İçeriğe geç

Şeyh ve Arzu Kitap Alıntıları – Saffet Murat Tura

Saffet Murat Tura kitaplarından Şeyh ve Arzu kitap alıntıları sizlerle…

Şeyh ve Arzu Kitap Alıntıları

bir başka deyişle keyfinden değil, çaresizlikten olgunlaşır insan.
Dinler Adem ve Havva’nın yasak elmayı yedikleri için cennetten kovulduğunu söyler. efsane insana şunu der gibi aslında: Sana bütün bir cenneti versek bile sen bir elma fazlasını istersin. İnsan ruhunun en temel eğilimine, tamahkârlığa işaret eden bu efsane insanın bu dünyada vazgeçmeyi becerdiği ölçüde yeniden cennete kavuşacağını müjdeler.
Bir başka deyişle keyfinden değil, çaresizlikten olgunlaşır insan.
Bir başka deyişle keyfinden değil, çaresizlikten olgunlaşır insan.
Peki ama biz niçin kendimizi bir anlam
dünyasında ve anlamın etkili olduğu bir gerçeklik içinde yaşıyormuş gibi sanıyoruz? Bu muammanın anlamı ne? Bütün bunlar Spinoza’nın bir şekilde haklı olduğunu mu gösteriyor? Ne olursa olsun evrenin metafizik yapılanmasının şaşkınlık ve hayranlık uyandıracak kadar
yalın ve gizemli olduğunu seziyoruz.
Esas mucize, mucizenin olmamasıdır.
–Henri Poincare
Düşünmek. İnsanın hastalığı düşünmektir.
Aykırı bir şey bu. İnsan başından beri düşünmemeliydi. Yaşamalıydı.
Her insan biraz anomiktir. Çünkü düşünür. Hiç olmazsa biraz, bazen. Hem komik hem de trajiktir bu.
Yasalar ve günah sıradan insanlar içindi. Üstün insan için yasa da yoktu günah da.
Suç arzuda değilse nerede? Tabii ya, insanın kendini Tanrı sanmasında suç. Mesela ceza vermesinde. Asla ceza vermemeli insan, asla. Duruyor. Şimdi anlıyorum suçlarımı. Benim suçlarım verdiğim cezalardı. Ceza verirken Tanrı sanıyor kendini insan.
Ne garip, diyor, insan aslında her şeyi biliyor, ama kendine söyleyemiyor. Görmezden gelmeyi tercih ediyor.
insan dış dünyada acıdan kaçmanın bedelini içsel acı çekerek öder.
Daha küçük bir çocukken anlarız sevilmenin önemini. Çünkü yaşamda kalmamızın ve iyi muamele görmemizin yegâne koşuludur sevilmek. Çok şeyimiz-
den fedakârlık ederiz sevilmek için, çocukken pek çok.
Kendini yalnız ve anlamsız bir dünyada yaşamaya alıştırması lazım yalnızca, ruhunu bu yönde terbiye etmesi gerek. Evet bunu yapabilsem yaşamım bu dünyaya layık olduğu gibi bir yanıt da olurdu.
Diyor ki: Bir ses gelseydi eğer, bir yanıtı olsaydı varlığımın, durum böyle olmazdı. Tanrıya inanabilseydim bu dünyaya da inanırdım. Sonuna kadar savunabileceğim doğrularım olurdu, değerlerime
sahip çıkacak cesareti bulurdum kendimde. Şimdi benim için her şey
yapılabilir ve hiçbir şey yapılamaz. Her şey meşru ve hiçbir şey meşru değil. Söyleyin böylesi içi boş bir adam nasıl yaşar, nasıl mücadele eder hayatla? Sonra bize derin değersizlik ve suçluluk duygularını anlatıyor. Bir ses olsaydı eğer, diyor, beni olumlayan, doğrunun ne olduğunu bildiğinden emin bir ses, değerli de olurdum, suçsuz da. Ya da suçlarımdan arınma çabamın bir yolu, en azından bir sebebi olurdu.
Dinler Adem ve Havva’nın yasak elmayı yedikleri için cennetten kovulduğunu söyler. Efsane insana şunu der gibidir aslında: Sana bütün bir cenneti versek bile sen bir elma fazlasını istersin. İnsan ruhunun en temel eğilimine, tamahkârlığa işaret eden bu efsane insanın bu
dünyada vazgeçmeyi becerdiği ölçüde yeniden cennete kavuşacağını müjdeler. Acaba?
Psikanalizse yitirilmi cennetle vaat edilmiş cennet arasındaki suçlu insana ne yitirilmi ne de vaat edilmiş bir cennet olmadığını
söyler. Ama insan gene de vazgeçmek zorundadır. Çünkü isterse vazgeçmesin! Varoluşçularsa kendini dünyaya atılmı olarak bulan insanın esas sorununun seçmek ve bunun doğurduğu sıkıntı olduğunu söyleyecektir. Oysa psikanalize göre esas sorun seçmek değil vazgeçmektir. Ve bu durumdaki insanın kökensel değilse de olgun durumu
sıkıntı değil çaresizlik ve üzüntüdür, depresif durumdur. Ama psikanalitik vazgeçme insanın kendi vahşi esasını reddetmek, inkâr etmek ya da bastırmak anlamına da gelmez. Tam tersine insanın kendi hayvani özelliklerini görmesi, kabul etmesi yoluyla onlar karşısında bir
mesafe alması, kendinde ve başkasında insani olan hiçbir şeyi inkâr
etmeden, bastırmadan, farkında olarak ama belli bir mesafeden kontrol ederek yaşaması gerektiğini söyler.
İkinci ve daha özel bir düzeyde psikanaliz sayesinde insanda tatmin edilmemiş ve tatmin edilemeyecek vahşi, hayvani bir yön olduğunu da biliyoruz. İnsanın bu kökensel tatminsizliği bir arzu, dolayısıyla bir fantezi üretmeye yatkındır. Aktarım ilişkisi, söz konusu tatminsizliği temsil eden fantezinin gerçekleşeceği şeklinde yanılsamalı bir umudun analitik atmosferde bilinçdışı yollardan harekete geçmesine dayanır.
Ayna, narsisizm durumları için tipik bir simgedir. Mitolojik figür Narkissos’un kendi imgesini yansıtan sularda boğulması teması hatırlanırsa, Eski Yunan’dan beri aynanın hemen bütün toplumlarda narsisizmle ilgili olduğu düşünülebilir. Pamuk Prenses masalında da narsisistik kraliçe, ona güzel olduğunu tekrarlayan aynasıyla tanımlanmıştır. Kohut’a göre bakılmak, görülmek, izlenmek insan varlığının kökeninde yer alan bazı evrensel arkaik duyguları ve bunlarla ilgili
savunmaları harekete geçirir.
Keza başkalarının düşüncelerinin önyargılarla yüklü olduğunu düşünürken kendi savunduğumuz durumun
yansızlığında ısrar etme eğilimine gireriz.
dünyada esas şaşırtıcı olan ‘varolanın varlığıdır kızım. Varlıktır şaşırtıcı olan.
Esas mucize, bir mucizenin olmamasıdır.
Henri Poincare
Beyni bizimkinden tamamen farklı bir evrim sonucu gelişmiş, dolayısıyla farklı bir örgütlenmeye sahip başka bir canlı bizim kırmızı olarak algıladığımız enerjiyi elma tadı gibi de algılayabilir.
Çocukluğumuzda merakla, uzun uzun seyrettiğimiz yıldızlar şehrin ışıklarından artık görünmüyor; Hegel’in dediği gibi sadece karanlıkta değil, aydınlıkta da göremiyor insan.
Pozitivizimden hareket eden psikanaliz eleştirileri için şunu söyleyeyim. Bilinçdışı doğrudan gözlenemez, metafenomenaldir; gözlenebilir olsaydı, yani fenomenal olsaydı zaten bilinçdışı olmazdı. Bilinçdışı, psikanalizin Hilbert uzayıdır.
Bu dünya daha gizemli ve ilginç bir yerdi bir zamanlar; verilerden, kelimelerden ya da fenomenlerden ibaret değildi. Hayranlık ve şaşkınlık uyandırırdı.
Ölümlülük her şeyi anlamlandırabilir de anlamsızlaştırabilir de. Bence ölümlülüğün nasıl yaşandığına bağlıdır bu.
Cemaat karşısında birey olma, kendi gerçeğini gizleyerek itaat etmenin tüm hesapçı kolaycılığını bir kenara iterek ayrılığın bütün zararlarını, çıkarlardan mahrum edilmeyi göze alabilme gücünü gerektirecektir. Belki ilk bakışta kendine zarar verici olarak da görülebilecek bu güç, kendine saygı ve güvenin de temelinde yer alır; ancak itiraf etmek gerekir ki özne-birey olmak daima kaygılı bir varolma tarzı olacaktır.
Yaşadığı günleri bir bütün, bir hayat haline getirecek, gündelikliği aşan güçlü bir bağı, ilgisi, merakı, meselesi yoktu. Günler mutlaka iyi geçirilmesi gereken birer zaman birimleriydi, o kadar. Çünkü ölüp gidecekti işte ve gelip geçtiği bu dünyayı anlamasına da imkân yoktu. Umutsuzdu bir bakıma. İlgisizliği de umutsuzluğundan geliyordu. Derindeki depresyon gündelik tedbirlerle geçiştiriliyordu; bugünü nasıl eğlenceli geçirebilirim, işte sorun bu. Açıkça ölümlülüğün yasından kaçıyordu; ölümü unutmak istiyordu, yalnızca unutmak. Ama ölümlülüğün inkârı “var”lığı da unutmaktır.
Eski Yunanlıların tanrıları, yaradılış efsaneleri, mitolojileri vardı. Mayalar ve Mısırlılar yıldızları önemserlerdi; kendi kültürlerini kozmosun bir parçası olarak düşünürlerdi. En muazzam sanat ürünlerini bu aşkın güdülenmelerle vermişlerdi. Araplar ve Türkler de öyle. Yani önce bir “ne”lik sorusu vardı her kültürün. Bu dünya daha gizemli ve ilginç bir yerdi bir zamanlar; verilerden, kelimelerden ya da fenomenlerden ibaret değildi. Hayranlık ve şaşkınlık uyandırırdı.
Ayrılığın tüm travmatik acılarına rağmen yeni bir imkânlılığın doğumu olduğu düşünülürse, gelişimin ayrılma-bireyleşme aşamalarında karşılaşılan bahtsızlıklar nedeniyle ilişkilerini bilinçdışı yoğun terk ve ayrılık kaygılarıyla yaşayan insanların yaşamlarına nasıl bir sınırlama getirdikleri de açıkça görülür. Kaldı ki bu tür ilişkiler hemen daima ağırlıklı olarak sado-mazoşistik ve kaotik bir yön alır. Çünkü bilinçdışı yoğun ayrılık streslerinin etkisindeki kişiler genellikle bu eğilimlerini inkâr etme ve öteki karşısında kendini bağımsız ilan etme çabası ve gösterisi içine girerler. Bu durumda ilişki kümelenmesi kendini, sadistik güçlü (imkânlı, bağımsız) nesnenin kontrolü altında bocalayan çaresiz, bağımlı, mazoşistik kendiliğin “yansıtarak özdeşleşme” mekanizması sayesinde tersine çevrilerek ötekine giydirilmesi şeklinde dışavuracaktır. Burada şahıs aktif kişilerarası mekanizmalarla eksiklik, yetersizlik ve suçluluk duygularını ötekine yaşatır.
Mahler insan yavrusunun gelişiminde en önemli aşamanın Oidipus dönemi değil, bu dönem öncesinde anneden ayrılma-bireyleşme dönemleri olduğunu kabul eder. Anneden ayrılma yoluyla birey haline gelme tüm sancılarına rağmen yaşanılarak gerçekleştirilmesi gereken bir süreçtir. Her ne kadar Winnicott (1971) Oyun ve Gerçeklikte, “geçiş nesnesi” kavramıyla anneden ayrılmanın önemli bir ara aşamasına önceden dikkat çekmişse de, ayrılmayla kendi olmanın bağıntısını ilk kez fark eden Otto Rank olmuştu; psikanaliz tarihinde bu bakımdan hak ettiği değeri bulamamıştır. Rank simgesel-metaforik bir doğumu değil, sahiden biyolojik doğumu kastediyor ve yaşam boyunca karşılaşılan tüm ayrılık streslerini doğum travmasına bağlıyordu. Ama Rank’ın bu spekülatif görüşlerini yeniden ve gerçekçi bir şekilde değerlendirirken “doğum’ u metaforik bir anlamda kullanılmış gibi ele alırsak birdenbire günümüz kavrayışlarını önceden gören ve hatta bazı bakımlardan aşan bir yaklaşımla karşı karşıya olduğumuzu fark ederiz.
İdeoloji bir bizlik kültürü değildir yalnızca, bir tarih bilincidir de. Bu tarihin yeniden değerlendirilmesi, anlamlandırılması, yorumlanması sürecidir. Mesela Marksizm açısından tarih, sınıf mücadelelerinin tarihidir. Üreticilerle üretim araçlarım elinde bulunduranların kavgalarının tarihidir. Tarih daima bir “biz”in tarihidir. Tarih bilinci bizlik bilincinin ayrılmaz bir parçasıdır.
Çağımız çeşitli düşünce akımlarının, yani insanın hakikati arama çabalarının ideolojikleştikçe, dine benzedikçe nasıl somut vicdansızlık örnekleri verebildiğini göstermiştir. Çünkü idealist-paranoyak düşünce daima ötekinden şüphe etse de, asla kendi hakikatini sorgulamaz.
Melanie Klein paranoid ve depresif durumların, insanın sürekli olarak aralarında gidip geldiği durumlar olduğunu saptar. İnsan ilkelleştikçe paranoid, olgunlaştıkça depresif özellikler sergiler.
Zaten mevcudiyeti anlamak boyun eğmektir. Başka çaresi olsa olgunlaşmazdı insan. Bir başka deyişle keyfinden değil, çaresizlikten olgunlaşır insan.
Hakikat ve adalet arayışındaki insanı kozmik bir kayıtsızlık ve mevcudiyete ilişkin anlamsızlıkla karşılaşmasından daha çok ne umutsuzluğa düşürebilir?
Mevcudiyetin anlamsızlığını yaşamak kadar hiçbir şey sarsamaz insanı.
Mevcudiyet, her ne kadar biz onu anlamakta güçlük çeksek de bir iradenin amaçlılığını ifade eder. Mevcudiyet bir işarettir.
Dünyeviliği içinde kendini bulan, ayrıştıran, bilinçlenmeye yönelen “birisileşmiş” insan Heidegger’in “das Man” dediği kategoriye benzer bir şekilde düşünür önce. “Sabah erken kalkılır”, “kız tarafı yatak odasını alır”, “burada gülünür, orada gülünmez”… İnsan anonimleşmiştir. Ama daha da ötesi vardır birisileşmenin, “kim”leşmenin. İnsan “kendi-için” olmaktan çıkmış “onlar-için” olmuştur. Nevroz insanın dünyeviliğinde ortaya çıkar. Buradan bakınca nevrotik kaygı insanın “onlar-için” bir görüntü, bir imaj, bir gösteri, bir mesaja dönüşmüş mevcudiyeti karşısında düştüğü kaygı gibi de görünür.
Benim derinlerimde Raskolnikov’un iki yüzü de var. Tanrılaşan ben ve Tanrı karşısında suçlu ben.
Neden en büyük cinayetlerin din ya da başka ideolojiler uğruna işlendiğini görebiliyor musun? Hepimizin vicdani sorumluluğunu taşıyacak kadar vicdansız biri çıksın, bu yeter. Onun çekiciliği, bizi içimizdeki Tanrı‘ya karşı koruyan vicdanımızı askıya alabilecek güçte olduğumuzu göstermesinden gelir. Hepimiz onun peşinden gitmeye hazırızdır. Çünkü bizi durduran vicdani sorumluluğu yenecek kadar güçlü hissederiz kendimizi o biz içinde. Biz ben olur, ben de biz. İşte o zaman Tanrı gibi güçlü görürüz kendimizi. Verdiği cezanın suçunu taşıyabilecek bir Tanrı.
Eğer Tanrı’dan eksiğimiz güçten ibaretse, gücü ele geçirdiğimizde Tanrı kesiliriz.
Ne zaman kendimi bir şey sansam, ne zaman içimdeki Tanrı uyansa, bir suç işledim ben. Ceza verdim. İşin ilginç yanı bugüne kadar bunu kendime bile itiraf edememem.
İyiliğimizin korkaklığımızdan türemesi ne acı.
Üstbenin kökeninde ebeveynin sevgisini kaybetme korkusu yatar. Onların sevgisini kaybetmek yaşamsal önemde bir terördür çocuk için. Üstelik onların sevgisini kaybederse cezalandırılabilir (simgesel olarak hadım edilebilir). İşte bu sebeple çocuk giderek ilkel, bencil içgüdüsel arzu ve taleplerinden vazgeçmeye başlar. Ebeveynin sevgisini kaybetmeyle ilgili korku giderek toplumun onayını kaybetme kaygısı halini alır (toplumsal kaygı). Ancak ruhsal aygıtın gelişmesiyle birlikte bu kaygıların yerini suçluluk duyguları alır. Erişkin ve yeteri kadar sağlıklı (ciddi bir üstben patolojisi arz etmeyen) birey hiçbir terk edilme veya cezalandırılma kaygısı taşımadan (bu kaygılar bilinçte yer almadan) pişmanlık, suçluluk, vicdan azabı yaşamaya başlar.
Çok şeyimizden fedakârlık ederiz sevilmek için, çocukken pek çok.
Metapsikolojik bakımdan temelde narsisistik yaralanmalar, ikinci derecede oidipal kompleksler ve penis haseti ile temellenen bu kişilik özelliklerinin Asiye Hatun açısından en acı verici yönü narsisistik zedelenmeye açıklığı, yoğun duygusal deneyimlerini kontrol edememesi ile ilgiliydi. Toplumsal uyumunu bozacak davranışlara dönüşmesini engellemeye çalıştığı bu duygusal çalkantı; gelişmemiş iç dünyasının gerçek dış dünyaya uyumda karşılaştığı bu güçlük onu giderek insanlardan, uyaranlardan uzak bir yaşam tarzına sevk etmişti. Yansızlaştırıp standartlaştırdıklarının dışında bir ilişkiye tahammülü yoktu. Bu korunaklı hayat tarzı onu dış kaynaklı uyaranlara karşı koruyor, depresif ve hastalık hastalığı tarzında kaygılı da olsa döngeli, yapılaşmış bir yaşam sürdürmesine imkân veriyordu.
Dikkatli gergin, tedirgin ve alıngandı. Ama aynı zamanda dalgındı. Çünkü çocukluğunda arkaik kendiliğini teşhirci bir coşku ve neşeyle ortaya her koyuşunda iğnelenmiş, zedelenmişti. İnsanları ciddiye alıyor ve ciddiye alınmayı bekliyordu. Özellikle babası tarafından sadece ciddi işlere yöneldiğinde, akıllı uslu davrandığında önemsenmişti, değerli bir varlık olduğunu hissedebilmişti. Ciddiyeti narsisistik zedelenmelere karşı bir zırhtı. Bununla bastırılmış teşhirciliğini, dikkat çekme arzularını da dolaylı yönden tatmin ediyordu. Bununla beraber isterik özellikleri nedeniyle yaşça büyük, cinsel olarak erişilmesi zor erkek figürleriyle daha heyecanlı duygular yaşaması mümkün oluyordu.
Narsisistik vakalarla çalışan terapistler genellikle bu insanların annelerinin kendilerini görmediği gibi bir duygu yaşadıklarını çok iyi bilirler.
İdealler uzun ve meşakkatli yoldur. İhtiraslarsa kısa zamanda tatmin bekler.
Bu çerçevede genellikle kadınlar tarafından sahnelenen bir başka kümelenme de pasif-agresif bedenselleştirilmiş yakınmalarla nesneyi vicdani baskı altına alarak bağımlı ilişkiyi sürdürme şeklinde kendini gösterebileceği gibi, mazoşistik ve bağımlı kişilik özellikleri gösteren bir kendiliğin masanın altından yürüttüğü tahrikler ve gizli rekabetçi taktiklerle nesneyi hınç yoluyla kendine bağlama çabaları şeklinde de tezahür edebilir. Bu son durumda kızmış bir boğanın arenayı bir türlü terk edememesi örneğinin de hemen göstereceği gibi, kimi ilişkileri sürdüren sevgi ve anlayıştan ziyade öfke ve hınçtır.
Büyümek kendi potansiyellerini, imkânlarını gerçekleştirmekse, olgunlaşmak kendi sınırlarını kabul etmektir.
( ) bağımlı ilişki kümelenmesinin sadistik, paranoid ve “imkânlı” tarafını oynayan kişi neredeyse daima şu bilinçdışı yargıyı taşır: Bağımsızlığın (ezilmemenin) tek yolu bağımlı kılmaktır; ezmektir.
Böylece bizlik bilinci daima bir “öteki” kurgular. “Biz”in kendi içinde bütünleşmesi, ötekilerden ayrışması anlamına gelir. Öteki hemen daima daha kötüdür, “biz” haksızlığa uğramıştır.
Her ideoloji kendi meşruiyetini de kurgular. Yani kendini açıklar, kendini ideoloji olarak değerlendirir ve daima kısmen totolojik (çünkü daima kendi değer sistemi öncülleri açısından aklanacak) bir akıl yürütmeyle kendi meşruiyetini de temellendirir.
Melanie Klein paranoid ve depresif durumların, insanın sürekli olarak aralarında gidip geldiği durumlar olduğunu saptar. İnsan ilkelleştikçe paranoid, olgunlaştıkça depresif özellikler sergiler.
( ) yine de tutunacak bir dal varsa eğer, o da mevcudiyeti en acı yüzüyle görüyor ve bu acıya tahammül ediyor olmaktır. Bu acı ruhu terbiye eder: Bilgelik anlamak ve boyun eğmektir. Zaten mevcudiyeti anlamak boyun eğmektir. Başka çaresi olsa olgunlaşmazdı insan. Bir başka deyişle keyfinden değil, çaresizlikten olgunlaşır insan.
Teoriye göre anne, kişiliğindeki bazı bozukluklar ya da talihsiz bazı olaylar (mesela annenin bedensel hastalıkları, vs.) nedeniyle bu ayna tutucu işlevi yerine getiremezse erişkin yaşamda kendini gösteren bazı patolojik durumlar ortaya çıkacaktır. Ayna tutucu işlev “dönüştürülerek içselleştirilemediği” için özne kendilik saygısını korumak için sürekli dış desteğe, onaya, sevilmeye hatta hayranlığa gereksinim duyacak, kendilik saygısını kendi ruh içi dinamikleriyle/korumakta güçlük çekecektir. Yani içselleştirilemediği için eksik olan ruhsal yapılarını telafi edecek kendilik nesnelerinin dış desteğine gereksinim duyacaktır. Bu durumdaki bir kişi kolay zedelenir, alıngan ve güvensizdir.
Ayna, narsisizm durumları için tipik bir simgedir. Mitolojik figür Narkissos’un kendi imgesini yansıtan sularda boğulması teması hatırlanırsa, Eski Yunan’dan beri aynanın hemen bütün toplumlarda narsisizmle ilgili olduğu düşünülebilir. Pamuk Prenses masalında da narsisistik kraliçe, ona güzel olduğunu tekrarlayan aynasıyla tanımlanmıştır. Kohut’a göre bakılmak, görülmek, izlenmek insan varlığının kökeninde yer alan bazı evrensel arkaik duyguları ve bunlarla ilgili savunmaları harekete geçirir.
Hakikat ve adalet arayışındaki insanı kozmik bir kayıtsızlık ve mevcudiyete ilişkin anlamsızlıkla karşılaşmasından daha çok ne umutsuzluğa düşürebilir?
Narsisistik durumlar için temel olarak iki (aslında dört) tipte “kendilik nesnesi” aktarımı tanımlamıştı; idealleştirme aktarımı ile ayna aktarımı. İlk narsisistik aktarıma göre terapist analiz edilen tarafından yüceltilmiş, idealleştirilmiş bir insan olarak algılanır. Analiz edilen kendini bu güçlü varlığın bir parçası, bir uzantısı; onun tarafından sevilen, desteklenen ve onaylanan bir insan olarak algılamak suretiyle kendilik saygısını, kendine güvenini ayakta tutabilir.
İkinci ve daha gerilemeli narsisistik aktarıma göre terapist neredeyse tam tersine, analiz edilenin muhteşem kendiliğine hayran, analiz edilenin büyüklenmeci teşhirci gösterilerini ayna gibi geri yansıtan bir insan olarak algılanır. Analiz edilenin kendilik saygısı ve kendine güveni geniş ölçüde terapistin bu işlevine dayanır.
Mevcudiyetin anlamsızlığını yaşamak kadar hiçbir şey sarsamaz insanı.
Yaşamımız mevcudiyetin sonucu veya görünümü değildir yalnızca, yaşamımız mevcudiyete bir yanıttır, ya da yanıt olabilir.
İslam öncesi göçebe, pagan, şamanist Türklerin inancı İslam’la karşılaştırıldığında tamamen dünyevidir. Şamanlar doğaüstü güçlerle, ruhlarla, cinlerle, Tanrılarla hep dünyevi sorunları halletmek (mesela hastalığı iyileştirmek) için ilişkiye girerler. Kurbanlar, adaklar hep bu dünyaya dönüktür. Oysa ki İslam’da kendi başına uhrevi olan ön plana çıkmıştır, araç değil amaçtır. Dünyevilik yer yer aşılması gereken aşağı bir konum gibi düşünülür.
Gerçekten de bu dünyaya hak ettiği gibi bir cevapmış benimki. Benim verebileceğim en iyi cevap. Benim yalnızlığım, cevabımdır. Bunu gördüm sayende; arkadaşlığın bunu öğretti bana.”
( ) Tanrı varsa eğer, gerçek Tanrı, ne iyi olabilir ne kötü. O’nun ne cemali vardır ne celali. Tanrı şahittir. Ve Tanrı şahittir ki ben yaşadım. Bundan fazlasını beklemem ondan… Akıl ve duygu olarak varoldum. Düşündüm. Soruyorum; şahit misin? Yanıtlıyor; şahidim, düşündün, sahiden düşündün. Fazlasını beklemem ondan. Şükran duyarım… Keşke Tanrı olsaydı da ben ona kavuşabilseydim…
Eminim her gün on kere duyuyorsundur böyle şeyleri hastalarından. Öylece yaşayıp geçiyor insanlar bunları. Oysa ben bunları trajediye dönüştürebiliyorum. Büyütebiliyor, yüceleştirebiliyorum. Ve ben de büyüyor, yüceleşiyorum o zaman.
“Ne mi yapacağım? Varlığın yükünü sırtlanmaya devam edeceğim tabii. Ee, birilerinin yapması lazım bu işi.
“Psikanalize inanıyor musun?” diye sorsalardı Freud’a, eminim “Yoo,“derdi. “Ama düşünmeye değer buluyorum.
Düşünmek. İnsanın hastalığı düşünmektir. Aykırı bir şey bu. İnsan başından beri düşünmemeliydi. Yaşamalıydı.
( ) bir sesim olsaydı eğer, bir yanıt verebilseydim varlığa, durum böyle olmazdı. Kendime inanabilseydim, bu dünyaya da inanırdım.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir