Edward Said kitaplarından Şarkiyatçılık kitap alıntıları sizlerle…
Şarkiyatçılık Kitap Alıntıları
Farklı biçimlerde geri, yoz ,uygarlaşmamış ,gecikmeli diye nitelenen diğer tüm halklarla birlikte Şark haklarına da , biyolojik belirlenimcilik ile ahlaki-siyasal öğütlerden oluşmuş bir çerçevede bakılıyordu.Böylece Şarklı,Batı toplumunun ,ortak kimlikleri en iyi acınası yaban diye tanımlanabilecek öğelerine (suçlulara,delilere, kadınlara,yoksullara) bağlanmış oldu.
Şarklı demeyi seçtiğiniz insanlar karşısında böyle üstünlük taslamaya hakkınız var mı?
İslam’ın olağanüstü içtihat geleneğinin yavaş yavaş kaybolması, zamanımızın en büyük kültürel felaketlerden biri oldu; bunun sonucunda, eleştirel düşünce ve bireyin modern dünyanın sorunlarıyla cebelleşmesi de son buldu. Bunların yerine bağnazlık ve dogma hüküm sürüyor artık.
Şimdiki neslin gençlerine filolojinin düşüncesi bile fena halde eski ve demode geliyor, ama aslında en temel, en yaratıcı yorum sanatıdır filoloji.
Şarkiyatçılık, Batı’dan güçsüz olduğu için Şark’a kararlı bir biçimde dayatılmış olan bir siyasal öğretidir temelde; Batı, bu dayatmada, Şark’ın güçsüzlüğüyle birlikte farklılığını da görmezden gelir.
Metnin gücü , Arap, Fransız ya da İngiliz ürünü olmasından değil, sözcüklerin kudretinden, diriminden kaynaklanır.
Anavatanını seven insan, narin bir çaylaktır henüz; he toprağı kendi yurdu gibi gören insansa çoktan güçlenmiş demektir; ama kusursuz insan, tüm dünyayı yabancı bir diyar gibi görendir.(St. Victorlu Hugo)
Çoğu zaman farklı bir ten rengi ya da bizimkine göre birazcık basık bir burnu olanların elinden dünyayı almak demek olan yeryüzünün fethi, dikkatlice bakacak olursanız eğer, pek de hoş bir şey değildir. Bunu kurtaracak tek şey, fikirdir. Gerisindeki fikir; duygusal bir bahane değil, bir fikir; ayrıca bir de bu fikre duyulan bencillikten uzak inanç – önce oluşturacağınız, sonra önünde boyun büküp kurban sunacağınız bir şeydir bu fikir
//Joseph Conrad
Yaşamımın sorumluluğunu üstlenen bendim, bir başkası değil.
Şarklı demeyi seçtiğiniz insanlar karşısında böyle üstünlük taslamaya hakkınız var mı?
Doğu’da her şeyin birbirine bağlı olduğu’nu öğretiyordu. Dolayısıyla ilkellik Şark’ın tabiatında vardı, ilkellik Şark’tı..
Şarkıyatçılık, şarka ilişkin uçuk bir Avrupalı hülyası değildir, nesillerdir önemli parasal yatırımların yapıldığı, yaratılmış bir kuram ve uygulama bütünüdür..
Gramsci, sivil toplum ile siyasal toplum arasında, kullanışlı, çözümleyici bir ayrım yapar; buna göre sivil toplum, okullarda, ailelerde, sendikalarda olduğu gibi gönüllü (en azından, akla yatan, zor kullanılmayan) ilişkilerle kurulur; siyasal toplumsa, yönetimdeki rolü dolaysız egemenlik olan devlet kurumlarıyla (ordu, polis, merkezi bürokrasi). Kültürün işlerlik kazandığı yer de sivil toplumdur kuşkusuz; bu işleyişte, düşüncelerin, kurumların, başka insanların etkisi, egemenlik aracılığıyla değil, Gramsci’nin rıza dediği şey aracılığıyla açığa çıkar. Dolayısıyla, totaliter olmayan her toplumda, belirli düşünceler diğer düşüncelerden daha etkili olduğu gibi, belirli kültürel biçimler de diğer biçimlere egemendir. Gramsci bu kültürel öncülük biçimine hegemonya der; sanayileşmiş Batı’daki kültür yaşamını anlayabilmek için zorunlu bir kavramdır bu.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
“Sadece çeşitli Hint kumpanyaları gibi büyük kuruluşlarla değil seyyahların öyküleriyle de sömürgeler yaratıldı.”
“Avrupalı Hıristiyanların felsefeyle ilk tanışmalarını Müslümanlara borçlu olduklarını belirtmişti Ockley.”
Şark’ın hareketsiz bir doğa olgusu olmadığı kabulüyle başladım işe. Nasıl Garp’ın kendisi belli bir yer değilse, Şark da belli bir yer değildir. Vico’nun önemli gözlemini, insanın kendi tarihini yaptığı, bilebileceğinin de kendi yaptığı şey olduğu gözlemini lafta bırakmayıp coğrafyaya uygulamamız gerekiyor: Tarihsel varlıklar bir yana, (yerler, bölgeler, Şark ya da Garp çeşidinden coğrafi bölümlemeler gibi) coğrafi ve kültürel varlıklar da insan yapımıdır. Dolayısıyla, Batı kadar Şark da, kendisine Batı’da ve Batı için gerçeklik ve mevcudiyet kazandıran bir tarih ile bir düşünme geleneğine, bir ortak imge ve sözcük dağarcığı geleneğine sahip bir fikirdir. Böylelikle bu iki coğrafi varlık birbirini destekler, bir ölçüde birbirini yansıtır.
“Bir toplum, yüksek bir olgunluk ve güç düzeyine ulaştığında sömürgeler kurar, can verdiği yeni toplumu döller, korur, iyi gelişim koşullarında yaşatır ve ergenliğe kavuşturur. Sömürge kurmak, toplumsal psikolojinin en karmaşık, en hassas olaylarından biridir.”
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Avrupa’nın Şark kültürlerinden birine, İslam kültürüne ilişkin görüşü cahilce, ama karmaşıktı. Zira, cehalet ile bilgi arasındaki sınırda gezinen belirli Doğu çağrışımları, bir Şark anlayışının etrafında toplanmış gibidir hep.
Şark, Avrupa’nın sadece komşusu değildir; Avrupa’nın en büyük, en zengin, en eski sömürgelerinin mekânı, uygarlıkları ile dillerinin kaynağı, kültürel rakibi, en derin, en sık yinelenen öteki imgelerinden biridir.
Tanrı eski dünyayı yarattıysa, o da yeni dünyadan meydana gelmiştir.
– ( ) Şarkiyatçılar bireyleri ele almakla ilgilenmezler!
Yani onlar için sadece Şarklılar, Asyalılar var. Orada ölen, aç kalan insan değil bir Şarklıdır
Yani onlar için sadece Şarklılar, Asyalılar var. Orada ölen, aç kalan insan değil bir Şarklıdır
– ( ) Dil, insan zihninin cephaneliğidir!
Aynı ânda hem geçmişin ganimetlerini, hem de gelecekteki zaferlerin silahlarını taşır
Aynı ânda hem geçmişin ganimetlerini, hem de gelecekteki zaferlerin silahlarını taşır
– ( ) Avrupa’nın İslâm’a yönelik ilgisinin kaynağı merak değildir!
Hristiyanlığın karşısındaki tek tanrıcı, kültürel ve askerî bakımdan zorlu bir rakipten duyulan korkudur
Hristiyanlığın karşısındaki tek tanrıcı, kültürel ve askerî bakımdan zorlu bir rakipten duyulan korkudur
– ( ) Batılı şarkın karşısına, öncelikle bir Avrupalı ya da Amerikalı olarak çıkar, insanlığı arkadan gelir
Şarklı mantıksızdır, ahlaksızdır (günahkardır), çocuksudur, farklı dır; buna karşılık Avrupalı aklı başında, erdemli, olgun, normal dir.
M.Ö Beşinci yüzyılda yaşamış olan bir Atinalı büyük olasılıkla olumlu anlamda Atinalı olduğunu duyumsadığı ölçüde barbar olmayan diye de duyumsamıştır kendini. Coğrafi sınırlar, toplumsal, etnik kültürel sınırlara ön görülebilecek biçimlerde eşlik eder. Ne ki kişinin yabancı olmayan olarak duyumsayışı çok zaman dışında kendi yurdunun ötesinde olana ilişkin pek bulanık bir düşünceye dayalıdır.
Şarkiyatçılık en kesin deyişle Akademik bir çalışma alanıdır. Hristiyan batıda resmi biçemiyle şarkiyatçılığın 1312’de Viyana’da toplanan kilise şurasının Paris, oxford, bologna, avignon ve Salamanca üniversitelerinde Arapça ,Yunanca, İbranice ve Süryanice kürsülerinin kurulmasını karşılaştırmasıyla birlikte başladığı kabul edilir
Bilgi dolaysızca var olanın üstüne çıkmak kendinin ötesine yabancı ve uzak olana varmak demektir
Şarkiyatçılık gene batının ürettigi sözde nesnesinden çok kendisini üreten kültüre yanıt verdi. Bundan ötürü şarkiyatçılık tarihi hem bir iç tutarlılığa hem de şarkiyatçılığı kuşatan egemen kültürle kurulan sıkı sıkıya eklemlenmiş bir ilişkiler öbeğine sahiptir.
Şarkiyatçılık, Şarka ilişkin uçuk bir Avrupalı hülyası değildir, nesillerdir önemli parasal yatırımların yapıldığı, yaratılmış bir kuram ve uygulama bütünüdür.
Disraeli, Tancred romanında doğunun bir meslek olduğunu söylerken genç zeki batılılar için de doğuyla ilgilenmenin tüketici bir tutku olabileceğini dile getiriyordu.
Tüm Atina oyunları arasında belki de Asya’ya en yakın duran oyun olan Bakkhalar’da Dionysos Asya kökenliliğiyle, Şark gizemlerinin garip bir şekilde tehdit edici olan taşkınlıklarıyla ilişkilendirilir açıkça. Thebai Kralı Pentheus, annesi Agave ile onun yandaşı Bakkha rahibeleri tarafından öldürülür. Böylece Dionysos’un gücünü de tanrısallığını da tanımayıp ona karşı gelen Pentheus, bu yaptığından ötürü feci bir şekilde cezalandınlmış olur; oyun, ayrıksı tantı Dionysos’un korkunç gücünün herkes tarafından kabul edilmesiyle biter. Modern Bakkhalar yorumcuları oyunun olağanüstü düşünsel eriminin, estetik etkisinin ayırdına varmaktan geri kalmadılar; ancak ek bir tarihsel ayrıntıyı, Euripides’in boşa geçen, gitgide abes1leşen Peloponnesos Savaşı yıllannda, Anadolu ile Doğu Akdeniz’den gelen, Pire’yle Atina’yı altüst eden yabancı, esrimeye dayalı Bendis, Kibele, Sabazios, Adonis ve İsis dinleri aracılığıyla Dionysos kültlerinin aldığı yeni görünümden kuşkusuz etkilenmiş olduğunu da gözardı etmemek gerekir.
Şarkiyatçılık, Şark’a ilişkin uçuk bir Avrupalı hülyası değildir, nesillerdir önemli parasal yatırımların yapıldığı, yaratılmış bir kuram ve uygulama bütünüdür. Süregiden yatırımlar, nasıl Şarkiyatçılıktan türeyerek genel kültüre
giren önermeleri çoğaltımış, bunları gerçekten üretken kılmışsa, Şark’a ilişkin bir bilgi dizgesi olarak Şarkiyatçılığı da, Şark’ın Batı bilincine
süzülerek gelmesini sağlayan, onanmış bir düzenek haline getirmiştir.
giren önermeleri çoğaltımış, bunları gerçekten üretken kılmışsa, Şark’a ilişkin bir bilgi dizgesi olarak Şarkiyatçılığı da, Şark’ın Batı bilincine
süzülerek gelmesini sağlayan, onanmış bir düzenek haline getirmiştir.
Batı’nın Şark’ta toprak kazanımı arttıkça, Batılıların modern, meydanda olan Şark’a dair keşifler yapmaları da zorlayıcı bir acillik kazandı. Böylece, araştırmacı Şarkiyatçının Şark’ın özü diye tanımladığı şey kimileyin yanlışlandı, ama Şark’ın halihazırdaki bir idari yükümlülük haline gelmesiyle çoğu durumda da doğrulandı. Hiç kuşkusuz, Cromer’in Şarklılara ilişkin -geleneksel Şarkiyat belgeliğinden devşirilmiş-kuramları, halihazırda milyonlarca Şarklıyı yönettiği için bol miktarda kanıt buldu. Bunlar pek parlak deneyimler olmasa da Fransızların Suriye’deki, Kuzey Afrika’daki ve başka Fransız sömürgelerindeki deneyimleri için de aynı ölçüde doğruydu bu. Ancak, örtük Şarkiyatçı öğreti ile açık Şarkiyatçı deneyim arasındaki yakınlaşma hiçbir zaman, Birinci Dünya Savaşının bir sonucu olarak Asya’daki Türk topraklarının parçalanmak üzere İngiltere ile Fransa tarafından gözden geçirilmesinde olduğu kadar çarpıcı bir biçimde ortaya çıkmadı. Ameliyat edilmek üzere orada, cerrah masasında, tüm zayıf yönlerini, ayırıcı özelliklerini, topografik hatlarını gözler önüne seren Avrupa’nın Hasta Adamı yatıyordu.
İslamı anlamaya çalışan hristiyan düşünürler üzerinde etkili olan kısıtlamalardan biri benzeştirmeye dayanıyordu; Hristiyan inanışının temel dayanağı Hz. İsa olmasından ötürü büyük yanılgıyla, Hristiyanlık için Hz. İsa neyse İslam için de Hz. Muhammed’in aynı şey olduğu varsayıldı. Bundan ötürü islama kalem atışmalarında “Muhammetçilik” aldı verildi, Hz. Muhammed için de “sahtekar” sıfatı kendiliğinden kullanılıverildi.
On dokuzuncu yüzyılda İngiltere’de, Hindistan’daki ve başka yerlerdeki yöneticileri elli beşlerine varır varmaz emekli etmek genel bir uygulama haline geldiğinde, Şarkiyatçılıkta da daha incelikli bir düzeye ulaşılmış oldu; hiçbir Şarklının bir batılıyı yaşlanıp bozulmuş haliyle görmesine izin verilmediği gibi, hiçbir batılı da kendi görüntüsünün bağımlı ırkın gözlerine dinç, akılcı ve her zaman tetikte olan genç bir Raca’dan farklı bir şey olarak yansıma olanağına katlanmak zorunda kalmadı.
Şarkiyatçılığın temel dogmaları, Araplara ve İslama dair araştırmalarda en saf biçimiyle mevcuttur bugün.
İlki, akılcı , gelişkin, insani, üstün Batı ile sapkın , gelişmemiş aşağı Şark arasındaki mutlak, sistemleşmiş farklılıktır.
Bir diğer dogma, modern Şark’ ın gerçeklerinden çıkarsanmış dolaysız kanıtlardansa Şark’ a dair soyutlamaların, özellikle de klasik bir Şark uygarlığını temsil eden metinlere dayalı soyutlamaların daima yeğlenir olmasıdır.
Üçüncüsü, Şark’ ın ezeli ebedi, tekbiçimli ve kendini tanımlamaktan âciz olduğu dogmasıdır; buna bağlı olarak, Şark’ ı Batı’ dan bakarak betimleyen, büyük ölçüde genelleyici, sistematik bir sözcük dağarcığının kaçınılmaz, hatta bilimsel açıdan nesnel olduğu varsayılır.
Dördüncü dogma , Şark’ ın önünde sonunda ya korkulması gereken bir şey ya da edilginleştirilerek, araştırma ve geliştirmeyle, mümkünse doğrudan doğruya işgal edilerek denetim altına alınması gereken bir şey olduğudur.
İlki, akılcı , gelişkin, insani, üstün Batı ile sapkın , gelişmemiş aşağı Şark arasındaki mutlak, sistemleşmiş farklılıktır.
Bir diğer dogma, modern Şark’ ın gerçeklerinden çıkarsanmış dolaysız kanıtlardansa Şark’ a dair soyutlamaların, özellikle de klasik bir Şark uygarlığını temsil eden metinlere dayalı soyutlamaların daima yeğlenir olmasıdır.
Üçüncüsü, Şark’ ın ezeli ebedi, tekbiçimli ve kendini tanımlamaktan âciz olduğu dogmasıdır; buna bağlı olarak, Şark’ ı Batı’ dan bakarak betimleyen, büyük ölçüde genelleyici, sistematik bir sözcük dağarcığının kaçınılmaz, hatta bilimsel açıdan nesnel olduğu varsayılır.
Dördüncü dogma , Şark’ ın önünde sonunda ya korkulması gereken bir şey ya da edilginleştirilerek, araştırma ve geliştirmeyle, mümkünse doğrudan doğruya işgal edilerek denetim altına alınması gereken bir şey olduğudur.
Amerikalıların, Yakındoğu’ da kabul görmek için, Amerikan düşüncesine karşı mücadele eden güçleri çok daha yakından tanımaları gerekiyordu. Bu güçlerin en önemlileri, komünizm ve İslam dır kuşkusuz.
Doğu ile Batı arasında olması gerektiğini savunduğu bağ ( ya da yular ), Batı’ dan Doğu’ ya yönelen sürekli bir düşünsel baskı çeşitlemesine olanak tanımak üzere tasarlanmıştır. Barres şeyleri, dalgalar, savaşlar, tinsel maceralar çerçevesinde değil, incelikli olduğu kadar sökülüp atılması da olanaksız bir düşünsel emperyalizmin geliştirilmesi çerçevesinde görür.
Doğu ve Batı arasındaki ilişki herşeyden önce bir güç ve üstünlük ilişkisidir.
Şarkiyatçılık, uygarlıklarıyla, halkları ve yerleşimleriyle birlikte Şark’ ı malzeme edinmiş bir yorum okuludur.
Renan ile Sacy’ nin yapmaya çalıştığı şey,
Şark ‘ı, ayırıcı özelliklerini kolayca irdelemelere açan , karmaşık insanlığını bertaraf eden bir tür insani boyutsuzluğa indirgemekti.
Şark ‘ı, ayırıcı özelliklerini kolayca irdelemelere açan , karmaşık insanlığını bertaraf eden bir tür insani boyutsuzluğa indirgemekti.
Zira Renan’ ın tüm çabası, Şark kültürünün- filoloji laboratuvarında yapay olarak üretiminin dışında – bir üreme hakkının olduğunu reddetmeye yönelikti. İnsan, kültürün evladı değildi; filoloji bu soysopcu anlayışa da etkin biçimde karşı çıkmıştı.
Ernest Renan ibranice kürsüsünün başına geçiyordu, dersi de Sami halklarının uygarlık tarihine katkılarıyla ilgiliydi. Kutsal tarih karşısında, tarihteki ilâhi müdahalenin yerine filoloji laboratuvarının geçirilmesinden daha incelikli bir hakaret olabilir miydi; o çağda Şark’ ın artık Avrupa’ daki incelemelerin malzemesi olmaktan öte bir anlam taşımadığını beyan etmenin daha etkili bir yolu olabilir miydi? Sacy’nin tablolar biçiminde düzenlenen görece cansız fragmanları, yerini yeni bir şeye bırakıyordu bundan böyle.
Napolyon, kendini Mısırlılara zorla benimsetmek için gücünün yetersiz kaldığını görür gibi olduğunda, yerel imamlara, kadılara, müftülere, ulemaya, Kuran’ı fransız ordusu lehine tefsir ettirmeye çalıştı. Bu amaçla, ulemadan El- Ehzer’de hocalık yapan altmış kişi Napolyon’un karargahına davet edilip Grande Armee nişanları verildi; Napolyon’un İslam ile Hz Muhammet’e duyduğu hayranlıkla, çok iyi bilir gibi göründüğü Kuran’a duyduğu açıkça da gösterdiği saygıyla kendilerini pohpohlamasına izin verdiler. Taktik işe yaradı; Kahire halkı kısa sürede işgalcilere duyduğu güvensizlikten kurtulmayı başardı. Napolyon sonraları vekili Kleber e kendisi ayrıldıktan sonra Mısır’ın hep şarkiyatçılar ile kendi yanlarına çekebildileri Müslüman dini liderler aracılığıyla yönetilmesi konusunda kesin talimat verdi; başka bir siyaset fazlasıyla pahalıya patlar, akılsızlık olurdu.
Kısacası, Şark’ ı moderniteye taşımış olan Şarkiyatçı, dünyevi bir yaratıcı olarak yönetimini ve konumunu kutsayabilirdi artık; Tanrı eski dünyayı yarattıysa , o da yeni dünyalar meydana getirmişti.
Ölü ya da yitik bir Şark dilini yeniden kurmak, eninde sonunda, ölü ya da ihmal edilmiş bir Şark’ ı yeniden kurmak anlamına geliyordu; ayrıca, bu yeniden kurucu dikkatin, bilimin, hatta imgelemin, sonraları ordular, yönetimler, bürokrasiler tarafından toprak üzerinde, Şark’ ta gerçekleştirilecek icraatların yolunu hazırlaması anlamına da geliyordu.
Şark ile Şarklı ( Şarkiyatçılık tarafından) bir araştırma nesnesi olarak ele alınır;- özne olsun nesne olsun , farklı olan herşeye atfedilen – bir ötekilik damgası yer; ama bu ötekilik, özsel nitelikte, bünyesel bir ötekiliktir. Bu araştırma nesne si – teamül gereği- edilgen, katılımcı olmayan, tarihsel bir özellikle donatılmış ve hepsinin ötesinde kendisiyle ilgisinde etken olmayan, özerk olmayan, bağımsız olmayan bir şey olacaktır. Son kertede kabul edilebilir olan tek Şark ya da Şarklı – veya özne – yabancılaşmış varlıktır, yani felsefedeki anlamıyla, kendiyle ilişkisinde kendinden başka olandır, başkaları tarafından konulmuş, anlaşılmış, tanımlanmış – ve oynanmış – olandır.
Dante’ nin şiirsel İslam kavrayışındaki ayrıştırma ve inceltmeler, Islâmı ve onun adı konulmuş temsilcilerini, şematik, neredeyse kozmolojik bir kaçınılmazlıkla Batı’nın coğrafi, tarihi, daha önemlisi ahlâkî bakımından türemiş yaratıklar kılan yaklaşımın bir örneğidir. Şark’a ya da Şark’ın herhangi bir bölümüne ilişkin amprik verilerin önemi yoktur pek; önemli belirleyici olan, Şarkiyatçı tasavvur diye adlandırdığım, meslekten araştırmacılarla da sınırlı kalmayan , Batı’da Şark hakkında düşünmüş kim varsa hepsinin ortak malı olan bir tasavvurdur. Dante’nin ozanlık gücü, Şark karşısındaki bu bakış açılarının temsil ediciliğini pekiştirerek bunları kuvvetlendirir. Hz Muhammed, Selahattin, İbni Rüşt ve İbni Sina tasavvura dayalı bir kozmolojide sabitleştirilirler: işlevleri ve çıktıkları sahnede canlandırdıkları örüntüler dışında hiçbir şey göz önüne alınmaksızın sabitlenir, mumyalanır, kutulara konur, hapsedilirler.
Şark’ın önce bilinmesi , sonra istila edilip mülk edinilmesi, ardından da yeniden yaratılması gerekiyordu.
Bundan böyle islâmî Şark , Müslümanları insan olarak, tarihlerini de tarih olarak göstermeyen, sadece Şarkiyatçıların gücünü imleyen bir kategori biçiminde ortaya çıkacaktı.