İçeriğe geç

Risale Okumaları 1 – Keşif Yolculukları Kitap Alıntıları – Metin Karabaşoğlu

Metin Karabaşoğlu kitaplarından Risale Okumaları 1 – Keşif Yolculukları kitap alıntıları sizlerle…

Risale Okumaları 1 – Keşif Yolculukları Kitap Alıntıları

İnanç ve fikir düzeyinde bir şuur yükselişi ve de ciddi bir uyanış olmadıktan sonra, Batının silahını ve tekniğini almak neyi değiştirecekti? Batının o silahı üretip o tekniği kullanmadaki zihniyetine mağlup olunduktan sonra, o silahtan daha âlâsı üretilse bile, sonuçta aynı kefeye düşülmüş olmayacak mıydı?
Karlı buzlu bir yolda düşmemek için dikkatlice yürürken, şu ‘enaniyet asrı’ndaki hayat yolumuzun da böyle her an kaymaya müsait buzlu, tehlikeli bir yol olduğunu düşündüm.
İnsan, ancak hakikati talep edince hakikatin talebesi olabiliyor .
“İhlas ipini sıkı tutalım ki ömür tezgâhımız îmanî nakışlar dokusun”
Bir kelema muhatap olurken, insanın dikkat etmesi gereken dört husus vardır : mütekellim, muhatap, maksad, makam.
Yani, kim konuşuyor, kime konuşuyor, hangi amaçla konuşuyor ve ne konuşuyor?
İşte, bugün ortaya konulan asrî ‘Kur’an araştırmaları’nın büyük çoğunluğunda, yalnızca ‘makam’ kısmı vardır; yani ayetlerin mevzuu, onların ne söyledikleri Oysa en başta gelen, konuşanın kim olduğudur; ama bu husus nazarlarda hiç tartışılmaz bile.

.

Gözünü kapayan güneşi yok etmiş olmaz; gündüzü kendine gece yapar.
Gözünü kapayan güneşi yok etmiş olmaz; gündüzü kendine gece yapar.
Kendi nefsini seven, kendisini kusurlu görmeyen biri olarak kaldığım; bu hal üzere iken kendimi başkaları ile karşılaştırdığım her durumda, herkeste bir yığın hata, bir öbek kusur görüyorum. Kendimde ise, asla
“Eğer Allah’ı seviyorsanız, Habibine tâbi olunuz!”
Risale-i Nur ise, üslup ve biçim olarak, şu üç noktada özetlenebilir: (1) Eserin fikir örgüsünü daha anlaşılır kılmak için kullanılan temsiller, (2) belli temel hususların ısrarlı bir şekilde tekrarı, (3) yalnız akla değil, kalb ve ruha da hitap eden bir anlatım biçimi.
Çünkü Allahın ipine sarılmayınca nefislerin ipine takılıp kalıyorduk..
Risale-i Nur’da şefkat, Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olmanın, O’nun rızasına erişmenin en kısa, en selâmetli yolu olarak tarif edilir. Çünkü şefkat, ‘karşılıksız sevgi’dir. Bir ücret, bir mükâfat beklemeden sevmektir. Her şeyi sevebilmenin anahtarıdır.
Her şeyi sevmek ise; bizi her şeyle; her insanla, her canlıyla, her mevcutla, kısacası bütün kâinatla alâkadar kılar.
Tüm kâinat ile alâkadarlığımız ise, bu şefkat sırrıyla birlikte, bizi ‘acz ve fakr’ gerçeğiyle yüz yüze getirir. Şefkatimiz, aczimizi ve fakrımızı öğretir. Zira, şefkatimizle, her bir şeyin ihtiyacını görür, o ihtiyaca yetişemeyiz. Kendimizde o ihtiyacı karşılayacak ne bir kudret, ne bir servet mevcuttur. İnsan âciz ve zayıftır; iktidarı kısa, ihtiyarı kısadır.
Bu çelişki ise, bizi, bütün ihtiyaçları karşılayacak Birinin arayışına götürecektir. Bu ise, tefekkürün ilk adımıdır. Şefkatin inkişafı nispetinde, insan acizini ve fakrını daha bir derinlikle farkedecek; kendisinin ve mahlûkatın aczini ve fakrını anlaması nisbetinde, Kadîr-i Rahîm’i daha bir derinlikle arayacak ve tanıyacaktır. Bütün mahlûkatın bütün ihtiyaçlarını karşılayan bir Kadîr-i Rahîm’i ise, insan elbette sevecek; bu dörtlünün istimali, sonuç olarak, insan için muhabbetullah kapısını da aralayacaktır.
“Nefsini ittiham eden kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden istiğfar eder. İstiğfar eden istiaze eder. İstiaze eden şeytanın şerrinden kurtulur.”
“Yoktan var etmiyorsunuz; hakikî var’ı yok etmeyiniz
Hakikatı, iman hakikatlarını çok geniş ve çok katlı, her katında pek çok odaları bulunan bir saray misali görüyorum. Bizler ise, o sarayın daha girişindeki bekleme salonuna adım atar atmaz “Tamam” diyoruz, “saraya girdim nasıl olsa.” Velhasıl, içeri girmiş olmanın rahatlığı ve rehavetiyle, sarayı bütün katları ve bütün odaları ile tanımayı bırakan; ve de sarayı yalnızca gördüğü tek oda olan bekleme salonuyla tarif etmeye kalkışan tembel ziyaretçiler hükmündeyiz.
Dilerim kalbleri kazanmanın belli makamları kazanmaktan çok daha önemli ve sonuç alıcı olduğunu anlamalarının vakti artık gelmiştir.
insana her ne güzellik isabet ederse, onun Allah’tan olduğudur. İnsan âciz ve zayıftır; zâtında ne kudret vardır, ne ilim, ne de irade. Meselâ, hâfızasının zayıflamasına, kuvvetten düşmeye, tâkatsiz kalmaya mâni olamaması, bütün bu özelliklerin onun zâtî özelliği olmadığını, bilakis kendisine verilmiş olduğunu gösterir. Ki, ‘vehbî’nin kelime karşılığı da budur. Vehbî olan, verilmiş, yani hibe edilmiş olandır. Allah Vehhâb’dır; yani çokça veren, durmaksızın verendir. İnsanın üzerinde görünen her güzellik, her kemal ‘mevhube’dir. İnsanın kendinde, kendi başına bunları var edecek ne bir ilim, ne bir kudret bulunmaktadır.
Allah ihlası nasip ettiğinde ise, imtihan gene bitmez. Zira, insan, “Ben ihlaslıyım” dediği anda ihlas kulesinden aşağılara düşmeye başlamıştır. Yani, hadisin ihbarıyla, “İhlaslı olanlar da büyük bir tehlike üzeredirler.”
İnanç ve fikir düzeyinde bir şuur yükselişi ve de ciddi bir uyanış olmadıktan sonra, Batının silahını ve tekniğini almak neyi değiştirecekti? Batının o silahı üretip o tekniği kullanmadaki zihniyetine mağlup olunduktan sonra, o silahtan daha âlâsı üretilse bile, sonuçta aynı kefeye düşülmüş olmayacak mıydı?
O çağına teslim olan değil, çağıyla hesaplaşan bir insandı. Oysa ‘çağımızın yetiştirdiği büyük isimler’ arasında anılıyor.

O yazdığı Risale-i Nur’un ‘Ne Şarkın ulûmundan, ne Garbın fünunundan’ değil; Kur’ân’ın sunduğu imanî derslerden doğduğunu söylemişti. Oysa ‘Şarkın yetiştirdiği büyük bir sîma’ olarak sunuluyor.

“Zira, Kur’ân yıldızlarına perde çekilmez. Gözünü kapayan, yalnız kendi görmez; başkasına gece yapamaz.”
Ne var ki, Risale ummanındaki incilerin çıkarılıp gözler önüne serilmesi ciddi muhataplar ve derinlikli bir muhatabiyet gerektirmektedir
Şirkin bulaşmadığı sahih bir iman, her bir şeyde Yaratıcının mührünü görebilmekle mümkündür.
“Musibetlerin tenevvüü, bana mûsikînin nağmelerinin tenevvüü gibi geliyor.”
“Nefsini ittiham eden kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden istiğfar eder. İstiğfar eden istiaze eder. İstiaze eden şeytanın şerrinden kurtulur.”

-Bediüzzaman Said Nursî

.
“İhlas ipini sıkı tutalım ki, ömür tezgâhımız imanî nakışlar dokusun”
.
“kalbleri kazanmanın belli makamları kazanmaktan çok daha önemli”
“risaleler, bir kez değil, tekrar tekrar okunur. Her okuyuşta, –eğer Said Nursî’nin uyarısı dikkate alınıp ‘gazete gibi’ değil, dikkat ve teennî ile okunmuşsa– insanı yeni bir anlama düzeyine ulaştırır.”
“iman yolculuğu hiç bitmeyen bir süreçtir; ve her an yeni tercihler ve tehlikeler ile karşı karşıya olunan, ama her bir tehlike aşıldığında bir kat daha mesafe alınan bu yolculukta insan tekrar tekrar denenmektedir.”
“Risale-i Nur, dil bakımından da, Arapça, Farsça ve Türkçe’nin harmanlandığı; yazıldığı günün eserlerine göre oldukça sade, ama olabildiğine zengin bir mahiyet arzeder.”
“Risale-i Nur ise, üslup ve biçim olarak, şu üç noktada özetlenebilir:

(1) Eserin fikir örgüsünü daha anlaşılır kılmak için kullanılan temsiller,

(2) belli temel hususların ısrarlı bir şekilde tekrarı,

(3) yalnız akla değil, kalb ve ruha da hitap eden bir anlatım biçimi.

Müellifimize göre, Risale-i Nur’un üslup ve biçimini buna göre kurması rastgele bir tercih değildir.”

Sözgelimi, zekâtı kabul etmekte ruhsat vardır. Bu, şeriatın izin ve imkân verdiği bir husustur. Ama bu zamanda zekâtlar dahi tam anlamıyla Allah adına, halisen livechillâh verilmediği için, Risale-i Nur talebelerinden zekât dahi almamaları istenir.
Risale-i Nur’u diğer meslek ve meşreplerden ayıran çok ciddi farklardan biri, azimet noktasındaki ısrarıdır. Risale-i Nur, başka meslek ve meşrep mensuplarının ruhsat dahilinde, şer’an izin verilen alanlar içinde davranmasını hoş görmekle birlikte, kendi mesleği ve kendi talebeleri için ‘azimet’i öngürür.
Cömertlik iyidir, ama iktisat daha iyidir!
Üzerimizdeki nimet-i ilâhîyi görüp takdir edebilsek, ihtimal ki, nefislerin ‘tefrika’ kapısı kapanacaktı. Tefrika kapısı kapandığında ise, nefislerin değil, Allah’ın ipine sarılmaktan başka bir yol zaten bulamayacaktık.
İhlas Risalesi’nde Bediüzzaman bizi ‘hıllet’in bir ölçüsü ve lâzımı olarak ‘en güzel takdir edici yoldaş’lığa çağırıyordu. Çünkü takdir, ‘Allah’ın üzerimizdeki nimeti’ni görebilmenin sonucuydu.
Yoktan var etmiyorsunuz; hakikî var’ı yok etmeyiniz.
Keza, boşanmak, Allah’ın hoşnut olmadığı bir helâldir; zira, ‘vücudî’ olan bir beraberliğe son vermektedir.
İmanın aslı vücuddur, tahkiktir, isbattır. Küfrün sığınağı ademdir, ihtimaldir ve inkârdır.
Kur’ân bize Rabbimizi ‘vücudî’ deliller ile anlatır. Var olan her bir şeyi Gaybî Olanın varlığına şahit tutar. Bütün kâinatı O’nun varlığına delil olarak gösterir. Keza, haşri aklına sığıştıramayan insana karşı, ölmüş arzın baharda dirilişini hatırlatır.
Ne aynayı kırmak, ne de aynayı menba ve asıl zannetmek!
Doğruyu arayarak, tahkik ederek, kendi iradesiyle seçmesi için her gence fıtraten dercedilen ilk ‘isyan’ hali, maalesef, kimi zaman mecraını bulamayıp ya gencin kendi nefsinin, ya sair nefislerin, çoğu zaman her ikisinin müdahalesiyle, doğruya bile isyan biçimine bürünebiliyor.
Ama kardeşlik, ‘eşit’lerin beraberliğidir. İşte, seksen yaşında olan, üstelik gençlik yıllarından beri çevresinde ‘zamanın eşsizi’ diye anılan bir insanın bütün gençleri kendisine kardeş bilmesi, şefkat yüklü olan, otorite ve hükümranlık imaları taşımayan bir bağın ve ilginin işaretidir.
Risale-i Nur’un birçok kısmı, yaşça ihtiyar o ‘genç’ insanın dünyasına gelen sorulara açıklıkla cevap aramasına karşılık olarak gelen birer ilâhî ikram değil midir?
İşte, ‘kim olursa olsun gençlere kardeş olmak’, hem sorulara açık olup sorgulama kapısını kapamamayı gerektirir; hem de ‘sorun’ları mahkûm etme değil, şefkat etme gerekçesi kılmayı
Zira sorular ve sorunlar çağıdır gençlik. Her gencin soruları; ve de, ruh ikliminden akıp gelen o ezelî sorulara karşı bir cevap arayışı vardır. İşte bu sorular ve arayışlar, onu dinamik kılar. Taassuptan kurtarır. Donuklaşma ve kemikleşmeden korur.
‘Risale-i Nur’un ekser hakikatlarının namaz tesbihatında inkişaf ettiğini’ söylüyor Bediüzzaman.
Risale-i Nur’un başka birçok bahsinden, tesbihatın ubudiyet miracına giden yolda ne kadar önemli bir anahtar olduğu anlaşılmaktadır.
Doğru ama içi doldurulmamış sözler kadar korktuğum çok az şey vardır.
Cevaplar, ancak sorulardan sonra geliyor velhasıl. Önce sorular yaşanıyor
Nitekim, en başta Kur’ân’ın, gerek tevhidi, gerek vahyi, gerek risaleti isbat için ‘naklî’ olmayan deliller sunduğu; meselâ kâinatı ve fıtratı şahit tuttuğu belirtilir.
Ve Kur’ân’ı dikkatle okuduğumda, Risale-i Nur’un ders verdiği hakikatlerin, esasların, usulün, üslubun ve hatta kelimelerin Kur’ân’dan alındığını görüyorum.
Şahsen, Risale-i Nur’u okudukça, Risale-i Nur’un kalbimi ve ruhumu her daim kendisine yönelttiği Kur’ân’ı daha bir ciddiyetle okuma iştiyakıyla doluyorum.
Açıkçası, ‘kâinattan Hâlıkını sorma’ mesleği, Said Nursî’nin kendi aklınca ürettiği bir yol değildir; Kur’ân’ın hepimize bildirdiği bir yoldur.
Kalbsiz akıl olamaz diyen Risale-i Nur, dinli-dinsiz birçok entellektüel mahfilde, ‘akılcı’ damgasıyla hor görülüyor bugün.
Said Nursî, hep talebe kalmış, hep ‘arayan’ insan olmuştur. Bulduğu her hakikate şükretmiş, ama hakikati onunla sınırlama veya onunla yetinme hatasına düşmemiştir.
Meseleye sadece bir cihetiyle bakmayı yeterli görmemiz, bizi hakikatı her bir cihetten görüp bir bütün olarak kavramaktan mahrum etmektedir.
Nasıl bir mekânın tam tarifi önünü-arkasını, sağını-solunu, aşağısını-yukarısını görerek mümkün oluyorsa, bir gerçeğin kavranması da böyle kuşatıcı bir cehdi gerektiriyor. Çok tarafları ve çok yönleri olan hakikatı, bütün bu yönleriyle birden kavramak gerekiyor.
Velhasıl, iman hizmeti devri, Hz. Âdem’den beri hiç kapanmamıştır; kıyamete kadar da asla kapanmayacaktır.
İman hizmeti bir ilk aşamadan, bir ara duraktan ibaret değildir. Bütün zamanların asıl hizmeti; en öncelikli, en hayatî, en vazgeçilmez vazifesidir. Çünkü, hayatın da, şeriatın da özü, temeli, esası, dayanağı odur. Hayat da, şeriat da, iman ekseninde dönmektedir.
Tek daire vardır: iman dairesi. Hayat ve şeriat, bu iman dairesinin yanında değil, içindedir. Ancak hakkıyla iman eden, imanını hayatının her anında sergileyebilir; ve ancak tahkikî imana erişen şeriata râm olur.
Batının son asırlarda İslâm dünyasına dönük husumeti kimi ehl-i din tarafından ‘yeni Haçlı zihniyeti’ gibi görülse de, gerçek bu değildir. Bu yeni seferde, gelenlerin elinde haç değil, fuzuli tüketim maddeleri, gazeteler, dergiler, kitaplar, kasetler ve elbette televizyon vardır. Bunların içinde de, ne ‘haç’a, ne de Hıristiyan inancına dair bir vurgu gözükmez. Bilakis, Hıristiyanlığın da yasakladığı şeytanî çağrılar, açık-saçık görüntüler, küfranî fikirler, dünyaya teşvikler kuşatmıştır ortalığı.
Risale-i Nur, baharda çiçeklenip solan bitkilerden soğuk kış aylarında Dünya Savaşının her türlü cefâsıyla yüzyüze gelen Rusya’daki çocuk ve ihtiyarlara kadar, her şeye merhamet nazarıyla bakan bir kalbin eseridir.
Şefkatin inkişafı nisbetinde, insan aczini ve fakrını daha bir derinlikle farkedecek; kendisinin ve mahlûkatın aczini ve fakrını anlamasını nisbetinde, Kadîr-i Rahîm’i ise, insan elbette sevecek; bu dörtlünün istimali, sonuç olarak, insan için muhabbetullah kapısını da aralayacaktır.
Şefkat var ise tefekkür vardır.
Risale-i Nur, ihsan-ı ilâhî tarafından, meselâ bir ‘mânâ-yı harfî’ veya ‘ene’ için otuz yılını; bir ‘daimî yaratılış’a on küsur yılını; bir haşir meselesine yirmi yılını vermiş birine verilmiştir; başka birine değil. Risale-i Nur, ancak öyle bir eser için ‘kesb’ edene ‘vehb’ edilmiştir; lâyıkınca kesb etmeyen bedavacı, ezberci, ciddiyetsiz ve tembel insanlara değil.
Risale-i Nur, bir ömür boyu süren ısrarlı, ciddi, halis bir fiilî dua karşılığında Said Nursî’ye verilmiştir.
Risale-i Nur, kula isabet eden her güzel şey gibi, ‘mevhûbe’dir, ‘vehbî’dir, Allah vergisidir. Ama öte yanda, Risale-i Nur gibi bir eserin duasını hayatı boyunca yapan Said Nursî’nin ‘kesb’i vardır.
Kur’ân’ın bize verdiği mânidar derslerden biri, insana her ne güzellik isabet ederse, onun Allah’tan olduğudur. İnsan âciz ve zayıftır; zâtında ne kudret vardır, ne ilim, ne de irade.
Bir kelâma muhatap olurken, insanın dikkat etmesi gereken dört husus vardır: mütekellim, muhatap, maksad, makam.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir