İçeriğe geç

Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti Kitap Alıntıları – Osman Turan

Osman Turan kitaplarından Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti kitap alıntıları sizlerle…

Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti Kitap Alıntıları

Keykubâd’ın henüz genç yaşta 1237’de, ölümü ve yerine iktidarsız ve anormal vasıflara sahip oğlu II. Keyhusrev’in geçişi bu kudretli devletin sarsılmasına bir başlangıç oldu.
Anadolu Türkleri putperest Moğol tahakkümünü daima ağır bulmuş ve kurtulma yollarını aramıştır. Filhakika Moğolları ilk defa mağlûbiyete uğratan Türk Memlûkleri sultanı Baybars Anadolu’ya dâvet olunmuş; o da 1277’de Kayse­ri’ye kadar gelip Selçuklu usûllerine göre ve merâsimle Türkiye tahtına oturmuştur.
Moğollara karşı müdafaa tedbirleri alırken öte yandan da Moğol imparatoru Oktay Kaan’a da elçi gönderdi ve sulh yaptı; devrin hiçbir hükümdarına nasip ol­mayan bir itibarla karşılanarak Moğol tehlikesini uzaklaştırdı. Türkiye, böylece Keykubâd devrinde siyasî, İktisadî ve medenî bakımlardan en yüksek seviyeye erişti. Bu sebeple de Sultan halk arasında “Uluğ Keykubâd adiyle anıldı.
Sultan Alâaddin Keykubâd Mogollara karşı, din ve ırk bağlarını hatırlata­ rak ve İslâmın kaderi bakımından iki sultanın tarihî mes’uliyetlerini beyan ederek, Celâleddin Hârizm-şâh’a dostluk ve ittifak tekliflerinde bulundu. Lâkin iyi bir asker ve kötü bir siyaset adamı olan Hârizm sultanının ölçüsüz hareketleri iki hükümdar arasında çarpışmayı mukadder kıldı ve 1230’da Yassı-Çimen’de Hârizm-şâh’ın ordusu perişan edildi.
Deniz aşırı giriştiği Suğdak (Kırını sahilinde) seferi Selçuklu devletinin karalarda ve denizlerdeki kudretine güzel bir misal teşkil eder.
I. Keykâvus (1211-1220)’de babasının siyasetine devam ile 1214’de Sinob’u fethetti. Bir­ çok şehirlerden tüccar ve sermâyedar götürerek şehri bir ticâret, ithalat ve ihracat limanı haline getirdi.
I. Alâaddin Keykûbad Selçuklu sultanları arasında çok mümtaz bir mevkie sahip olup dev­rinde Türkiye çok mâmur ve müreffeh olmuş ve ileri bir medeniyet seviye­sine erişmiştir. Zamanında Moğollar dünyayı alt-üst etmeye başladıkları için bu ileri görüşlü Sultan önce Konya, Kayseri ve Sivas olmak üzere birçok şehirleri muhteşem surlarla, kalelerle teçhiz ederek müdafaaya hazırlandı.
Selâhaddin Eyyûbî’nin Kudüs’ü fethi üzerine Alman İmparatoru F. Barberos kumandasında teşekkül eden Haçlı ordusu 1190 senesinde Türkiye top­raklarına girdiği zaman Kılıç Arslan, Sultan olmakla beraber, fiilî bir iktidara sahip değildi. Alman İmparatoru ile Selçuklu Sultanı arasında dostluk mev­cut olduğundan Kudüs’e gitmek isteyen Alman ordusunun Türk topraklarından serbest geçişten başka bir gayesi yoktu.
Sultan Mesud’un Konya önünde Bizans ordusunu mağlub ve İslâm dünyasına korku salan Haçlı ordularını imhâ etmesi Sultanın ve Selçuklu devletinin kudretini çok yükseltti. Artık Anadolu Türklerinin buhran devri geçmiş; siyasî birlik ve medenî ilerleme devri açılmıştır.
Türklerin hücûm ve baskınlarıyla bu ordu da çok zayiata uğrayarak Antalya’ya vardı. Gemilere binen zenginleri Suriye’ye gittiler. Kalanları da Türklerin ve Rumların taarruzları karşısında perişan oldu.
Rumlar Haçlıları soydular; paralarını aldılar. Türkler Haçlıları bu perişan halde görünce merhamet ettiler; onlara para ve ekmek dağıttılar Rumlardan satın aldıkları Haçlı paralarını düşkünlerine verdiler. Türklerin bu iyiliklerini gören üç binden fazla Frank müslüman oldu.
İlk defa olarak, imparator ve kıralların başında bulunduğu büyük bir Haçlı seferi hazırlandı. Alman İmparatoru Konrad III. ve Fransa Kralı St. Louis VIII. ku­mandasında bulunan bu büyük ordulardan korkan Bizans İmparatorunun bunların imhâ edilmesi için Selçuk sultanıyle gizlice münâsebetlerde bulun­duğu da rivâyet edilir. Gerçekten Bizans rehberleri Alman ordusunu sapa yollar­dan Türklerin baskınına uğrayacak bir şekilde sevk ettiler.
Anadolu Türkleri için büyük bir sarsıntı yapan Haçlı seferinden sonra Kılıç Arslan payitahtını Konya’ya nakletti. İznik ve havilisi, yirmi beş sene Selçuklu hâkimiyeti altında kaldıktan sonra, tekrar Bizanslıların eline geçti. Bununla beraber Türkler bu sarsıntıyı az zamanda atlatıp toparlandılar. Gümüş-tekin Suriye’den ilerleyen Haçlıları 1100 yılında, Malatya yakınında, bozguna uğratıp, başta Bohemond olmak üzere, bir kısım reislerini esir ala­rak Niksar’da hapse attı. Onları kurtarmak için 1101’de Anadolu’ya giren iki büyük Haçlı ordusundan biri Amasya civarında, öteki de Ereğli’de tamamiyle imha edildi.
Bîrûnî ilk defa kürenin mesâhasının nasıl ölçülebileceğini keşfetmiş; bu hususta müstakil bir eser yazmış idi. Bu büyük Türk-İslâm âlimi birçok tetkikleri ve keşifleri arasında arziyat (géologie) ilminin kurucusu olarak da mümtaz bir mevki alır.
Kılıç Arslan, Dânişmend ve diğer Türk beyleri Haçlılara karşı Anadolu’da o kadar çetin savaşlar yaptılar ki bir milyonu aşan bu istilâ ordusu Antakya’ya ancak 300.000 kişi ile varabildi.
Türkiye Selçuklularının ilk payitahtını Konya zannedenler sâdece bir tahmine dayanı­yor; başlıca düşman olduğu için Bizans’a yakın İznik’i seçmeleri sebebini düşünemiyor ve bu devrin tarihî vak’alarını da bilmiyorlardı. Nitekim Osmanlılar da Bursa ve Edir­ne’yi merkez yaparlarken karşılarında Bizans ve Avrupa olduğunu hesap ediyorlardı.
Şövalye, kont ve dük’lerin elinde bulunan büyük ve muntazam Haçlı ordusu İznik’i muhâsara etti. Kılıç Arslan İznik’e yetiştiği halde muhâsarayı yaramadı.
Türkçenin devlet işlerinde ilk defa kullanılması, uçlarda kurulmuş Beyliklerde gelişen kültürel faaliyetlerin bir neticesi olarak, Osmanlılara aittir.
Bu sebeple Müslümanlar, Türklerin İslamiyeti kabulünü memnuniyetle karşılıyor ve içinde bulundukları buhran dolayısıyle fatih Türkleri ümitle bekliyorlardı.
Türklerin İslamlaşması ile uyanan ümitler yalnız Hazreti Peygamber’in hadisleri, evliya kerametleri ve nucümi kehanetlere dayanmıyor; aynı zamanda Müslümanların eskindenberi Türkleri iyi tanımalarının neticesi idi.
İslâm dünyasının sarsılması ile Türklerin bu dine girişi aynı zamana rastlıyor, ilahi kader İslam dünyası ile Türk milletine şanlı devirler nasip ediyordu. Filhakika şimdi büyük Türk kitlelerinin İslâmlaşmaları ile yalnız İslâm dünyası bu çetin savaşları bertaraf etmekle ve hattâ Bizans’ın giriştiği Haçlı istilâlarından kurtulmakla kalmıyor, onlar sâyesinde yeni bir kudret de kazanıyordu.
Zira Karagöz, orta oyunu ve kukla gibi sahne san ’at ve oyunları kadîm Orta Asya’da, Türk-İslâm dünyasında ve Osmanlı imparatorluğu ülkelerinde ne kadar yaygın bulunduğunu ve yaşayan dil ve edebiyatın da ne derece malı olduğunu biliyoruz. Bu sahne san ’atları modern bir tiyatro hâline gelmemiş ise de Türk zekâsı, kültürü ve cemiyet hayatında çok mühim bir rol oynamış veya millî rûh ve san’at ihtiyacını nasıl aksettirdiğini göstermiştir.
İmam Malik K ur’an’ın müzikal bir sesle dahi okunmasını menederken tasavvufun ilmini ve fikriyatını yapan Gazâlî musikiyi dinî bir vecd unsuru olarak kabul ediyordu. Müziğin rûh üzerinde bu tesirini hesap eden Türkler Edirne Dârüş-Şifâ’sında aklî hastaları konser ile tedâvi ediyorlardı. Osmanlı müziğinin yükselmesinde tekkeler çok büyük rol oynadı.
Selçuklu devrinde Türk musikisi ordu ve saraylarda, göçebe obalarında, Türk idâresinde çok yayılan tasavvufla birlikte müzik ve sem a’(raks)mâyinlere girmesi dolayısiyle de zâviye(tekke)lerde gelişme imkânı buluyordu.
Gök-türklerin olduğu gibi Müslüman oluncaya kadar Oğuzların ve diğer Türk kavimlerinin tek bir Tanrı’ya inandıklarını da kâfi olarak biliyoruz.
Çadır şeklinde kubbeleri ile türbeleri Türk sanatının en mühim âbideleri olup göçebe rûhunun akislerini gösterir.
Türkler, İslâm dinî ve medeniyeti sâyesinde çok büyük bir kudrete ve medeniyete kavuşurken kendi kültür unsurlarını da bu medeniyete aşılayarak ona yeni bir hüviyet, kudret ve hayâtiyet kazandırdılar.
Türkiye’nin zenginliği, devrinde, isâbetli bir görüşle: “ticâretin genişliği, gümrüklerin azlığı, istihsalin bolluğu, otlak ve hayvanların çokluğu ve memleketin denizlerle çevrili” bulunmasiyle izah ediliyordu.
Filhakika Bizanslılar idâresinde Anadolu’da geniş topraklara sahip bulunan bir arazi aristokrasisi teşekkül etmiş; halk da ya topraksız veya toprak esiri (serf) köylüler haline gelmişti. Türk idâresiyle bu topraksız köylüler hürriyete ve toprağa kavuşmuş; eski Türk göçebe teâmülüne ve İslâmın fetih hukûkuna dayanan Selçuklu sultanları bütün memleketi devlet mülkiyeti haline soktuktan sonra çiftçilere ancak işleyebildikleri mikdarda bir toprağa tasarruf hakkı tanımışlar ve babadan evlâda intikal eden bu idâre sâyesinde topraksız kimse bırakmamışlar; göçebelerin ve yerlilerin iskânını sağlamışlar ve bu sûretle de ziraî istihsali arttırmışlar; İçtimaî muvâzene, adalet ve nizâmı kurmuşlar ve Anadolu’nun Türkleşmesine hizmet etmişlerdi.
Esâsen Orta-çağ şehirleri câmi, medrese, kütüphane, hamam , imâret gibi külliyeler ile başlıyor; çarşı ve mahalleler bu külliyeler etrafında vücûd buluyordu, ki Türk-İslâm medeniyeti bu ana husûsiyeti ile mümtaz idi.
Medreselerde İslâmî ilimler yanında riyâziye, hey’et, tıp ve felsefe gibi aklî ilimlerin okutulması mahallin kültür durumuna ve ilim adamlarının ihtisas ve mevcûdiyetine bağlı bulunuyordu. Büyük merkezlerde ve Nizâmiyyelerde umûmiyetle müsbet ilimler de programlarda yer alıyordu.

(Okur notu: Müsbet ilim dediği şey, pozitif bilim yani.)

Selçukluların ve onlardan doğan devletlerin medeniyet tarihinde en büyük hizmetleri, şüphesiz, Tuğrul-beg’den itibaren İslâm dünyasının her tarafını cami, medrese, kütüphane, tıp mektebi, hastahâne, imâret, zâviye ve kervansaraylar ile doldurmaları, bu müesseselere büyük vakıflar yapmaları idi.
Melik-şâh, kurduğu medreseler ve kültür müesseselerinden başka âlim ve mutasavvıflara yılda 300.000 dinar (altın) ihsan ediyordu.
Şarkta başlayan büyük istilâ tehlikeleri karşısında “İslâm pâdişâhı ve dünya sultanı” Sancar, Türk-İslâm âlemini koruyan tek kuvveti teşkil ediyordu.
Melik-şâh, Türk-İslâm hükümdarları arasında asırlarca azametin ve adaletin bir örneği olarak yâdedilmiş ve o da babası gibi Âdil Sultan” lâkabiyle anılmıştır.
Eski Türk kağanları, Tuğrul-beg, Alp Arslan, Melik-şâh, Sancar gibi büyük Selçuklu sultanları ve Osmanlı ulu hâkanları kendilerini Cihan pâdişâhları hissettikleri ve buna inandıkları için idârelerinde bulunan muazzam imparatorlukları yine de kâfi görmüyor ve henüz fethedilmemiş ülkeleri de hâkimiyetleri altına almak istiyorlardı. Zira onlar dünyanın selâmetini ve insanların adâlete kavuşmasını Türk-İslâm nizâmında görüyorlardı.
Alp Arslan, Tuğrul-beg gibi, çok dindar idi; hâkimiyet ve saltanatlarının İslâmiyetin ve Sünniliğin zaferine bağlı bulunduğuna inanıyor; bu dinî ve millî vazifeyi haleflerine ve Osmanlı sultanlarına mîrâs bırakıyordu. O: “Kaç defa söyledim; biz bu ülkeleri silâh kuvvetiyle aldık. Temiz müslümanlarız ve bid’at bilmeyiz. Bu sebeple Allah hâlis Türkleri azîz kıldı” ifâdesiyle Selçukluların bu imân ve siyasetlerini belirtirken İlâhî bir vazife ile hareket ettiklerine ve bunun mükâfatını gördüklerine de inanıyorlardı.
Kudreti, sür’atli fetihleri ve derin îmanı dolayısiyle Alp Arslan ile Osmanlı pâdişâhı Yavuz Sultan Selim arasında çok benzerlikler bulunmakta ve İbn Kemal’in Yavuz hakkında söylediği “az zaman içre çok iş etmişti” mısraiyle başlayan kıtası Selçuk sultanını da çok güzel ifâde etmektedir. Bu kudreti ve mefkûresi dolayısiyle Alp Arslan Cihân hâkimiyeti şuurunu taşımıştır.
Yavuz Sultan Selim de Mısır seferinde aynı tepe (Sultan öyüğü) üstünde karargâhını kurmuş; aynı kudret ve îmana sahip iki Türk sultanı burada da birleşmişti.
Alp Arslan, ordunun masrafları için, emîrin taahhüd eylediği 100.000 dinarı çiftçilerden alacağını öğrenince de, “halka şefkati dolayısı ile” bu paradan vazgeçti.
Alp Arslan bu zaferleri fetih-nâmeler ile komşu ülke ve hükümdarlara bildirdi. Halîfe Ka’im bi’-Emrillah sultanı tebrik için elçi ve mektup göndererek kendisine Ebu’l-feth (fetih babası) unvanını verdi. Bu fetihler İslâm dünyasında büyük bir sevinç yarattı.
Nizâmül-mülk bu hususta; “Her ne kadar Türkmenlerden bıkkınlık geldi ise de sayıları çoktur. Bu devletin kuruluşunda çok hizmetleri ve emekleri geçtiği için de bu devlet üzerinde hakları vardır ve sultanın akrabalarıdır” mütaalası ile devletin Türkmenlere bakışını çok güzel ifade etmiştir.
İslâm ülkelerine Türk muhâcereti aralıksız devam ediyor; İslâmiyet Türkler arasında yayıldıkça da göçler birbirini kovalıyordu.
Selçuklular böylece, İslâm Cihâdı ve istiklâl aşkı uğrunda üç çeyrek asır boyunca azîm ıztıraplara ve kayıplara uğradıktan sonra nihâyet kader kendilerine gülmeye, Tuğrul-beg gibi büyük bir dehâ idâresinde bir cihan imparatorluğu doğuyordu.
Türk hukukuna veya Oğuz töresine göre hâkimiyette birinci mevki Kayılara ait olduğundan Oğuz Han’dan itibaren olduğu gibi Yengi-kent yabgularının da Oğuz Han’ın torunu Kayı-han boyuna mensubiyeti gösterilmiştir.
Mervezi’nin kaydettiği Mâveraünnehir ve Hârezm gibi İslâm ülkelerine yakın bulunan Oğuzlar müslüman oldukça onlara “Türkmen ” denilmiş ve artık bu isim İslâm memleketlerine göçen Oğuzlara ad olmuştu.
Oğuzlar, Gök-türkler zamanında olduğu gibi, X. asırda da eski Şâmanî (Kamlar) dinine bağlı bulunuyorlardı. İslâmiyetin ulûhiyet anlayışına yakın olarak “bir Tanrı”ya, onun kadir-i mutlak olduğuna, âhiret hayatına, dünyada işlenen sevap ve günahlara göre “Uçmak” (Cennet) ve “Tamu”(Cehennem )da mükâfat ve mücâzât göreceklerine inanıyorlardı. Ö teki dünyada lüzûmuna
inandıkları için de kahramanlarını at ve silâhları ile gömüyorlar ve tafsilâtını bildiğimiz defin ve mâtem (yuğ) merâsimlerine göre de cenâzelerini defnediyorlardı. İslâmiyetin kabûlünden sonra da Selçukluların kısmen bu merâsimlere riâyet ettikleri görülecektir. Dinî inançları gibi siyasî, İçtimaî ve hukukî an ’ane ve teşkilâtları da devam ediyordu.
Selçuklular, Türklerin İslâm dünyasına hâkim olmalarına ve yayılmalarına, İslâm medeniyeti ve kavimleri tarihinde yeni bir devir açmalarına âmil olan kavim ve hânedanların adıdır.
Filhakika Türkler, kronolojik sıra ile, İslâmiyeti Arap ve İranlılardan sonra kabul etmiş ve bu medeniyete büyük hizmetlerini de Selçuklular devrinde yapmışlardır. Müslümanlığı ve İslâm medeniyetini İranlılar vasıtasiyle öğrenen Türkler, Selçuklulardan önce ve onlar zamanında nasıl büyük ölçüde İran kültür tesirine maruz kalmışlarsa, bu kültür ve edebiyatın yükselmesine de o derece hizmet etmişler ve nihâyet kendi kültürlerini de İslâm dünyasına getirmişlerdir. Selçuklular devrinde gelişen Türk-İslâm medeniyeti faaliyetlerine Araplar ve İranlılar yine ileri derecede hizmet etmekle beraber gerek yeni gelen kültür unsurları ve gerekse daha kesif bir şekilde Türk âlimlerinin iştirakleri, bu medeniyete Türk-İslâm ismini vermek lüzumunu göstermiştir. Zira İslâm dünyası ve medeniyeti bu sâyede yeni bir aşı ve hayatiyet kazanmıştır.
İran Moğolları zamanında Erzurum, Sivas, Kayseri, Mardin ve diğer şehirler tahribata uğramıştır. Selçukluların, Mısır Sultanı Baybars’a temayülleri dolayısıyla Anadolu’ya giren Abaga Han’ın rivayete göre Erzurum ile Kayseri arasında öldürdüğü insan sayısı 200 bin ile 500 bin kişiye baliğ olmuştur.
Rumlar Haçlıları soydular;paralarını aldılar.Türkler Haçlıları bu perişan halde görünce merhamet ettiler ;onlara para ve ekmek dağıttılar;hastalarını tedavi ettiler. Rumlardan satın aldıkları Haçlı paralarını düşkünlerine verdiler. Türklerin bu iyiliklerini gören üç binden fazla Frank Müslüman oldu.
Eski bir Selçuk tarihinin güzelce belirttiğine göre: ” Türkler her ülkeye girdiler;her beldeyi aldılar ve hiçbir engel ile karşılaşmadan her tarafa yayıldılar. Öyle ki almadıkları memleket, içmedikleri su, ateşlemedikleri ocak kalmadı. Hükümdarlar, onların gelişinden ürküp kaçtılar; vardıkları şehirleri doldurdular; hakimlerini kovup kendi valilerini tayin ettiler ”.
İmparator Konstantin Balkanlarda Turak idâresinde başlayan Peçenek istilâsı dolayısı ile şarkta Selçuklular ile anlaşmak zorunda idi. Kaynaklar İmparatorun, Liparit’in fidyesi ile birlikte, “eski devirlerde misli görülmemiş” mikdar ve kıymette hediyeler gönderdiğini yazmakta. 1000 top ipek kumaş, 500 çeşit ağır elbise, 500 at ve katır, 300 Mısır eşeği, 1.000 öküz ve kıl keçi, 100 gümüş kap, 200.000 dinar para. Sultan Bizans elçisini kabul edip hiç bir fidye almadan Liparit’i imparatora iade eyledi.
Türkler, İslam dünyası ile ticâreti sâyesinde zenginleşen Erzen şehri üzerine yürüdüler. Surları mevcut olmayan şehirde çok şiddetli savaşlar oldu ve çıkan yangın ile de harâbe haline geldi. Buradan kaçan halk Bizanslılar tarafından tahkim edilen ve Theodosiopolis adını alan Karin (Kalikala) şehrine sığındı. Bu sebeple burası bundan sonra yakınındaki Erzen şehrinin adı ile anıldı. Bitlis ve Diyarbekir arasındaki Erzen’den ayırmak için İslâmların verdiği Erzen ur-Rum (Rum Erzeni) adı, telâffuz ve bir benzetme ile Arz-Rum (Roma memle­keti) olmuş ve bugünkü Erzurum şeklini meydana getirmiştir
1045 güzünde( ) Gence surları önünde cereyan eden muharebede Bizanslılar çok kayıplara uğradı, ki Ermeni kuvvetleri ku­mandanı Vahram da bunlar arasında idi. Bu zafer üzerine Kutalmış Tuğrul beğ’e: “Bu bölgelerin zengin ve Romalıların da kadın gibi korkak olduğunu ve bu sebeple kolaylıkla fethedilebileceğini” bildirdi.
Selçuklular ile Bi­zanslIlar arasında ilk karşılaşma vukû buldu. Kutalmış Diyarbekir ve Musul taraflarını istilâ eden ve babasına mensup olan Oğuzları (Yabguluları) da yanına alarak 1045 güzünde Gürcü, Ermeni ve Rumlardan mürekkep Bizans ordusunu müthiş bir bozguna uğrattı.
Bizans’ın kudretli imparatoru Basile II Şark hudutlarını em­niyete almak ve İslâm ülkelerine doğru genişlemek siyaseti ile küçük Ermeni krallık ve prensliklerini kaldırarak mühim bir Ermeni nüfusunu orta Ana­dolu’ya ve Sivas’a nakletmiş; Bizans sınırlarını Azerbaycan ve Kafkasya’ya kadar uzatmıştı. Bu durum Selçuklular ile Bizanslıları komşu yapıyor ve kar­şılaştırıyordu.
Selçuklu sultanları için Anadolu’nun fethi, bir yandan kesîf Türkmen muhâcereti baskısı ile ve onlara yurt bulmak zarureti ile yapılmakta; bir yandan da kendi devletlerini, müslüman halk ve ülkelerini istilâ ve asayişsizlikten korumak maksadını gütmekte idi.
Nizâm ül-mülk bu hu­susta; “Her ne kadar Türkmenlerden bıkkınlık geldi ise de sayıları çoktur.
Bu devletin kuruluşunda çok hizmetleri ve emekleri geçtiği için de bu devlet üzerinde hakları vardır ve sultanın akrabalarıdır”.
Selçuk sultanları bir yandan Oğuzları devletlerinin kurucusu ve temeli saymışlar; bir yandan da feodal anlayışlarına göre yurtsuz oluşları ve itaatsiz hareketleri dolayısı ile onlar ile çok uğraşmışlardı.
Halîfe mektubunda: “Ey Tuğrul beg Muhammedi! Aldığın memleketler sana kâfidir. Diğer İslâm ülkelerine ve hükümdarlarına dokunma” diyordu. Buna karşı Tuğrul beg: “Benim askerlerim (yani milletim)pek çoktur ve bu mem­leketler onlara kifâyet etmemektedir”.
Süryânî müellifi Mihael de: “Türk kavmi çıkınca yeryüzünü doldurdu; daha önce çıkmış olanları tenkil etti­ler. Zira dünya onları taşımağa kâfi değildi. Bunlar onları (ilk çıkanları) garba doğ­ru ittiler. Önlerinde köpeğe benzer bir hayvan (Oğuz-nâme’deki bozkurt) yürüyor; ona yetişemiyorlardı. Hareket etmek istediği zaman “göç yâni “kalkınız” diye sesleniyordu. Türkler o duruncaya kadar ilerliyor ve orada çadır kuruyorlardı. Uzun müddet onları sevkettikten sonra kayboldu ve bir daha bu hayvandan bahsedildiği duyulmadı”.
Eski bir Selçuk tarihinin güzelce belirttiğine göre: Türkler her ülkeye girdiler; her beldeyi al­dılar ve hiçbir engel ile karşılaşmadan her tarafa yayıldılar. Öyle ki al­madıkları memleket, içmedikleri su, ateşlemedikleri ocak kalmadı. Hüküm­darlar, onların gelişinden ürküp kaçtılar; vardıkları şehirleri doldurdular; hâkimlerini kovup kendi vâlilerini tâyin ettiler.
Esâsen Selçukluların Gaz­nelilere zaferleri de Oğuz muhâcırlarının devamlı surette kendilerine ilti­hakları ile mümkün oluyordu. Horasan’a 10.000 süvari ile gelen Selçuk­luların 100.000 kişilik Gazne ordularına karşı savaşabilmek için birkaç yıl içinde nasıl çoğaldıklarına dair en güzel bir misâl İnanç yabgu’nun Dandanakan muharebesine 20.000 süvari ile katıl­dığına dair kayıttır.
Mesud Selçuklulara karşı öyle bir kor­kuya kapıldı ki Gazne’de dahi oturamayarak, asker toplamak bahânesi ile, Hindistan’a gitti.
Tuğrul beg devletini kurarken âlim ve şeyhlere çok hürmet gösteriyor ve hâkimiyetini manevî kuvvetler ile takviye ediyordu. Hemedan’a girişinde şehrin iki büyük şeyhi Baba Tâhir ve Baba Ca’fer’i görünce atından inip ellerini öptü. Baba Tâhir kendisine: “Ey Türk! Allahın halkına ne yapmak istiyorsun?” diye sorunca sultan da: “Ne emredersin?” cevabını verdi. Şeyh “ Al­lah adalet ve iyiliği emreder” âyetini okudu.
Tuğrul beg devletini kurarken Sâmânî ve Gazneli yüksek memurlardan faydalanmayı ihmal etmedi.
Selçuklu baskınları şiddetlendi ve Gazne ordusunun disiplini bozul­du. İşte burada bu sırada bir “kıyamet” koptu. Tarihin dönüm noktalarından birini teşkil eden Dandanakan meydan muharebesi üç gün bütün şiddeti ile devam etti. Susuzluk, yorgunluk, açlık ve nihâyet fikir ayrılıkları içinde bit­kin bir halde bulunan Gazneliler, Çağrı beg’in saldırışları ve bu esnada 370 Türk kölesinin Selçuklulara iltihâkı ile, bozguna uğradı.
Çağrı beg’in cesareti ve askerî görüşleri hâkim olunca Selçuklular 1040 Mayıs ortalarında, ramazanın ilk günlerinde, çarpışmaya giriştiler. Hafif süvarileri süratle saldırıp çekilme hareketleri yapıyor; suları, kuyuları tahrip ederek Gazne ordusunu hırpalıyor ve susuz bırakıyordu.
Halîfe, elçisi ile, Türkmen istilâsı ve yağmalarına müsaade etmemesini talep ediyor; Selçuklular da dönen elçi ile Sultan Mesud’un zulümlerine karşı adalet yolunu tuttuklarını ve halîfeye sâdık bulunduklarını bildiriyorlardı. Selçuklular böylece, İslâm Cihâdı ve istiklâl aşkı uğrunda üç çeyrek asır boyunca azîm ıztıraplara ve kayıplara uğradıktan sonra nihâyet kader kendilerine gülmeye, Tuğrul beg gibi büyük bir dehâ idâresinde bir cihan imparatorluğu doğuyordu.
Gaznelilere göre Selçuklular büyük hayaller” peşindedir. Nitekim onların tenhada “Sultanın hil’atleri ile alay etmekte” oldukları, onun göndermiş bulunduğu külâhları fırlattıkları haberleri geliyordu. Öte yandan da Türkmenler her tarafı istilâ ediyor; eski devirlerde gelmiş ve yerleşmiş bulunan Türklerden sonra şimdi daha büyük kitleler hâlinde akarak Mâverâünnehr, Hârizm, Ho­rasan, Sîstan Oğuzlar ile doluyordu.
Çağrı beg âni bir hareket ve baskın ile bu orduyu 1035 temmuzunda Hisâr-ı Tak mevkiinde müthiş bir hezimete uğrattı. Sultana şiddet tedbirleri tavsiye eden Beg-toğdı ve askerle­ri perişanlık ve korku içinde Nîşâpûr’a kaçarak kurtuldular. Büyük bir devle­te karşı ilk defa büyük bir zafer kazanan Selçuklular “O kadar çok altın, gü­müş, silâh, âlet, elbise ve hayvan elde ettiler, ki hayret içinde kaldılar”.
“Âdil bir pâdişâh olan bü­yüğümüz Tuğrul beg’e yazıyorum. Çağrı beg’i Merv’e ve Yabgu’yu da Sarahs’a tâyin edip gelecektir. Bugüne kadar yapılan yolsuzluklar veya yağmalar kü­çük halkın işi olup geçim sıkıntısı ve zaruretle oluyordu. Bugün ise durum değişmiş ve memleket bizim olmuştur Bu davranış ve sözler hemen bütün Türkmen beylerinin zihniyetlerine de tercüman olacak bir mahiyettedir ve Selçuk istilâsı ile Moğol istilâsı arasındaki azîm farkı da gösterir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir