Erol Göka kitaplarından Psikiyatri ve Felsefe kitap alıntıları sizlerle…
Psikiyatri ve Felsefe Kitap Alıntıları
İnsanlık ve ahlaki değerler gözetilmeden konuşulmaya başladığından, işe yaramaz bir veri ve bilgi yığını karşımıza çıkmakta; insanların belli bir güç atfedilen odaklardan korkmasından ve kendi insani faaliyetlerinde, demokrasi ve özgürlük için mücadelelerinde kısıntıya gitmelerinden başka bir işe yaramamaktadır.
Bugünkü bilimsel bilgilerimiz; insanın bilincini, bir başka bilincin istekleri doğrultusunda tamamen değiştiren, boyun eğdiren ve her koşulda itaat ettiren bir maddenin, ilacın ya da hipnoz gibi bir tekniğin olmadığını göstermektedir.
İnsanlar, karşısındaki insanın ne düşündüğünü bilmeyi, başkalarının davranışlarını bütünüyle denetleyebilecek bir güce sahip olmayı her zaman istemiştir.
Hayal ve gerçeğin çoğu kez iç içe olması nedeniyle yaratıcılığı olabildiğine kışkırtan bu meşguliyet, birçok roman ve filme esin kaynağı olmuştur.
Bir şeyi bilmeyenin haddini de bilmeyeceği, haddini bilmeyenin her şeyi söyleyebileceği kabul edilir.
İnsan doğasındaki iyiyi ve kötüyü anlamak çok karmaşıktır.
Geçmişin kötü biliminin kötü amaçlarla kullanılmış olması, bizi iyi bilimin gelecekte yalnızca bizim iyi olarak nitelendirdiğimiz amaçlara hizmet etmesi olasılığına karşı korunaklı hale getirmez.
İnsanlık gerçekten de tarihinde ilk kez insanın kendi kaderini belirlemediği bir varlık olması doğrultusunda seçimini yapacaktır!
İnsan olmanın doğası, kendi ellerimizle kurabileceğimiz ve kolektif toplumlar yaratabileceğimiz bir geleceği bize sağlayabilecek yeteneğe zaten sahiptir.
Tarih, çevre ve genlerin üzerimizdeki sınırlamalarını aşmıştır. Genler, insan bilincini, oluşturmakla bireyi ve çevresini belirleyen rollerini de kaybetmişlerdir. Onların yerini bilinçle şekillenen ve bilinci, etkileyen, kendi yasalarıyla ve kurallarıyla işleyen toplumsallık almıştır.
İnsan yaşamını etkileyen dış koşulların yerine içsel olan genler geçirilerek toplumsal koşullara değişmezlik, genetik yapıya ise sonsuz bir belirleyicilik yüklenmektedir.
Özelliklerimiz; genler, deneyimlerimiz ve gelişimsel süreklilik tarafından biçimlendirilir.
Evrim sürecinde canlı organizma çevreye uygunsa seçilen pasif bir varlık değil, aktif bir oyuncudur.
Her organizma kendi eko sistemini yaratır ve bu eko sistem tarafından etkilenir.
Kültürel farklılıkların insanlar arasındaki çatışma eylemleriyle bağlantılı olduğunu, iki grup arasındaki dil, din, ırk, kültür gibi farklar arttığı ölçüde savaşma eğiliminin arttığını ve homojen bir dünyanın daha barışçıl olacağı düşünülebilir.
Eğer insanlar yaşama güçlü olanın hayatta kalacağı ilkesiyle bağlılarsa, nasıl oluyor da başkaları ve idealleri için özveride bulunabiliyorlar?
Önceleri insan insana hükmederdi, şimdi ise akıl, herkese hükmediyor.
Nasıl insanların farklı deri renginden, farklı boy ve beden yapısından olması, onun siyasi ve toplumsal aktör olarak ikinci plana atılmasını gerektirmiyorsa, aynı durum zeka düzeyleri için de söz konusudur.
Artık zeka testi kavramından vazgeçilmekte, onun yerine genel yetenek ölçümleri gibi daha iddiasız ifadeler kullanılma yoluna gidilmektedir.
Zeka testleri, geniş bir uygulama alanı bulmuş, askerlikten iş ve işçi seçimine kadar birçok alanda büyük faydalar sağlamış olsalar da; henüz zekanın niteliği ve kökenleri sorunun aydınlatılabilmiş değillerdir.
İnsanlar ve insanlık hakkında bilmek istediğimiz hemen her şeyin kromozonlara yerleşmiş DNA diziliminde olduğuna dair kesin bir inanç vardır.
Kişinin doğuştan getirdiği potansiyellerin, devletten ve toplumdan bağımsız bir biçimde yalnızca kendi adına hayata geçmesi birincil olarak önemsenmemiştir.
Bireyi ve her bireyin farklı potansiyellere sahip olduğu gerçeğini, h,çbir siyasi düşünce göz göre göre reddedemez.
Aslında kendini yetersiz ve güvensiz hisseden kimi kadınların, duygusal beslenmenin tek yolunu bir çocuk olarak gördüğü ve fiziksel sevgiye açlığını o çocukla karşılamaya çalıştığı genel olarak kabul edilmektedir.
Bebeğini, hırpalayan anneler güvensiz ve duygusal açıdan yoksun kalmış insanlar olarak kabul edilirler.
Cinsel sapkınlıkları olan erkeğin daha sonraki yaşamında nesne ilişkilerinin bozuk olmasının en etkili belirleyicisi, annesi ile ilk ilişkisidir.
Amaç; kişinin, kendi hayat öyküsünde kaybı müstesna yere koyarak, tekrar hayata sarılabileceği gücü kendinde bulabilmesi, hayata neyin yaşanabilir olduğu konusunda biraz daha bilgeleşerek yoluna devam edebilmesidir.
Yasın amacı öleni hatırlamak, kaybın oluşturduğu değişiklikleri anlamak, hayata nasıl sarılacağına dair karar vermektir.
Yas bir süreçtir ve bir son değildir. Yasın amacı ne kaybı unutmak ne de tamamen başa çıkmaktır.
Geride kalanlar neye ihtiyaçları olduğunu ve onlara nasıl yardımcı olacağını aile üyeleri ve arkadaşları ile paylaşmaya cesaretlendirilmelidir.
Geride kalanlara; kimsenin kaybı onlar adına tanımlayamayacağı, herkesin yas yaşama biçiminin farklı olacağı hatırlatılmalıdır.
Geride kalan kişiyi bilgilendirerek yas sürecine başarıyla rehberlik etmek amacıyla, bir kültürde ölümle ilgili yas sürecini olumlu ya da olumsuz yönde etkileyen ritüelleri tanıyıp anlamak çok önemlidir.
Yas sürecinde; yası çözümlememiş görünenler için kayıp hakkında hislerini paylaşma konusunda onları cesaretlendirebilir, böylece bununla başa çıkıp iyileşme sürecinde başlamalarını sağlayabilirsiniz.
Hangi süreçten geçtiklerini anlayarak yas yaşantısı içinde olan kimseleri, daha iyi destekleyebilir ve özel ihtiyaçlarını belirleyebilirsiniz.
İnsanlar neden yas tutarlar? Yaslı insanla nasıl ilgileneceğimizi anlayabilmek için öncelikle bunu anlamak zorundayız.
İntihar, çok etkenli ve toplumsal boyutları olan bir olgu olmasına karşın çözüm yolları bireysel tedaviden geçmektedir.
Hayatın anlamsızlığından, yaşamak istemediğinden söz eden, özellikle daha önce intihar girişimi olanlar karşısında dikkatli olunmalıdır.
Kişinin kendisini bir topluma ait onun bir parçası olarak görmesi, çevresindekilerin kendisine destek olduğunu hissetmesi, sorumluluğu altında yardımına muhtaç kişilerin olması, intiharın günah olduğu düşüncesi bazen intihar davranışına engel olabilmektedir.
İntiharı; sorunları ortadan kaldıracak, acılarını dindirecek bir çare olarak gören birey intihar sonucu ölümün ve hayatın son buluşunun gerçekliğini algılayamamaktadır.
Hayatın her türlü zorluğuyla savaşan insanların nasıl olup da kendi yaşamlarına son verebildikleri konusu, gerçekten oldukça düşündürücüdür.
Emile Durkheim: “ intihar, bir insanın, doğuracağı sonucu bilerek olumlu veya olumsuz bir eylemle doğrudan ya da dolaylı olarak kendini ölüme sürüklemesidir.
Günümüz insanı, muhtemelen ömrünün uzaması yüzünden ölümün kesinliğini ve hayatın narinliğini hissetmeden varoluşsal bir kötümserlik yaşamaktadır.
Ölüm psikolojisini açık yüreklilikle ele almanın, işlerin gerçek durumunu daha iyi değerlendirebilme, yaşamı daha katlanabilir kılma gibi bir ödülü vardır.
Bir an için ölümün olmadığı, bilinçte faniliğin yer almadığı sonsuz bir hayat hayal etsek, her şeyin bir anda anlamsızlaşacağını hemen hissederiz.
Herkes ama herkes, yalnızca kendi ölümünü ölür.
Dindar hastaların bazılarında görülen pskiyatristleri küçümseme eğilimi, onların öfkelerini uyarabilir.
Dindar hastalarla çalışırken psikiyatrileri bekleyen en önemli tehlikelerden irisi olan, psikiyatristin dinsel değerlerinin tedavi sürecine bulaşma olasılığı bunlarda en yüksektir.
Din, ruhsal hastalığın ve sağlığın anlam bulduğu kültürel bağlamın çok önemli bir unsuruyken, psikoterapinin henüz üzerinde anlaşma sağlanamayan, net olmayan tanımı onu çoğu kez dinle ve dinsel danışmanlıkla sınır ihlallerine yol açmaktadır.
Özellikle felaket durumlarında birçok zorlukla karşı karşıya kalan insanlar, bir araştırmaya razı olmanın kendilerine bir takım yararlar getireceği ya da reddetmenin olumsuz sonuçlar doğuracağını düşünürler.
Tedavi yöntemlerinin yetersiz olduğu ve tedavilere yönelik fikir birliği olmadığı durumlarda ve felaket hallerinde, yaşama saygı, çok daha önemli bir ilke haline gelmektedir.
Toplumun kişinin travmaya uğradığını onaylaması ve zarardan sorumluluk duyarak onarmaya çalışması travmanın etkilerinin silinmesinde çok önemlidir.
Travmatik yaşantıyı başka insanlarla paylaşmak dünyayı anlamlı hissetmenin önkoşuludur. Bu süreçte kişi, yalnız yakın çevresinden değil içinde bulunduğu toplumdan da destek beklentisi içindedir.
Kişinin sosyal çevresinin travmatik olaya tepkileri, travma sonrası ortaya çıkan ruhsal sorunlar üzerinde belirleyici rol oynar. Çevrenin olumsuz, eleştiren ve düşmanca tutumu travmanın etkilerini artırır.
Bazen kişinin bir ruhsal rahatsızlık geliştirmesi için travmat6ik olaya tanıklığı hatta televizyondan izlemesi bile yeterli olabilmektedir.
Şiddete tanık olma durumunda suçluluk duygusu fazla olmaktadır. Pasif izleyici olmayıp sürece aktif biçimde katılma, psikolojik bozukluk riskini arttırmaktadır.
Çocukluk çağında yaşayan stresin beyin gelişimi ve nörobiyolojisi üzerine olumsuz etkileri saptanmıştır.
Bireyin çocukluk yaşantıları, duygusal geçmişi ve baş etme yolarına bağlı olarak travmaya tepkisi farklı olmaktadır.
Kaçınma durumu bir süreyi bireyi sakinleştirir; ama sonra kişi travmayla hesaplaşmak zorunda kalmaktan uzaklaşamaz. Yaşadıklarını tekrar tekrar düşünerek, anlatarak, rüyalarında görerek ya da durmadan anımsayarak travmatik olayın senaryosunu yeniden yazar.
Yaşanan olayın sonuçlarının kestirilemez ve kontrol edilemez olduğunu öğrenmek insanlara motivasyonel ve bilişsel alanlarda eksiklik yaşatmaktadır.
Olumsuz yaşantı olağan sınırlar içinde kaldığında kişi denetim kurma, yönetme, ilişkilendirme, anlam verme gibi yetilerini kullanarak baş etme becerisi gösterir.
Bireyler karşılaştıkları olumsuz yaşantılara kişisel özellikleri çerçevesinde uyum gösterirler.
Terapi sırasında danışanın ortaya koyduğu şeyin, tamamen içtenlikle ifade edildiği düşünülse bile dışsal bir teyit olmaksızın anlatılanların tam doğruluğundan emin olmamak gerektiğini söylemektedirler.
Yeni bilgi ve yaşantılar, geçmiş yaşantıların anıları hakkındaki yorumlarımıza eklenebilir veya onları farklılaştırabilirler.
Bir anıyı depoladığımızda, onu yeniden üretmekten ziyade yeniden yapılandırırız.
Danışman yaşadığı tüm sıkıntıların ve sorunların kökeninde çocukluğunda yaşadığı kötüye kullanımın bulunduğuna inanmaya başlamasıdır. Böyle bir inanç, danışanın tüm yaşam sorumluluklarını anlamaktan vazgeçme tutumuna yol açabilecektir.
Bir şey gerçek yaşamda ve zihinsel olarak ne kadar yinelerse, kodlanma ve uzun süreli bellekte saklanma olasılığı da o kadar artar.
Zaman hep değişir durur; ama zamanın kötülüğü yargısı hiç değişmez.
Küreselleşme süreciyle birlikte genel olarak ulus devletlerin ve özel olarak sosyal refah devleti anlayışının büyük ölçüde kan kaybettiği su götürmez bir gerçektir.
Ulus artık büyük problemleri çözemeyecek kadar büyük olduğu şeklinde saptamamız çok önemlidir.
Küreselleşme bir yanıyla giderek artan ekolojik sorunların küresel hale gelmesi, çözümsüz bir ekolojik sorunun tüm gezegeni mahvetme olasılığının bulunmasıdır.
Küresel insan, risk toplumunda yaşayan insandır.
Cinsiyetler arasında eşitliğin yanı sıra geleneksel aileyle bağdaşmaz olan cinsel özgürlük anlayışı yaşama geçiriliyor.
Aile çözülüyor, mahremiyet, aşk ve erotizm biçim değiştiriyor!
Asıl gelişenin bir tek- kültürcülük, bir homojenleşme olduğu her geçen gün daha iyi anlaşılıyor. İnsanların yaşam tarzları standartlaşıyor.