İçeriğe geç

Şeriat Devleti’nden Laik Cumhuriyet’e Kitap Alıntıları – İlhan Arsel

İlhan Arsel kitaplarından Şeriat Devleti’nden Laik Cumhuriyet’e kitap alıntıları sizlerle…

Şeriat Devleti’nden Laik Cumhuriyet’e Kitap Alıntıları

Atatürk hem kendi mensup bulunduğu topluma hem de insanlığa öylesine samimi bir sevgiyle bağlıdır ki hiçbir milletin bir diğer millete üstün olmadığını açıklarken şöyle der:

kendimizi cihanın hakimi zannetmek gafleti artık devam etmemelidir. Hakiki mevkiimizi, dünyanın vaziyetini tanımaktaki gafletle, gafillere uymakla milletimizi sürüklediğimiz felaketler yetişir!

Bu sözleriyle Atatürk, 20. yüzyılın bir Perikles i gibi parlamaktadır.

Cumhuriyet, halka ait devlet demektir. Halkın devlet yönetimine katılması demektir ve bu tür devlet sisteminde halk, kendi iradesini egemen kılmakla devleti var kılar. Halk iradesi gökten inme kurallara uygun olarak değil, aklın müspet verilerine göre oluşur ve toplum yaşamını düzenleyici iş görür. Bu nedenle cumhuriyet sisteminde halka düşen önemli sorumluluklar ve görevler vardır ki bu da halkın akıl rehberliğiyle iş görmesi sayesinde sağlanabilir. Eğer halk kendi kendisini geliştirmez ve bilgisizliğe terk ederse ya da siyasi görevlerini ihmal ederse ya da uyanık davranmayıp egemenliği kullanma yetkisini başka ellere bırakırsa, böyle bir halde ortada cumhuriyet ten eser kalmaz.
Osmanlı Devleti’nde, ülkede işlerin bozuk gitmesi, askerin bitkin ve perişan durumda bulunması, halkın sefalette kalması, devletin savaş yapacak güçten yoksun kalması gibi haller, padişahların, sadrazamların, ulemanın vs. umurlarında değildir. Önemli olan şey, kendi çıkarları, kendi kaprisleri ve keyiflerine göre verdikleri kendi kararlarıdır. Devlet savaş yapamayacak durumda olsa bile, canları istediği an savaş yapmak gerekirdi. Yapmak için halkı, o zavallı ve fakir halkı, soyup soğana çevirmekten kolay ne vardı. Hele bunu din adına ve şeyhülislamdan alınacak bir fetvayla yapmak kolay ve mümkünken, neden savaşılmasın?
İslam dini, aslında savaş dini niteliğinde bir dindir. Varlığını ve yayılmışlığını bu niteliğe borçludur. Bu dinin kurucusu olan Muhammed, elinde kılıç olmak üzere bizzat kendisi, İslam’ı kabul etmeyenlere karşı ölüm saçarak ve dehşet yaratarak 29 meydan savaşı yapmış, 45 çete saldırısında bulunmuş, esirler ve ganimetler almış, bunları paylaşmış ve böylece ortaya savaş amacına dayalı devlet şekli çıkarmıştır. Başta Kur’an olmak üzere tüm İslam kaynakları bunun böyle olduğunu doğrulayan verilerle doludur.
Cahil ve ilkel insanları cennet ya da ganimet vaatleriyle devamlı şekilde savaşlara sürüklemek ya da ibadet usulleriyle meşgul etmek, kazançlı değil, felaketli sonuçlar getirir. Kişiyi dıştan gelen oyalamalar ve uyutmalarla geliştirmek ve yaratıcı güce sahip kılmak mümkün değildir ancak iç gelişme yoluyla yaratıcı ve verimli düzeye getirip uygarlaştırmak, insanlığa yararlı kılmak mümkündür. Bu ise, her şeyden önce kişiyi akılcı usullerle eğitmek, insan şahsiyetinin haysiyeti duygusuna eriştirmek ve nihayet şu ya da bu nedenle (ve hele din ve inanç farkı nedeniyle) hemcinslerini öldürmeye değil, sevmeye yöneltmek gerekir.
Egemenliğin halktan değil, Tanrı’dan geldiği ve halkın (milletin) iradesine göre değil, Tanrı buyrukları gereğince kullanılması gerektiği fikrine dayalı şeriat devletinde iktidar denen şey, Tanrı’nın rızk ve derece itibariyle ayrıcalıklı olarak yarattığı sınıfların çıkarlarını öngörür; halk yığınlarının (milletin) sefaletine, ilkelliğine ve mutsuzluğuna seyircidir.
Türkiye’yi akıl çağına çıkaran ve laikliğe kavuşturup demokrasi rayına oturtan Atatürk, bu başarısını daha ilk anlardan itibaren şeriatçıya karşı uyguladığı sindirme siyasetine borçludur; din ve devlet işlerini ayırmak ve halkı egemenliğe kavuşturup din adamının pençesinden kurtarmak ve asıl önemlisi robotlaşmaktan uzaklaştırmak suretiyle Türkiye’yi, bütün İslam ülkelerinin önüne geçirmiştir.
İslam dünyası akıl rehberliğini hemen her dönem itibariyle inkar ederken, Batı dünyası, o en karanlık çağlarda bile, akıldışı yerleşmiş kurallara uymayı insan varlığı bakımından utanç bilen zihniyete gebedir. Leonardo da Vinci , bundan 500 yıl önce şöyle demektedir:
Her başarı, her fikirsel ilerleme ve her şey akıl, muhakeme ve deney usulleriyle sağlanabilir Her kim belli bir otoriteye sığınarak görüşünü kanıtlamaya çalışırsa, o kişi, aklını ve zekasını kullanmıyor, sadece hafızasına dayanıyor demektir.
Uygarlık dünyasının hemen yamacında yer almasına ve onunla beş yüzyıla yakın bir süre boyunca komşuluk yapmasına rağmen, Osmanlı İmparatorluğu, 19. yüzyılda hala son derece geri, son derece ilkel, son derece beceriksiz ve yeryüzünün en fanatik, en kültürsüz ülkelerinden biridir. Gerilikten ve kültürsüzlükten böylesine büyük bir inatla çıkmak istemeyen bir başka ülkeye kolay kolay rastlanmaz dünya tarihinde; uygarlık şahlanması yapmış bir dünyayla burun buruna bulunsun da ondan hiç etkilenmesin, hiç yararlanmasın? Az görülmüş bir şeydir bu
Bizim padişahlarımız ve devletlilerimiz haremden ya da camiden çıkmaz ve burunlarını Kur’an sayfalarından kaldırmazlarken, savaş alanlarında bizi hallaç pamuğu gibi yenilgiden yenilgiye uğratan Rus çarları, örneğin Romanovlar, ya da Büyük Petrolar ve asıl Katerinalar kendi ülkelerini Batılı zihniyete yani akılcılığa kavuşturmak için çırpınmaktaydılar. Büyük Petro, kendisine başdanışman olarak Leibniz i seçmişti; Alman asıllı bu büyük düşünür, onu, devlet yönetimi ve toplum değerleri konularında en iyi yollara götürmüştür.
Şeriat insanının hiç değişmez inancı şudur ki bilim diye ne varsa her şeyin kökeni Kur’an’dadır. O kadar ki 1957’de Kahire’de toplanan İslam bilginleri, Rusların uzaya Sputnik yollamaları olayını Kur’an hükümlerine göre değerlendirmişlerdir. Muhammed İkbal adlı Pakistanlı bir düşünür, rölativite yle ilgili Einstein nazariyelerinin Kur’an’da açıklandığını, Abdulhak isimli bir başka Pakistanlı bilgin Süveyş Kanalı’nın açılacağının Kur’an’da yazıldığını, Şeyh Muhammed al-Banna adındaki bir başkası ise hidrojen bombası formüllerinin ya da gezegenler ilminin Kur’an’da yattığını ileri sürmüşlerdir. Daha buna benzer sayısız örnekler göstermek mümkün. Bütün bunlar, şeriatçı kafa nın bugün hala bilim denen ve akılcı, deneyci usuller ürünü demek olan şeyi, akıldışı yollarla oluşan dinden ayırabilecek kerteye gelmediğini kanıtlamaya yetmelidir. Türkiye bu çağdışı bilim anlayışından Atatürk sayesinde kurtulmuşken, onun ölümüyle yine eski yoluna dönmüştür.
Şeriat ülkelerinde anayasalcı , demokratik ve halkın refahını sağlama amacına yönelik sistemlerin oluşamamasının nedenlerini, islamın insan varlığını kutsal saymamasında, kul kertesinden yukarı bir değerde bulmamasında, halkı devletin temel öğesi yapmamasında ve dolayısıyla irade özgürlüğüne ve akılcı düşünceye yer vermemesinde aramak gerekir.
Ne hazindir ki İslam ülkelerinin hiçbirinde kurban kesimini ve kurban eti dağıtımı geleneğini ya da sair yardım usullerini daha verimli, daha etkili, daha adil ve insan şahsiyetinin haysiyetiyle daha iyi uzlaşır bir şekle sokmak mümkün olmamıştır. Sosyal yardım ilkesinin gerçekleşmesi için mutlaka herkesin gözleri önünde hayvan boğazlamak, kan akıtmak, deri soymak gerekmediğini ve ilkel çöl geleneklerini devam ettirmenin hiç de anlamı olmadığını Müslüman toplumlar henüz kavrayamamışlardır.
1400 yıl öncelerinin zekat ve sadaka anlayışını ve örneğin kurban eti dağıtımı ya da benzeri şekillerde yardım niteliğindeki sadaka ve zekat sistemini, 20. yüzyılın gelişmişliği içerisinde savunmanın yetersizliği açıktır. Sosyal adalet ve sosyal yardım demek, yoksulları varlıklının sadakasına, inayetine terk etmek ya da yılda bir gün onlara et yüzü göstermek demek değildir. Hele kurban keserek dost ve akrabaya yılda bir gün birer avuç et dağıtmak et yüzünü pek az gören fakir fukaraya ekonomik ve sosyal bir yardım kapısı açmak hiç değildir.
Hiçbir İslam ülkesinde, toplum ya da kişi özgürlüğü adına iktidar ihlallerine karşı ayaklanma, başkaldırma diye bir davranış görülmemiştir. Din emirlerine körü körüne uymaktan gayrı özgürlük nedir bilmeyen ve kendini Tanrı’nın ve onun yeryüzündeki temsilcilerinin kulu ve kölesi bilen kişilerin insanlık haysiyeti adına savaş vermeleri elbette ki düşünülemezdi. İslam dünyasının uygarlık noktasına ulaştığı söylenen dönemlerinde bile, yazar ve düşünürler arasında bu konulara eğilen pek çıkmamıştır.
Anayasa, diğer kanunlardan farklı olarak daha güç değiştirilebilir şekilde hazırlanır. Zira toplumun siyasal iktidarı, temel kuralların gelişigüzel değiştirilememeleri esasına dayalıdır. Fakat her ne olursa olsun gerçek olan bir şey vardır ki o da hayat ın kendisidir ve hayat demek gelişme demektir. Bu itibarla anayasaların, gelişme kanunlarına uygun düşecek şekilde değiştirilebilir olmaları esastır. Hiçbir toplum, kendisinden sonra gelecek kuşakların iradesini ya da yaşam tarzını düzenleyip dondurma hakkına sahip değildir. Anayasa demek, toplumun iradesinin ortaya çıkmış şekli olduğuna ve her kuşak, kendi yaşamlarını kendi iradesine göre ayarlama hakkına sahip bulunduğuna göre, anayasanın değişmezliği diye de bir şey olamaz.

Oysa ki Kur’an, Müslüman toplumların yaşamını, kuşaklar boyunca toplum dışı bir irade yoluyla dondurmuş bulunan bir metindir. Hem de öyle bir metin ki toplumun ve kişilerin hak ve özgürlüklerini, 1400 yıl öncesinin çöl koşullarına göre ayarlamış ve bu koşulların ebediyetler boyunca sürüp gitmesini amaç saymıştır.

Demokraside egemenliğin halka (millete) ait olması demek, halkın her istediğini dilediği gibi yapabilir olması ya da müspet akla aykırı davranabilir olması demek değildir. Yüzde 99 çoğunlukla dahi olsa halk, kişi hak ve özgürlüklerini yok edecek şekilde iş göremez; örneğin kölelik doğal bir kuruluştur şeklinde bir kanun geçiremez; tanrıyı inkar edenler öldürülürler diye emredemez; kadınlar aklen ve dinen dün(aşağı) yaratıklardır şeklinde bir hüküm getiremez ya da buna benzer işler göremez çünkü bu işlemlerden her birisi insan varlığının kutsallığı ve insan şahsiyetinin haysiyeti fikrine, fikir ve vicdan özgürlüğüne, genel olarak müspet akla ve ahlaka aykırı şeylerdir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Osmanlı Devleti’ni kötü, müstebit ve keyfi devlet ve hükümet sistemlerine örnek vermek, kuşkusuz ki yanlış olmaz. Fakat şunu da kabul etmek gerekir. Osmanlı Devleti, İslam devletleri tarihi içerisinde totaliter, despotik ve keyfi devlet şekline örnek verilecek olan devletlerin ne ilki ne de sonuncusudur. İslam tarihinin başlangıcından bugüne değin gelmiş geçmiş bütün İslam devletleri hep bu nitelikte olmuşlardır.

Devlet denilen kuruluşu bu kötü nitelikler içerisinde tutan ve yaşatan tek şey, şeriatın kendisidir. Bunun böyle olduğunu anlayabilmek için şeriata hakim öğeleri ve özellikle kişi ile iktidar ilişkilerini, devlet kuruluşunun niteliğini, görevlerini vs. eleştirmek gerekir. Bilimsel esaslara dayalı olarak böyle bir inceleme yapılacak olursa görülecektir ki şeriat düzeni ve zihniyeti, İslam ülkelerinde ne anayasalcı ne özgürlükçü ne de demokratik gelişmelere olanak bırakmıştır.

Bizim şeriatçılarımıza ilk belletilmesi gereken şey, bir milletin büyüklüğünü, şerefliliğini, azametini, saygınlığını yapan şey, onun askeri başarıları, zaferleri, fetihleri, coğrafi genişliği ya da bütün bunlara hazırlayan iman gücü değildir. Bir milleti büyük ama gerçekten büyük ve saygıya layık yapan şey, onun insan varlığına değer tanıması, insanı yüce kılması ve uygarlığa katkıda bulunmasıdır. Tanrı ve din adına kafirlere saldırmakla; esirler, ganimetler ve araziler almakla ya da insan varlığını kul durumunda kılmakla büyüklük taslamak olmaz.
Gerek toplum ve gerek aydın sınıflar olarak şeriat la ilgili her konuda gerçekten çok habersiz ve bilgisiz kalmışızdır. Yüzyıllar boyunca bütün çektiklerimiz, sonu gelmez geriliklerimiz ve bugünkü sefilliklerimiz ve geleceği karanlıklar içerisinde görmemiz hep bu eksikliklerimizdendir. Yüzyıllar süresince hep şeriat yalanları ve masallarıyla aldatılmış ve avutulmuşuzdur. Şeriatın her konuda ve her şeyde en iyiyi , en güzeli , en mükemmeli getirdiği ve yerleştirdiği sözlerine kanmışızdır. Şeriatın uygarlık ve ahlakilik yarattığını, şeriatın her ilmi kapsadığını, şeriatın en ideal ve ileri devlet ve hükümet sistemlerini getirdiğini duymuş ve bu hikayelere safça inanmışızdır. Her kötülüğün, her musibetin, her yenilginin ve her kötü yönetimin şeriatı ihmal etme, şeriattan uzaklaşma ya da şeriatın özüne yabancı kalma sonucu olduğunu sanmışızdır. Oysaki her geriliğin ve ilkelliğin, her ahlak eksikliğinin, her fena yönetim ve müstebit devlet ve hükümet şeklinin ve kısacası felaket ve sefalet sayılabilecek ne varsa her şeyin şeriattan doğma olduğunu öğrenememiş ve düşünememişizdir.
Ve yine tarihsel ve bilimsel gerçek şudur ki, İmparatorluğun çöküşüyle birlikte Türk toplumu, Atatürk sayesinde demokratik cumhuriyetçi, özgürlükçü, insan varlığının kutsallığı fikrini benimseyici, dikakçılığa ve insanlar arası sevgiye yer verici zihniyet ve yaşamlara yönelmiştir. Yönelebilmesinin tek nedeni de akılcılık ve laiklik yolunu seçip şeriata sırt çevirebilmesidir.
Her ne kadar İslam şeriatının demokrasi ye yer verdiği laiklik ilkesini (din ve devlet ayrılığını) öngördüğü sanılırsa da yanlıştır. Tanrı ve peygamber emirleri olduğu söylenen Kur’an ve hadis hükümlerinin içeriği ve 1400 yıllık uygulanagelişi şunu açıkça ortaya vurmuştur ki İslam deyimiyle laiklik ve demokrasi deyimleri, birbirleriyle bağdaşmayan, birbirleriyle uzlaşmayan, daha doğrusu birbirlerini yok kılan deyimlerdir ki Müslüman halkların başını yemiştir.
Oysa ki islami devlet uygulamasında rehber olarak akıl değil Tanrı iradesi iş görür. Tanrı’dan geldiği kabul edilen hükümlerin akılcı doğrultuda olup olmamasına bakılmaz, çünkü akılcılığa aykırı olsalar da uygulanmaları gerekir. Akıl, bu hükümlerin akla ve mantığa yatkınlığını denetlemez. Aklın görevi, Tanrı ve peygamber emirlerini akıl kıstasına vurmak değil fakat sadece bellemek ve akla aykırı düşseler de bunları izlemek, benimsemek
Tarihi gerçek şunu doğrulamaktadır ki toplum ve devlet yaşamlarında kadın’a yer ve değer verildiği oranda erkeğin zeka gücü, yaratıcılığı ve dinamizm’i gelişir, toplum zindeleşir ve güçlenir. Buna karşılık kadın değersiz kılındıkça ve erkeğin yaşamından uzak kılındıkça, çuvala tıkıl­dıkça erkek hayvanlaşır ve toplum yobazlaşır..
İslam köleliği Tanrı’dan gelme doğal bir kuruluş olarak kabul eder.Kur’an’da, Nahl Suresi’nin 75. ayetinde,Tanrı’nın köle olarak yarattığı kişilerin, köle olmayanlarla (yani hür olanlara)eşit durumda bulunmadıkları açıkca belirtilmiştir.
Maurice Duverger’nin Atatürk dönemi için kullandığı deyim ise şudur: Demokrasiye geçiş için hayırlı bir diktatorya .
Atatürk Türkiyesi’nin, bugün her bakımdan ve her hususta bütün islam ülkelerinin önüne geçebilmesi, Atatürk’ün getirdiği laiklik ilkesi sayesinde, yani Türk’ün kafasının şeriat hastalığından kurtarılması yoluyla sağlanabilmiştir.
İslam dinini kabul etmeden önceki dönemde Türk kadını, erkege eşit değerde olup dilediği şekilde giyinme özgürlügüne sahip ve dolayısıyla devlet başkanlığı yapabilecek kertedeyken, islam’a girildikten sonra şeriat zorlaması yüzünden çarşafa tıkılmış ve umacı kıyafetinde dolaşan, bu nedenle benliğini, kişiliğini ve özgürlüğünü yitiren
bir yaratık şekline girmişti.İçinde bırakıldığı maddi yaşam koşulu, onu fikren ve ruhen bu zavallı kerteye indirmişti. Kiyafet devrimi sayesinde kadın çarşaf belasından kurtulup özgür şekilde giyinme olasılığına kavuşmakla fikren ve haysiyet duygusu itibariyle gelişme yoluna girebilmiştir.
Batı dünyası, özellikle 17. ve 18.yy’da başardığı aşamayla, insan aklını bir yandan dinsel dogmalara karşı diğer yandan da eski Yunan ve Roma düşünce tarzının egemenliğine karşı bağımsız kılmış ve özgürlüğe ulaştırmıştır.Bu aşamadan sonra Batılı insan, fikir ve düşünce yaşamlarında kendisini ne din kitaplarının kutsal sanılan emirlerine terketmiş ve ne de eski Çağ’ın bilim otoritelerinin köleliğine. Nasıl ki din kitaplarının yanıltıcı olabilirliğini ve olmuşluğunu anlamış ve bu nedenle bu kitaplara karşı güven beslemez duruma girmiş ise, eski Yunan ve Roma fikir bilimleri bakımından da aynı şüpheciliğe düşmüş ve sonuç olarak bilimsel gerçeklerin akılcı ve deneyci usullerle yanaşılabileceğini anlamıştır.
Atatürk’ün ”Batılılaşmaktan ve Batılı anlamda Devlet ve Hükümet Yaşamlarına kavuşmaktan anladığı şey Akılcılığa , Özgürlüğe ve ”Haysiyetliliğe Yönelmişliktir
Kur’an ayetleri, iki tarafı keskin bir bıçak gibi, hem anayasalcı geçinenlerin ve hem de anayasal rejime girmenin dinsizlik olacağını söyleyenlerin işine yarardı.Hiç kimsenin aklına, devlet ve hükumet işlerini ilahi hukuk dışında, yani akılcı ve deneyci usullerle ele almak gelmezdi.
Bazı hoca efendiler Hilafetin hukuk ve görevlerini yoketmeye hiç kimsenin ve hiçbir Meclis’in güçlü bulunmadığını söyleyerek halife olan bir hükümdarın devletin başına getirilerek 300 milyonluk bir islam dünyasına yaygın otoritesini kurmaktan söz etmekteydiler.Bu hevesleri kökünden söndürmek üzere T.B.M.M. 3 Mart 1924 tarihli bir kanunla Hilafet esasen hükumet ve Cumhuriyet kavramında ve anlamında bulunmaktadır gerekçesiyle halifeliği ve hilafet makamını ortadan kaldırmıştır.
Vahdettin’in İngiliz himayesine sığınarak memleketi terketmesi üzerine TBMM, 18 Kasım 1922 tarihinde Abdülmecid Efendi’yi onun yerine geçirdi: fakat ona padişahlık değil sadece halifelik tanıdı.Tanırken de milletin tek ve gerçek temsilcisinin Meclis olduğunu, Meclis’in millet adına Yasama ve Yürütme yetkilerini elinde tuttuğunu belirtmekten geri kalmadı.
Türk milletinin, gerçek anlamda bağımsızlığına kavuşabilmesi, haysiyetli ve şerefli bir millet olarak varlık sahibi olabilmesi için hem dışa karşı özgür olmakla ve hem de iç istibdada ve keyfi yönetime son vermekle mümkündü.Bu tür bağımsızlıktan yoksun bir millet uşaklıktan yüksek bir kerteye erişemezdi. Oysa ki Osmanlı padişahları,Tanrı’nın yeryüzündeki vekili olarak iktidar ve yetkilerini Tanrı’dan aldıklarını ileri sürerek milleti bir köle durumuna indirmişler ve yüzyıllar boyunca bu şekilde yönetmişlerdi. Tanrı’dan gelme olduğu iddia edilen ve yüzyıllar boyunca hanedan mensupları arasında veraseten kullanılagelen egemenliği millete tanımak, ancak millet iradesinin özgür bir şekilde oluşmasına fırsat vermekle mümkündü.
İslam dinini benimsediği andan itibaren Türk toplumu egemenlik denen şeyin Tanrıya ait olup O’nun yeryüzündeki temsilcisi sayılan Halife tarafından sorgusuz sualsiz kullanılan bir güç olduğu inanışına saplanmıştır. Bu inanış islamın temel ilkelerinden köklenmekteydi. İslam tarihi içerisinde bu inanışa karşı ilk kez Atatürk Hayır diyerek egemenliğin gökten inme değil millet’ten gelme olup, kayıtsız ve şartsız millete ait bulunduğunu, milletin bu gücü hiç kimse ile paylaşmaksızın
kullanacağını söyledi.
Memleketi hem yabancı işgallerden ve hem de yüzyılların bir musibet gibi milletin başına musallat ettiği istibdat sahibinden
kurtarmak gerekiyordu.İşte temelleri çökmüş,ömrü tamam olmuş ,parçalanmış ve 500 yıl boyunca teokratik niteliğini korumuş olan Osmanlı Devletinin yerine,millet egemenliği temeline dayalı, bağımsız yeni bir Türk devletini kurma kararı,Atatürk’ün Samsun’a çıkarak Anadolu’ya ayak bastığı andan itibaren uygulamaya geçtiği bir karar olmuştur
19 Mayıs 1915 tarihinde Samsun’a ayak basan Atatürk, memleketin o zamanki durumunu anlatırken şöyle der: Düşman devletler Osmanlı Devleti’ne ve ülkesine maddeten ve manen saldırı halinde, yok etmeye ve paylaşmaya karar vermişler. Padişah ve halife olan kişi hayat ve rahatını kurtarabilecek çareden başka bir şey düşünmüyor. Hukumeti de aynı halde. Farkında olmadığı halde başsız kalmış olan millet zulmet ve müphemiyet içinde kaderini bekliyor.Felaketin dehşet ve ağırlığını duymaya başlayanlar, bulundukları ortam ve duydukları etkilere göre kurtuluş çaresi saydıkları tedbirlere yönelmişler. Ordu ismi var cismi yok bir halde,kumandanlar ve subaylar büyük savaşın bunca yoksunluğundan ve zahmetinden yorgun, vatanın parçalanmakta olduğunu görmekle üzgün, gözleri önünde derinleşen karanlık, felaket uçurumu kenarında dimağları çare, kurtuluş çaresi aramakla meşgul Millet ve ordu, Padişah ve halifenin hiyanetinden haberdar olmadığı gibi o makama ve o
makamda bulunana karşı yüzyılların kökleştirdiği dinsel ve geleneksel ilişkilerle bağlı ve sadık. Millet ve ordu kurtuluş çaresi düşünürken bu geleneğin itişiyle kendinden önce kutsal hilafet ve saltanatın kurtarılmasını düşünüyor. Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun kavramını anlamak yeteneğinde değil
Tarihin öğrettiği şudur ki, din adamının askeri ve sivil güçlerle işbirliği yapması kadar milletler için tehlikeli ve felaket getirici bir şey yoktur. Bu işbirliği nedeniyle halkın korku ve cehalet içerisinde bırakıldığı, fikir ve kültür gelişmesine, siyasal olgunluğa erişemediği sayısız örneklerle ortadadır.
Atatürk’ün kurduğu laik Türkiye Cumhuriyetine gelinceye kadar bütün islam ülkeleri askeri rejimlerle yönetilmişlerdir. Hiç birinde demokratik gelişme görülmemiştir çünkü askeri rejimlerin varlığı demokratik gelişmeye engel yaratır, şu bakımdan ki askeri rejim, çok yönlü siyasi düşünceye ve plüralist bir siyasi ortama olanak tanımaz.
İslam tarihi boyunca islam ülkeleri hep Askeri devlet niteliğinde
kalmışlar,hep Askeri hükümetler tarafından ve askeri zihniyetle yönetilmişlerdir, demokrasiye geçememişlerdir.
Muhammed, akılcı bilim temsilcilerini yani özgür akıl ve serbest düşünce yolu ile Tanrı ve peygamber emirleri dışında ilim yapanları alim sınıfına almamıştır. Çünkü akıl verilerine göre iş görmeyi bidat şeklinde görmüş ve şöyle demiştir: Peygamberin ölümünden sonra din’de bidatlar icad eden hiç bir ümmet yoktur ki Allah onların icad ettiği miktar kadar dinin esaslarından ziyan etmesin Kim bizim dinimizde bir şey icad ederse o merduttur
Padişahlarımız ve paşalarımız, yüzyıllar boyunca bizi, sırf İslamın
emrine uymak ve bu arada yağma ve talanlar yapmak, hazinelerini doldurmak, köleler cariyeler almak ve haremlerini sayısız güzellerle donatmak için savaşlara sürüklemişler, insanlarımızı,hem de nice yenilgiler bahasına,savaş meydanlarında kırıp geçirtmişler, bu melanet’lerine
hiç bıkmadan devam etmişler, fakat ne hazindir ki bir tek insanımız, bir tek düşünürümüz, bir tek din adamımız çıkıp da: Nedir bu savaşlar? Ne lüzumu var bu yersiz öldürmelere,bu yağma ve talanlara, bu çapulculuğa? Neden Tanrı din adına savaşa çıkın, yakın yıkın, köleler cariyeler alın, paylaşın diye emir vermiş olsun? İnsanların yaratıcısı olan ve kaderlerini kendi çizen ve dilediğini Müslüman edebilen bir Tanrı, neden kullarını ‘müslüman ve kafir’ ayınını içerisinde var etsin ve sonra onları birbirlerine boğazlatsın? Neden belli sınırlar içerisinde barış halinde ülkemizi mamur edip halkımızın refahı ve mutluluğu için çalışmayalım? vs şeklinde bir şeyler söylememiştir; söyleme cesaretini gösterememiştir. Çünkü söylemenin dinsizlik olduğu tehditleriyle sindirilmiştir.
17. yüzyılda Campanella’nın Özgürlük, ebedi akla göre yaşamaktır
Batı,denizlerdeki üstünlüğünü sağlayıcı bilim ve tekniği geliştirirken,örneğin manevra gücü büyük olan gemiler inşa ederken, bizim sultanlarımız ve paşalarımız, din adamının sözünü dinleyerek bu çeşit yeniliklere gitmekten kaçınmışlardır.
Falih Rıfkı Atay şöyle diyor: Bir kaç yıl hazırlandıktan sonra bile Bulgarlara ve Yunanlılara yenilecek iken Avusturya ve Macaristan’a meydan okur, Girit der, Bosna Hersek der meydanları doldurur ve nümayişlerde Plevne ve Cezair marşlarını çağırırdık Müslüman halkın ruhu yerli yahut yabancı gavura karşı hınç içinde yanardı Gerçi henüz iktisatça bir ‘Beyoğlu’, bir ‘Çarşı içi’ dükkanı fethetmemiştik, Osmanlı saltanatı ülkesinde belkide bir tek Türk bakkal yoktu Bırakınız bir çarşı içi dükkanı fethetmeyi ve fakat kendisini inim inim inleten ve köle gibi sömüren
zalim Padişah’a karşı direnmeyi, ya da yönetime katılmayı, iktidarın tüm denetiminde söz sahibi olmayı dahi düşünecek kertede değildik.
Osmanlı Devleti, budalaca ve aptalca girdiği bu Birinci Dünya Savaşın’dan yenik çıkmış, yabancı işgaller altında kalmış ve haritadan silinmek üzere iken Atatürk tarafından kurtarılmıştır.
Eğer kılıç gücüyle fikir yerleşmiş olsaydı İslam
toplumlarının bugün en ileri ülkeler arasında yer almaları gerekirdi. Fikir denilen şey kılıçla değil ve fakat akıl yoluyla yerleşir; 2500 yıllık fikir gelişmesi, asıp kesmeler ve yakıp yıkmalar sayesinde değil akıl gücü sayesinde olmuştur.
Müslüman her toplumun esası cihad ve cengaverlik olduğu için barış ve sükün içinde geçen bir yaşam islam toplumunun bu hislerini körletir . Bundan dolayıdır ki devlet yaşamında cihad unsuruna ağırlık vermek ve toplumu devamlı şekilde savaş halinde tutmak gerekir.
Günahlardan kurtulup Cennete girmenin en kolay, en güvenilir yolunun, cihad’a katılmak olduğu bildirilmiştir (örneğin bkz. Nisa 74, 95, 100; İmran 157, 195 , vs )
Muhammed’in Tanrı ve peygamber emirleridir diyerek yerleştirdiği hükümlerden ve bizzat kendi eylemlerinden anlaşılan şudur ki, islam’da devletin amacı,islam dinini yaymak,kafirleri imana sokmak , Dar-ül harb’e karşı savaşlar açmak, yeryüzünü Dar-ül islam haline ulaştırmak, islama aykırı davrananları (örneğin islamdan çıkanları, islama aykırı konuşanları, din adına savaşa katılmayanları ve cizye vermeyenleri vs) cezalandırmaktır. Bu amacı gerçekleştirmek devletin en büyük ve en kutsal görevidir.
Kur’an’daki Barış görünüşlü hükümler, Muhammed’in henüz savaş gücüne sahip bulunmadığı döneme ait olup, Medine’ye geçip de güçlendiği an saldırı niteliğinde Cihad emirleriyle geçerli olmaktan çıkardığı şeylerdir.
1400 yılık islam tarihi, sırf dini yaymak, yağma ve talan yapmak maksadiyla girişilen kanlı savaşlar tarihinden başka bir şey değildir.Kur’an’ın hemen her suresinde yer alan cihad emirlerine dayalı olarak Arap ordularının bir yandan Doğu’da Orta Asya’lara ve diğer yandan Batı’da lspanya’lara kadar uzanan saldırılarını Barış savaşları olarak kabul edebilmek için akıl ve zekadan yoksun olmak gerekir.
Bedir savaşı, her ne kadar Kureyşlilerin Medine üzerine yürümeleri üzerine başlamış olmakla beraber, Kureyşlileri buna zorlayan Muhammed olmuştur,çünkü Kureyş kervanlarına ilk saldıran ve yağma ve talan yoluyla onları zarara sokan kendisidir.Öte yandan Medine’de biraz güçlenmeye başlayıp da orada yaşayan Yahudileri zorla islama sokmaya çalışan ve girmedikleri için üzerlerine çullanan da yine Muhammed’tir. Müslümanların, Müslüman olmayanlara karşı cihad açmalarını Tanrı emri halinde Kur’an’a sokan ve Cihad’ı farz kılan da o’dur.
Muhammed,Medine’ye geçip de güçlenmeye başladığı andan itibaren Müslümanları müşriklere ve kafirlere karşı savaşlara sürüklemiş ve cihadı farz kılmıştır. (Örneğin Bkz. 2 Bakara 216). Bu hükümlere dayanaraktır ki yaşamının Medine’de geçirdiği son 10 ya da 11 yılını, sırf islamı yaymak ve aynı zamanda ganimetler almak için,elinde kılıç saldırı savaşları vermekle geçirmiştir.Savaş fikrine ilk yönelen ve Mekke kervanlarına karşı ilk saldırıya geçen kendisidir.Bu maksatla gönderdiği çetelerin sayısı 45 civarındadır. Bunlar dışında 29
savaş yapmıştır.Bu savaşların bir kısmı sanki savunma savaşıymış gibi görünürse de, aslında hepside saldırı niteliğinde savaşlardır.
Kur’an’da geçen Cihad deyimi, ülkeler fethetmek, ganimetler edinmek,dünya nimetlerini ele geçirmek ya da dini yaymak için değildir! Sadece saldırganlığı önlemek ve herhangi bir saldırıya karşı savunma olasılığını sağlamak için öngörülmüştür.Güya Muhammed Medine’ye hicret ettikten sonra oradaki Musevilere dokunmamış, onlarla savaşmamış ve onların Uhud savaşı sırasında iki yüzlü davranmaları ve kendisine ihanet etmeleri ve bu ihanetlerini sürdürmeleri üzerine onlara karşı savaş açmiştır.Güya Hristiyanlara karşı hiçbir zaman savaş açmak istememiş ve fakat ne zamanki Hristiyanlar (Bizanslılar) Müslümanlara karşı saldırıya geçmişlerdir, işte o zaman o da onlara karşı
savunma maksadiyla savaş zorunluğunda kalmıştır. Güya islamı barış dini olmaktan çıkarıp saldırı ve savaş dini haline sokan Türkler’dir.Ve yine güya Cihad sözcüğü silahlı savaş ve fiziki çatışma anlamında değil fakat insanın kendi nefsine karşı savaşması, ihtiras, kin vs. gibi kötü duygularına hakim olması anlamındadır.Bütün bu ve benzeri iddiaların yalandan ibaret olduğunu söylemek gerekir,çünkü gerek Kur’an ve hadis hükümlerine ve gerek Muhammed’in kendinden verdiği örneklere bakarak islamın inkar götürmez bir açıklıkla saldırı ve savaş dini olduğunu anlamak kolaydır.Her ne kadar Kur’an ve Hadis hükümleri arasında barışçı görünüşte ya da savunma maksadiyla savaşmayı öngörür kılıkta olanları varsa da, bunlar Muhammed’in daha henüz savaş yapabilecek duruma geçmediği zamanlara ait olup, daha sonra yerleştirdiği savaşçı hükümlerle geçersiz kılınmışlardır.
Çağdaş müslüman yazarlar islam dinini savaş dini değil fakat sanki barış diniymiş gibi göstermeye çalışırlar.Kuran ayetleri ve hadisler arasından barış siyasetine yönelik hükümler bulunduğunu söylerler.Oysa ki İslam dinini barış diniymiş gibi gösterme çabaları tüm olarak bir özentidir ki, bu özenti, Batı dünyasındaki insancıl ve barışcı egilimlere ayak uyduruyor olma heveslerinden doğmuştur.
İslam dini, aslında savaş dini niteliğinde bir dindir. Varlığını ve yayılmışlığını bu niteliğe borçludur.Bu dinin kurucusu olan Muhammed, elinde kılıç olmak üzere bizzat kendisi, islamı kabul etmeyenlere karşı ölüm saçarak ve dehşet yaratarak 29 meydan savaşı yapmış,45 çete saldırısında bulunmuş,esirler ve ganimetler almış, bunları paylaşmış ve böylece ortaya savaş amacına dayalı devlet şekli çıkarmıştır. Başta Kur’an olmak üzere tüm islam kaynakları bunun böyle olduğu doğrulayan verilerle doludur.
Cahil ve ilkel insanları Cennet ya da ganimet vaadleriyle devamlı şekilde savaşlara sürüklemek ya da ibadet usulleriyle meşgul etmek, kazançlı değil fakat ancak felaketli sonuçlar getirir.Kişiyi dıştan gelen oyalamalar ve uyutmalarla geliştirmek ve yaratıcı güce sahip kılmak mümkün değildir; ancak iç gelişme yoluyla yaratıcı ve verimli düzeye getirip uygarlaştırmak insanlığa yararlı kılmak mümkündür.
İslamcılar hep bir ağızdan Türkçülere saldırıya geçerek Türkçü mü? Siz Türk mü satarsınız! şeklinde alaylara girişmekle kalmadılar,fakat daha da ileri giderek Türk’ün hiç bir değeri,tarihi,dili ya da geleneği olmadığını hele araplara nazaran çok aşağı kertede bulunduğunu haykırmaktan geri kalmadılar.Korktukları tek şey, Türkçülük duygularının ve bilincinin uyanması halinde islama bağlılığın azalacağıydı.
Tanzimattan sonra Osmanlılık adı altında bir akım kendisini gösterdi.Bu akım taraftarlarının güttükleri amaç şuydu: İmparatorluğa dahil çeşitli unsurların (örneğin Türk,Arap,Arnavut,Sırp, Boşnak,Ermeni,Rum,Musevi vs. ) tek bir millet olarak tanımlanması ve Osmanlı adıyla anılması! Ancak ne var ki Osmanlılık fikrini savunanlar genellikle kentli olup gerçek anlamda milliyeti olmayan sınıflardı.Ziya Gökalp’ın deyişiyle bunlar Ne Türk, ne Arap, ne Arnavuttu; bütün milliyetlere düşman bir topluluktu. Bu topluluk Arap’ı beğenmez,Arnavut’la eğlenir,Türk’ü hor görürdü
Tarih içerisinde, belli bir din içerisinde Türk halkı kadar millilik bilincinden ve geleneklerinden sıyrılmış, benliğini yitirmiş, geçmişini inkar etmiş olarak belli bir hanedana körü körüne bağlanmış bir başka toplum göstermek güçtür.Öyle bir hanedan ki,kendisini kul ve köle kertesinde tutmuş,sadece kendi çıkarları için kullanmış iliklerine varıncaya kadar sömürmüş,bir felaketten bir diğerine sürüklemiş, yoksulluklar içerisinde yüzdürmüş, daima hakir görmüş, yabancı işgaller altında dahi işgal güçleriyle bir olup bağımsızlık çabalarını önlemiştir.
Osmanlı padişahları, şeriat dinini kendilerine araç edinerek saltanat sürmenin kolaylığını daha 1.Osman’dan itibaren bilir olmuşlar ve giderek artan bir bağnazlıkla islam’a sarılır olmuşlardır. Türk’e özgü adlarla değil fakat Arap adlarıyla çağırılmayı tercih etmişlerdir. Nitekim hanedana mensup kişilerin adları eleştirilecek olursa görülür ki Orhan ya da Ertuğrul gibi bir kaç ad hariç, genel olarak hep Arap adı kullanmışlardır.
Osman I, Orhan ve Beyazıt II gibi birkaç padişah hariç diğer padişahların hiç birinin anası Türk kanından gelme değildir.Hepsi de Yunan,Islav,Rus, Gürcü, Çerkez, Venedik, vs. asıllıdır. Bir yabancı yazarın hesaplamasına göre bu tür karışık evlenmeler sonucu olarak Orhan’dan sonraki yirmi kuşak uzaktaki Padişah’ın kanında, milyonda bir oranında Türk kanı olmak gerekir.
Osmanlı padişahları,halife unvanına sahip olarak, kendilerini Türk milletinin değil Müslüman cemaatin başı olarak görürlerdi.Bu duygu zamanla, Türk unsurlara karşı tam bir ilgisizliğe ve hatta husumete dönüşmüştür.İslamlık ruhuna gömüldükçe, Kavm-i necip diye kabul ettikleri arapları bile Türk’e tercih eder olmuşlar,arapla ilgili her şeyi (dil, gelenek vs. gibi) kutsal saymışlar ve buna karşılık Türk ile ilgili her şeye (Türk’ün tarihine, diline, geleneklerine vs.) karşı yabancı kalmışlardır.
Kendilerini Osmanlılık ruhu içerisinde mutlu sayan bu kimseler, aslen Türk oldukları halde, Türk olarak çağrılmayı istemezlerdi, çünkü bunu küçültücü bulurlardı.Onlara göre Türk deyimi , kabalığın , yabanlığın , ilkelliğin karşılığı olarak hakaret anlamındaydı.Osmanlı devletinde, şeriat zihniyetine saplanmış olarak Türk ile ilgili her şeye karşı düşman kesilen sınıf, işte bu sınıftı; devlet yönetimini ele geçirirenler de bunlardı: bu nedenledir ki Türk unsurların devlet işlerinde kullanılmalarına, Saray’a ve özellikle orduya alınmalarına karşıt olmuşlardır.
19. yüzyılın ikinci yarısı içerisinde Osmanlılık anlayışına karşı Türkçülük akımları başladığında, Türkçülere karşı en ağır saldırılar Osmanlılık taraftarı olanlardan gelmiştir.Bunlar: Ne demektir Türk? derler ve şöyle eklerlerdi: Türk denilen şey, Osmanlı saltanatı ve islam halifeliği adı altında kurulmuş siyasi bir şirketin nihayet bir üyesi demektir!
Osmanlı Devleti’nin temel taşı Türk toplumu olduğu halde, ne Osmanlı hükümdarları ve yöneticileri icin ve ne de bizzat Osmanlı toplumu için Türklük bilinci ya da yurttaşlık duygusu diye bir sey söz konusu olmamıştır. Türklük bilinci, her şeyden önce İslamlık içinde ve sonra da Osmanlı hanedanlığına bağlılık duyguları arasında kaybolup gitmiştir.Osmanlı anlayışında Türk devleti diye bir kavram, Türk toplumu diye bir unsur, Türk yurdu diye bir ülke, Türk padişahı diye, bir makam, Türk askeri diye bir güç yoktu. Sadece halife-i müslimin (Müslümanların halifesi), sadece Ümmet-i Muhammed (Muhammed topluluğu), sadece Dar-ül islam (Islamların yasadığı yer),sadece islam askeri vardı.
Osmanlı Devleti’nin toplum ögesi, kendi kendisini Türk olarak görmezdi: sadece müslüman olarak ve sanki müslümanlık dışında Türk olunamazmış gibi kabul etmişti. Türkçülük akımlarını başlatanlar, Türk hükumeti , Türk ordusu , veya Türk ülkesi gibi deyimleri kullandıkları için, birer düşman gibi görülmüşlerdir.
İslam fetihleri sonucu ele geçirilen topraklar halkı, islam’ı kabul etmedikleri sürece devletin yabancı ögesi sayılmışlar ve yönetimde görev alma olasılığından yoksun kılınmışlardır. İspanya’da 800 yıl egemenlik sürdüren Emeviler, yerli ahaliyi adeta düşman bilmişlerdir.
Devletin temel ve öz unsuru Türk milleti olduğu halde, imparatorluğun en hakir görülen , en fazla ezilen ve en az güvenliğe sahip bulunan insanları Türklerdi.Sadece küçültülmek ve hakaretlere layik görülmek bakımından değil fakat Osmanlı yönetim tarzının kötülüklerini en fazla üzerine çekmek bakımından da bu millet pek zavallı, pek mutsuz bir durumdaydı.Gerek Padişah,gerek Ulema ve Yöneticiler ve din adamları indinde Arap kavmi, ”peygamber kuşağından gelme ve bu nedenle Kavm-i necib (üstün,seçkin kavim) sayıldığı için, Türk unsura oranla daha saygın, daha imtiyazlı görülürdü.
Kur’an’da, Yahudileri ve Hristiyanları aşağılatmak maksadiyla: Allah onları (Yahudileri ve Hristiyanları) yok etsin (K. 9 Tevbe 30); şeklinde hüküm olup bu doğrultuda olmak üzere Allah yehud ve nasarayı (Yahudileri ve Hristiyanları) rahmetinden uzak kılsın şeklinde hadisler de bulunmaktadır.
Muhammed’in Medine’ye hicretinden itibaren islami devlet uygulamalarında, Müslüman halkın, Müslüman olmayan unsurlara karşı kin ve husumet içerisinde bulunması gelenek olmuştur. Çünkü Muhammed, gerek Kur’an’a yerleştirdiği ayetler ve gerek çeşitli vesilelerle bıraktığı hadisler ile ve asıl kendi davranışlariyla bu kin ve husumetin tohumlarını atmıştır.Medineye geçtikten sonra Musevi kabilelerini Müslüman yapmak için nasıl çaba sarfettiğini, onların dini geleneklerini (örneğin oruç tutmak gibi) nasıl benimsediğini, hatta ibadet yönünü nasıl Kudus’e çevirdiğini fakat her şeye rağmen onları kazanamayacağını anlayınca aleyhlerine nasıl döndüğünü, nasıl savaşlar açıp onları asıp kestiğini, mal ve mülklerinden yoksun ettiğini ve sürdüğünü, nihayet ölüm döşeğindeyken Arap ceziresinde iki din bir arada olmayacak diye nasıl son bir vasiyette bulunduğunu Arap ve islam kaynaklarından öğrenmek kolaydır.
İslam dini, Muhammed’in getirdiği ve uyguladığı öz ve ilk şekliyle, Müslüman olmayanları aşağılatan ve müslümanları gayr-ı müslimlerle her türlü dostluk ilişkisinden yasaklayan bir dindir. Daha başka bir deyimle islam, gayr-ı müslimleri, Müslüman ahali ile birlikte bağrına basmış ve eşit kılmış değildir ki, farklı bir sonuç doğmuş olsun. İslam’ı hoşgörüsüz yapan Türkler değil fakat Türkleri, Müslüman olmayanlara karşı bağnaz kılan islam olmuştur.
Gayr-ı müslim yurttaşları kazanmak şöyle dursun ve fakat Müslüman halka yabancı dil öğrenme fırsatı yaratıp onları devlet işlerinde, örneğin tercümanlıkta kullanmak ve böylece devlet sırlarını saklı tutulmasını sağlamak yolunu bile tutmamıştır; böylesine akılsız ve beyinsiz insanların yönettiği bir toplumdur Osmanlı toplumu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir