İçeriğe geç

Sağlıklı Toplum Kitap Alıntıları – Erich Fromm

Erich Fromm kitaplarından Sağlıklı Toplum kitap alıntıları sizlerle…

Sağlıklı Toplum Kitap Alıntıları

Şöyle der Spinoza: İnsanların çoğu büyük bir tutarlılıkla, bir tek ve aynı duyguya yakalanır hep. Kişinin bütün duyguları bir tek nesneyle öylesine doludur ki, aslında yokken bile kişi, o nesnenin var olduğuna inanır. Bu, uyanıkken olursa o insana deli denir. Oysa açgözlü insan para ya da ele geçirmek istediklerinden başka bir şeyi, hırslı insan da ünden başka bir şeyi görmezse, böyle insanları deli olarak değil,
yalnızca rahatsız edici insanlar olarak görürüz; genellikle de nefret ederiz böyle tiplerden. Oysa gerçekte biz çoğu zaman ‘hastalık’ gözüyle bakmasak da, açgözlülük, hırslılık vb. hep birer delilik türüdür.
İnsanın kendini aşma gereksiniminin ardında sanat, din ve maddi üretim ölçüsünde sevgi de vardır.
Tembellik normal bir durum değildir, psikopatolojinin bir işaretidir. Gerçekten de, insan ıstıraplarının en kötüsü, sıkılmak ve kişinin kendisiyle ve yaşamıyla ne yapacağını bilememektir.
İnsan ancak üç koşula uyarsa gerçekten özgürdür: ekonomik özgürlük, entelektüel özgürlük; ahlaki özgürlük.
Batı, Hasley’nin This Strange New World ünde tanımlanan yönde hızla gelişiyor, Doğu ise şimdiden Orwell’in 1984 ünü anımsatıyor.
Mən şübhə edirəm, deməli, mən düşünürəm; mən düşünürəm , deməli, mən varam
Əgər erotik sevgidə insanlığa qarşı olan sevgi çatışmırsa və sevginin hərəkətverici qüvvəsi ancaq qovuşmaqla bağlıdısa,onda bu- sevgi nin sadist və mozaxist formalarında rastlaşdığımız, kökündə heç də sevgi olmayan ən adi, pozğun seksual istəkdir.
Əgər hər hansı bir ideya və ya hisslər toplusu əksəriyyət tərəfindən qəbul edilirsə, sonuncuların haqlı olduğu kimi sadəlövh bir fikir irəli sürülür. Bu fərziyyə qədər həqiqətdən uzaq olan ikinci bir fikir tapmaq mümkün deyil. Yekdil bəyənmə öz-özlüyündə nə məntiqli düşüncə,nə də ruhi sağlamlıqla bağlı deyil. Necə ki iki nəfərin ağılsızlığı var, eləcə də milyonların ağılsızlığı mövcutdur.Axı milyonlarca adamın eyni nöqsana mübtəla olması heç də bu nöqsanı ləyaqətə çevirmir; çox sayda adamın eyni səhvi etməsi heç də bu səhvi həqiqətə çevirmir və milyon adamın eyni psixi patalogiya formasında əziyyət çəkməsi heç də bu adamları sağaltmır.
Narsisizm nesnelliğin, aklın ve sevginin karşıt kutbudur.
Milyonlarca insanın aynı kötülükleri paylaşması, o kötülükleri erdeme çevirmez; birçok yanlışı paylaşması, o yanlışı doğru yapmaz; milyonlarca insanın aynı akıl hastalıklarını paylaşması da, o insanları akılca sağlıklı duruma getirmez.
Bir toplumun üyelerinin kafa yapılarında aldatıcı olan şey, benimsedikleri görüşlerin “herkesçe geçerli sayılan” görüşler olmasıdır. Büyük bir saflıkla insanlar, çoğunluğun belli bazı fikirleri ya da duyguları paylaşmasının, o fikir ve duyguların doğruluğunu kanıtladığına inanırlar. Hiçbir şey bundan daha yanlış olamaz.
Bizim günlərdə insan birlik hissini özünü “bəşər övladı” kimi dərk eləməsində deyil, hər hansı bir millətin ruhunu və həm də məntiqi və ağılı təhrif edir. O öz qəbiləsinə daxil olan “doğmalar” və olmayan “yadlar” haqqında ayrı-ayrı dəyərlər nöqteyi-nəzərindən mühakimə yürüdür.
Mutluluğu karşıtıyla tanımlamak istiyorsak, üzüntü ile değil, ruhsal çöküntü ile karşıtlayarak tanımla­mamız gerekir.
“Mən səni sevirəm” sözləri ilə dediklərim budur: “ Mən sənin timsalında bütün bəşəriyyəti, bütün canlıları sevirəm; mən səndə özümü sevirəm”. Özünə sevgi bu mənada faktiki olaraq özünə tam qapanmanı təcəssüm etdirən, insanın özünə olan həqiqi sevgisinin çatışmamasından yaranan və onu əvəz etməyə xidmət edən eqoizmin əksidir.
Seni seviyorum,diyebiliyorsam “Sende bütün insanlığı, canlı olan her şeyi seviyorum; sende kendimi de seviyorum. derim.
Sevgi; insanın, kendisinin dışında birisi ya da bir şeyle kendi benliğinin ayrılığını ve bütünlüğünü yitirmeme koşuluyla bir olmasıdır.
Pek çok insanın yaşamı kazanma biçimleri, birer kaçıştan başka bir şey değildir. Onlar, asıl yaşama işinden kaçmaktadırlar. Bunun başlıca nedeni de, gerçeği bilmemeleri değil, bir bakıma daha iyiyi seçememeleridir.
İnsanları bir kezcik olsun iş yapmazken görmek ne görkemli bir şey olurdu.
Mutluluğu karşıtıyla tanımlamak istiyorsak, üzüntü ile değil, ruhsal çöküntü ile karşıtlayarak tanımla­mamız gerekir.
Sayı­sız yazıda, danışmanların öğütlerinde, konuşmalarda ev­lilikte sevginin, karşılıklı dürüstlük, birbirini karşılıklı «idare etme olduğu» söylenir ve buna «birbirini anlama» adı verilir. Kadının, kocasının gereksinme ve duyarlık­larına dikkat etmesi, kocanın da böyle davranması beklenir. Kocası eve yorgun ve gergin geldiğinde kadın, kocayı «yumuşatmak» ya hiçbir şey sormayacak, ya da uygun so­rular soracaktır. Koca da, eşinin pişirdiği yemekleri ya da yeni giysisini öven sözler söyleyecektir ve bü­tün bunlar sevgi adına yapılacaktır.
Eğlenmek, büyük ölçüde tüketmenin getirdiği doyumdan oluşur; nesneler, görünüler, yiyecekler, içkiler, sigaralar, insanlar, konferanslar, kitap­lar, fikirler bunların hepsi tüketilir, yutulur.
Kişisel dokunmazlık, bulunması güç bir şey olmuştur.
Bir insan yaptığı işle somut bir ilişki kurmadan çalışıyorsa, nesnele­ri soyutlaştırılmış, yabancılaşmış bir biçimde satın alı­yor ve tüketiyorsa, boş zamanlarını etkin, anlamlı bir bi­çimde değerlendirebilir mi?
Günümüz insanı düşündüğü cenneti anlatabilseydi; en yeni nesnelerle, araçlarla dolu bir mağazayı düşünür, kendisinin de bütün nesneleri satın alabilecek kadar çok paraya sahip olmasını isterdi.
İnsanın kendi eylemleri, onun tarafından yönetilmek yerine, onun üs­tünde, ona karşı işleyen yabancı bir güç olup çıkar.

Karl Marx

Nesneleri yönetenlerin sayısı azaldı; insanları ve simgeleri yönetenlerin sayısı arttı.
Karşılıklı işbirliği, sevgi, dostluk ya da doğal bağlara dayanan bir ilişki olmadıkça, hiç kimse başka birisini yönetemez.
Başarı için verilen yarışta, insanca dayanışmanın toplumsal ve ahlaksal kuralları yıkıldı; yaşamın önemi öncelikle yarışmada birinci gelmekle belirlenir oldu.
İnsanlar her zaman birbirleriyle yarışacaklar ve birbirlerine saldıracaklardır.
İnsanın, gereksinmelerine bulduğu çözüm son derece karmaşıktır; bu çözüm birçok etkene, sonunda da kendi toplumunun düzenlenişine ve bu düze­nin kendi içinde insan ilişkilerini nasıl belirlediğine bağ­lıdır.
1908’de Freud babasının ölümünden söz ederken, babanın ölümü, lt;bir insanın yaşamında en önemli olay, en acı kayıptır gt; diyor. Böylece Freud gerçekte annenin olan yeri babaya vermiş, anneyi de cinsel şehvetin nesnesi durumuna indirgemiştir. Tanrıça, fahişeye dönüştürülmüş, baba da evrenin merkezindeki kişi durumuna yüceltilmiştir.
Üretici sevginin belirtileri her zaman şunlar olmuş­tur:

1- İlgi; seviyorsam, ilgi duyarım, başka bir deyişle, karşımdaki insanın gelişmesi ve mutluluğuyla içten ilgiliyimdir, seyirci kalamam.

2- Sorumluluk; O’nun isteklerine, açığa vurduğu isteklerine, daha çok da açıklayamadığı ve açıklamadığı isteklerine karşılık veririm.

3- Saygı; O’nu olduğu gibi, kendi istek ve korkularıma göre çarpıtmadan görürüm.

4- Bilgi; O’nu tanırım, varlığının özüne inerim. O’na varlığımın yüzeyinden değil de, özünden, çekirdeğinden bağlanırım.

Bencillik aslında, insanın açlıkla kendisine eğilmesidir ve insanın kendisini ger­çekten sevememesinden doğar, bu eksikliğin yerine ge­ çer
Seni seviyorum diyebiliyorsam 《 Sende bütün insanlığı, canlı olan her şeyi seviyorum; sende kendimi de seviyorum. 》 derim.
O insan dışında başka hiç kimseyi sevemiyorsam, o bir tek insana olan sevgim , beni başka insanlardan uzaklaştırıyor, onlara karşı yabancılaştırıyorsa, o kişiye karşı binbir değişik biçim de bağlı olabilirim ama onu sevdi­ğim söylenemez.
Sevgi, insan kardeşlerimizle insanca dayanışma yaşantısı, erkekle kadın arasındaki cinsel sevgi, anneyle çocuk arasındaki bağlılık, aynı zamanda bir in­san olarak insanın kendisini sevmesidir; sevgi gizemli bir olma yaşantısında ortaya çıkar.
Sevgi, insanın, kendisinin dışında bir kişi ya da bir şeyle kendi benliğinin ayrılığını ve bütünlüğü­nü yitirmeme koşuluyla bir olmasıdır.
Açlık ve iştah, insanla birlikte doğan bedensel işlevlerdir – oysa vicdan, yeti olarak bulunmasına kar­şın, ancak kültürün gelişmesi sırasında ortaya çıkan il­kelere ve başka insanların önderliğine bağlı olarak olu­şur.
Özgürlüğe, kendiliğindenliğe erişemeyen, ken­dini özgün bir biçimde gerçekleştiremeyen kişinin ağır bir sakatlığı var demektir.
Radyomuz, televizyonumuz, sinemamız ve her gün herkesin eline ulaşan gazetelerimiz var. Ama bu iletişim araçlan bize eski ve yeni edebiyatın ve müziğin en iyi örneklerini tanıtmak yerine, reklamcılığın da işe katıl­masıyla, insanların kafasını hiçbir gerçeklik duygusu taşımayan, en değersiz şeylerle, yarı kültürlü bir kişinin bile arada sırada seyredip dinlemekten sıkılacağı sadist­çe kuruntularla dolduruyor.
Yaşamaktan zor bir sanat bulunamaz.
Ortalama çalışma süresini yüz yıl öncekinin yarısına indirdik. Bugün, atalarımızın akıllarından bile geçirmedikleri ölçüde boş zamanımız var. Ama ne yararı oluyor bunun? Yenilerde ele geçirdiğimiz bu boş zamanı ne yapacağımızı bilmiyoruz; kazandığımız zamanı öldürmeye çalışıyor, bir günün daha sona ermesine seviniyoruz.
Dış dünyayı yalnızca fotoğraf gibi algılayan ama kendi iç dünyasıyla, kendisiyle ilişkisi kopuk olan kişi, yabancılaşmış kişidir.
Vicdan yapısı gereği uyuma gelemez; herkes evet derken o, hayır diyebilecek durumda olmalıdır. Kişi topluma ne ölçüde uyuyorsa, vicdanının sesine de o ölçüde az kulak verir. Vicdan, insan kendisini bir nesne, bir mal olarak değilde, bir insan olarak algıladığı sürece vardır ancak.
Dünya açlığımızı doyuracak kocaman bir nesnedir, kocaman bir elmadır, kocaman bir şişedir, kocaman bir memedir; biz memedeki çocuklar gibiyizdir; hep bekleriz, hep umarız ve durmadan umut kırıklığına uğrarız.
Yararsız nesneleri biriktirmekte doyum buluruz. Kırılacak diye hiç kullanılmayan pahalı yemek takımı, ya da kristal vazo, kullanılmayan bir sürü odası bulunan konaklar, gereksiz arabalar, kullanılmaktan çok sahibi olunmakla övünülen şeylerdir.
İlkel insan temel içgüdüleri engellenmediği için sağlıklı ve mutludur; ama kültürün lütuflarından da yoksundur. Uygar insan daha güvenlidir, sanat ve bilimin nimetlerinden yararlanır; ancak uygarlığın zorla getirdiği kısıtlamalarla içgüdülerinin sürekli engellenmesi nedeniyle nevrozlu olmaktan kurtulamaz.
Akıl insanın dünyayı düşünme yoluyla kavrama yetisidir; oysa zeka, düşünme yardımıyla dünyayı kullanma yeteneğidir. Akıl, insanın doğruyu bulma aracıdır; zekaysa dünyayı daha başarılı bir biçimde kullanabilme aracıdır; akıl, temelde insancıldır; zekaysa insanın hayvan yanına aittir.
Sevgi, insanın, kendisinin dışında birisi ya da bir şeyle kendi benliğinin ayrılığını ve bütünlüğünü yitirmeme koşuluyla bir olmasıdır.
Zihinsel yaşam konusunda asıl sorun, neden bazı kişilerin delirdiği değil, nasıl olup da çoğunun delilikten kurtulduğudur.
Hayvanca gereksinmeleri karşıladıktan sonra insan, insanca gereksinmelerini doyurmak ister. Neleri yemesi, nelerden kaçınması gerektiğini bedeni söyler ona – oysa hangi gereksinmeleri geliştirip doyurması, hangi gereksinmeleri bastırıp öldürmesi gerektiğini ona vicdanının söylemesi gerekir.
İnsan, canı sıkılabilen, cennetten kovulduğunu duyabilen tek hayvandır.
Milyonlarca insanın aynı kötülükleri paylaşması, o kötülükleri erdeme çevirmez; birçok yanlışı paylaşması, o yanlışları doğru yapmaz.
Çağdaş insan kendi eliyle yaptığı şeylere tapar, bu yeni putlara boyuneğer ; ama gene de kendisine tüm putları yıkmayı buyuran Tanrı’ nın adına yemin eder. Insan kendi yarattığı bu çılgınlığın elinden kendini ancak , insanca gereksinimlere , varoluş koşullarının kökeninde yatan gereksinimlere uyarak , sağlıklı bir toplum yaratarak kurtarabilir .
Insanların insanla sevgi ilişkisi içinde olduğu, kan ve toprak bağları yerine birbirlerine kardeşlik ve dayanışma duygusuyla bağlandığı bir toplum ; insana doğayı aşma olanağı, yıkım yoluyla değil de yaratıcılık yoluyla açan, herkesin benlik duygusunu, topluma uyarak degil de kendi güçlerinin öznesi olarak bulmasını sağlayan, insanı gerçekliği çarpıtmaya ve putlara tapmaya zorlamadan bir yönelme ve kendini adama dizgesi sunan bir toplum.
Bireyin sağlıklı olup olmaması öncelikle bireysel bir sorun değildir; toplumun yapısına bağlıdır. Sağlıklı bir toplum, insanın öteki insanları sevme yetisini, yaratıcı bir biçimde çalışma, aklını ve nesnelliğini geliş­tirme, kendi üretici güçlerini tanımasına dayanan bir benlik duygusu elde etme yetisini artırır. Sağlıksız bir toplumsa, karşılıklı düşmanlık ve güvensizlik duyguları yaratan, insanı başkalarının kullanacağı ve sömüreceği bir araca dönüştüren, başkalarına boyun eğmediği ya da otomatlaşmadığı sürece onu benlik duygusundan yok­sun bırakan bir toplumdur.
Biz bugün gelişmiş olgun kişiliğin özgürlükten verimli bir biçimde yararlanabile­ceği bir bireyselleşme düzeyine ulaşmış bulunuyoruz; ne var ki, eğer birey, akıl ve sevme yetisini geliştirmemişse, özgürlük ve bireysellik sorumluluğunu yüklenemez; bun­lardan kaçıp kendisine, ait olma ve köklülük duyguları veren yapay bağlılıklara sığınmaya çalışır. Bugün, özgürlükten kaçarak ulus ya da ırk biçiminde yapay bir kök­lülük gereksinmesine geri dönmek bir akıl hastalığı göstergesidir;
Toplum, insanda, biraz da kendinin yarattığı toplumdışı yanlarla çelişmekle kalmaz; insanın geliştirmekten çok bastırdığı en değerli insancıl nitelikleriyle de çatışır.
Sağlıksız bir toplumsa, karşılıklı düşmanlık ve güvensizlik duyguları yaratan, insanı başkalarının kullanacağı ve sömüreceği bir araca dönüştüren, başkalarına boyun eğmediği ya da otomatlaşmadığı sürece onu benlik duygusundan yoksun bırakan bir toplumdur.
Bireyin sağlıklı olup olmaması öncelikle bireysel bir sorun değildir; toplumun yapısına bağlıdır. Sağlıklı bir toplum, insanın öteki insanları sevme yetisini, yaratıcı bir biçimde çalışma, aklını ve nesnelliğini geliştirme, kendi üretici güçlerini tanımasına dayanan bir
benlik duygusu elde etme yetisini artırır.
İnsan, nesnelliğini ne ölçüde geliştirirse, gerçeklikle ne ölçüde ilişki kurabilirse, ne denli olgunlaşırsa, içinde rahat edebileceği insancıl bir dünya yaratmaya o denli yaklaşmış olur. Akıl, insanın dünyayı düşünme yoluyla kavrama yetisidir; oysa zeka, düşünme
yardımıyla dünyayı kullanma yeteneğidir. Akıl, insanın doğruyu bulma aracıdır; zekaysa dünyayı daha başarılı bir biçimde kullanabilme aracıdır; akıl, temelde insancıldır; zekaysa insanın hayvan yanına aittir.
Yaratma ve yok etme, sevgi ve nefret, birbirinden bağımsız olarak varolan iki içgüdü değildir. Her ikisi de aynı kendini aşma içgüdüsüne verilen yanıtlardır; yaratma istemi doyurulamayınca yok etme istemi baş gösterir. Bununla birlikte yaratma gereksinmesinin doyurulması, mutluluğa yol açar; yıkıcılıksa acılara, hepsinden çok da yıkıcının kendisinin acı çekmesine neden olur.
Toplumun dokusuna işleyen sakatlık sorununu, Spinoza çok iyi dile getirmiştir. Şöyle der Spinoza: İnsanların çoğu. büyük bir tutarlılıkla, bir tek ve aynı duyguya yakalanır hep. Kişinin bütün duygulan bir tek nesneyle öylesine doludur ki, aslında yokken bile kişi, o nesnenin varolduğuna inanır.
Bir toplunun üyelerinin kafa yapılarında aldatıcı olan şey, benimsedikleri görüşlerin herkesçe geçerli sayılan görüşler olmasıdır, Büyük bir saflıkla insanlar, çoğunluğun belli bazı fikirleri ya da duygulan paylaşmasının, o fikir ve duyguların doğruluğunu kanıtladığına inanırlar. Hiçbir şey bundan daha yanlış olamaz. Bir şeyin herkesçe geçerli sayılmasının, kendi başına akılla ya da ruh sağlığıyla hiçbir ilişkisi yoktur.
İnsan yaradılışı kavramı, günlük dilde kullanılan ”insanın yapısı ” teriminden farklıdır. İnsan nasıl çevresindeki dünyayı dönüştürüyorsa, aynı biçimde tarihin akışı içinde kendisini de dönüştürebilir. İnsan sanki kendi kendisini yaratmış gibidir. Ama, çevresindeki malzemeyi nasıl ancak o malzemenin kendine özgü yapısına göre dönüştürüp biçimlendirebiliyorsa, kendisini de gene ancak kendi yaradılışına göre dönüştürüp biçimlendirebilir.
İnsan, doğanın bir parçasıyken ondan kopanlmış­tır yersiz yurtsuzdur, gene de bütün yaratıklarla pay­laştığı yuvaya zincirlerle bağlanmıştır. Herhangi bir za­manda, herhangi bir yerde dünyaya atılıvermiş olan in­san, gene aynı dünyadan zorlanarak çıkarılmıştır. Ken­disinin farkında olduğundan güçsüzlüğünü ve varolu­şundaki sınırlılıkları bilmektedir. Kendi sonunu görebi­lir: Ölüm. Varoluşundaki şu ikilemden hiçbir zaman kurtaramaz kendini: İstese bile zihnini bir yana ata­maz. yaşadığı sürece de bedeninden kurtulamaz be­deni de zaten ona yaşamayı istetir.
Yaşamaktan zor bir sanat bulunamaz. Öteki sanatlar ve bilimler için her yerde sayısız öğretmen vardır. Gençler bile bu sanatları ve bilimleri bu yolla edindiklerine, başkalarına öğretebilecekle­rine inanırlar: ömrünün başından sonuna dek insan, yaşamayı öğrenmeye devam etmelidir; daha da şaşırtıcı olanı, ömrü bo­yunca insan ölmeyi öğrenmelidir,
Senaca
İnsan kendi yaratılışının özelliklerine ve yasalarına uyarak tam olgunluğa erişecek ölçüde gelişirse, akıl sağlığı bakımından eksiksiz olur. Böyle bir gelişmenin tamamlanamaması akıl hastalığını doğurur. Bu önem önermeye göre akıl sağlığı ölçüsü bireyin, belli bir toplumsal düzene uyuması değil , insanın varoluşu sorununa doyurucu bir çözüm getiren evrensel ,tüm insanlar için geçerli bir yanıt bulmasıdır.
Vicdan, insan kendisini bir nesne olarak değil de, bir insan olarak algıladığı sürece vardır.
Insan varoluşunun tüm gerçekliğini örtüp saklamış, bu gerçekliğin yerine kendi yarattığı bir gerçekliği koymuş gibidir.
Bugün insan aldığı nesnenin yeniliğine tutkundur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir