İçeriğe geç

Psikanalizin Dört Temel Kavramı Kitap Alıntıları – Jacques Lacan

Jacques Lacan kitaplarından Psikanalizin Dört Temel Kavramı kitap alıntıları sizlerle…

Psikanalizin Dört Temel Kavramı Kitap Alıntıları

Bu nesne, gösterenin hayatına girmesi üzerine insanın cinselliğinin anlamını ortaya çıkarması sayesinde dürtüde tanımlanan ve belirginleşen şeyi destekler. Çünkü insan gösterenleri de tanıdığı için, onun gözünde cinsellik ve cinselliğin taşıdığı anlamlar hep ölümün mevcudiyetini hazır ve nazır hale getirme gücüne sahiptir.
Aklın sesi alçaktır ama hep aynı şeyi söyler#
Aşk kuşkusuz bir aktarım etkisidir, ama onun direnç yüzüdür.
Boş arzular ya da çılgın arzular da vardır, onlar şuna dayanır-mesela bir şey size yasaklandığı için o arzu söz konusudur. Yasaklandığı için bir süre onu düşünmeden edemezsiniz. Bu da arzudur. Ama iyi bir nesneyle işiniz olduğunda bunu her defasında aşk nesnesi olarak tanımlarız.
Arzu nesnesi arzunun nedenidir, arzunun nedeni olan bu nesne ise dürtünün nesnesidir.
Dürtünün tanınması, benim öznenin bölünmesi ya da yabancılaşma olarak adlandırdığım işleyişin en doğru şekilde inşa edilmesini sağlar. Peki dürtünün kendisi nasıl tanınmıştır?
Şöyle ki, öznenin bilinçdışında olup bitenlerin diyalektiğinin, Lust alanına; iyi, uygun, faydalı nesnelerin imgelerine yapılan göndermeyle sınırlı kalabilmesi bir yana, sonuçta hiçbir işe yaramayan belli türde bazı nesneler bulduk. Bunlar objet a’lar, memeler, dışkı, bakış ve sestir. Bilinçdışının öznesi olarak öznenin diyalektiğini ortaya çıkaran nokta bu yeni terimde saklıdır.
İyiliği doğurmayan kötülük yoktur; iyilik ortaya çıktığında ise kötünün tarafını tutan iyilik yoktur.
Benim belli bir zamanda kendim için seçtiğim yol başkalarına doğru görünmezse bu onların meselesidir, benim deneyimimden almak istediklerini alsınlar.
Arzu, insanın kapasitesi dahilindeki başka tüm noktalardan çok daha fazla, bir yerde gelip sınırına dayanır.
Size aramıyorum , buluyorum ,demiştim, bu şu anlama geliyor: Freud’un alanında neyi arıyorsak eğilip onu yerden almak yeter.
Artalan nerededir? Yokluk mudur? Hayır. Kopuş, yarık, açılma çizgisi bunlar yokluğu ortaya çıkarır— tıpkı çığlığın sessizlik artalanı üzerinde kendini göstermeyip, tersine sessizliği öne çıkarması gibi.
Hatırlanamayan şey davranışta tekrarlanır.
Ruhsallıkta, öznenin kendisini dişi ya da erkek olarak konumlandırabileceği hiçbir şey yoktur.
Yanıltılabilecek olan kişi daha ziyade yanılabileceği kuşkusunu uyandıran kişi değil midir?
Özgürlüğü seçerse, hop! anında ikisini birden kaybeder-canını seçerse bıçakla kesilip alınmış bir hayatı olur.
Cinsel dürtüler, ölümü açığa çıkartır.
Artık bana bakan gözü görmüyorum, gözü görecek olursam da bakış kayboluyor.
Hiçbir dürtü, cinsel eğilimin tamamını temsil edemez.
Aklın sesi alçaktır ama hep aynı şeyi söyler.
Beni zaten bulmuş olsaydın aramazdın. Zaten bulunmuş olan hep arkadadır ama bir tür unutuluşa malüldür.
Cinsellik öznenin alanında eksiklik yoluyla kurulur. Bu noktada iki eksiklik birbiriyle örtüşür. Birincisi- öznenin gösterene bağlı olmasından, gösterenin ise ilk başta Ötekinin alanında olmasından dolayı-merkezi bir kusurdan doğar; öznenin ötekiyle ilişkide kendini varlığıyla ortaya çıkışının diyalektiği bu merkezi kusur etrafında döner. Bu eksiklik gerçek ve daha önceki bir eksiklik olan, canlının ortaya çıkışına denk gelen, yani cinsiyetli üremenin ortaya çıkışına denk düşen diğer eksikliğin yerini alır. Gerçek eksiklik, canlının cinsiyetli yoldan üreme sebebiyle kendi canlı kısmından kaybettiği şeydir. Bu eksiklik gerçektir, çünkü bir gerçekle ilişkilidir; bu gerçek ise canlı varlığın cinsellik öznesi/ cinselliğe tabi olmakla bireysel ölüme çarptırılmasıdır.

Aristophanes’in mitosu, canlının aşkta ötekini, cinsel öbür yarısını aradığını ifade ederek, tamamlanma arayışını hazin ve aldatıcı bir imgeyle tasvir eder. Aşkın esrarının mitos düzeyindeki bu temsilinin yerine analiz deneyimi öznenin cinsel tamamlayıcısını arayışına değilde, artık cinsiyetli bir varlıktan ibaret olduğu ve ölümsüz olmadığı anlamına gelen, kendisinin ebediyen kaybedilmiş parçasını arayışını koyar.

O zaman-cinsiyetli varlığın cinselliğini ancak aldatmaca Ayla gerçekleştirebilmesi ne hangi neden yol açıyorsa yine o nedenle-dürtünün ya da kısmı dürtünün aslında ölüm dürtüsü olduğunu ve cinsiyetli varlıktaki ölüme ait kısmi kendinde temsil ettiğini anlıyorsunuz.

Öteki, özneden çıkıp mevcut hale gelebilen ne varsa hepsine hükmeden gösterenler zincirinin yer aldığı mahaldir, öznenin içinde görünür hale gelmesi gereken o canlı varlığın alanıdır. Sonra da dürtünün kendini esas olarak öznelliğe davet edilen o canlı varlık tarafından gösterdiğini söyledim.
Peki gösteren nedir?

Gösteren özneyi temsil eden şeydir; kimin için temsil eder?
Başka bir özne için değil, başka bir gösteren için. Bu aksiyoma bir örnek olarak, çölde üzeri hiyeroglifle yazılı bir taş bulduğunuzu farz edin. Geride bu yazıyı yazan bir özne olduğundan bir an bile kuşku duymazsınız. Ama her gösterenin size hitap ettiğini sanmak yanlıştır, bunun kanıtı taşın üstündeki yazıdan hiçbir şey anlamamamızdır. Buna karşılık yazıları gösteren olarak tanımlarsınız, çünkü bu gösterenlerin her birinin başka gösterenlerle ilişkili olduğundan eminsinizdir. Oznenin Ötekinin alanıyla ilişkisi de aynen böyledir.
Özne, Ötekinin alanında gösterenin ortaya çıkmasından doğar. Ama tam da bundan dolayı-daha önce müstakbel ozneden ibaret olan şey-gösteren olarak sabitlenir.

Yansız gerçek cinsellikten arınmış gerçektir-dürtü seviyesinde devreye girmemiştir. Aşkın işlevini nasıl kavramamız gerektiğine-yani aşkın temel narsist yapısına-dair neyin bizim için en zengin bilgileri sağlayacağını burada bulabiliriz.
Düşlemde çoğunlukla öznenin farkına varılmaz, fakat rüyada olsun, hayal kurmada olsun, az çok gelişmiş hangi biçimde olursa olsun, o daima oradadır. Özne bizzat kendini düşlem tarafından belirlendiği şekilde konumlandırır.
Düşlem arzunun destekçisidir, arzunun destekçisi nesne değildir. Özne, giderek çok daha karmaşık hale gelen bir gösteren kümesine göre, arzu duyan olarak kendini ayakta tutar.
Öznenin haz ilkesiyle ilgili kuralı çiğnemesine müsaade edilen tek yol dürtünün katetdiği yoldur.
Bakış, kayıp ve ötekinin ortaya çıkması üzerine, utancın etkisiyle başından aşağı kaynar sular dökülerek, birden tekrar bulunan nesnedir. Buraya kadar öznenin görmeye çalıştığı şey nedir? Görmeye çalıştığı şey, iyi biliniz ki yokluk olarak nesnedir. Dikizcinin aradığı ve bulduğu bir gölgeden ibadettir, perdenin arkasındaki bir gölge. Arkasında kim bilir hangi sihirli mevcudiyeti hayal edecektir, orada kıllı bir atlet olsa dahi o genç kızların en güzelini hayal edecektir. Aradığı şey, söylendiği gibi, fallus değildir-onun yokluğudur; bu yüzden bazı şekiller onun arayışının ağırlıklı nesneleri olur.
*Yaya yaşam adı verilmiştir, ama işi ölümdür*
Freud’da da gerçek bu şekilde, yani haz ilkesinin önünde bir engel olarak kendini gösterir. Gerçek, çarpışmadır, dış nesnelere uzanan elin istediği gibi, her şeyin kolaycacık ayarlanıvermemesidir. Fakat bana kalırsa bu, freud’un bu noktadaki düşüncesinin tamamen yanlış anlaşılarak ve basite indirgenerek kavranmasıdır. Geçen sefer söylediğim gibi gerçeği ayırt eden, haz ilkesi alanından ayrılmasıdır; cinsellikten arındırılmasıdır, ekonomisinin, belirttiğimiz gibi yeni bir şeyi, imkansızı sonradan kabul etmesidir.
Freud, yüceltmenin de dürtünün doyurulması olduğunu tekrar tekrar söyler.
Dürtüyü bir *momentane Stosskraft* olarak düşünemeyiz.
İtilim, ilk başta yalnız ve yalnız boşalım eğilimiyle tanımlanır. Bu eğilim bir uyarandan doğar, yani uyaran seviyesinde fazladan enerjinin kabul edilen kısmının, diğer bir deyişle meşhur x miktar Entwurt’un( tasarı’nın) iletilmesidir. Şu var ki Freud hemen bunun üzerine, çok ileriye giden bir yorum yapar. Hiç kuşkusuz burada da uyarım, uyarılma vardır. Freud’un bu seviyede kullandığı terimi kullanacak olursak, Reiz, uyarılma. Uyarımdan farklıdır, içsel bir Reiz’tır bu. Ne demektir bu?

Bunu açıklayabilmek için elimizde ihtiyaç mefhumu var; organizmada çeşitli seviyelerde, öncelikle de açlık ve susuzluk seviyesinde kendini gösteren ihtiyaç. Sanki Freud içsel uyarılmayı dışsal uyarılmadan ayırt ederken bunu demek ister. Pekâlâ! Söylemiş olalım, daha ilk satırlardan itibaren Freud Trieb derken kesinlikle Hunger, açlık ya da Durst, susuzluk gibi bir ihtiyacın baskısından bahsetmediğini en açık biçimde ortaya koyar.

Peki Trieb’in ne olduğunu incelemek üzere nüfuzunu organizma düzeyinde bütünsel olarak hissettiren bir şeye mi göndermede bulunur? Bütününde, gerçek birden burada mı patlak verir? Bizi ilgilendiren canlı organizma mıdır? Hayır. her zaman için meseleye spesifik olarak Freudculuğa özgü alanın ta kendisidir; bu alan freud’un başlangıçta bahşettiği en ayrımlaşmamış biçimiyle karşımıza çıkar; bu seviyede-demin belirttiğim tasarı seviyesinde-Ich’ın, Real-Ich’ın (ben ve gerçek ben) alanıdır.

Libido arzunun, nasılsa öyle, fiili mevcudiyetidir.
Aktarım analizi, öznenin beninin sağlıklı kısmı ile işbirliği üzerinden ilerler ve öznenin analistle ilişkisi içerisinde belli davranışlarının bir yanılgıdan kaynaklandığının fark edebilmesi için onun sağduyusuna seslenmeden ibarettir.
Aktarım bilinçdışının iletişiminin kesilmesine, bilinçdışının kapanmasına vesile olur. İktidarın bilinçdışına geçmesi şöyle dursun, tersine, aktarım bilinçdışının kapanmasıdır.
Bilinçdışı, söz’ün bir özne üzerindeki etkilerinin toplamıdır, bunun meydana geldiği seviyede, özne gösterenin etkileriyle kendi kendini oluşturur.
Resmi yapan bir kuş olsaydı tüylerini dökerek, bir yılan olsa pullarını, bir ağaç olsa tırtıllarını, yapraklarını dökerek yapmayacak mıydı resmi? Bu birikme bakışın bir yere konmasındaki ilk edimdir. Kuşkusuz hakim edimdir, zira maddi niteliğe bürünen bir şeyin içine geçer ve hâkimiyeti nedeniyle bu ürünün karşısına çıkan, dışarıdan gelme her şeyi hükümsüz, dışlanmış, etkisiz kılar.
M. Safouan- Doğru anladıysam, tabloyu seyre dalınca göz bakışı bırakıp dinleniyor.

– görüş ile onun ötesi arasındaki diyalektikten tekrar bahsederek şunu söyleyebilirim: Görüşün ötesinde kendi başına bir şey yoksa da bakış vardır. Organ olarak göz bu noktada konumlanır.

– Görüşün ötesinde eksiklik mi var yoksa bakış mı?

– dürtünün etkili olduğu skopik boyutunda objet a’nın diğer boyutlarda görülebilen aynı işlevine rastlanır.
Objet a öznenin kendini oluşturabilmek için bir organ gibi kendisinden ayrıldığı şeydir. Eksikliğin, yani fallusun simgesi yerine geçer, ama fallus gibi olduğundan değil, eksik olduğundan. Yani bir nesne olması gerekir-birincisi ayrılabilir bir nesne, ikincisi de eksiklikle bir türlü ilişkisi olan bir nesne . Ne demek istediğimi hemen açıklayacağım.
Oral düzeyde hiç vardır, çünkü öznenin memeden kesildiği nesne artık onun için bir hiçtir. Zihinsel anoreksiyada, çocuk hiç’i yer. Bu yolla memeden kesilme nesnesinin nasıl iğdiş edilme seviyesinde bir yoksunluk gibi işlev gösterdiğini kavrayabiliriz.

Anal düzey eğretilemenin yeridir-bir nesne yerine bir başkası, fallus yerine dışkının verilmesi. Anal dürtünün niçin fedakarlık, bağış ve armağanın yeri olduğunu buradan anlayabilirsiniz. Sizdeki yetmediğinde , eksiklik yüzünden vermeniz gerekeni veremediğinizde, yerine başka şey verme imkânınız vardır. Bu yüzden, ahlâkî bakımından insan anal seviyede yer alır.

Aşkta bakışı talep ettiğimde temelde tatmin etmeyen ve hep eksik olan şudur: Hiçbir zaman seni gördüğüm yerden bakmıyorsun bana.
“Aşkın halleri ve yolları kendilerine anlatılmamış olsa ne kadar az kişi aşık olurdu!”- daha derin bir şey yok mudur bunda? Evet de ilk kim başladı? Ve aslında her şey aşkın büyüsünün sardığı ilk kişinin uğradığı aldanmayla başlamadı mı? Bu büyülenmeyi ötekinin aşka gelmesi diye alıp, kendini o aşka gelişin, nefes kesilmesinin tutsağı yapan kişi, ya ben idealinin ya da kendini ideal gören benin narsisist doyum talebini?
Dünyayı sanki kendimi gördüğümü görüyorum un içkinliği kapsamına giren bir algı içinde idrak ederim. Öznenin buradaki ayrıcalığı bu iki kutuplu ve dönüşlü ilişkinin bir sonucu gibidir, öyle ki, algıladığım anda temsillerim bana ait hale gelir.
Rüyada o bir kelebektir. Bu ne demektir?

Bakış olarak kendi gerçekliğinde kelebeği görüyor demektir. Bunca şekil, bunca resim, bunca renk nedir? O bedava görülsün-istemektir, bize göre bakışın özündeki ilkellik burada kendini belli eder. Bak sen! Kurt adam’ı dehşete düşüren kelebekten pek de farklı olmayan bir kelebektir-ve Maurice Merleau-Ponty bunun ne kadar önemli olduğunu iyi bilir, nitekim bir dipnotta buna değinir. Zhuangzi uyandığında, ya bir kelebek rüyasında kendini Zhuangzi olarak görüyorsa, diye sorar. Haklıdır da, hem de iki kere haklıdır, çünkü birincisi, deli olmadığının kanıtıdır bu, kendini Zhuangzi’nin ta kendisi olarak görmez-ikincisi, ne kadar haklıdır, onu da tam bilmez. Hakikaten de kimliğinin kökenlerinden birini kelebekten-o sırada olduğu ve özünde hep olduğu, onu kendi renklerine boyayan o kelebekten-kavramıştır ve bu nedenle en son kökeninde Zhuangzi’dir.

Kanıtı da şudur: Kelebekten aklına, uyanık Zhuangzi’yken rüyasında kelebek olduğunu gören kelebek miyim sorusunu sormak gelmez. Çünkü rüyasında kelebek olduğunu gördüğünde, kuşkusuz sonradan kendini kelebek olarak temsil ettiğine tanıklık etmesi gerekecektir, fakat bu onun kelebekte tutsak olduğu anlamına gelmez-tutulmuş kelebektir ama kimsenin tutsağı değildir, çünkü rüyada göre kelebek değildir. Sadece uyandığında başkalarına göre Zhuangzi’dir ve onların kelebek ağına yakalanmıştır.

Bu yüzden-özne Zhuangzi değil de Kurt Adam ise-kelebek öznede fobik bir dehşet uyandırabilir, çünkü bu küçük kanat çırpışları, ilk kez arzunun ağlarına yakalandığında onun varlığına mim koyan o ilk çizgili desenin dahil olduğu nedensellik silsilesinin çırpıntısından pek de uzak değildir ve bunun farkına varmak fobik bir dehşet uyandırır.

Bizi bilinç hâline getiren şey, aynı zamanda bizi speculum mundi* olarak tesis ediyor. Demin Maurice Merleau-Ponty’nin izinde bahsettiğim, o bizi saran ve öncelikle bakılan varlıklar haline getiren ama bunu bize göstermeyen bakışın altında olmanın tatmin edici bir tarafı yok mu?
Ben tek bir noktadan görebilirim, ama varoluşumda bana her noktadan bakılır.
Tekrarlamayı önce buluşmanın olduğu yerde, öznede meydana gelen bölünme üzerinden temellendirmemiz gerekiyor. Bu bölünme analitik keşfin ve deneyimin tipik bir boyutunu oluşturur; diyalektik etkisiyle, gerçeğin kökensel olarak hoş gelmediğini idrak etmemizi sağlar.
Gerçeklik rüyanın ötesinde aranmalıdır-rüyanın sarıp sarmaladığı, bizden sakladığı şeyde, temsilin olmayışının arkasında, onun yerini tutanda aranmalıdır.
Çünkü ateizmin hakiki formülü Tanrı öldü değildir-Freud babanın işlevinin kökenini babanın katledilmesi üzerine temellendirirken bile onu korur-ateizmin hakiki formülü şudur: Tanrı bilinçdışıdır.
bastırılan şey arzunun temsil edilmiş hali, anlamı değildir, temsilin temsil­cisidir.
Yaya yaşam adı verilmiştir, ama işi ölümdür. Herakleitos.
Gerçeklik burada askıdadır/azaptadır, beklemektedir.
Öznenin arzusunu taşıyan Rüya nasıl olur da travmayı tekrar tekrar su yüzüne çıkartan şeyi üretebilir-ya da suretini olmasa bile en azından önünde duran ve onun varlığına işaret eden perdeyi üretir?
Dürtü nesne etrafında tur atar.
Gerçek, hep aynı yere-öznenin, res cogitans’ın,** düşündüğü zaman onunla karşılaşmadığı yere-geri gelendir.
Freud histerikle olan deneyiminden öğrendiklerini Rüya alanında teyit edebileceğini anlayıp, görülmemiş bir gözüpeklikle ilerlemeye başlayınca bilinçdışı hakkında bize ne dedi?
Bilinçdışının esas olarak bilincin çağırabildiği, anlayıp tespit edebildiği, algı eşiğinin altından tutup getirebildiği bir şeyden oluşmadığını, özü gereği reddedilen şeyden oluştuğunu söyledi.
Sadece özne —insan öznesi, insanın özü olan arzu öznesi— hay­vanın tersine, bu hayal tuzağına tam anlamıyla kendini kaptırmaz.
Kendini orada fark eder. Nasıl mı? Perde işlevini ayırt ettiği ve onun­la oynadığı için. Nitekim insan maskeyle oynamayı bilir, maske de­mek onun ötesinde bakışın olması demektir, insan bunu bilir. Perde bu durumda arabuluculuğun gerçekleştiği yerdir.
Sonraki deneyimi Freud’a öznenin olduğu yerde sınırlar olduğunu gösterir; bu sınırlar ikna olamama, direnç ve iyileşmemedir.
Bilinçdışının konumu varlıkla ilişkili değil, etiktir.
Dışarısını gördü­ğüm gayet açıktır, algı benim içimde değildir, kavradığı nesnelerin üzerindedir. Buna rağmen dünyayı sanki Kendimi gördüğümü görüyorum’un içkinliği kapsamına giren bir algı içinde idrak ederim.
Öznenin buradaki ayrıcalığı bu iki kutuplu ve dönüşlü ilişkinin bir sonucu gibidir, öyle ki, algıladığım anda temsillerim bana ait hale gelir.
Özne rüyanın onu ne­reye götürdüğünü görmez, rüyayı takip eder, hatta bazen kopabilir bile, kendi kendine bu bir rüya der, ama hiçbir şekilde kendini rüya­da Descartes’in cogito’sundaki gibi düşünce olarak yakalayamaz.
Yok, bu bir rüya, diyebilir. Ama Ne de olsa ben bu rüyadaki bilincim diyen biri gibi yakalayamaz kendini.
Bizi bilinç haline getiren şey, aynı zamanda bizi speculum mundi** olarak tesis ediyor. Demin Maurice Merleau-Ponty’nin izinde bahsettiğim, o bizi saran ve öncelikle bakılan varlıklar haline getiren ama bunu bize göstermeyen bakışın altında olmanın tatmin edici bir tarafı yok mu?
Maurice Merleau-Ponty’nin gösterdiği yolla, bakı­şın hep önceden var olduğunu ortaya koymaya çalışmaktayız — ben tek bir noktadan görebilirim, ama varoluşumda bana her taraf­tan bakılır.
Bizi bu yapıtın en büyük arzusu olan o ontolojik geri dönüşe ulaştıracak olan şey hiç kuşkusuz kökensel olarak maruz kaldığım bu görme’dir; bunun temelleri ise biçimin daha ilkel bir tesisinde bulunabilir.
Düşünce olarak anılmaya müsait bir düşünce, bulunduğumuz seviyede —sonuçta gene her şeyde kendini bulacak olsa bile— hep aynı şeyden kaçınır. Burada gerçek, hep aynı yere —öznenin, düşünen şey’in, düşündüğü za­man onunla karşılaşmadığı yere— geri gelendir.
Çünkü ateizmin hakiki formülü Tanrı öldü değildir—Freud ba­banın işlevinin kökenini babanın katledilmesi üzerine temellendi­rirken bile onu korur—, ateizmin hakiki formülü şudur: Tanrı bilinçdışıdır.
—İnsanın arzusu Öteki’nin arzusudur—
Öznenin en çekindiği şey bizi yanıltmak, yanlış yola sokmaktır, veya sadece ha­ta yapmamızdır; çünkü sonuçta, yüzümüze bakılınca, herkes gibi bizim de hata yapabileceğimiz açıkça görülür.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir