İçeriğe geç

Özgürlükten Kaçış Kitap Alıntıları – Erich Fromm

Erich Fromm kitaplarından Özgürlükten Kaçış kitap alıntıları sizlerle…

Özgürlükten Kaçış Kitap Alıntıları

&“&”

Düşmansı bir dünyada soyutlanmış bir bireyin konumundan kaynaklanan ve içten içe yaşayan güvensizlik duygusu, …, ortaçağ toplum yapısının insanında bulunmayan, en azından aynı yoğunlukta bulunmayan ama Rönesans toplumu bireyinin belirleyici özelliği olan kişilik özelliğinin kaynağını açıklamaktadır: Bu özelliğin kökleri, kişideki tutkulu ve şiddetli üne kavuşma isteğinde yatmaktadır. Eğer yaşamın anlamı kuşkulu hale gelmişse, insanın başkalarıyla ve kendisiyle olan ilişkisi güven yaratmıyorsa, kişinin kuşkularını susturmanın araçlarından biri üne kavuşmaktır. Ünün, Mısır piramitlerininkiyle ya da Hristiyanlığın ölümsüzlük inancıyla kıyaslanabilecek bir işlevi vardır: kişinin bireysal yaşamını ve doymakbilmezliğini yaşamın sınırlarından taşırarak yok edilmezlik düzlemine çıkarır; eğer kişinin adı, çağdaşlarınca biliniyorsa ve eğer kişi bunun yüzyıllarca süreceğini umabilirse, onun yaşamı, başkalarının yargılarındaki bu yansıma sayesinde anlam ve önem kazanmış demektir.
Feodal toplumda ortaçağ dizgesinin çöküşü,toplumun bütün sınıfları için şu bakımdan büyük önem taşıyordu:birey yalnız bırakılmış,soyutlanmıştı.Özgürdü.Bu özgürlüğün ikili bir sonucu vardı.İnsan daha önce tadını çıkardığı güvenden,kuşku götürmez ait olma duygusundan yoksun bırakılmıştı,hem güven bakımından hem de ekonomik ve tinsel açıdan isteklerini doyuran bir dünyadan koparılmıştı.
Farkında olsak da olmasak da, bizi en çok utandıracak şey kendimiz olmamaktır.
Başkalarının beklentilerine uymakla, farklı olmamakla, kişinin kendi kimliğiyle ilgili bu kuşkuları yatıştırılır ve belli bir güvenlik sağlanır. Ancak bunun bedeli yüksektir. Kendiliğindenlikten ve bireysellikten vazgeçmek, yaşamın engellenmesiyle sonuçlanır. Biyolojik açıdan canlıyken, ruhbilimsel açıdan robot olan, coşkusal ve zihinsel açıdan ölü demektir. Yaşamın gerektirdiği eylemlere katılırken, yaşam ellerinden kum taneleri gibi akıp gider. Bir doygunluk ve iyimserlik maskesinin ardındaki çağdaş insan son derece mutsuzdur; hatta, umarsızlığın eşiğine gelmiş bulunmaktadır.
Demek ki, kimlik yitimi genel eğilime uyum sağlamayı daha da zorunlu kılıyor; kişinin ancak başkalarının beklentilerine uygun bir yaşantı sürmesi halinde kendinden emin olacağı anlamına geliyor. Eğer bu tabloya uygun yaşantı sürmezsek, yalnızca onaylanmama ve daha da soyutlanma değil, kişiliğimizin kimliğini yitirme tehlikesini de göze alıyoruz demektir, ki bu da akıl sağlığını tehlikeye atmak anlamına gelir.
Yalnız ve yalnız tek bir kişiyle yaşanabilecek türden sevgi, bu özelliği nedeniyle sevgi değil, sadomazoşist bir bağlılıktır. Sevginin içerdiği temel olumlama, temel insansal niteliklerin yaşama geçirilmesi olarak sevilen kişiye yönetilir. Bir kişiyi sevmek, bütün insanları sevmek anlamını içerir.
Bütün yetkeci düşüncelerin ortak özelliği, yaşamın, insanın kendi benliğinin dışındaki, çıkarları ve istekleri dışındaki güçler tarafından belirlendiği inancıdır. Olası tek mutluluk, bu güçlere boyun eğmekle elde edilir.
Toplumsal kişilik, insan doğasının toplum yapısına dinamik uyarlanmasının sonucu olarak ortaya çıkar. Değişen toplumsal koşullar, toplumsal kişiliğin değişmesi yani, yeni gereksinimlerin ve kaygıların ortaya çıkması sonucunu doğurur. Bu yeni gereksinimler, yeni fikirlerin ortaya çıkmasına yol açar ve insanları bu yeni fikirlere duyarlı hale getirir; bu yeni fikirlerse, yeni toplumsal kişiliği yoğunlaştırma ve sağlamlaştırma, insanın edimlerini belirleme eğilimi gösterir. Başka deyişle, toplumsal koşullar, kişilik aracılığıyla ideolojik görüngüyü etkiler; kişilikse, toplumsal koşullara edilgin uyarlanmanın sonucu değil, ya biyolojik olarak insan doğasında doğuştan var olan, ya da tarihsel evrim sonucu varlık kazanan unsurlar temel alınarak gerçekleştirilen dinamik bir uyarlanmanın sonucudur
Bireyin içinde kaybolduğu kentlerin büyüklüğü, dağlar kadar yüksek olan binalar, radyodan gelen sürekli ses bombardımanı, günde üç kez değişen ve insana neyin önemli olduğu konusunda karar verme fırsatı tanımayan gazete başlıkları, bireyi ortadan kaldırmak için saat gibi şaşmaz bir tempoyla yeteneklerini sergileyen, pürüzsüz çalışan güçlü bir makina gibi hareket eden yüz kızın rol aldığı şovlar, cazın bangır bangır kafalara inen ritmi — bütün bunlar ve daha birçok ayrıntı, denetlenemez boyutlarıyla bireyi içine aldığında, ona bu bütünün minicik bir zerresiymiş duygusunu veren bir yıldızlar kümesini andırır. Bireyin elinden gelen tek şey, taburda bir asker ya da fabrikada yürüyen bantın başında görevli bir işçi gibi, olan bitene ayak uydurmaktır. Edimde bulunabilir, ama bağımsızlık, önemlilik duyguları çekip gitmiştir.
Bencillik, kendini sevmeyle değil, tam tersiyle aynı anlama gelir. Bencillik, oburluğun bir türüdür. Bütün oburluklar gibi bu da doymak bilmezlik niteliği içerir, bunun sonucu olarak da hiçbir zaman gerçek bir doyuma ulaşmak söz konusu olmaz.
Açlık, susuzluk, cinsellik gibi bütün insanlarda ortak olan bazı gereksinimler vardır gerçi ama sevgi ve nefret gibi, iktidar hırsı ve boyun eğme arzusu, duyusal zevkleri yaşama ya da yaşamaktan korkma gibi insanın kişiliğindeki farklılıkları oluşturan itkilerin hepsi de, toplumsal sürecin ürünleridir. İnsanoğlunun en güzel ve aynı zamanda en çirkin eğilimleri değişmez ve biyolojik olarak var olan insan doğasının bir parçası değildir, bunlar, insanoğlunu yaratan toplumsal sürecin sonuçlarıdır. Başka deyişle, toplumun yalnızca bir engelleyici, basımcı işlevi (gerçi bu da vardır ama) değil, aynı zamanda bir yaratıcı işlevi de vardır, insanın doğası, tutkuları ve kaygıları kültürel bir üründür; hatta, insanoğlunun, yazılı şekline tarih dediğimiz sürekli çabalarının en büyük başarısı ve en önemli yaratısı, bizzat insandır.
Zaman öylesine değerliydi ki, herkes, yararlı olmayan bir amaç için zamanı asla harcamamaya özen gösteriyordu.
İyimser hayallerin bize bir yararı olmaz.
İnsanoğlunun tarihi bir çatışkılar, savaşımlar ve didişmeler tarihidir.
İnsanların eşit olduğu savı, hepsinin de aynı temel insansal nitelikler taşıdığı, insanoğlunun temel yazgısını paylaştığını ve hepsinin de mutluluk ve özgürlük üzerinde aynı vazgeçilmez haklara sahip olduğu anlamı içerir.
Çaresizlik de kuşku da yaşamı felce uğratır.
İnsan, doğanın egemenliğini yıktı ve onun efendisi oldu.
Ben, olmamı istediğiniz şeyim."
Çaresizlik de kuşku da yaşamı felce uğratır.
İnsan varoluşu ve özgürlüğü, daha baştan birbirinden ayrılmaz iki öğedir.
Olmam gerektiğini sandığım kişiden başka hiçbir şey değilsem, ben" kimim ?
Vicdan, insanın kendi içinde kendi elleriyle yerleştirdiği bir köle ağasıdır.
Güç tutkusu, güçlülükten değil zayıflıktan kaynaklanır.
Sevgi, eşitlik ve özgürlük temeline dayanır.
Yalnızca ekonomik ilişkiler değil, insanlar arasındaki kişisel ilişkiler de yabancılaşmış durumdadır.
Sözcükler, hakikati gizlemede hiçbir zaman bugünkü kadar yanlış kullanılmadı.
Nasıl oluyor da, özgürlük pek çok kişinin ulaşmak için can attığı bir amaç, ve çok kişi içinde bir tehdit oluşturuyor?
Fiziksel açlık nasıl bedeni ölüme götürürse, kendini tümden yapayalnız ve soyutlanmış hissetmek de aynı şekilde insan zihnini parçalanmaya götürür.
Günümüzde insana en çok acı veren, yoksulluk değil, büyük bir çarkın küçük bir dişlisi, bir robot haline gelmiş olmak ve yaşamın boş ve anlamsız olmasıdır.
Birey, kendisini dış dünyaya bağlayan göbek kordonunu koparmadığı ölçüde özgürlükten yoksundur; ama bu bağlar ona bir ait olma, bir yerlere köklenmiş olma duygusu ve güvenlik de verir.
Günümüzde insana en çok acı veren, yoksulluk değil, büyük bir çarkın küçük bir dişlisi, bir robot haline gelmiş olmak ve yaşamın boş ve anlamsız olmasıdır.
Bencillik, kendini sevmeyle değil, tam tersiyle aynı anlama gelir. Bencillik, oburluğun bir türüdür. Bütün oburluklar gibi bu da hiçbir zaman gerçek bir doyuma ulaşmak söz konusu olmaz.
Yalnız ve yalnız tek bir kişiyle yaşanabilecek türden sevgi, bu özelliği nedeniyle sevgi değil, sadomazoşist bir bağlılıktır.
İnsanların karar vermeleri görüntüsünü yakından izlediğimizde, kişilerin, aslında geleneklere, göreve ya da düpedüz baskıya boyun eğme olan davranışlarını, “ kendi” kararları sanma yanlışına düştüklerinin pek çok örneğini görürüz .
Yüzeyden bakıldığında, insanlar ekonomik ve toplumsal yaşamda yeterince iyi durumda görünürler; Ama o rahatlatıcı maskenin altına iyice yerleşmiş bulunan mutsuzluğu görmezden gelmek tehlikeli olur. Yaşam, yaşanmaması nedeniyle anlamını yitirirse, insan umarsız hale gelir. İnsanlar fiziksel açlık çektikleri için sessiz sakin ölüp gitmezler, ruhsal açlıktan da sessizce ölüp gitmezler. Ekonomik gereksinimlere yalnızca “normal” kişi açısından bakarsak, ortalama robotlaşmış insanın bilinçaltı acısını görmezsek, kültürümüzün insan temelini tehdit eden tehlikeyi göremeyiz. Bu, bir bireysel yaşama sözüm ona anlam ve düzen getiren bir siyasal yapı ve simgeler sunan, heyecan vaat eden her ideolojiyi ve her lideri kabul etmeye hazır durumda bulunma tehlikesidir. Robot insanın umarsızlığı, faşizmin siyasal amaçları için verimli toprakları oluşturmaktadır.
Çağdaş insanın pek çok isteği var gibi görünmekte, tek sorununsa, ne istediğini bilmesine karşın, ona sahip olamamak olduğu sanılmaktadır. Bütün enerji istediğini elde etmeye harcanmakta, çoğu kişiyse bu etkinliğin önkoşulunun ne olduğu sorusunu akıllarına getirmemek tedirler: çünkü onlar, gerçek isteklerinin ne olduğunu bildiklerine inanırlar. Peşinden koştukları amacın, bizzat kendilerinin istediği şey olup olmadığını bir an bile düşünmezler. Okulda iyi notlar almak, yetişkin olarak daha çok başarıya ulaşmak, daha çok paraya, saygınlığa sahip olmak, daha iyi bir araba almak, oraya buraya gitmek falan istemektedirler. Ama gene de bu çılgın etkinliğin ortasında durup düşündüklerinde, şu soru akıllarına gelebilir: Şu yeni işe girebilirsem, şu daha iyi arabayı alırsam, şu geziye gidersem … sonra ne olacak? Bütün bunların ne yararı var? Bütün bunları isteyen gerçekten ben miyim? Beni mutlu etmesi ve ulaştığım anda benimle bir işinin kalmaması gereken bir ereğin peşinden koşmuyor muyum? Bu sorular ortaya çıktığında, ürkütücüdür, çünkü onun bütün etkinliğinin, ne istediği konusundaki bilgisinin üzerinde yükseldiği temeli sorgulamaktadırlar. Dolayısıyla, insanlar, bu rahatsız edici düşüncelerden elden geldiğince kısa süre içinde kurtulmaya çalışırlar. Yorgun olmaları ya da ruh çöküntüsü içinde bulunmaları nedeniyle bu sorunların kendilerini rahatsız ettiğini sanırlar ve kendilerine ait olduğunu sandıkları amaçların peşinde koşma işini sürdürürler.

Gene de bütün bunlar hakikatin -çağdaş insanın ne istediğini bildiği yanılsaması içinde bulunduğu, aslındaysa kendisinden istemesi beklenilen şeyi istediği hakikatinin- belli belirsiz anlaşılmasını dile getirmektedir. Bunu kabul etmek için, kişinin gerçekten ne istediğini bilmesinin çoğu insanların sandığı gibi görece kolay olmadığını, tersine, her insanoğlunun çözmek durumunda bulunduğu en zor sorunlardan birini oluşturduğunu anlamak gereklidir. Kalıptan çıkma hazır erekleri kendi öz ereklerimizmiş gibi kabul ederek, delicesine sakınmaya çabaladığımız bir gerekliliktir bu. Çağdaş insan, "kendisinin" olması beklenen amaçlara ulaşmaya çabalarken, büyük tehlikeleri göze almaya hazırdır; ama kendisine, kendi amaçlarını verme sorumluluğunu ve tehlikesini göğüslemekten müthiş korkar.

Bireysel ve toplumsal yaşamın sorunları ile ilgili, ruhbilimsel, ekonomik, siyasal ve ahlaksal sorunlarla ilgili olarak, kültürümüzün büyük bir bölümünün tek bir işlevi vardır: konuları bulandırmak. Sis perdelerinden birini, sorunların ortalama bireyin kavrayamayacağı kadar karmaşık olduğunu öne sürmek oluşturur, oysa bireysel ve toplumsal yaşamın temel konularından çoğu çok basit görünür, hatta herkesin kolayca anlayacağı ölçüde basittirler. Onları yalnızca bir uzman"ın -o da ancak kendi sınırlı alanı çerçevesin de- anlayabileceği kadar karmaşık göstermek -ve bunu genellikle bilerek yapmak- insanların kendileri için gerçekten de önem taşıyan sorunları düşünme yetilerine olan güvenlerini sindirmelerine neden olur. Birey, çaresizlikle bir bilgiler yığını içinde kıstırılmış hisseder kendini ve acınası bir sabırla, uzmanların ne yapılacağını ve nasıl davranılacağını ortaya çıkarmalarını bekler.

Bu türden bir etkinin sonucu iki yönlüdür: Biri, söylenen ya da yazılan her şeye kuşkuyla ve alayla yaklaşmak; diğeriyse, yetkili ağızdan çıkan her şeye çocuksu bir tutumla inanmaktır. Bu saflıkla alaycılığın birleşimi, çağdaş bireyin tipik özelliğini oluşturmaktadır. Belli başlı sonucuysa, kendi başına düşünme ve karar verme cesaretini yitirmektir.

Eleştirel düşünme yetisini felce uğratmanın bir başka yolu da, her türden yapısallaşmış dünya görünümünü yok etmektir. Yalnızca yapısallaşmış bir bütünün parçaları olarak özel bir nitelik taşıyabilen olgular, bu özelliklerini yitirir ve yalnızca soyut, niceliksel bir anlam taşırlar; her olgu, diğer bir olgudan başka bir şey değildir ve önemli olan az ya da çok olgu bilmektir. Radyo, sinema ve gazetelerin bu yönde büyük etkisi vardır. Bir kentin bombalandığının ve yüzlerce insanın öldüğünün bildirilmesinden hemen sonra ya da bu bilgi yarıda kesilerek bir sabun ya da şarap reklamı okunur ya da gösterilir. Aynı spiker, az önce siyasal durumun ciddiliği konusunda kullandığı inandırıcı, yaltaklanan ve yetkeci ses tonuyla bu kez haber yayınının parasını veren şu marka sabunun erdemleri konusunda izleyicilerini etkilemeye çalışmaktadır. Haber filmlerinde, bombalanmış gemilerin ardından bir moda defilesi yer alır. Gazeteler bilimsel ya da sanatsal önemi olan olayları aktarmakta kullandıkları ciddi dille ve bu habere ayırdıkları yer kadar alanda, ünlü bir yıldızın sıradan düşüncelerini ya da kahvaltı alışkanlıklarını anlatırlar. Bütün bunlardan dolayı, duyduklarımıza içten, hakiki bir ilgi duymaz oluruz, kendimizle olaylar arasında bir ilişki geliştiremeyiz. Heyecan duymaz oluruz, coşkularımız ve eleştirel yargılarımız kösteklenir ve giderek dünyada olan bitene karşı tutumumuz, sığ, kayıtsız bir niteliğe bürünür. Yaşam, "özgürlük" adına bütün yapısını yitirir; her biri bir diğerinden ayrı, bir bütün olarak anlamdan yoksun birçok küçük parçadan oluşmuştur artık. Birey, tıpkı yapboz bilmecenin başına tek başına oturtulmuş çocuk gibi bu parçalarla yalnız bırakılmıştır; ancak arada bir fark vardır, çocuk, bir evin ne olduğunu bilir, dolayısıyla yerleştirmeye çalıştığı küçük parçalarda evin bölümlerini tanıyabilir, yetişkinse, elinde tuttuğu parçaların oluşturduğu "bütün"ün anlamını görememektedir. Şaşırmıştır, ürkmüştür, o küçük anlamsız parçalara bakakalmaktan başka yapabileceği bir şey yoktur.

Psikiyatri, kişiliğin saptırılmasındaki genel eğilimlerin aracı haline gelmiştir. Ruhçözümcüler de içinde olmak üzere birçok ruh hekimi, asla yeterinden fazla üzgün, aşırı öfkeli ya da heyecanlı olmayan bir normal" kişilik tablosu oluşturmuşlardır. Alışılagelmiş "normal" birey kalıbına uymayan kişilik tiplerini ve özellikleri açığa çıkarmadaysa, "çocuksu" ya da "nevrotik" gibi sözcükler kullanmaktadırlar. Bu türden bir etki bir bakıma daha eski ve daha açık yürekli sövüp sayma biçimlerinden daha tehlikelidir. O zaman birey hiç değilse kendisini eleştiren bir kişi ya da bir öğreti bulunduğunu bilir ve ona karşı koyabilirdi. Ama "bilim"e kim karşı koyabilir ki?
Toplumumuzda coşkular konusunda genel bir engelleme havası vardır. Yaratıcı düşüncenin -tüm diğer yaratıcı etkinlikler gibi- coşkulara ayrılmaz biçimde bağlı olmasına karşın, duygusuz yaşamak ve düşünmek bir ideal haline gelmiştir. Bu ölçütün kabul edilmesiyle birey büyük ölçüde zayıflatılmıştır; düşünme edimi yoksullaştırılmış ve yüzeyselleştirilmiştir. Öte yanda, duygu ve coşkular tümüyle öldürülemeyeceğinden, kişiliğin zihinsel yönünden tümüyle ayrı bir varoluş içinde yaşamak durumundadırlar; bunun sonucu olarak da, filmlerin ve popüler şarkıların milyonlarca duygu açı müşteriyi doyurduğu ucuz ve içtenlikten yoksun duygu allık yaşama geçmiştir.
Eğitiminin ilk evrelerinde, çocuğa, hiç de kendisinin" olmayan duygular edinmesi öğretilir; özellikle de insanları sevmesi, eleştirmeksizin dostluk beslemesi ve gülümsemesi öğretilir. Eğitimin gerçekleştiremediklerini daha sonraki yaşantıda toplumsal baskı başarır genellikle. Eğer gülümsemezsen, "hoş bir kişilik" ten yoksun olduğun sanılır – ve istersen bir garson, bir satıcı ya da bir doktor ol, hizmetlerini satmak için hoş bir kişiliğinin olması gerekir. Yalnızca kendi fiziksel emeklerinden başka satacak şeyleri bulunmayan ve toplumsal piramidin dibinde olanlarla ta tepesinde olanların özellikle "sevimli" ya da "hoş" olma gereksinimi yoktur. Sevimlilik, neşelilik ve bir gülümsemenin dile getirmesi beklenen her şey, bir elektrik düğmesi gibi insanın açıp kapadığı otomatik tepkiler haline gelir.

Kuşkusuz, birçok durumda kişi yalnızca bir jest yaptığının farkındadır; ancak bu farkındalığı ve dolayısıyla yalancı duygularla kendiliğinden sevimliliği birbirinden ayırma yetisini yitirdiği durumlar çoğunluktadır.

Doğrudan doğruya bastırılan tek duygu düşmanlık, yerine yalancısı benimsetilerek öldürülen tek duygu dostluk ya da içtenlik değildir. Kendiliğinden oluşan birçok duygu bastırılır, yerine yalancı duygular konur.

Üzüntüler vardı, acılar vardı, ama bunları Adem’in günahının ve herkesin kendi bireysel günahlarının bir sonucu olarak açıklayarak acıları daha katlanılır hale getiren Kilise de vardı. Kilise, bir yandan suçluluk duygusunu beslerken bireyde, Kilise’nin bütün çocuklarına koşulsuz sevgisini sunduğu kanısını yerleştiriyor ve insanlara, Tanrı tarafından bağışlanacakları ve sevildikleri inancını beslemenin bir yolunu gösteriyordu. Tanrı’yla olan ilişki, kuşku ve korkudan çok güven ve sevgi içeriyordu. Tıpkı bir köylüyle bir kentlinin kendilerinin olan küçük coğrafik alanın sınırları ötesine pek çıkmamaları gibi zihinler de sınırlı ve anlaşılması kolay bir evrenin dışına çıkmıyordu. Dünya ve insan evrenin merkeziydi, cennet ya da cehennem, gelecekteki yaşam yeri, doğumdan ölüme dek bütün etkinliklerse, birbirleriyle olan nedensel ilişkileri açısından saydamdı.
Çoğu kişi, bir dış güç kendilerini açık açık bir şey yapmaya zorlamadıkça, kendi kararlarının kendilerine ait olduğunu ve bir şey istediklerinde, isteyenin kendileri olduğuna inanırlar. Ama kendimize ilişkin büyük yanılgılardan biridir bu. Kararlarımızın çoğu aslında kendi kararlarımız değil, dışarıdan bize önerilmiş kararlardır aslında başkalarının beklentilerine uygun davrandığımız, soyutlanma korkusuyla, yaşamımıza, özgürlüğümüze ve rahatımıza doğrudan gelebilecek tehditlerin yarattığı korkuyla güdülmüş bulunmamıza karşın, kararı verenin kendimiz olduğu konusunda kendimizi ikna etmeyi başarmışızdır.
Gerçek düşünme ile yalancı düşünme arasındaki farkı yani düşünme ediminin bürünebileceği yalancı niteliği bir örnekle açıklamaya çalışalım. Diyelim balıkçıların ve kentten gelmiş yazlıkçıların bulunduğu bir adadayız. Havanın nasıl olacağını bilmek istiyoruz ve radyoda hava raporunu dinlemiş olduklarını bildiğimiz bir balıkçıyla iki kentli yazlıkçıya soruyoruz. Hayli deneyimi ve hava konusundaki olağan ilgi ve kaygısıyla balıkçı, biz ona soruyu sormadan önce bu konuda ne söyleyeceğine karar vermediğini varsayarak düşünmeye başlar. Rüzgârın yönünün, ısının, nemin falan, hava tahmininde bulunmakta oynadığı rolü bildiğinden, çeşitli etmenleri önemlerine uygun olarak ölçüp biçecek ve az çok kesin bir yargıya varacaktır. Belki de radyodaki hava raporunu anımsayacak ve kendi görüşünü desteklemek ya da çürütmek üzere bize aktaracaktır; radyoda söylenenler kendi tahminiyle çelişiyorsa, görüşünün nedenlerini tartmakta özellikle dikkatli davranacaktır; ancak bize söyledikleri, kendi görüşü, kendi düşüncelerinin sonucudur ve işte önemli olan nokta da budur.

İki kent yazlıkçısından ilki bir erkektir ve görüşünü sorduğumuzda, havadan pek anlamadığını bilmekte ve anlama konusunda da pek bir zorlanım hissetmemektedir. Ben bilemem," diye yanıtlar bizi. "Ben yalnızca radyoda verilen hava raporunun şöyle şöyle olduğunu biliyorum." Sorduğumuz diğer kentli, farklı bir tip. Aslında çok az bilmesine karşın, hava hakkında çok şey bildiğine inanıyor. Her soruya yanıt verebilmesi gerektiğini sanan bir tip. Bir an düşünür sonra bize aslında radyodaki raporun aynısı olan "kendi" görüşünü söyler. Nedenlerini sorduğumuzda, rüzgârın yönünü, sıcaklık derecesini dikkate alarak bu sonuca ulaştığını söyler.

Bu adamın davranışı, dışardan görüldüğü şekliyle, balıkçınınkinin aynı. Ama gene de, yakından inceleyecek olursak, radyodaki hava raporunu dinlediği ve onu kabullendiği açıkça ortaya çıkar. Adamın içindeki duygu, onu bu konuda kendi görüşünü geliştirmek zorunda bırakmıştır, bir başkasının yetkili görüşünü yinelediğini unutur ve bu görüşün, kendi düşünceleri sayesinde ulaştığı görüş olduğuna inanır. Verdiği nedenlerin kendi görüşünden önce var olduğunu sanır, ama bu nedenleri incelersek, daha önceden bir görüş oluşturmamış olması halinde, bu nedenlerin onu hava durumu hakkın da herhangi bir sonuca ulaştıramayacağını görürüz. Bunlar aslında, adamın görüşünü, kendi düşüncesinin sonucuymuş gibi gösteren yalancı nedenlerden başka bir şey değildir. Kendisi, kendisine ait bir görüş geliştirdiği yanılsaması içindedir, ama gerçeklikte, yalnızca, bu sürecin farkında olmaksızın, bir yetkilinin görüşünü benimsemiştir. Belki de hava durumu hakkında söyledikleri doğrudur da, balıkçınınkiler yanlıştır ama bu durumda balıkçı, "kendi öz" görüşü konusunda gerçekten yanılmış olsa da, doğru olan görüşler, adamın "kendi" görüşleri olmayacaktır.

İnsanların bazı konularda, örneğin siyaset konusundaki görüşlerini incelediğimizde de aynı görüngüyle karşılaşıyoruz. Ortalama bir gazete okuruna, belli bir siyasal sorun konusunda ne düşündüğünü sorun. "Kendi" görüşü olarak size, okuduğu şeyleri az çok eksiksiz bir şekilde aktaracaktır, ama gene de -işte bu nokta önemlidir- söylediklerinin, kendi öz düşünmesinin sonucu oldukları inancındadır. Siyasal görüşlerin, babadan oğula geçtiği küçük bir toplulukta yaşıyorsa, "kendi öz" görüşü, bir an için inanabileceğinden çok daha büyük bir kuvvetle, katı bir baba ya da ananın, kalıcı yetkesinin etkisi altındadır. Bir başka okurun görüşü, bir anlık utanmanın, bilgisiz sanılma korkusunun sonucu olarak dile gelebilir; burada da "düşünce" temelde doğal bir deneyim, arzu ve bilgi birleşiminin sonucu değil, bir paravandır. Estetik yargılarda da aynı görüngüye rastlanır. Bir müzeye giden ortalama insan, ünlü bir ressamın, diyelim Rembrandt’ın resmine bakar ve onun güzel ve etkileyici bir resim olduğu yargısına varır. Yargısını çözümlersek, resme karşı herhangi bir içsel tepkisi bulunmadığını, ama ondan güzel olduğunu düşünmesi beklendiği için güzel olduğunu düşündüğünü görürüz. Aynı görüngü, insanların müzik konusundaki yargılarında ve ayrıca algılama edimi konusunda da açıkça kendini belli eder. Ünlü bir manzaraya bakan birçok kişi, aslında sayısız kez, diyelim kartpostallarda gördükleri manzaraların kopyasını gözlerinin önüne getirirler; kendilerinin manzarayı gördüklerini sanırlar ama aslında gözleri önünde daha önce gördükleri bu kartpostal manzaralarını canlandırmaktadırlar. Ya da gözleri önünde olan bir kazayı izlerken, olayı, hemen oluşturdukları bir gazete haberi şeklinde görür ya da duyarlar. Hatta, birçok kişi için, yaşadıkları bir deneyim, bir sanatsal gösteri ya da katıldıkları bir siyasal toplantı, ancak olayı gazetede okumalarından sonra gerçek görünür.

Eleştirel düşüncenin bastırılması genellikle erken başlar. Örneğin beş yaşındaki bir kız çocuğu, annesinin sürekli olarak sevgiden ve dostluktan söz etmesine karşın aslında soğuk ve bencil olduğunu somut olarak anlayarak ya da daha kaba bir şekilde, annesinin durmadan değerli ahlak ölçütlerinden söz etmesine karşın, bir başka erkekle serüven yaşadığını fark ederek içtenlikli davranmadığını görür. Çocuk bu tutarsızlığı hisseder. Adalet ve hakikat duygusu incinmiştir, ama gene de, herhangi bir eleştiriye izin vermeyen anneye bağımlı olduğundan ve diyelim, güvenemeyeceği zayıf bir babası bulunduğundan, çocuk, eleştirel sağduyusunu bastırmak zorunda kalır. Kısa bir süre sonra, annesinin ikiyüzlülüğünü ya da sadakatsizliğini fark etmez hale gelir. Eleştirel düşünceyi canlı tutmak hem yararsız hem de tehlikeli göründüğünden, çocuk, bu yetisini yitirecektir. Öte yanda, kendisini annesinin içten ve saygın olduğuna ve ana babasının mutlu bir evliliği bulunduğuna inanmak zorunda bırakan kültür kalıbının etkisi altında, bu fikri, kendi fikriymiş gibi kabullenmeye hazır olacaktır.

Bütün bu yapay düşünme örneklerinde sorun, düşünce içeriğinin doğru olup olmadığı değil, düşüncenin kişinin kendi öz düşünmesinin yani kendi öz etkinliğinin ürünü olup olmadığıdır.

Birey, kendi olmaktan çıkar; kültürel kalıpların kendisine sunduğu kişiliği tümüyle benimser; böylece tıpkı diğerleri gibi ve onların kendisinden beklediği gibi olur. Ben" ile dünya arasındaki tutarsızlık ve onunla birlikte de, bilinçli yalnızlık ve güçsüzlük duygusu ortadan kalkar. Bu mekanizma, bazı hayvanların kendilerini korumak üzere renk değiştirmesiyle kıyaslanabilir. Onlar da kendi çevrelerine o kadar benzerler ki, çevrelerinden neredeyse ayırt edilemezler. Kendi bireysel benliğinden vazgeçen ve bir robot haline gelen kişi, çevresindeki milyonlarca diğer robotla aynı olur ve artık kendini yalnız hissetmez, kaygı duymaz. Ama ödediği bedel yüksektir; benliğini yitirmiştir.

Yalnızlığı yenmenin "normal" yolunun bir robot haline gelmek olduğu görüşü, kültürümüzdeki insanın en yaygın görüşlerinden biriyle çelişmektedir. Çoğumuz, düşünme, hissetme ve dilediği gibi davranma özgürlüğüne sahip bireyler olarak düşünülürüz. Kuşkusuz bu, çağdaş bireycilik konusundaki genel görüş olmakla kalmamakta, aynı zamanda her birey, kendisinin "kendisi" ve düşüncelerinin, duygu ve isteklerinin "kendisine ait" olduğuna içtenlikle inanır.

Özgürlük, “bir şey yapma“ şeklindeki olumlu anlamında değil, “bir şeyi yapmama“, yani edimlerin içgüdüsel düşkünlükler sonucu gerçekleşmemesi anlamında özgürlüktür
Sado-mazoşizm, yalnızca halk arasında değil, diğer kullanım alanlarında da sevgiyle karıştırılır. Özellikle mazoşist görüngüye sevginin anlatımı olarak bakılır. Bir başka kişi uğruna kendini tümüyle yadsıma ve kendi hak ve taleplerini bir başka kişiye teslim etme tutumları, büyük aşk"ın örnekleri olarak gösterilir. Aşkın, sevilen kişi uğruna kendini feda etmek ve özveride bulunmaktan daha iyi bir kanıtı yoktur sanki. Aslında, bu durumlarda "sevgi", temelde mazoşist bir özlemdir ve söz konusu kişinin ortakyaşama gereksiniminden kaynaklanmaktadır. Sevgi derken belli bir kişinin özüne yönelik tutkulu onaylamayı, etkin bağlılığı söz konusu ediyorsak, bununla, kişilerin bağımsızlığı ve bütünselliği bozulmaksızın iki kişinin birleşmesini anlatıyorsak, mazoşizmle aşk ya da sevgi, birbirinin karşıtıdır. Sevgi, eşitlik ve özgürlük temeline dayanır. Eğer taraflardan birinin boyun eğmesi ve bütünselliğini yitirmesi temeline dayanıyorsa, ilişki nasıl ussallaştırılırsa ussallaştırılsın, hangi kılıf altında gösterilirse gösterilsin, mazoşist bir bağımlılıktır. Sadizm de çoğu kez sevgi görünümünde ortaya çıkar. Kişi, bir başka kişiyi onun kendi iyiliği için yönettiğini öne sürebiliyorsa, bu yönetme, çoğu kez, sevginin anlatımı olarak gözükür ama temel etmen egemenlikten alınan hazdır.
…Aslında, onlara egemen olduğu için onları sevmektedir." Maddi şeyler, övgü, sevme güvencesi, zekâ, akıl ya da ilgisiyle onları satın alır. Onlara her şey verebilir; ancak, özgür ve bağımsız olma hakkı kesinlikle verilemez. Bu durum, çoğu kez, özellikle ana babalarla çocuklar arasındaki ilişkide gözlenir. Egemenlik altına alma -ve sahiplenme- tutumu çoğu kez çocuğa karşı duyulduğu sanılan "doğal" ilgi ya da koruyuculuk duygusu gibi bir eğilimle örtülür. Çocuk, altın bir kafese konmuştur, kafesi terk etmek istemediği sürece istediği her şeye sahip olabilir. Bunun sonucu olarak, çoğu kez, çocuk büyüdüğünde, köklü bir sevme korkusu ile dolu olur, çünkü ona göre "sevgi", kendi özgürlük arayışında kıstırılmak ve engellenmek anlamına gelmektedir.
Yetkeci kişiliğin yaşama karşı tutumu, bütün dünya görüşü, coşkusal özlemleriyle belirlenir. Yetkeci kişilik, insan özgürlüğünü sınırlayan koşullara bayılır, yazgıya boyun eğmeyi sever. Yazgı"nın onun için ne anlama geldiği kendi toplumsal konumuna bağlıdır. Bir asker için sevinerek boyun eğdiği üstünün iradesi ya da kaprisi olabilir bu. Küçük işadamına göre, ekonomik yasalar onun yazgısıdır. Ona göre buhran ve bolluk insan etkinliğiyle değiştirilebilecek bir toplumsal görüngü değil, kişinin boyun eğmek durumunda olduğu daha büyük bir gücün anlatımıdır. Durum piramidin tepesindekiler için de temelde pek farklı değildir. Tek fark lılık, bağımlılık duygusunun kendisinde değil, boyun eğilen gücün boyutlarında ve genelliğindedir.

Yalnızca insanın yazgısını dolaysız olarak belirleyen güçler değil, genel olarak yaşamı belirliyor gibi görünen güçler de değişmez yazgı olarak algılanır. Savaşların olması, insanlığın bir bölümünün bir diğer bölüm tarafından yönetilmesi de yazgıdır. Çekilen acının her zamankinden az olamayacağı da yazgıdır. Yazgı, felsefesel olarak "doğal yasa" ya da "insanın yazgısı" olarak, dinsel açıdansa, "Tanrı’nın iradesi" olarak ve ahlaksal açıdan "görev" olarak ussallaştırılır; yetkeci kişilik için karşısında boyun eğmekten başka hiçbir şey yapılamayacak tek şey, daima dışındaki bir büyük güçtür. Yetkeci kişilik geçmişe tapar. Daha önce var olmamış bir şey istemek ya da ona kavuşmak için çaba harcamak cinayet ya da çılgınlıktır. Yaratma mucizesi -yaratma her zaman için bir mucizedir- onun coşkusal deneyimlerinin alanı dışındadır.

Schleiermacher’in dinsel deneyimi mutlak bağımlılık deneyimi şeklinde tanımlaması genel olarak mazoşist deneyim tanımlamasıdır; bu bağımlılık duygusunda, günah, özel bir rol üstlenmiştir. Gelecekteki bütün kuşakların omuzlarına konulan ilk günah kavramı, yetkeci deneyimin tipik özelliğidir. Tüm insan başarısızlıkları gibi ahlak, insanın hiçbir zaman kaçamayacağı bir yazgı haline gelir. Bir kez günah işleyen herkes, demir prangayla sonsuza dek günahına zincirlenmiş demektir. İnsanın kendi yaptıkları, onu yöneten ve asla özgür olmasına izin vermeyen güce dönüşmüştür. Suçluluğun getireceği sonuçlar, pişmanlıkla hafifletilebilir, ama pişmanlık suçu ortadan kaldıramaz." Yeşaya’nın "Günahların kıpkırmızıysa bile, kar gibi beyaz olacaktır," sözleri, yetkeci felsefenin tam karşıtını dile getirmektedir.

Bütün yetkeci düşüncelerin ortak özelliği, yaşamın, insanın kendi benliğinin dışındaki, çıkarları ve istekleri dışındaki güçler tarafından belirlendiği inancıdır. Olası tek mutluluk, bu güçlere boyun eğmekle elde edilebilir. İnsanın güçsüzlüğü, mazoşist felsefenin temel özelliğidir. Nazizmin ideoloji babalarından Moeller van der Bruck, bu duyguyu çok açık bir şekilde dile getirmiştir. Şöyle yazar: "Tutucu, daha çok felakete, insanın onu önlemeye gücü olmadığına, felaketin gerekliliğine ve baştan çıkarılmış iyimserin korkunç bir düş kırıklığına uğrayacağına inanır."

Yetkeci kişiliğin cesareti, temelde yazgısının ya da kişisel "önder"inin ya da temsilcisinin kendisi için uygun gördüğü acılara katlanma cesaretidir. En büyük erdemi -acıyı sona erdirmeye ya da en azından azaltmaya çalışma cesaretini göstermek değil- yakınmaksızın acı çekmektir. Yazgıyı değiştirmemek, tersine, ona boyun eğmek, yetkeci kişiliğin gözünde kahramanlıktır.

Yetke, şunu yapmalısın, şunu yapmana izin yok, diyen bir kişi ya da kurum olmayabilir. Gerçi bu yetke tipine dışsal denebilir ama, yetke yükümlülük, bilinç, ya da üst-ben adları altında, içsel olarak da ortaya çıkabilir. Yapılan incelemeler, bilincin dış yetkeler kadar büyük bir kabalıkla kişiyi yönettiğini göstermiştir, hem ayrıca, insan bilincinin buyruklarının içeriğini, çoğu kez bireysel benliğin talepleri değil, etik ölçütlerin saygınlığını oluşturan toplumsal talepler belirlemektedir. Bilincin yöneticiliği, dışsal yetkelerinkinden daha sert bile olabilir, çünkü birey onun buyruklarını kendi öz buyrukları olarak görmektedir; insan kendisine karşı baş kaldırabilir mi?
Son on yıllarda, bilinç", öneminden pek çok şey yitirdi. Bireyin yaşamında ne içsel ne de dışsal yetkeler önemli rol oynamıyormuş gibi görünüyor. Herkes tümüyle "özgür", yeter ki başkalarının yasal haklarına karışmasınlar. Ama aslında, yetkenin ortadan kalkmasından çok, kendini daha da görünmez kıldığına tanık oluyoruz. Açık yetke yerine "adsız" yetke hüküm sürüyor. Ve bu, sağduyu, bilim, ruh sağlığı, normallik ve kamuoyu kılıklarında karşımıza çıkıyor. Açıkça ortada olanın dışında hiçbir şey istemiyor. Baskı uygulamıyor gibi görünüyor, yumuşak ikna yöntemi uyguluyor. İster bir anne kızına, "Bu çocukla çıkmak istemeyeceğini biliyorum," desin, ister bir reklam, "Şu marka sigarayı için, verdiği serinliği seveceksiniz," desin, her iki durumda da aslında söz konusu olan, bütün toplumsal yaşamımızı kuşatan kurnazca önerme havasının yaratılmasıdır. Adsız yetke açık yetkeden çok daha etkilidir, çünkü etkilenen, izlemesi beklenen bir buyruğun var olabileceğini aklına bile getirmez. Dışsal yetkede, bir buyruğun var olduğu ve bunu veren kişi ya da kurum açıkça bellidir; kişi yetkeye karşı savaşabilir ve bu savaşta kişisel bağımsızlık ve ahlaksal cesaret gelişebilir. Ama içsel yetkede, buyruk içsel de olsa görülebilirliğini korurken, adsız yetkede, hem buyruk hem de buyuran görünmez olmuşlardır. Görülmez bir düşmanın ateşine hedef olmak gibi bir şeydir bu. Karşılık verilecek, ateş edilecek hiç kimse ve hiçbir şey yoktur.
Sado-mazoşizm, yalnızca halk arasında değil, diğer kullanım alanlarında da sevgiyle karıştırılır. Özellikle mazoşist görüngüye sevginin anlatımı olarak bakılır. Bir başka kişi uğruna kendini tümüyle yadsıma ve kendi hak ve taleplerini bir başka kişiye teslim etme tutumları, büyük aşk"ın örnekleri olarak gösterilir. Aşkın, sevilen kişi uğruna kendini feda etmek ve özveride bulunmaktan daha iyi bir kanıtı yoktur sanki. Aslında, bu durumlarda "sevgi", temelde mazoşist bir özlemdir ve söz konusu kişinin ortakyaşama gereksiniminden kaynaklanmaktadır. Sevgi derken belli bir kişinin özüne yönelik tutkulu onaylamayı, etkin bağlılığı söz konusu ediyorsak, bununla, kişilerin bağımsızlığı ve bütünselliği bozulmaksızın iki kişinin birleşmesini anlatıyorsak, mazoşizmle aşk ya da sevgi, birbirinin karşıtıdır. Sevgi, eşitlik ve özgürlük temeline dayanır. Eğer taraflardan birinin boyun eğmesi ve bütünselliğini yitirmesi temeline dayanıyorsa, ilişki nasıl ussallaştırılırsa ussallaştırılsın, hangi kılıf altında gösterilirse gösterilsin, mazoşist bir bağımlılıktır. Sadizm de çoğu kez sevgi görünümünde ortaya çıkar. Kişi, bir başka kişiyi onun kendi iyiliği için yönettiğini öne sürebiliyorsa, bu yönetme, çoğu kez, sevginin anlatımı olarak gözükür ama temel etmen egemenlikten alınan hazdır.
Bireysel benliğin yok edilmesi ve bu yolla dayanılmaz güçsüzlük duygusunun yenilmesi girişimi, mazoşist isteklerin yalnızca bir yönüdür. Diğer yönüyse, kişinin kendisi dışında ve kendisinden daha büyük ve daha güçlü bir bütünün parçası haline gelmesi, onun içinde erimesi ve ona katılması girişimidir. Bu güç, bir kişi olabilir, bir kurum, Tanrı, ulus, bilinç ya da ruhsal bir zorlanım olabilir. Sarsılmaz şekilde güçlü, sonsuz ve görkemli olduğu sanılan bir gücün parçası haline gelmekle kişi onun gücüne ve görkemine katılmış olur. Kişi kendi benliğini bütüne teslim eder, benliğinin bütün güçlerini ve onurunu reddeder, bir birey olarak bütünselliğini yitirir ve özgürlüğünden vazgeçer; ama içine karıştığı güce katkıda bulunmakla yeni bir güven ve gurur kazanmış olur. Kuşku işkencesine karşı da bir güven kazanmıştır. Mazoşist kişi, efendisi kendisi dışında bir yetke de olsa, efendiyi, bilinç ya da ruhsal zorlanım olarak içselleştirmiş de olsa, karar vermekten kurtulmuştur, kendi beninin yazgısı için nihai sorumluluğu üzerinden atmıştır, dolayısıyla ne karar alacağı konusunda kuşku duymaktan kurtulmuştur. Ayrıca kendi yaşamının anlamının ne olduğu ya da kendisinin" kim olduğu kuşkusundan da kurtulmuştur. Bu sorular, kendisini bağladığı güçle olan ilişkisi çerçevesinde yanıtlanacaktır. Yaşamının anlamı ve kendi benliğinin kimliği, benliğini içine kattığı büyük bütün tarafından saptanır artık.
Akılcı etkinlikte, sonuç bir etkinliğin itici gücü’ne uygundur – kişi, belli bir sonuca ulaşmak amacıyla hareket eder. Nevrozlu isteklerde, kişi, temelde olumsuz özelliği olan, dayanılmaz bir durumdan kaçma amacı taşıyan bir zorlanımla harekete geçer. İstek ya da çaba, yalnızca yalandan bir çözüm getirecek yönde gelişir. Aslında kişi, sağlamak istediğinin tam tersi bir sonuca ulaşır; dayanılmaz bir duygudan kurtulma zorlanımı öylesine güçlüdür ki, kişi ancak hayalinde, yalandan bir çözüm getirecek hareket yönünü seçmeyi başarabilmiştir.
Bu durum mazoşizmde, bireyin dayanılmaz bir yalnızlık ve önemsizlik duygusuyla itilmesi şeklinde kendini gösterir. Mazoşist, (bedensel değil, ruhsal bir varlık olarak) benliğinden kurtulmakla bu duyguları yenmeye girişir; bunu başarmak için izleyeceği yol, kendini küçümsemek, acı çekmek, kendisini bütünüyle önemsiz kılmaktır. Ancak istediği şey, acı ve sıkıntı değildir; acı ve sıkıntı, karşı durulmaz bir zorlanımla ulaşmak istediği amaç için ödediği bedeldir. Bedel çok yüksektir. Hep daha fazla ödemek durumunda kalır ve efendisine borç ödeyen köle gibi, ödediklerinin karşılığı olan iç huzura ve dinginliğe hiçbir zaman kavuşmaksızın her geçen gün daha fazla borca girer.
Acı çekmek amaca, yani kendini unutma sonucuna ulaşma aracıdır.
Mazoşist eğilimler, çoğu kez düpedüz hastalıklı ya da usdışı duygular olarak hissedilir. Bunlar çoğu kez ussallaştırılır, duygulara neden uydurulur. Mazoşist bağımlılık, sevgi ya da bağlılık şeklinde, aşağılık duygusu olgusal eksiklik ya da yetersizliklerin uygun anlatımı olarak algılanır, acı çekmeninse değişmesi olanaksız koşullardan kaynaklandığı nedeni uydurulur.
Bu tür kişiliklerde, mazoşist eğilimlerden başka, bunun tam tersi yani sadist eğilimler de görülür. Bunların ağırlığı değişir, az ya da çok bilinçlidirler ama mutlaka varlık gösterirler. Birbirine az çok gömülmüş üç çeşit sadist eğilim vardır. Bunlardan biri, onları yalnız ve yalnız birer araç, yoğrulacak hamur" durumuna getirmek üzere, diğerlerini kendine bağımlı kılmak ve onlar üzerinde kesin, sınırsız bir yetke uygulamaktır. Diğer bir sadist eğilim de, başkalarını yalnızca kati bir yetkeyle yönetme güdüsü değil, onları sömürme, kullanma, onlardan çalma, derilerini yüzme, kısacası, yenilecek yutulacak neleri varsa alma itkisi vardır. Bu istek kişinin verebileceği duygusal ya da zihinsel özellikler gibi maddi olmayan şeyler yanında maddi şeyleri de hedef alabilir. Üçüncü bir sadist eğilim de, başkalarına acı çektirme ya da başkalarının acı çektiklerini görme isteğidir. Bu acı bedensel de olabilir ama daha çok zihinsel acı çektirmekten hoşlanılır. Burada amaç, başkalarına etkin bir şekilde acı vermek, onları aşağılamak, utandırmak ya da utanç verici ve aşağılayıcı durumlarda görmektir.
Bilinen nedenlerden ötürü sadist eğilimler, genellikle daha az bilinçlidir ve toplumsal olarak daha az zararlı olan mazoşist eğilimlere göre daha fazla ussallaştırılırlar. Çoğu kez aşırı iyilik ya da başkalarıyla aşırı ilgilenme şeklindeki tepki oluşumlarıyla örtülürler. Çok sık rastlanan neden uydurma ya da ussallaştırmalar şunlardır: "Seni yönetiyorum çünkü senin için en iyi olanı biliyorum, hiç karşı durmadan beni izlemek senin yararına olacaktır." Ya da "Ben öylesine harikulade ve eşsizim ki, diğer insanların bana bağımlı olmasını istemeye hakkım var." Sömürme eğilimlerini örten diğer bir ussallaştırma da şudur: "Senin için çok şey yaptım, şimdi senden istediğim şeyi almaya hak kazandım." Sadist itkilerin daha da saldırgan türleri, çoğu kez şu iki şekilde ussallaştırılır: "Başkaları bana zarar verdi, benim onlara zarar verme isteğim, onlara karşılık vermekten başka bir şey değildir," ya da "Kendimi ve dostlarımı gelecek zararlardan korumak için, önce ben saldırıyorum."
Sadist kişiyle sadizminin nesnesi arasındaki ilişkide, çoğu kez göz ardı edilen ve bu yüzden burada özellikle vurgulanması gereken bir etmen vardır: sadist kişinin, sadizminin nesnesine bağımlılığı. Mazoşist kişinin bağımlılığı açıktır, sadist kişiden beklediklerimizse, bunun tam tersidir: öylesine güçlü ve egemen görünür ve sadizminin nesnesi öylesine zayıf ve itaatkârdır ki, güçlü olanın, yönettiği kişiye bağımlı olduğunu anlamak güçtür. Bununla birlikte, derinlemesine çözümlemeler, bunun doğru olduğunu göstermektedir. Sadist, yönettiği kişiye gereksinim duyar, ona ölesiye gereksinim duyar çünkü kendi güçlülük duygusu bir başka kişinin efendisi olduğu olgusundan kaynaklanmaktadır. Bu bağımlılık tümüyle bilinçsiz olabilir. Nitekim, örneğin bir erkek, karısına çok sadistçe davranır ve ona tekrar tekrar dilediği zaman çekip gidebileceğini, gitmesinin onu çok sevindireceğini söyler. Çoğu durumda kadın gitme girişiminde bulunmaya cesaret edemeyecek kadar ezilmiştir, dolayısıyla her ikisi de erkeğin söylediklerinin doğru olduğuna inanmayı sürdürürler. Ama kadın, adamı terk edeceğini açıklama cesaretini bulabilirse, ikisinin de beklemediği bir şey olabilir: erkek yıkılır, çaresizlik içinde kıvranmaya ve kendisini bırakmaması için kadına yakarmaya başlar; kadına onsuz yaşayamayacağını, onu çok sevdiğini falan söyler. Genellikle, kadın zaten kendini ortaya koymaktan, fikrini savunmaktan korkan bir kişi olduğundan, ona inanmaya hazırdır, fikrini değiştirir ve kalır. Bu noktada oyun yeniden başlar. Adam eski davranışını tekrarlar, kadın onunla kalmanın giderek daha güçleştiğini görür, gene patlar, adam gene yıkılır, kadın kalır ve bu böyle devam eder durur.
Bu döngünün durmadan tekrarlandığı binlerce ve binlerce evlilik ve kişisel ilişki yaşamını sürdürmektedir. Adam, kadını çok sevdiğini, onsuz yaşayamayacak kadar sevdiğini söylerken yalan mı söylüyordu? Sevmek açısından ele alındığında, sevgi sözcüğüyle neyin anlatılmak istendiğine bağlıdır bu. Onsuz yaşayamayacağı konusuna gelince,
-sözcük anlamıyla almazsak elbet- adamın söylediği kesinlikle doğrudur. Adam onsuz -ya da en azından, ellerinde çaresiz bir araç olduğunu hissedemediği biri olmaksızın- yaşayamaz. Böyle durumlarda sevme duygusu yalnızca ilişki çözülmek tehlikesi gösterdiğinde ortaya çıkar, öte yanda, sadist kişinin üzerinde egemenlik kurduğu kişileri açıkça "sevdiği" durumlar da vardır. Bu ister karısı ya da çocuğu olsun, ister yardımcısı, bir garson ya da sokaktaki dilenci olsun, egemenliğine nesne olanlara karşı bir "sevgi" hatta şükran duygusu besler. Onları çok sevdiği için yaşamlarını yönlendirmeyi istediğini sanabilir. Aslında, onlara egemen olduğu için onları "sevmektedir." Maddi şeyler, övgü, sevme güvencesi, zekâ, akıl ya da ilgisiyle onları satın alır. Onlara her şey verebilir; ancak, özgür ve bağımsız olma hakkı kesinlikle verilemez. Bu durum, çoğu kez, özellikle ana babalarla çocuklar arasındaki ilişkide gözlenir. Egemenlik altına alma -ve sahiplenme- tutumu çoğu kez çocuğa karşı duyulduğu sanılan "doğal" ilgi ya da koruyuculuk duygusu gibi bir eğilimle örtülür. Çocuk, altın bir kafese konmuştur, kafesi terk etmek istemediği sürece istediği her şeye sahip olabilir. Bunun sonucu olarak, çoğu kez, çocuk büyüdüğünde, köklü bir sevme korkusu ile dolu olur, çünkü ona göre "sevgi", kendi özgürlük arayışında kıstırılmak ve engellenmek anlamına gelmektedir.
İyi uyum sağlamak anlamında normal olan kişi, insansal değerler açısından, nevrotik bir kişiden daha az sağlıklıdır. Çoğu kez kendisinden beklendiğini sandığı kişiliğe bürünmek için kendi benliğini feda etmek pahasına iyi uyum sağlamıştır. Ondaki gerçek bireysellik ve kendiliğindenlik yitirilmiş olabilir. Öte yanda nevrotik kişi, benlik savaşında tümüyle teslim olmaya hazır bulunmayan biri olarak öne çıkar. Bireysel benini koruma girişiminde başarılı olmamıştır kuşkusuz ve kendisini üretken olarak dile getirmek yerine, kurtuluşu nevrotik belirtilerde ve kendisini bir düşlem dünyasına çekmekte bulmuştur. Ama gene de, insansal değerler açısından, bireyselliğini tümüyle yitirmiş normal kişiden daha az kötürümdür.
“… şikayetini duyurmaya yetecek kadar etkisi vardı ama bir önlem alınmasını sağlayacak kadar güçlü değildi.”
Aziz Antonio’nun söylediği üzere, servet insan için vardır, insan servet için değil…
Yalnızca bir şeyi öğren henüz yoğrulabilir durumda olan aklına şunu iyice kazı: insanoğlunda büyük bir yalnızlık korkusu vardır. Yalnızlıklar içinde en korkuncu törel yalnızlıktır. İlk keşişler, Tanrı’yla yaşadılar, dünyaların en kalabalığında, ruhlar dünyasında ömür sürdüler. İster keşiş olsun, ister bir mahpus, ister bir günahkar ya da alçak, serseri, insanoğlunun ilk düşüncesi, yazgısını paylaşan bir arkadaşının olmasıdır.
İnsan özgürlüğü düşmanlarının hangi simgeyi seçtikleri de önemli değil; özgürlük, anti-faşizm uğruna saldırıya uğradığında, düpedüz faşizm uğruna saldırıya uğradığı zamankinden daha az tehlikeye girmiş değildir. Bu hakikat, John Dewey tarafından çok güçlü bir şekilde dile getirilmiştir, dolayısıyla, düşünceyi, onun sözleriyle aktarıyorum: “Demokrasimizin karşı karşıya bulunduğu tehlike,” diyor, “yabancı totaliter devletlerin varlığı değildir—yabancı ülkelerde, Lider’e bağımlılığa zafer kazandıran ve kendi kişisel davranışlarımızda ve kurumlarımızda var olan koşullar, en ciddi tehlikeyi oluşturmaktadır. Bu durumda savaş alanı da, kendi içimizde ve kendi kurumlarımızda bulunmaktadır.”
“Kendi iradene ve onuruna uygun şekilde özgür olasın diye, kendi yaratıcın olasın, kendini inşa edebilesin diye, seni ne ilâhi ne dünyevi ne ölümlü ne de ölümsüz yarattık. Özgür iradeye bağlı bir büyüme ve gelişme yetisini yalnızca sana verdik. Sen, içinde evrensel bir yaşamın tohumlarını taşıyorsun.”
Ben, kendim için değilsem,
kim benim için olacak?
Yalnızca kendim içinsem, neyim ben?
Şimdi değilse, ne zaman?
Çağdaş insanın çıkarlarına hizmet ettiği, çıkarlarına uygun davrandığı benlik", toplumsal benliktir, bireyin oynaması beklenen ve temel olarak, gerçeklikte yalnızca toplumda yaşayan insanın, nesnel toplumsal işlevlerinin öznel giysilere bürünmüş görüntüsünden başka bir şey olmayan rolünün oluşturduğu bir benliktir bu. Çağdaş bencillik, gerçek benliğin çarpıtılmasından doğan ve nesnesi toplumsal benlik olan oburluktur, hırstır.
Vicdan, insanın kendi içine kendi elleriyle yerleştirdiği bir köle ağasıdır. Onu, kendisine ait olduğunu sandığı isteklere göre hareket etmeye yöneltir, oysa bu istekler, aslında dıştan gelen toplumsal taleplerin içselleştirilmesidir. Sert ve acımasızdır, insanın bütün yaşamını gizemli bir günahın kefareti haline getirerek, zevki ve mutluluğu yasaklar.
İnsanoğlu yirminci yüzyılda yaşamakta; çoğu insanın beyniyse hâlâ Taş Çağı’nda yaşıyor.
Verimlilik ve beceriklilik fikri, ahlaksal erdemlerin en büyüğü olarak görüldü. Bu arada, servet sahibi olmayı istemek ve maddi başarıya ulaşmak, en büyük tutku haline geldi. Bütün dünya," diyor rahip Martin Butzer, "en büyük kazancı getirecek iş ve mesleklerin peşinde koşmakta. Bilim ve sanat, en aşağı el işleri uğruna bir kenara bırakıldı. Tanrı’nın soylu çalışma yetisiyle donattığı bütün zeki kafalar, bugünlerde, onurlu bir kişiye hiç yakışmayan, hileyle ağzına dek dolu olan ticarete daldılar."
Farkında olsak da olmasak da, bizi en çok utandıracak şey, kendimiz olmamaktır ve insana, kendisinin olan şeyleri düşünmek, hissetmek ve söylemek kadar büyük gurur ve mutluluk veren başka bir şey yoktur." s.268
Fiziksel açlık nasıl bedeni ölüme götürürse, tümden yapayalnız ve soyutlanmış hissetmek de aynı şekilde insanın zihnini parçalanmaya götürür." s.35
Yalnız insan tarih tarafından değil, tarih de insan tarafından yaratılır.
İnsanın doğası, tutkuları ve kaygıları toplumsal sürecin ürünleridir.
Dünyayla kurulan bağ, soylu bir bağ da olabilir, önemsiz, değersiz bir bağ da; ne var ki, en değersiz bir kalıba bağlı olmak bile, yalnız olmaya kat kat yeğlenir. Din ve ulusalcılık ya da ne kadar saçma ve aşağılayıcı olursa olsun herhangi bir gelenek, bireyle başkaları arasında bağ kuruyorsa, insanın en çok korktuğu şeyden, soyutlanmaktan kaçıp dört elle sarılacağı sığınaklardır.
Acaba, doğuştan gelen bir özgürlük isteğinden başka, güdüsel bir boyun eğme isteği de olamaz mı? Eğer bu istek yoksa, bugün birçok kişinin gösterdiği, lidere hayranlık" olgusunu nasıl açıklayacağız? Boyun eğme, daima kamu önüne çıkmış, elle tutulur bir yetkeye mi yönelik, yoksa, görev bilinci gibi içselleşmiş yetkelere, içsel zorlanımlara ya da kamu oyu gibi anonim yetkelere boyun eğme de söz konusu mu? Boyun eğmek, kabullenmek ediminde gizli bir doyum var mı, varsa bunun özü nedir?
Bir sınıf, başkasının egemenliğinden kurtulup bağımsızlığını elde etme savaşı verirken, kendisini, insanlığın özgürlüğü uğruna savaşan bir sınıf olarak görmüş ve bu nedenle, bir ideal ortaya koymuş, ezilen bütün insanların içinde kök salmış özgürlük özlemini dile getirebilmiştir. Ancak, uzun ve neredeyse sürekli özgürlük savaşında, bir dönemdeki baskıya karşı savaşan sınıflar, zafer kazanıldıktan ve savunulacak yeni ayrıcalıklar ortaya çıktıktan sonra, özgürlük düşmanlarının yanında yer almışlardır.
İnsan yaptığı seçimlerde özgürdür ancak seçimlerinin sonuçlarına katlanmak zorundadır.
nasıl oluyor da, özgürlük pek çok kişinin ulaşmak için can attığı bir amaç, ve çok kişi için de bir tehdit oluşturuyor?
Ben, kendim için değilsem,
kim benim için olacak?
Yalnızca kendim içinsem, neyim ben?
Şimdi değilse, ne zaman?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir