
“Jephro! dedi. Yolda bir küstah adam var, Bayan Hunter’e bakıyor!..
“Bay Rucastle sordu:
“Bir ahbabınız olmasın Bayan Hunter?
“Olamaz, dedim, burada kimseyi tanımıyorum.
“Şu dünyada ne küstah insanlar var!.. Arkanıza dönünüz Bayan Hunter, işaret ediniz de gitsin.
“Görmezlikten gelsek daha iyi olmaz mı?
“Olmaz. Boyuna burada dolaşıyor, dönünüz ve böyle işaret ediniz.
“Dediği gibi yaptım, bu sırada Bay Rucastle perdeyi indirdi.
Holmes sordu:
—Bir hafta evvel. O günden sonra bir daha o koltuğa oturmadım. Bir daha mavi elbiseyi giymedim. Bir
daha yolda kimseyi görmedim.
Holmes coştu.
—Devam ediniz Bayan, hikâyeniz çok meraklı olmaya başladı.
—Kırmızı Gürgenlere ilk geldiğim gün Bay Rucastle beni mutfak kapısına bitişik bir binaya götürdü.
Yaklaştığımız sırada bir zincir şakırtısı ve büyük bir hayvanın kımıldandığını duydum.
“Bay Rucastle iki tahtanın aralığını işaret etti:
“Bakınız! Harikulâde değil mi?
“Baktım, karanlıkta bir cisim ve pırıl pırıl iki göz gördüm. İki adım gerileyince patronum gülerek:
“Korkmayın, dedi. Köpeğim Carlo… Köpeğim diyorum, çünkü uşağım ihtiyar Toller’den başka kimse
yanına yaklaşamaz. Günde bir öğün yemek veririz o da doyasıya değil. Bunun için hep tetiktedir.
“Toller geceleri çözer. Dişlerini geçireceği serseriye Allah acısın!. Rica ederim, geceleri evden dışarı
adım atmayın. Hayatınız tehlikeye girer.
“Bu ihtar boşuna değildi. İki gece sonra, saat ikiye doğru odanın penceresinden dışarı baktım. Mehtap
harikulâde düzeldi, evin karşı tarafındaki yol gümüş gibi ışıldıyordu. Ortalık gündüz gibi aydınlıktı.
Manzaranın sessizliğine koyuldum, fakat kırmızı gürgenler altında bir şeyin kımıldadığını fark ettim… Ay
ışığına çıktığı zaman ne olduğunu anladım: Koca kemikleri dışarı fırlak, ağzı siyah, dişleri meydanda,
kızılımtrak tüylü, dana kadar büyük bir dev köpekti.
“Azametli bir edayla yolun öbür tarafına geçip kayboldu. Bu korkunç nöbetçi damarlarımdaki kanı
dondurdu. Hiçbir haydut beni bu derece korkutamazdı.
“Şimdi çok enteresan bir noktaya geldik. Söylediğim gibi Londra’da saçlarımı kestirmiş, fakat atmamış
sandığımın dibine koymuştum.
“Bir gece çocuk uyurken, vakit geçirmek için odasının eşyalarını gözden geçirip, neyi nereye
yerleştireceğimi düşünmeye başladım.
“Eski bir konsol vardı. Üstteki iki çekmecesi açık, alttaki çekmece kilitliydi. İki çekmeceye
çamaşırlarımı yerleştirdim, yetmedi, üçüncü çekmecenin kilitli olması canımı sıktı.
“Birdenbire akıl ettim. Belki de tesadüfen kilitli kalmıştır dedim ve kendi anahtarımı tecrübe ettim.
Çekmecenin kilidi açıldı. Çektim.
“Çekmecede ne vardı bilir misiniz? Sandığımın dibine sakladığım kesik saçlarım!.
“Saçları alıp baktım. Benim saçlarım kadar yumuşak ve benim, saçlarımın rengindeydi, fakat bunlar
benim, saçlarım olamazdı. Benim saçlarım sandığın dibindeydi.
“Ellerim titreyerek sandığı açtım, saçlarımı çıkardım. Konsolda bulduğum saçların yanına koydum:
Birbirlerinin aynıydı.
“Çok garip değil mi?
“Düşündüm, zihnimi yordum, kafamı patlattım, işin içinden çıkamadım.
“Kendime ait olmayan saçları yine konsolun gözüne koydum ve bundan Rucastle’e hiç bahsetmedim.
Kilitli bir çekmeyi açtığım için kabahatliydim.
“Fark etmişsinizdir Bay Holmes, ben çok dikkatli bir kızım. Evin için avucumun içi gibi öğrendim ve
ezberledim. Binanın bir kanadı boştu, kimse oturmuyordu. Tollerin dairesine giden kapının karşısındaki
kapı, o kanada açılan kapıydı ama hep kapalı duruyordu.
“Bir gün Bay Rucastle’in o kapıdan çıktığınızı gördüm. Elinde anahtarlar vardı ve yüzü her zamanki
gibi gülmüyordu.
“Yanakları kıpkırmızıydı, kaşları hiddetten diken diken olmuştu, şakak damarları atıyordu.
“Kapıyı kilitledi ve beni görmezlikten gelip, tek kelime söylemeden yanımdan geçip gitti.
“Beni de merak sardı. Çocuğu bahçeye çıkardığım zaman o tarafa gidip pencerelere baktım. Sırayla
dört pencere vardı. Üçünün camları tozlu ve pisti, dördüncünün panjurları sıkı sıkı kapalıydı. Binanın bu
kanadında kimsenin oturmadığı anlaşılıyordu.
“Oralarda dolaşırken Bay Rucastle yanıma geldi. Her zamanki gibi neşeliydi, yüzü gülüyordu.
“Genç Bayan, dedi, biraz evvel sizi görmemiş gibi, hiçbir şey söylemeden yanınızdan geçtiğim için
sakın beni kabalıkla itham etmeyin… Zihnim işlerimle o kadar meşgul ki…
“Estağfurullah, dedim.
“Ve kendimi tutamayıp ilâve ettim:
“Evin bu kanadı boş galiba? Odalardan birinin panjurları da kapalı…
“Fotoğraf meraklısıyım. Panjurları kapalı oda, filmleri yıkadığım karanlık odadır
“Sustu, yüzüme baktı:
“Bu ne dikkat! Maşallah gözünüzden hiçbir şey kaçmıyor! Bu derece dikkatli olduğunuzu
sanmıyordum.
“Şaka eder gibi konuşuyordu ama, gözlerime dikilen gözlerinde şaka ifadesi yoktu; şüphe can sıkıntısı
gördüm, neşeden eser yoktu!
“O odalarda görmemem, bilmemem lazım gelen bir şey bulunduğunu anlayınca merakım büsbütün arttı.
“Bu hissime merak demekte doğru değildir. Meraktan ziyada bir vazife hissiydi bu. Oraya girersem,
iyilik edeceğim gibi geliyordu bana.
“Kadınların önsezileri kuvvetlidir derler… Evin o kanadına girmek için fırsat gözlemeye başladım.
“Nihayet fırsat dün çıktı. Şunu da söyleyeyim: O boş odalara girip, çıkan yalnız Bay Rucastle değildi.
Toller’le karısı da evin boş kısmında dolaşıyorlardı.
“Bir gün Toller’in büyük siyah bir torbasıyla o odaların bulunduğu kapıdan girdiğini görmüştüm. Son
günlerde çok içiyordu, dün gece de çok sarhoştu. Yukarı, çıkarken muhtarı kapının üstünde buldum.
Unuttuğu muhakkaktı.
“Bay ve Bayan Rucastle çocukla beraber aşağıdaydılar. Bu mükemmel bir fırsattı. Yavaşça anahtarı
çevirdim, kapıyı açtım, usulca girdim.
“Karşıma halısız bir koridor çıktı. Dümdüz uzanıyor, sonra sağa kıvrılıyordu. Orada yan yana üç kapı
vardı. İlk ve üçüncü kapı açıldı, bu iki oda boş, pis ve kasvetliydi. Biri iki, biri tek pencereliydi. Camlar
o derece kirliydi ki, ışık güç giriyordu.
“Orta kapı kapalıydı. Bir koldemiri vurulmuştu, öbür ucunda kalın bir ip vardı. Kapı da kilitliydi… Bu
demirli ve kilitli kapı, panjurları kapalı duran odanın kapısıydı. Kapının altında hafif bir ışık sızıyordu,
oda karanlık değildi.
“Koridorda, kapının önünde durmuş, o odanın sakladığı esrarın ne olabileceğini düşünürken bir ayak
sesi duydum, kapının altında sızan ışıkta bir gölge ilerleyip geriliyordu.
“Ansızın korktum Bay Holmes. Öyle korktum ki, sahiden ödüm patlayacaktı… Gerilen asabım nihayet
koptu: Döndüm ve koştum… Sanki eteğime korkunç biri yapışacakmış gibi koştum. Koridoru geçtim,
kapıdan adımımı dışarı attım, Bay Rucastle’ın kolları arasına düştüm.
“Patronum gülümseyerek;
“Vay! Siz misiniz? dedi. Kapıyı açık görünce sizin girdiğinizi tahmin etmiştim.
“Soluk soluğa tekrarladım:
“Korkuyorum! Korkuyorum,
“Sevgili genç Bayan! Benim sevgili genç misin!
“Ne derece tatlı ve müşfik konuştuğunu tasavvur edemezsiniz.
“Söyleyiniz bakayım sevgili genç Bayan, sizi bu kadar korkutan nedir?
“Sesi lüzumundan fazla tatlıydı. Her zamandan daha şefkatliydi. Hemen kendimi topladım:
“Budala gibi evin boş kısmına girdim, diye haykırdım. O kadar karanlık ve sessiz ki, korktum. Oradaki
sessizlik çok korkunç!
“Ruhuma nüfuz etmeye çalışarak sordu:
“Yalnız sessizlikten mi korktunuz?
“Daha neden korkacaktım? Korkacak başka bir şey mi var?
“O kapıyı neden kilitli tutuyorum?
“Bilmem.
“İşi olmayanlar giremesinler diye.
“Gayet sevimli gülümsemekte devam ediyordu.
“Eğer bilseydim…
“Artık biliyorsunuz. Bir daha o kapıdan adım atarsanız…
“Tam bu sırada tebessümünün yerini korkunç bir ihtilaç tuttu, suratı ekşidi, kaşları çatındı, beni bir
cehennem zebanisi gibi tepemden tırnağıma süzdü:
“ sizi köpeğin ağzına atarım!
“Aklım başımdan gitmişti, ne yaptığımı pek bilmiyorum, galiba odama koştum. Hiçbir şey
hatırlayamıyordum.
“Yattım, ama yattığım yerde zangır zangır titriyordum…
“O zaman aklıma siz geldiniz. Bay Holmes birine akıl danışmam gerekti. Artık her şeyden, evden,
patrondan, karısından, uşak ve hizmetçilerden, hatta çocuktan bile korkuyorum. Benim gözümde
korkunçtular. Sizi eve sokabilseydim içim rahatlayacaktı.
“Ben kaçabilirdim, fakat korktuğum kadar da merek ediyordum. Çabuk karar verdim. Size telgraf
çekecektim.
“Mantomu, şakamı giydim, evden altı yedi yüz metre kadar ötedeki postaneye gittim, telgrafı çektim,
eve içim biraz daha rahat döndüm.
“Dönerken tüylerim ürperdi: Ya köpek çözülmüşse? Hatırladım: Toller sızmış olacaktı, köpeğe de ondan
başka hiç kimse yaklaşamazdı.
“İçeri girdin, odama çıktım. Bugün sizi göreceğim sevinciyle uyku tutmadı.
“Bu sabah Winchester’e gitmek için izin istedim. İtirazsız verdiler, yalnız saat üçte evde olmam lazım.
Karı-koca misafirliğe gidecekler, gece gelmeyeceklermiş. Çocuğu yalnız bırakamam.
Kız derin bir nefes alıp:
—İşte bütün macerayı anlattım, dedi. Bunların manasını lütfen söyler misiniz? Fakat her şeyden önce
benim ne yapacağımı söyleyin. Ben şimdi ne yapayım?
Holmes’le beraber anlattıklarını merak ve dikkatle dinlemiştik.
Dostum kalktı, kaşları çatık, elleri cebinde bir müddet odada dolaştı, sonra sordu:
—Toller hâlâ sarhoş mu?
—Evet.
—Nereden biliyorsunuz?
—Karısının Bayan Rucastle’e şikâyet ettiğini duydum.
—Ne diyordu?
—Herif bu akşam ayılamayacak, diyordu.
—Rucastle’ler bu gece evde değiller mi?
—Değiller.
—Evde kapısı kilitli bir bodrum yok mu?
—Var. Şarap bodrumu var.
—Bayan Hunter bu işte çok hassas ve çok cesur davranmışsınız…. Bir şeye daha teşebbüs edebilir
miyiz?
—Neye?
—Eğer sizi müstesna bir yaradılış telâkki etmeseydim, böyle bir teşebbüse girişmezdim.
—Sizi hayal kırıklığına uğratmamaya çalışıyorum… İstediğiniz nedir?
—Saat yediye doğru. Krımızı Gürgenlere geleceğiz… Rucastle’ler yok, Toller sızmış… Ortalığı
velveleye verecek bir Tollerin karısı kalıyor…
—Doğru.
—Onu bodruma yollayıp üstünden kapıyı kilitleyebilirseniz işimiz kolaylaşır.
Bayan Hunter tereddütsüz:
—Kolay, dedi, yaparım.
—Bravo! İşin içyüzünü öğreniriz. Şimdilik kuvvetli bir ihtimal var. Siz Kırmızı Gürgenlerde birinin
yerini tutmaktasınız. Yerini tuttuğunuz kimse de mahpus…
—Sahi makul Ama karanlık odada hapsedilen kim?
—Amerika’da olduğunu söylediğiniz Rucastle’in kızı Alice.
—Bu akla yakın değil.
—Aksine çok yakın. Suçlarınızın rengine kadar Alice’e benzediğiniz için sizi tuttular. Alice’in saçları
kesik olduğu için sizin de saçlarınızı kestirdiler… Tesadüfen onun saçlarını konsolun kilitli gözünde
buldunuz.
—Peki ama mavi elbise?
—Yolda evi gözleyen adam onun dostu, belki de nişanlısıdır. Alice’in mavi elbisesini giydiğiniz, ona
benzediğiniz ve kahkahayla güldüğünüz için, sonra da elinizle kendisine “git” işareti verdiğinizden
Alice’in mesut olduğunu, kendisinin müdahalesine ihtiyaç kalmadığını sandı… Köpek de geceleri,
Alice’e hiç kimse yaklaşamasın diye çözülüyor.
Bayan Hunter’in aklı yattı.
—Evet, olabilir.
—Bu işte en mühim nokta çocuğun durumudur.
Bu sefer ben söze karıştım:
Ne alakası var?
—Azizim Watson, doktorsunuz, bu bakımdan ana babayı inceleyip çocuğun nelere meyledeceğini
anlamaya çalışırsınız. Bunun aksi caiz değil midir? Ben çok kere çocuğu inceleyip ana-baba hakkında
fikir edindim.
“Çocuğun gaddarlıktan zevk alması, eline geçirdiği hayvanları öldürmekle hoş vakit geçirmesi, belki de
ona güler yüzlü babasından veya anasından geçmiştir. Herhalde zavallı kızın, ana-baba elinden neler
çektiğini anlatmaya yeterlidir.
Bayan Hunter haykırdı:
—Haklısınız var Bay Holmes! Bay Rucastle çok kurnaz ve çok sinsi bir adam. Aklıma daha birçok şey
geldi. Meselenin bam teline bastınız. Vakit kaybetmeden o biçare kızın imdadına koşalım.
—Ama çok ihtiyatlı davranmalıyız. Saat yediden önce hiç bir şey yapamayız. Patronun kurnaz ve sinsi
olduğunu siz de söylüyorsunuz. Saat yedide gelir, işi kökünden hallederiz.
•••
Sözümüzde durduk. Arabamızı civardaki bir lokantanın önünde bırakıp Kırmızı Gürgenlere girdik.
Ağaçların kırmızı yapraklar, batan güneşin kızıl ışığında bakır gibi parlıyordu. Eğer Bayan Hunter
güleryüzüyle bizi kapıda beklememiş olsaydı bile kırmızı yapraklı ağaçların sayesinde evi bulmanız kolay
olacaktı.
Sherlock Holmes sordu:
—Dediğimi yapabildiniz mi?
Aşağıda boğuk bir sesle duyuluyordu:
—Bayan Toller’in bodrumda şarkı söylediği duyuyorsunuz, dedi. Kocasına gelince, mutfakta horluyor.
İşte anahtarları. Bunlardan birer tane de Bay Rucastle’de vardır.
Holmes’in yüzü güldü:
—Mükemmel dedi. Şimdi bizi o karanlık odaya götürün de işi kökünden halledelim.
Merdiveni çıktık, yasak kapıyı açıp girdik, koridoru geçtik, kol demiri vurulmuş. Bayan Hunter’in tarif
ettiği kapının önüne geldik.
Holmes ipi kesip kol demirini çıkardı. Sonra bütün anahtarları denedi, hiçbiri uymadı.
İçeride ses seda duyulmuyordu. Holmes’in kaşları çatındı.
—Geç kaldık galiba! Bayan Hunter, siz odaya girmeyin.
Sonra bana döndü:
—Watson omzunuzla yardım edin, iki kişi birden omuzlarsak kapıyı açabiliriz.
Kapı eskiydi, zora dayanamadı, açıldı. Odaya girdik.
Boştu.
Bir ot minder, bir küçük masa bir bez torbadan başka bir şeyler yoktu.
Tepe camı açılmış, odada hapsedilen kız gitmişti.
Holmes başını salladı:
—Fena! Müşfik baba Bayan Hunter’in maksadını sezmiş, kızı alıp başka bir yere götürmüş.
—Nereden çıkarmış?
—Pencereden şimdi anlarız.
Kedi gibi dama tırmandı:
—Tamam. Merdiven duruyor. Aşağıdan merdiven dayamışlar.
Bayan Hunter şaşaladı:
—Nasıl olur? Rucastle’ler gittikleri zaman merdiven yoktu.
—Demek geri dönmüş… Kurnaz ve sinsi bir adam olduğu anlaşılıyor… Dinleyin…
—Merdivende ayak sesi vardı:
—Galiba geliyor… Watson, tabancanız hazır olsun.
Daha sözünü bitirmeden kapıda şişman güçlü kuvvetli, elinde kalın bir baston tutan bir adam göründü.
Bayan Hunter korkudan sarardı, Holmes adamın üstüne yürüdü:
—Haydut, kızınız nerede?
Şişman adam etrafına baktı, tepe camını gösterdi:
—Bunu ben size sorayım dedi. Sizi gidi hırsızlar sizi! Ama yakalandınız! Sizin icabınıza bakarım!
Döndü ve koşarak merdiveni indi. Bayan Hunter inledi:
—Köpeği getirmeye gitti.
—Tabancam var, dedim.
Sherlock Holmes:
—Sokak kapısını kapayalım, dedi.
Merdiven indik. Antreye girdiğimiz zaman bir köpek havlaması, sonra can çekişen bir insan inilti ve
hırıltısı duyduk.
Bu sırada yan kapıdan yüzü kıpkırmızı, yaşlı bir adan çıktı. Sendeleyerek yürüyordu:
—Aman Allah! diye haykırdı. Biri köpeği çözdü. Köpek iki gündür aç… Adamın imdadına koşun!
Holmes’le beraber dışarı fırladık. Evin arka tarafına gittik. Toller peşimizden geliyordu.
Köpek dişlerini, yerde yatmış debelenen Rucastle’ın gırtlağına geçirmişti.
Tabancamı çekip hayvanı beyninden vurdum. Köpek düştü. Efendisinin tombul gerdanı hâlâ düşleri
arasındaydı.
Rucastle’ı köpeğin ağzından güç kurtardık. Ölmemişti ama ağır yaralı ve bitkindi. Eve götürdük.
Salondaki divana yatırdık. Ayılan Tolles’i karısını çıkarsın diye bodruma gönderdik. Biz yaralıyı
tedaviye uğraşıyorduk.
Kapı açıldı, içeriye iri yarı, korkunç bir kadın girdi. Bayan Hunter:
—Bayan Toler! dedi.
—Benim Bayan. Bay Rucastle yukarı çıkmadan önce bodrumun kapısını açtı. Ah Bayan, yazık ki, bana
maksadınızı önceden söylemediniz. Söyleseydiniz boş yere vakit kaybettiğinizi size anlatırdım.
Holmes kadına baktı:
—Galiba Bayan Toller bu işin içyüzünü herkesten iyi biliyor, dedi.
—Evet, biliyorum. Bildiklerimi de söyleyeceğim.
—Öyleyse oturun da anlatın. Çünkü henüz kavrayamadığım bir iki nokta var.
—Anlatayım. Bodrumdan çıkabilseydim daha evvel anlatırdım. Eğer işe polis ve adliye karışacak
olursa, ben sizden yana çıkacağım. Bayan Alice’in dostuyum.
“Bayan Alice evinde hiç rahat etmedi. Ömründe rahat yüzü görmedi. Hele babası yeniden evlendikten
sonra rahatı büsbütün kaçtı. Of demeye hakkı yoktu.
“Bir gün arkadaşlarının evinde Bay Powler’i tanıyınca işler bütün bütün çatallaştı. Bayan Alice’in
annesinden miras kalan parası vardır, fakat o kadar sessiz ve sabırlıdır ki, hakkını istemedi. Paralarını
babası istediği gibi idare ediyordu.
“Bay Rucastle’ın kızından korkusu ve endişesi yoktu, kızının ömrünün sonuna kadar hakkını
aramayacağına emindi. Fakat evlenirse kocası pek tabii olarak karısının hakkını arayacak, Bay Rucastle
parasız kalacaktı.
“Kızıma bütün servetini kendisine hibe ettiğine dair bir senet imzalatmak istedi. Bayan Alice
imzalamadı… Kızını bu yüzden öyle hırpaladı, öyle horladı ki, kız bir buçuk ay hasta yattı.
“Ayağa kalktığı zaman bir deri bir kemik kalmıştı. Saçlarını kesmişlerdi. Fakat Bay Fowler Bayan
Alice’e yine âşıktı, ona yine sadık kaldı.
Holmes sözü kesti:
—Meseleyi aydınlattınız, artık iş anlaşıldı. Üst yanını ben anlatabilirim. Bunun üzerine Rucastle kızını
bir odaya hapsetti.
—Evet efendim.
—Bay Fowler’i atlatmak için de Londra’dan Bayan Hunter’i getirdi.
—Evet efendim.
—Fakat Bay Fowler Bayan Alice’i o kadar çok seviyordu ki, evinin önünden ayrılamıyordu. Nihayet
sizi buldu ve sizi, her ne şekilde ise, kendine bağladı. Menfaatinizin kendi menfaatlerine bağlı olduğunu
size inandırdı.
—Bay Fowler çok kibar, çok cömert bir insandır.
—Kocanızın ayık kalmamasını ve fırsat çıkınca bir merdivenin hazır bulunmasını sağladı. Karı koca
gidince de fırsat çıkmış oldu değil mi?
—Evet, efendim.
—Teşekkür ederiz. Bayan Toller. İşte doktorla Bay Rucastle de geliyor.
Holmes bana döndü:
—Watson, Bayan Hunter’i Winchester’e götürsek iyi olur.
İşte, kapısı önünde Kırmızı Gürgenler bulunan uğursuz evin esrarı bu suretle aydınlandı.
Bay Rucastle ölmedi ama, kendini de tamamıyla toparlayamadı. Tollerler yine yanında oturuyorlar. Ne
olsa eski adamları, geçmişini bildikleri için onları yanından ayırmadı.
Bay Fowler’le Alice evlendi. Fowler Maurice adasında bir memuriyete tayin edildi.
Bayan Violette Hunter’e gelince; dostum Holmes bu bakımdan beni hayal kırıklığına uğrattı. Bayan
Hunter’le hiç ilgilenmedi. Dava kalmayınca kızı başından savdı.
Violette Hunter Walsall da özel bir okul açtı, muvaffak da oldu.
“Buna sevinmedim dersem yalan söylerim. Büroda çok çalışırdım, fakat çalışkanlığımın kulaktan kulağa
duyulduğunu bilmiyordum.
sterlini alın. Eğer anlaşırsak cebinize koyarsınız. Avans almış olursunuz.
iğrençti… Ömrümde bu yüzden nefret ettiğim kadar hiçbir şeyden nefret etmemiştim. Alnı ter içindeydi. Yüzü bembeyazdı, bakışlarında vahşi bir ifade vardı.
kadar siz de ilgilenirsiniz.
—Evet Holmes.
—Katil bir haydut da olsa bir insan kardeşini, intiharı göze alacak kadar sevebiliyor. Bu haydut da, kardeşinin asılacağını bildiği için kendini öldürmeye kalktı.
Nous verrons [Göreceğiz] diye cevap verdi Holmes sakince
Kâğıt Bohemya’da yapılmış, dedim.
Kesinlikle. Ve notu yazan adam bir Alman