İçeriğe geç

Sabah Yolcuları Kitap Alıntıları – Feyza Hepçilingirler

Feyza Hepçilingirler kitaplarından Sabah Yolcuları kitap alıntıları sizlerle…

Sabah Yolcuları Kitap Alıntıları

Keşke insana açılan o eski zaman pencereleri gibi yalnızlığa açılan başka pencereler de olsa… Kendinden hoşnut olmayan, çevresindekileri hoşnut etmeyi hiçbir zaman düşünmemiş olan bu gürültücü kalabalıktan kaçmak için bir yol yok mu?
Doğru bildiğin, inançsızlığın en küçük belirtisini göstermeden bayrak gibi taşıdığın yılları, eskimiş bir anı rahatlığıyla tozlu, soluk resimler gibi unutulmak üzere bir köşeye kaldırmışa benzersin. Belki korkunun ana nedeni budur.
Direnmenin, karşı çıkmanın engelleyici duvarını yeterince sağlam örüp örmediğini soruyorsun kendine. Hayır, yeterince sağlam değil. Eğer sağlam olsaydı, bu sızma sular yüreğini kirletmez, duvarının bir gün ansızın çökebileceğini düşündürmezdi sana.
Yok sayıyorlar beni. Kaldırıp atıveriyorlar. Siliyorlar ortadan. Ben de saygı isterim. Kişiliğimin tanınmasını, gözetilmesini isterim ben de. Yok olmaktan, yok edilmekten mutlanan var mı? Hep var olma çabası değil mi verdiğimiz?
Karanlık ve yağmur, insanı sokaklarda kendi tanrısıyla başbaşa bırakıyor. Günün, ayın, yılların hesabı… Boşuna harcanmış, boşuna harcanmayı sürdüren yıllar.
Gözlerin bir pencere olduğu doğru söylenmiş ama her zaman içerisini göstermiyor. Bazen perdeyi çekiyorlar mı ne?
Öyle bir yara ki o, içimde kurumuyor, kabuk bağlıyor ama kurumuyor. Azıcık elleyince kabuğu, kaldırıverince bir köşesinden, kanamaya başlıyor. İlk günkü gibi kan gidiyor içim. Küllenmeyen bir ateş o.
Evet, bitti. Sonra ne mi oldu? Ne bileyim ben? Herkes eski yaşantısını sürdürdü gene. Hiçbir şey olmamış gibi. Zaten hiçbir şey olmadı değil mi?
İnsan kaçmak isterse bir yer mutlaka bulunur.
Yaşanmış günler, yaşanacağından umut kesilen günlerle çatıştı sonuçta.
Her giden, buradaki yaşamı koparıp, bitirip de gittiğini sanır. Bulduklarından önceki yaşamın buralarda öylece, eskisi gibi sürüp gideceğini bilmeden, bunu düşünmek istemeden. Oysa sürüyor işte. Onlar gelmeden önceki gibi.
Peki, bulunmadığı yerde varmış gibi işlem görmek, daha mı az utandırıcı? Varlığım, yokluğum ayrımsanmıyor demek. Kimsenin önem verdiği yok. Bakmıyorlar bile yüzüme.
“Gözlerin bir pencere olduğu doğru söylenmiş; ama her zaman içini göstermiyor.”
Yaşanmışlığı yüz binlerce kez yinelenmiş bir ölümün, zamana karşı kendi savunmasını yapamayan, boyu, yaşı yetmemiş bir garibin, ileride yazılacak, zaman-uzam tanımaz bir “Yiğitler Destanı” na katılmasını sağlamak amacıyla yapılmış, gerçeğin düşü bir soruşturmadır.
Oysa yaşam bu işte. Şimdiki. Sürüp giden, acı veren, yaş döktüren, elleri morartan, topukları çatlatan.
Her çürüme, diyor, bir yeşermeyi de birlikte getirir. Çürüyen çirkindir; ama yeşeren güzel.
Öz nasılsa, biçimini de kendine uygun geliştirir. Birbirinden kopuk olmaz bu ikisi. Göründükleri gibi olmadıkları sanılabilir insanların; ama ne oldukları bir biçimde görünümlerine yansır.
Kırılan herşey sağlamından daha çok şey öğretir.Bu bilimsel bir deney veya herhangi bir kuram içinde geçerlidir.Mesela bir proton normalde bize sadece yükü ve kütlesi hakkında bilgi verir.Ama herhangi bir hızlandırıcıda çarpıştırılıp parçalara ayrılan bir proton ,bize bu yükü veya kütleyi nasıl kazandığı hakkında daha detaylı bilgi verir.Yada nöroloji için konuşucak olursak sağlam bir insan beyni bize içindeki hangi kısmın ne işe yaradığı konusunda pek az bilgi verir.Ama nezaman ki bu beynin bir kısmı hasar görür ve bu hasar sonucu kişi bazı duyuşsal yeteneklerini kaybeder.İşte o zaman beynin yapısına dair daha detaylı bilgiye sahip oluruz.Yada biyoloji içinde durum farklı değildir.Mesela tasarımlarında belli hatalara sahip canlılar görmemiz onların varoluşlarını oluşturan mekanizmalar hakkında daha detaylı bilgi sahibi olmamıza yararlar.Aynısı bilimsel kuramlar içinde geçerlidir.Mesela eski insanlar ısıyı,maddenin hareketi olarak değilde maddeden dışarı çıkan birşey olarak düşünüyorlardı.Ve sonra birgün kalayı ısıttıklarında yanan kalay, metal kirecine dönüşüyordu.Ama ilginç bir şekilde yanmadan önceki halinden daha ağır oluyordu.Ve o dönemin bilim insanları bu nasıl olabilir diye düşündüler.Eğer ısı maddenin yanınca dışarıya attığı bir fazlalıksa o zaman bu maddenin yanınca daha hafif olması lazım.Yani bu tarz deneysel bir çatlak o dönemin bilim insanlarına sahip oldukları ısı kuramının yanlışlığı hakkında daha detaylı bilgi verdi.Sosyoloji içinde durum pek farklı değildir.Mesela bir sistemin kendi içindeki çatlakları o sistemin işleyişi hakkında daha detaylı bilgi verir.Aynı bunun gibi insan ilişkilerinde de durum benzerdir.Mesela nezaman ki bir ilişki bozulur ozaman insanlar sahip oldukları gerçek kişilikler hakkında daha detaylı bilgi verirler.Yada konuya dair son bir örnek verecek olursak: Psikolojideki anormal insanlar olmasaydı bugün normal insanın psikolojisinin işleyişi hakkında bukadar detaylı bilgiye sahip olmazdık.Yani demem o ki örnekleri çoğaltmak mümkündür ama bu konunun ana fikrinin önemini arttırmayacaktır.Bu yüzden yazının başında dediğim şeyi tekrarlamakta fayda var:Kırılan herşey sağlamından daha çok şey öğretir!
Cenap Şehabettin, çıkarcılığı sandalyeye benzetmiş. Ayağınızın altına alırsanız sizi yüceltir, diyor. Başınızın üstünde taşırsanız sizi küçültür.
Plastik tabure uzay başlığım. Sandalyeleri yere yatırıp ayaklarından birleştirdin mi, bir de içine girip oturdun mu, işte uzay gemisi.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Öğrenciler de öğretiyorlar insana. Öyle çok şey öğretiyorlar ki! Öğrettiklerinden habersiz, öğrenmek için öylece beklerken.
Bulut dediğin de ne? Sevmesi olur, öpmesi olur bulutun. Koca gibi öper, baba gibi, oğul gibi öper. İsterse bulut, ama gerçekten isterse, sevgiden bile sıcak olur.
Ölebilmekten nasıl mutluluk duyulur? Bu denli sevilirken ölmek, böyle acınırken yok oluvermek ne güzel! Umulmayan ölüm.
Bize gülmek yaraşır be abi, inan, bize gülmek yaraşır.
Ayvalık yalnızca yazın vardır, kışın ölür. Kışın gelsen buraya, ölüdür, bir şey bulamazsın.
Cenap Şehabettin, çıkarcılığı sandalyeye benzetmiş. Ayağınızın altına alırsanız sizi yüceltir, başınızın üstünde taşırsanız sizi küçültür diyor.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Öyle bir yara ki o içimde, kurumuyor, kabuk bağlıyor ama kurumuyor. Azıcık elleyince kabuğu, kaldırıverince bir köşesinden, kanamaya başlıyor.
Oysa yaşam bu işte. Şimdiki. Sürüp giden, acı veren, yaş döktüren, elleri morartan, topukları çatlatan. Süssüz acı. Salt gerçek. Yaşam. Düşsüz, renksiz, eğlencesiz. Oysa palmiyeler kışın yapraklarını dökmez, çamlar da. Ama mayolar, havlular yok. Hasır sepetli, kocaman güneş gözlüklü hanımlar da yok.
Yaşayamadan nasıl ölür bir insan? Annesi, babası,belki yatalak büyükannesi bile yaşarken. Her şeyi bırakıp olduğu gibi, sevinçlerinden,üzüntülerinden zorla koparılıp, hiçbir şeyi değiştirmeden.
Kent kadını gibi köy kadınının da yaşını bulmak güç.
-Kapı mı çaldı hanımım? Duymuyor kulaklarım iyi. Kapıysa bir koşu gidip bakayım, dedi; ama yanıtlamadı hanım. Temizleyiciden az önce gelmiş paketi açıp bir giysi uzattı Hatice kadına.
-Hatice Hanım, dedi. Şunun eteklerine basıver biraz. Yalnız dikkat et yakarsan ödemeye aylığın yetmez.
Pırıltılı giysinin üstünde uysalca gezdirdi ütüyü Hatice Kadın.
İsmail de dokunuyodur bu tür kumaşlara. Avucundan kayıp şırıl şırıl dökülen ipeklerden karısına giysilik kestiriyordur. Üç metre, beş metre. Çok çok olsun diyordur. Anasına da öyle çok lar vaat ederdi. Kocaman bir buzdolabı alırım sana anacığım istersen. İstersen iki tane,istersen üç. Küçücüktü babasına altın ağızlık alacağını söylerken. Evler yaptıracaktı, apartmanlarda oturtacaktı anasıyla babasını. Ellerini sıcak sudan soğuk suya değdirmeyecekti. Bir araba çekecekti evin önüne, Binin haydi, sizi gezdireyim, diyecekti. Kanatları olup dört bir yanda uçuracaktı onları.
İki omzundan tutup kaldırdı giysiyi.
-Oldu mu hanımım?
Olmuştu. Aldı hanım elinden, odasına girdi. Çamaşır sepetinden donleri alıp ütülemeye başladı Hatice Kadın.
On yaşlarında bile çöp gibiydi İsmail. Altı ya da çok çok yedi gösterirdi. Yemek yemezdi, beğenmezdi, burun kıvırırdı her bir yemeğe. Dışarı çıkmazdı, arkadaşı yoktu. Çıkmaz sokağa açılan pencerenin içini masa yerine kullanır, okuldan gelir gelmez köşesine yerleşir derse başlardı. Komşular, kendi çocuklarına onu gösterirler, Bak, derlerdi, adam olacak çocuk nasıl belli. Öğretmenleri de, Ne yap yap, okut bu çocuğu Hatice Hanım, diye üstelerdi hep. Evini sat, malını sat,okut. Yargısı kesinleşmişti giderek. Evi, malı yoktu; ama canını satar okuturdu. Yeter ki okusun, bıkmasın, yüksünmesin okumaktan.
Babası da evdeydi o zaman. Üstüne titrerdi. Bu çocuk bize Tanrı’nın bir armağanı, derdi. Bak, başka çocuk vermedi. Bunun değerini bilelim, uğrunu anlayalım istedi. Yazılı, mühürlü kağıtlar geldi hep dönem sonlarında. Aferinler, teşekkürler, takdirler Ancak okuldan çağırdıkları zaman konuşmaya gitti Hatice Kadın. Koltukları kabardı. Komşularına anlattı, dedesine, ninesine. Görün torununuzu, görün övünün.
Hanım, o ışıltılı giysi sırtında, odadan çıktı. Yerleri süpürüyordu etekleri. Pırıl pırıl ayakkabılar giymişti. Salona geçti. Güzel süslemişler saçlarını doğrusu. Aldığı parayı hak etmiş berber. Saçlarının arasına çiçekler sokuşturmuş, büklümleri kıvırıp tokalamış.
Ütü masasını katladı Hatice Kadın. Çamaşır sepetini topladı, kaldırdı. Hanımın sesine koştu salona.
-Bir bez al, gel diyordu. Vazonun girintilerinde toz kalmış. Boş vermeye başladın galiba. Ya ansızın bir konuk gelirse
Kibrit çöpünün ucuna toz bezinin bir köşesini takıp incecik kıvrımlarını temizlemeye koyuldu Hatice Kadın. Böyle kadife perdeleri vardı oğlunun da. Bir yandan bu perdelerin pembeleri, öbür yanda renkli televizyon, kollarını kavuşturmuş bakıyordu bir resimde. Kara kara bıyıkları gülüyordu. Kocaman bir adam olmuştu, kocaman.
Hasan Efendi hapse girinceye dek, ev işine gitmemişti Hatice Kadın. Elden düşme ucuza uydurulmuş bir küçük el makinesinde dosta, ahbaba dikiş dikmiş, yardımlamıştı kocasını. Tütün fabrikasında aktarmacılık yapıyordu Hasan Efendi o ara. Zaten evlendiklerinde on beş yaş vardı aralarında, aktarmacılıkta da hızla yaşlanıyordu. Son zamanlarda belini doğrultamaz olmuştu. Okavga çıkmadan önce de kızardı Rüstem’e. Benimle uğraşır durur. Soytarı etti beni işçilere. Ayakyolunda bile suratıma bakıp gülerler. Maskara mıyım ben? derdi.Neler yapmamıştı ki Rüstem namussuzu! Tanrı günahını bağışlasın. Garibim Hasan Efendi’yi çileden çıkarmak için neler yapmamıştı ki! Tütün balyasının üstünde azıcık içi geçecek olsa, mintanını balyaya dikilmiş bulurdu. Bir gün arkasına paçavralardan kocaman bir kuyruk takmış, kadınlar bölümüne göndermişti onu. Ortalarda dolanıp Rüstemin istediği kasaları toplamıştı. Yaşlıdır, büyüktür demeden irisi, ufağı bütün kadınlar, kıkırdaya kıkırdaya gülmüşlerdi. Anlayınca yerlere geçmişti yüzü. Nasıl kızmıştı, o anda öldürebilirdi o oğlanı. Bir öğle dinlenmesinde ayaklarını uzatmış kestirirken, ayakkabılarının altına zamk sürmüştü. Bütün vardiya işçileri de saklamıştı balyaların arasına. Uyanıp da adım atmaya kalkınca, yontu gibi taşlaşmıştı Hasan Efendi. Bütün işçiler gizlendikleri yerden çıkmışlar, kasıklarını tuta tuta gülmüşlerdi. Kaç kez söylemişti, Ben senin dengin miyim? Oynama benle, rüsva etme beni, diye. Dinlemedi. Hiç dinlemedi.
İnsan kaçmak isterse bir yer mutlaka bulunur.
Dertsiz deli gördün mü sen hiç?
Yaşayamadan nasıl ölür bir insan?
Birbirinden çok uzak, çok farklı evlerde konuşulan aynı konular.Tepkiler değişik, biçim değişik; ama öz aynı.
Günbatımlarında hüzünlenmek bir salgın olmalı.
Bazıları karanlık bakar. Bazıları öyle ışıltılıdır ki insan doğrudan bakamaz, kaçırmak zorunda kalır alnına, kaşlarına ya da saçlarına doğru bakışlarını. Bazıları boş bakar, bir anlam çıkarmak için boşu boşuna uğraşırsınız, yalnızca yorar.
İyidir be oğul bağırıp çağırıp rahatlamak. İçine atmamalı adam. İçine attın mı, suya atılan ekmek gibi şişer, kabarırı, büyür dert. Dağılır, bütün içini tutar. İyisi mi boşaltacaksın derdini, dökeceksin ortaya, varsın “deli” desinler.
İnsan kaçmak isterse bir yer mutlaka bulunur.
Öğrenciler de öğretiyorlar insana. Öyle çok şey öğretiyorlar ki! Öğrettiklerinden habersiz, öğrenmek için öylece beklerken.
Çok sıcak, diyorum. Çok sıcak. Bu sıcak yok etti, çürüttü beni.
Her çürüme, diyor, bir yeşermeyi de birlikte getirir. Çürüyen çirkindir; ama yeşeren güzel
Hiç kimse bir çocuğa annesi gibi ağlayamaz.
Hep var olma çabası değil mi verdiğimiz?
Dünyanın her yerindeki kadınlar Hangi dilde, hangi biçimde olursa olsun kargışlar yağdırmak çözer mi sorunu?
“Çok sıcak” diyorum. “Çok sıcak. Bu sıcak yok etti, çürüttü beni.”
-“Her çürüme” diyor, “bir yeşermeyi de birlikte getirir. Çürüyen çirkindir; ama yeşeren güzel!”
İnsan kaçmak isterse bir yer mutlaka bulunur.
başkalarının dertlerini dert edindiğin o yorgun ve çok başına yaşadığın güzel günlerden kalma bir susuzlukla çocukluğunu düşünüyorsun
öyle gerçekler vardır ki inanılmayacak kadar gerçek dışıdır.
keşke insana açılan o eski zaman pencereleri gibi yalnızlığa açılan başka pencerelerde olsa.kendisinden hoşnut olmayan ,çevresindekileri hoşnut etmeyi hiçcir zaman düşünmemiş olan bu gürültücü kalabalıktan kaçmak için bir yol yok mu ?
görünüş ve biçim çoğu kez insanı yanıltıyor.
öz nasılsa ,biçimini de kendine uybun geliştirir.Birbirinden kopuk olmaz bu ikisi.Göründükleri gibi olmadıkları sanılabilir insanların;ama ne oldukları bir biçimde görünümlerine yansır.
yaşanmış günler,yaşanacağından umut kesilen günlerle çatıştı sonunda
dostluğun, sevginin, arkadaşlığın gerçeğini dışarıda nerede olursa olsun ama mutlaka dışarıda araması gerektiğini söylemelisin.
Öyle gerçekler vardır ki inanılmayacak kadar gerçek dışıdır.
Ölebilmekten nasıl mutluluk duyulur? Bu denli sevilirken ölmek, böyle acınırken yok oluvermek ne güzel! Umulmayan ölüm. Ve beklenmeyen, umut edilmeyen bir sevgi.
Şimdi bahar gelse ben mutlu mu olurum?Benim gelmesiyle mutlu olacağım iki kişi var.Biri annem , biri babam.Yalnızca o kadar Bahara boş ver.
Kendi kendine akıp giden zaman; iyiye, güzele götürmedi bizi.
Erkeğini mutlu etme göreviyle yükümlü bir beden emekçisi olduğunu düşündü, bir ev memuru. Direnme hakkı da yok, toplu sözleşme ya da iş bırakma özgürlüğü de
Uzun zaman dumanlar içinde tüten, sonra birden yalazlanan odun parçası gibiydim
Hiç kimse bir çocuğa annesi gibi ağlayamaz.
Oysa yaşam bu işte. Şimdiki. Sürüp giden, acı veren, yaş döktüren, elleri morartan, topukları çatlatan. Süssüz acı. Salt gerçek. Yaşam. Düşsüz, renksiz, eğlencesiz.
Bunlar sabah yolcuları değil. Sabah yolcuları sessizdir. İleri geri konuşmazlar, evreni boylarıyla ölçmezler. Hem en büyük hem en küçük olanı, kısaca kendilerini düşünürler Dedikodu edecek zamanları ve güçleri yoktur. Uykunun engin, düşlere sürükleyen rahatlığından yaşamın bıkmışlığına geçmenin yarattığı yılgınlığı yenme uğraşı verirler hep.
Sana ters düşmemin nedeni ben değilim, bakış açılarımız. Güvenilirlik derecesini bilmediğin elindeki terazi, şaşmaz bir tartıyla karşılaşınca yanıltıyor seni, öfkelendiriyor.
“Yaşayamadan nasıl ölür bir insan?”
“Yaşanmış günler, yaşanacağından umut kesilen günlerle çatıştı sonunda.”
“Oya gibi işlenmiştir kıyılar. Yeşilin sarıya çalanından mora çalanına dek, her rengin geçişi vardır. Gelirler, hep denize bakarlar, gün batımına bakar, düşler kurarlar. Uzak, süslü, parlak düşlerdir, varsıl düşler. Denize girer, kulaç atarlar; güneşe yatar, kızarırlar ve giderler. Her giden, buradaki yaşamı koparıp, bitirip de gittiğini sanır. Bulduklarından önceki yaşamın buralarda öylece, eskisi gibi sürüp gideceğini bilmeden, bunu düşünmek istemeden. Oysa sürüyor işte. Onlar gelmeden önceki gibi.”
İçine attın mı, suya atılan ekmek gibi şişer, kabarır, büyür dert. Dağılır, bütün içini tutar.
Yaşanmış günler, yaşanacağından umut kesilen günlerle çatıştı sonunda.
Kısacık şortlu gezginler, yaz sıcağında başını örtmüş kadınlara tarih kalıntısı gibi bakarlardı. Denizin yanı başında denizden uzak, güneşin dibinde güneşsiz yaşayan anlaşılmaz yaratıklar.
En zor giderilebilecek olan şey, iki kişinin iki kişiyken duyduğu yalnızlıktır.
Feyza Hepcinler: En zor giderilecek olan şey , iki kişinin iki kişiyken duydugu yalnızlikltır
Farkında değiliz geçen zamanın. Uzun yıllar, arkadaşlıklar, sevdalar, vesaireler. Alışkanlığa dönüşüyor bir şeyler. Dostluklar da sevgi de hakiki değilmiş meğer dedi mi insan, ne fena. Feyza Hepçilingirler, En zor giderilebilecek olan şey, iki kişinin iki kişiyken duyduğu yalnızlıktır. der. Ömür bir, sevgili okur. Heba etmemek gerek.
En zor giderilebilecek olan şey, iki kişinin iki kişiyken duyduğu yalnızlıktır.
Toprağa bereket getiren yağmur, kişiye de gençlik getirebilir mi?
Sen bize ağlamayı mı uygun görüyorsun? Bize gülmek yaraşır be abi, inan, bize gülmek yaraşır.
Çocuklar hiç acımasını bilmiyorlar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir