Yavuz Bahadıroğlu kitaplarından Osmanlı’da Şehzade Katli kitap alıntıları sizlerle…
Osmanlı’da Şehzade Katli Kitap Alıntıları
Anlaşılan o ki, ihtirasla kirlenen yürekler, cellat yüreğinden daha katı olabiliyor .
Gelin, önce peygamberlerin dışında hatasız kul olmayacağını kabulle işe başlayalım.
Kudret, her insanın zaafıdır. Ama bazı insanlar durulacak yeri bilirler, bazıları ise kudretleri arttıkça daha fazlasını isterler.
Amaç ahiret öncelikli insan yetiştirmekti. Ahiret öncelikli insan, bilimden gelen gücünü insanların hayrına kullanır, günümüzde örneklerini sıkça gördüğümüz gibi, insanlığın ve insanların zararına kullanmazdı.
Tesadüfen zirveye çıkılmaz
Çıkılsa bile zirvede durulamaz
Komutanlarını otağ-ı hümâyuna çağırdı: “Bu kal’a bizum yüreğumuzi yakmışdur” dedi, “dileruz Haktan ateşlere yana!”
Allah Allah diyelüm, sancağ-ı şahi çekelüm
Yürüyüb her yandan Şarka sipahi çekelüm
İki yerden kuşanalüm yine gayret kuşağın
Bulaşub toz ile toprağa bu rahi çekelüm
Paymal eyleyelüm kişverini Surh-serün Gözüne sürme deyü dud-i seyahu çekelüm
Bize farz olmuş iken olmamuz İslâm’a zahir
Nice bir oturalım bunca günahı çekelüm
Umarım rehber ola bize Ebu Bekr ü Ömer
Ey Muhibbî yörüyüb Şarka sipahi çekelüm.
Koca Yavuz, Fatih Camii avlusundaki musallaya uzatıldığında ne ihtişamı kalmıştı, ne de hiddeti Sıradan bir ölü olarak musallaya yatıyor, herkes ibretle bakıyor, imam “Er kişi niyetine ” deyip tekbir aldığında ölümün sağladığı eşitlik en büyük ibret olarak gözler önüne seriliyordu. Musalladaki tabutun içinde yatan, bir “er kişi”den ibaretti. Osmanlı padişahları, bu ibret dolu levhayı hiçbir zaman unutmuyorlar, halkın içine çıktıkları veya askeri teftiş ettikleri sırada “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var” şeklinde ve koro halinde haykırılmasını memnuniyetle karşılıyordu. Bunun dünya tarihinde başka bir örneğine rastlamak, Devr-i Saadet müstesna tutulursa, mümkün değil.
+O ihtimal hepimiz için varittir hünkârım, lakin yapacak çok iş var daha
-Var ki nasıl var, amma ecel bekler mi?
+Hakk Teâlâ uzun ömürler ihsan etsin hünkârım. Henüz kırk dokuzundasınız.
-Öyle de Hasan, ölmenin yaşı da yok mevsimi de.
+Neden birdenbire aklınıza ölüm düştü hünkârım?
-Hiçbir zaman aklımızdan çıkmadı ki Hasan Can. ‘Ölümü sık sık hatırlayınız’ diyen Nebi aşkına, hep aklımda. Lakin seferde mi olur sarayda mı, merakımız budur.
O; okumak, araştırmak, öğrenmek için hiç boş zaman aramaz, bu işleri hayatının bir parçası sayardı. Arada yanıbaşında duran kâğıda notlar alır, sonra siler, tekrar yazardı. Bazen satırların altını çizerdi. Bu çizgilerin düzgün olmasına nedense çok dikkat ederdi. Her şeyde mutlak bir intizam arardı zaten, çizginin eğri-büğrü olanına bile tahammülü yoktu.
“Hakikat yolcusu bütün dünya malını, şu iki göz kirli heybeye sığdırmış” diyorlardı.
Dizi dizi merakın ardından sonsuzu arayışım başlar: Bu bir bakıma insanın kendini arayış serüvenidir. O gün bugündür, beni incitme fırsatını başkalarına vermemek için kendi duygularımı incitiyorum. Başkalarını hırpalamamak için kendi ruhumu hırpalıyorum. Bu yüzden yaşadığım yıllardan daha yaşlı biriyim: Hem yaşlı, hem yalnız. “Dünya” denilen şu ormanda, kitaplarım benim sığınaklarımdır. Onlarla yalnızlıktan kurtulurum. Kendimi hâlâ satırlarda çözmeye çalışır, geçmişimin en görkemli hikâyelerini sayfalarda ararım. Bir bakıma her kitabım, kayıp özgeçmişimi yazar.
Kısacası, kitaplarımla ben, ortak bir hikâyenin parçalarıyız.
Sarayda cellat bulundurulması geleneğine Sultan Abdülmecid son verdi. Böylece Cellatlar Ocağı da tarihten silindi.
Onlardan geriye isimsiz ve şekilsiz taşlar altında yatan mezarlardan oluşan birkaç mezarlık, Topkapı Sarayı’nın ikinci kapısının (Bâbusselâm) yanındaki Cellat Odaları ve Silah Hazinesinde sergilenen cellat satırı kaldı.
Eski bir İngiliz elçisinin Enderun mektepleri hakkında söyledikleri ilginçtir:
Osmanlılar, aldıkları esirlere hiç kötülük yapmıyor, kardeş gibi davranıyorlar. Hangi milletten, hangi dinden olursa olsun, küçük çocukların zekâlarını ölçüyorlar. Keskin zekâlı çocuklar, ‘Enderun’ denilen mekteplerde, değerli öğretmenler tarafından okutuluyor, İslâm bilgileri, İslâm ahlakı, fen, kültür dersleri verilerek kuvvetli, başarılı Müslümanlar olarak yetiştiriliyorlar. Osmanlı ordularını zaferden zafere ulaştıran değerli kumandanlar, Sokollular ve Köprülüler gibi seçkin siyaset ve idare adamları, hep böyle yetiştirilen keskin zekâlı çocuklardı. Osmanlı akınlarını durdurmak için, bu Enderun mekteplerini ve bunların kolları olan medreseleri yıkmak, Osmanlıları fende geri bırakmak lazımdır.
Bütün kalkışmaların görünür sebepleri arasında:
1-Osmanlı devleti’ni yücelten hukuk ve adalet sistemindeki bozulma.
2- Devlet yöneticilerinin,adaleti arka plana itmesi.
3-Vergilerin ağırlaşması.
4-Bazi tımarların sahiplerin elinden alınması.
5-Ekonomik hayatta bozulmalar.
6- Rüşvet alınıp verilmesi.
7-Adam kayırma.
KAHVE YEMEN’DEN (1517 yılına tarih düşülmüştür) de gelse, başka yerden de gelse (Tarihçimiz Peçevi, “Hakem namında bir herifin Halep’den getirdiğini yazar), pişirmeyi de içmeyi de dünyaya İstanbul öğretti. Eski İstanbul’da gönül dostları kahvehanelerde buluşur, kimi yoğun köpüklü, kimi kaymaklı Türk kahvesini eşliğinde derin sohbetin tadına varırlardı. Asıl amacın kahve içmekten çok, nezih bir ortamda (eski kahvehaneler elit insanların devam ettiği mekânlardı) sohbet etmekti. Bu yüzden şu söz darbimesel olmuştur:
Gönül ne kahve ister, ne kahvehane,
Gönül sohbet ister, kahve bahane
Kudret, her insanın zaafıdır. Ama bazı insanlar durulacak yeri bilirler, bazıları ise kudretleri arttıkça daha fazlasını isterler.
1603 yılında padişah olan Sultan I. Ahmed kardeşlerini öldürmeye lüzum görmedi ve 1617’de vefatından sonra, oğulları bulunduğu halde, bunlar yaşça küçük olduğundan kardeşi Sultan I. Mustafa tahta geçti. Böylece ilk defa bir padişahın yerine oğlu değil, kardeşi geçiyordu. Bu fiilen Osmanlı veraset telakkisinin değişmesi demekti. Çünkü Osmanlılarda o zamana kadar muayyen bir veraset prensibi olmamakla beraber, tahta hep önceki padişahın oğlu geçerdi. Sultan I. Ahmed’den sonra, hanedanın ‘erşeď (akıl sağlığı yerinde) ve ‘ekber’ evlâdının padişah olması hükmü getirildi ve ondan sonra bir-iki istisna dışında şehzâde katledilmedi. Ne var ki şehzadeler sancağa çıkarılmıyor, dolayısıyla halkla temas kuramıyor, tabii devlet yönetiminde de tecrübe kazanamıyordu. Kendilerine tahsis edilen dairede yarı hapis hayatı yaşıyorlardı. Bu yüzden çoğunun sinirleri harap oluyordu. Doğaldır ki, bileğinin hakkıyla padişah olma dönemi kapanınca, şehzade eğitimi de tavsamış, yetersiz padişahlar dönemi de böylece başlamıştı. Sultan I. Ahmed’in getirdiği veraset sistemi, 1876 tarihli Kanun-ı Esasî’ye girdi. Bir ara Sultan Abdülaziz ve daha sonra Sultan II. Abdülhamid bu usulü değiştirerek tahta genç ve dinamik kimselerin geçmesini sağlamak maksadıyla eskiden olduğu üzere ve Avrupa hanedanlarındaki gibi babadan oğula intikal eden bir veraset usulü kurmak istedilerse de başaramadılar.
Gelelim Fuzûlînin Şikâyetnâmesi’nin hikâyesine Fuzûlî, o tarihte Bağdat civarında yaşayan fakir bir şairdir. Kanuni’ye yazdığı bir mektupta geçim darlığı çektiğini bildir miş ve kendisine devlet hazinesinden makul bir maaş bağlanmasını istemiştir. Bunu dikkate alan padişah, Fuzûlîye, Bağdat’taki vakif gelirinin, masraflar çıktıktan sonra, artanından (zevayid) bir miktar maaş bağlanmasını emreden bir ‘berať göndermiştir. Fuzuli, beratı alır almaz vakıf idaresine gitmiş, Padişahın emri gereğince kendisine maaş bağlanmasını istemiştir. Ne var ki, bürokratik engelleri aşamamış, “Bugün git yarın gel”lerin ardı arkası kesilmemiştir. Aradan haftalar, hatta aylar geçmesine rağmen, maaşı bir türlü bağlanmamıştır. Vakıf idaresine birkaç kez gidip her seferinde eli boş dönen şairin sonunda tepesi atmış, “Selâm verdim, rüşvet degildir deyü almadılar” mısrasını da içeren meşhur şiirini işte bu yüzden kaleme almış, o tarihte Kanuni’nin genel sekreterliğini yapan Nişancı Celalzâde’ye göndermiştir. Oradan da şiir Kanuni’ye ulaşmıştır. Bu şiirinde Fuzûlî, bürokrasinin yavaş işlemesinden yakınmakta, özellikle vakıf dairesinde çalışan memurlarla arasında geçen dedim-dedi’ bölümünde, hâlâ aynı havalarda dolaşan bürokratik ahlakı sorgulamaktadır. “Dedim: ‘Beratımın mazmunu niçin suret bulmaz.” (Beratimin gereği niye yerine getirilmez?)“Dediler: ‘Zevayiddir husůli mümkün olmaz. (Artan kısımdan maaş bağlanması istendiği için yerine getirilemez!)
“Dedim: ‘Böyle vâkıf zevayidsiz olur mu?” (Böyle büyük bir vakfın artanı olmaz mı?)
“Dediler: ‘Zaruriyât-ı Asitane’den ziyade kalırsa bizden kalır mı?” (İstanbul’un ihtiyaçlarını karşılamaktan artarsa bizden artar mı?)
“Dedim: ‘Vakıf malın ziyade tasarruf etmek vebaldir. (Vakıf malında hak edilenden fazla tasarruf etmek günahtır!) “Dediler: ‘Akçemizle (paramızla) satın almışız, bize helâldir.” Şiir böyle devam edip gider. Fuzûlî, sonunda pes eder ve padişaha bir şikâyetnâme yazmaya karar verir:
“Gördüm ki, sualime cevaptan gayri nesne vermezler ve bu berat ile hacetim reva görmezler, nâçar terk-i mücadele kıldım. Meyus u mahrum, gușe-i uzletime çekildim (hiçbir şey elde edememenin karamsarlığı içinde yalnızlığıma çekildim)? Demek istediğimiz şu ki, bazıları tarafından “Kanuni döneminde yaygın rüşvet vardı” şeklinde yorumladığı meşhur Şikâyetnâme yaygın rüşvetten dolayı değil, maaşının gecikmesine kızan Fuzûlî’nin özel meselesinden dolayı yazılmıştır. Fuzûlî’nin şikâyetinin dikkate alındığını ve sorunun hemen çözüldüğünü söylememe sanırım ihtiyaç yok.
Fitneye sebep olmak adam öldürmekten beterdir (Bakara Sûresi)
Osmanlı’da padişahlar yabancı kadınlarla evlenmek suretiyle Türk devletinin yapısını bozdular deniliyor, iddia yersızdır , Çünkü nesil babadan yürür
Osmanlı padişahlarının yüzde kırkı Türklerden kalan 160’ın %30 u Arap ve Boşnak gibi müslüman halklardan, diğer kısmı da gayrimüslimlerden Müslüman olanlarla evlendiler. Orhan Bey, Yıldırım Beyazıt ve II Murat dışında Hristiyan bir kadınla evlenen padişah yok bunlar da çocuk sahibi olmamış evliliklerde Zaten fazla uzun sürmemiştir
Osmanlı’yı batıran devlet adamlarının içinde devşirme devede kulak Kabilindedir ne yaptıksa Biz kendi kendimize yaptık
ya devlet başa ya kuzgun leşe .
Osmanlı tarihi boyunca 5 i 14., 8 i
15. 42’si 16., 5 i 17. ve biri de 18. yüzyılda olmak üzere 61 Şehzade katledilmiştir bunlardan 22 tanesi bir fiil İsyan ettiği için öldürülmüştür. Diğerleri de ekseriye Fatih kanunnamesi’ne takip eden 150 yıl içinde uygulanmıştır
Acaba Devletin bekası mı mühimdir, yoksa bir şehzadenin hayatı mı
Osmanlı Devleti öylesine namuslu bir gelindir ki iki damat istemez .
yarın hakkın divanina varınca, Süleyman dan hakkın alır karinca
Kânûnî Sultan Süleymân Hân 1566 (H.974) senesinde vefât edince, cenâze namazını Ebüssü’ûd Efendi kıldırdı. Kılınan cenâze namazından sonra Kânûnî’nin hayatta iken yaptırdığı Süleymâniye Câmii bahçesindeki türbesine gelindi. Cenâze kabre konuldu. Bu sırada bir çekmece getirilip kabre konulmak istendi. Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi müdâhale etti. Çekmecenin niçin konulduğunu, dînimizde kıymetli bir şeyin cenâzeyle gömülmesinin mümkün olmadığını söyledi. Sultan Süleymân Hanın, vefâtından bir gün önce vasiyet edip bu çekmecenin kendisi ile gömülmesini istediğini bildirdiler. Ebüssü’ûd Efendi, mutlaka içindekilerin görülmesi gerektiğini, kıymetli bir şey varsa gömülemeyeceğini söyledi. Çekmece Ebüssü’ûd Efendiye verilirken, elden kayıp düştü ve içindekiler döküldü. Kâğıtların her birinde bir fetvâ ve altında şeyhülislâmın imzâsı vardı. Ebüssü’ûd Efendi, yazıların altında kendi imzâsını görünce; “Ey Süleymân! Sen kendini kurtardın ama, biz ne yapacağız?” diyerek ağlamaya başladı. Kânûnî Sultan Süleymân Han, yapacağı her işi şeyhülislâma sormuş ve aldığı fetvâya göre hareket etmişti. Delîl olarak da, aldığı fetvâların yanında gömülmesini vasiyet etmişti.
Biz Kıbrıs’ı sizden almakla kolunuzu kestik , siz ise inebahtı’da bizi yenmekle sakalımızı traş ettiniz kesilen kolun yerine yenisi gelmez fakat kesilen sakal daha gür çıkar..
Yavuz Sultan Selîm’in son anları:
“Yavuz’un sırtında şîrpençe adı verilen bir çıban çıkmıştı. Çıban, kısa zamanda büyüdü, bir delik hâline geldi. Öyle ki, yaranın içinden Yavuz’un ciğeri görünuyordu. Kendisi çok muzdaripti. Âdeta yaralı bir arslan gibiydi. Acziyeti bir türlü kabullenemiyor, cengâver askerlerine taktik ve tâlimat vermeye devam ediyordu.
Ve ölüm döşeğinde, nedimi Hasan Can’a,
«–Hasan Can, bu ne hâldir?» dedi.
Hasan Can da, artık fânî yolculuğun sonuna, bâkî hayâtın başına ulaşmış olduğunu sezdiği için hüzünle:
«–Pâdişâhım, artık Allah ile beraber olma zamanınız herhâlde geldi!» dedim.
Koca sultan döndü, yüzüne hayretle baktı:
«–Hasan, Hasan! Sen beni bu âna kadar kiminle beraber zannederdin?! Cenâb-ı Hakk’a teveccühümde bir kusur mu müşâhede eyledin?» dedi…
Öyle bir devir düşünün ki, padişahı, mimarı, kaptan-ı deryası, şairi, gezgini, tarihçisi, tarihin “en büyük” isimlerinden oluşsun. Sözkonusu etmek istediğim devrin mimarbaşısı Koca Sinan, kaptan-ı deryası Barbaros Hayreddin Paşa, şairi Baki, gezgin denizcisi Piri Reis, tarihçisi Hoca Sadüddin Efendi’dir.
Cenaze namazından sonra Yavuz’un tabutu yine eller ve gönüller üstünde ebedî menziline doğru yola çıkarıldı. Şehrin dar sokaklarını dolaşan cenaze kafilesi, laleler, nergisler, karanfiller ve güllerle süslü bahçeleri geride bıraktı. Kederli selvilerin rüzgâr sallamasında zikre durduğu, sessiz mezar taşlarının elim bir ölümle mateme gömüldüğü menzilde, İstanbul’un altıncı tepesinde durdu. Sonsuzluğu yutmak ister gibi ebediyete açılmış kabir kapısından içeriye bir devri uğurladılar.
“Devlet mi, aşk mı?” sorusunun cevabı: “devlet.”
“Devlet mi, evlat mı?” sorusunun cevabı da aynıydı: “devlet.”
Koca Yavuz, Fatih Camii avlusundaki musallaya uzatıldığında ne ihtişamı kalmıştı, ne de hiddeti Sıradan bir ölü olarak musallaya yatıyor, herkes ibretle bakıyor, imam “Er kişi niyetine ” deyip tekbir aldığında ölümün sağladığı eşitlik en büyük ibret olarak gözler önüne seriliyordu. Musalladaki tabutun içinde yatan, bir “er kişi”den ibaretti. Osmanlı padişahları, bu ibret dolu levhayı hiçbir zaman unutmuyorlar, halkın içine çıktıkları veya askeri teftiş ettikleri sırada “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var” şeklinde ve koro halinde haykırılmasını memnuniyetle karşılıyordu. Bunun dünya tarihinde başka bir örneğine rastlamak, Devr-i Saadet müstesna tutulursa, mümkün değil.
“Hakk Teâlâ uzun ömürler ihsan etsin hünkârım. Henüz kırk dokuzundasınız.”
“Öyle de Hasan, ölmenin yaşı da yok mevsimi de.”
“Neden birdenbire aklınıza ölüm düştü hünkârım?”
“Hiçbir zaman aklımızdan çıkmadı ki Hasan Can. ‘Ölümü
sık sık hatırlayınız’ diyen Nebi aşkına, hep aklımda. Lakin seferde mi olur sarayda mı, merakımız budur.”
Kahve fincanlarının üzerindeki desenlerin derin anlamlar vardı. Gelen misafire ne kadar değer verildiği, fincanlardaki desenlerin ağırlığıyla ölçülürdü.
Lale desenli fincan: Lalede Allah lafzı olduğuna inanıldığı için, Alah muinin (yardımcın) olsun.
Gül desenli fincan: Osmanlı kültürü, görüntüsünün ve kokusunun güzelliği sebebiyle gülü Peygamber Efendimizle özdeştirmişti. Gül desenli fincanlar hem Peygamber Efendimi-
zin şefaatine nail oľ hem de Misafir gelmekle evimizde gül gibi açtınız anlamına geliyordu.
Ancak gül desenli fincan, kz isteme merasimi sirasında, delikanlıya sunulan kahve için seçilmişse, anlamı farklılaşırdı
Tek gül, Evlenmeye niyetim yok, başları birbirine değen iki gül ise Sizinle evlenmeye hazırım.
Karısık desenli fincan: Kiz istemeye gelen ailenin oğluna karşı kızın net bir karari yoksa, karışık desenli fincan içinde kahvesini verir, böylece de Karışığım, sana karşı kararsızım
demek isterdi
Yüzyüze bakan kadın ve erkek figürlü fincan: Gönlüm sende.
Ayrı yönlere bakan kadın ve erkek figürü: Seninle bir gelecek düşünmüyorum.
Evcil hayvan figürü: Sana itaat etmeye (eşin olmaya) hazırım
Vahşi hayvan figürü: Benden vazgeç.
Mektuplarında Mustafa Bey, babasının artik yaşlandığından bahisle, atalarının tahtına oturma sırasının kendisinde olduğunu savunuyor. Ve bu konuda Iran Şahı’ndan yardım istiyor. Kanuni önce inanmıyor, Oğulcuğum böyle şey yapmaz, babasına komplo kurmaz!. diye isyan ediyor, ama tümü oğlunun mührüyle mühürlenmiştir.
Üstelik olay birkaç kez tekrarlanıyor.
Kanuni’ye oğlunun başka mektuplarını da getiriyorlar.
Dahası da var; Şehzade Mustafa, değil yapmak, düşünmemesi gereken bir şey daha yapıp, adına tuğra çektiriyor. Töreye göre bu saltanatını ilan etmesinden farksızdır. Kanuni, yol ayrımındadır artik. Ya devleti ya oğlunu tercih edecektir.
Üstündeki büyük sorumluluk sebebiyle devleti tercih ediyor.
Osmanlı tarihi boyunca beşi 14. yüzyıl, sekizi 15. yüzyıl, kırk ikisi 16. yüzyıl, beşi 17. yüzyıl ve biride 18. yüzyıllarda olmak üzere 61 Şehzade katledilmiştir.
Bunlardan 22 tanesi bilfiil isyan ettiği için öldürülmüştür. Diğerleri de ekseriya Fatih Kanunnâmesi’ni takip eden 150 yıl içinde uygulanmıştır.
Fitneden kargaşa doğar. Kargaşadan milyonlarca mazlum zarar görür. Hükümetin yanlış icraatlarını düzeltelim ve adaleti tesis edelim derken, daha büyük kötülüklere yol açılır.
Yine Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Musa ile Hz. Hızır arasında geçen bir olay hayli uzunca anlatılır.
Hani Mûsâ, genç hizmetkârına demişti ki: ‘İki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmayacağım; yahut, maksadıma erişinceye kadar, uzun müddet yola devam edeceğim.
İki denizin birleștiği yere ulaştıklarında balığı unuttular. Balık ise denizde bir menfeze doğru yolunu tutmuştu.
Oradan uzaklaștıktan sonra, Mûsâ, hizmetkârına ‘Yemeğimizi getir, dedi. Bu yolculuğumuz bizi yorgun düşürdü.
Genç, ‘Gördün mü?’ dedi. ‘Kayalığa çıktığımız zaman ben balığı unutmuşum. Onu sana söylemeyi şeytandan başkası bana unutturmadı. Balık canlanıp şaşılacak bir şekilde denize doğru gitmişti.
Mûsâ, İşte aradığımız şey buydư’ dedi. Sonra kendi izlerini takip ederek geri döndüler.
Orada kullarımızdan öyle bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.
Mûsâ ona, Sana öğretilen ilimden bir irşad vesilesi olmak üzere bana da öğretmen için sana tâbi olabilir miyim?’ diye sordu.
O dedi ki: ‘Sen benim yanımda bulunmaya tahammül edemezsin.
İçyüzünden haberdar olmadığın bir şeye nasıl sabredebilirsin?
Mûsâ, İnşâallah sen beni sabreder bulacaksın, dedi. ‘Hiçbir işte sana karşı gelmeyeceğim.
O dedi ki: ‘Eğer bana uyacaksan, ben sana ondan bahsedip de bir söz söyleyinceye kadar, hiçbir şey hakkında bana sual sorma.
Böylece yola koyuldular. Gemiye bindiklerinde, Hızır o gemiyi deldi. Mûsâ, İçindekileri batırmak için mi gemiyi deldin?’ dedi. ‘And olsun ki büyük bir iş yaptın.
Hızır, Sen benim yanımda bulunmaya sabredemezsin demedim mi?’ dedi.
Mûsâ Unuttuğum için beni kınama; seninle olan arkadaşlığımı da zorlaştırma’ dedi.
Yine yola koyuldular. Bir erkek çocuğa rastgeldiklerinde Hızır onu öldürdü.
Mûsâ dedi ki: ‘Bir can karşılığında kısas olmaksızın bir kimseyi mi öldürdün? Doğrusu pek kötü bir şey yaptın!
Hızır Ben sana, benimle beraber bulunmaya sabredemezsin demedim mi? dedi.
Mûsâ dedi ki: Eğer bundan sonra sana bir şey daha soracak olursam benimle arkadaşlık etme. O zaman benden ayrılmakta mâzur sayılırsın.
Yine yola koyuldular. Nihâyet bir belde halkına vardılar ki, onlardan yiyecek istedikleri halde kendilerini misafir etmekten kaçınmışlardı. Orada, yıkılmak üzere bulunan bir duvara rastgeldiler ve Hızır onu doğrultuverdi. Mûsâ dedi ki: ‘İsteseydin bu yaptığın işe karşılık bir ücret alırdın.
Hızır, ‘İşte bu seninle benim ayrılışımızdır, dedi. Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin içyüzünü bildireceğim.
O gemi, denizden geçimlerini sağlayan birtakım fakirlere âitti. Ben onu kusurlu hâle getirmek istedim; çünkü, arkalarinda, bulduğu her sağlam gemiyi gasp eden bir hükümdar
vardı.
Çocuğa gelince, onun anne ve babası mü’min kimselerdi; bu kâfir tabiatlı çocuğun ileride anne ve babasını isyan ve inkâra sevk etmesinden korktuk
Ve istedik ki, Rableri onlara huy temizliği bakımından daha hayırlı ve merhamet yönünden daha yakın bir evlât versin.
Duvar ise, o şehirdeki iki yetim çocuğa âitti ve altında da onlara âit bir hazine vardı. Babaları ise sâlih bir kimse idi. Rabbin dedi ki, onlar yetişkin çağa gelince hazinelerini oradan çıkarsınlar. Bütün bunlar Rabbinden bir rahmet eseridir; yoksa ben kendi reyimle yapmış değilim. İşte, sabredemediğin şeylerin açıklaması budur. (Kehf sûresi, 18: 61-82)
Özetleyelim.
Hz. Musa ile Hz. Hızır arkadaş olup birlikte yola çıkarlar.
Sahilde yürürken, Hz. Hızır, Hz. Musa’nın itirazlarına aldırmadan, limandaki bir geminin altını deler.
Ardından yolda rastladıkları bir çocuğu öldürür. VardıkJarı köyde kimse kendilerine yiyecek içecek vermediği halde, Hz. Hızır, köyün çıkışında gördüğü eski bir duvarı onarır.
Bunlara sürekli itiraz eden Hz. Musa’ya, en sonunda davranışlarının sebebini açıklar: “Gemiyi deldim ki, açık sularda bekleyen ve sağlam gemilere saldırıp içindekilerle birlikte
el koyan korsanlar, eski-püskü bir şey zannedip saldırmasınlar. Yani gemiyi ve içindekileri kurtardım. Çocuğu öldürdüm, cünkü anne-babası dindar olan bu çocuk büyüyünce inkârcı
bir kâfir olup ailesine eziyet edecekti.
Gelelim eski duvara: “O duvarın altında, iki yetim çocuğa bırakılan altın var. Onarmasam duvar yıkılacak ve altınlar ortaya çıkacaktı. İki yetim çocuk da haklarını alamayacaklardı.
Şimdi çocuklar büyüyene kadar sağlam kalacak, çocuklar da böylece hakları olanı alacaklar.
Ama bir de çocuklar var. Onlar neden öldürülüyor? Suçsuz ceza olur mu?
Akgündüz bu soruya şöyle cevap veriyor:
Bunların cezalandırılması için suç işlemelerini beklemek çoğu zaman cezalandırma imkânını ortadan kaldırdığı gibi, bazen çok ağır ve telafisi imkânsız neticeler doğurur.Tarihî tecrübelerin de gösterdiği gibi, bir şehzadenin cezalandırılması için ayaklanmasını beklemek, düşman ülkelerle
anlaşıp, arkasına silahlı binlerce kişi alarak, asayişi esaslı tehdit eden bir kimseyle karşı karşıya kalmak demektir. Böyle bir vaziyette artık cezalandırmaktan söz etmek abestir. Çünkü iş işten geçmiştir.
Kaldı ki, bu sehzadeler öldürülmedikleri zaman, bunların da diğerlerini öldürmesi sözkonusu olacaktır.
Osmanlı padişahlarının çoğu mütevazı, hukuk nizamlarına ve kanunlara riayetkâr, mahkemelere saygılı, istişareye deģer veren müsamahakâr insanlardır. Batılı araştırmacılar bile bu yönlerinden takdirle bahsetmektedirler. Ancak devlet sözkonusu olduğunda kılı kırk yararlar. Devletin zarar görmesi muhtemel gelişmeleri asla müsamaha ile karşılamaz, zarar veren evlatları, eşleri, anneleri bile olsa en sert tedbirleri alırlar. Çünkü onlar böyle yetiştirilir, çocuk yaştan itibaren Devlet-i ebed-müddet fikri kafalarına nakış gibi işlenir.Devletin zarar görmesi şeriatın zarar görmesi anlamında algılanır, çünkü devlet şeriatın gücüdür. Bu yüzden devletin üzerine titrerler. Toz kondurmazlar. Bölünme-parçalanma ihtimali belirdiğinde, evlatlarını katletmek dâhil, en yakicı tedbirlere tevessül etmekten çekinmezler.
Yani başta Şehzade katli olmak üzere, bugünkü aklımıza/mantığımıza sığmayan, ‘zulüm, haksızlık’ ve ‘cinayet gibi gelen bazı uygulamalar, devlet sorumluluğunun gereği olarak yapılmıştır.
Zira Osmanlı tarihi, kuruluş aşamasından itibaren pek çok şehzade isyanı kaydetmiş, bunlardan devlet ve millet büyük zararlar görmüştür.
Bu isyanlara kısaca bakmakta fayda var. Zira başka türlü dönemin şartlarını ve şehzade katlini kavramak mümkün değil.
“Bana dildârın cefâsı hoş gelir
Nitekim gayre vefâsı hoş gelir
Derdi ile hoş geçer dil dilberin,
Dert sanma kim, devâsı hoş gelir.”
“Aslanlar kendi tarihçilerine kavuşuncaya kadar, kitaplar avcıyı övecektir.”
Tesadüfen zirveye çıkılmaz
Çıkılsa bile zirvede durulamaz
Risk almak ve kararlı olmak anlamında kullanılan, “Kelle koltukta” deyiminin özünde yine cellatlar var.
Cellatlar, Müslüman siyasetçilerin başlarını kestikten sonra, cesedi sırtüstü yatırır, kesik başlarını sağ koltuğunun altına koyarlardı.
Bu yüzden devletin üst düzey görevlileri, “Kelle koltukta yaşıyoruz” sözünü çokça söylerlerdi. Bu deyimin hâlâ kullanıldığını biliyoruz.
Enderun sistemi hakkında bir fikir sahibi olmaya yardım edeceğini umduğum birkaç örnek üstünde durmak istiyoruz
Birincisi: Baltacı Mehmed Paşa (Prut Savaşı’nda Rus Çarlığı ordularını dize getiren komutan)
Saraya ‘oduncu çırağı’ olarak girdi. Yani balta (baltacı unvanı buradan gelir) ile odun kırıyor, ocaklara taşıyordu.
İşini iyi yapması, odun kırmada pratik ve uygun yeni metotlar geliştirmesi sonucu dikkat çekti. Enderun’a alınıp eğitildi. İğnenin deliğinden geçirildi. Önce ‘Baltacı Halifeliği’ne yükseldi.
Sesinin güzelliği yüzünden musikiye teşvik edildi, müezzin oldu. Oradan yazıcılığa terfi etti.
Basamakları hızla çıkarak 1703 Aralık ayında ‘Mirahurluk’a terfi etti. Çok zeki ve son derece çalışkandı. İlme karşı müthiş bir merakı vardı. Durmadan okuyordu. Bu çabası onu 1704 yılı Kasımı’nda vezirliğe, hemen ardından kaptan-ı deryalığa,21 Aralık 1704’te de Sadrazamlığa taşıdı.
Prut Savaşı’nın kahramanı işte bu eski ‘saray oduncusu’dur.
1385’de Sultan I. Murad’ın henüz 14 yaşlarında bulunan küçük oğlu Savcı Bey isyan etti. O sırada Sultan I. Murad, Bizans İmparatoru V. Yuannis Palaologos’la ittifak halindeydi. Birlikte Anadolu Seferi’ne çıkmışlardı.
İmparatorun büyük oğlu Andronikos ile Osmanlı Şehzadesi Savcı Bey, anlaşarak babalarına karşı bayrak açtılar. Andronikos İstanbul’da imparatorluğunu ilan ederken, Savcı Bey Rumeli’de padişahlığını ilan etti.
Sultan I. Murad, hızla Rumeli’ye geçti. Şehzade Savcı Bey’le müttefiki Andronikos’un ordularını darmadağın etti. Çaresiz kalan Savcı Bey, Dimetoka’ya kaçtı, ama orada yakalanıp idam edildi.
Fransa’nın İstanbul sefaretinde çalışmış De La Croix’un anılarından tek cümle aktaracağım: “Türkler kâinattaki temel kanunları Allah’ın koyduğuna inandıklarından, ‘kanun yapan’ (Kanuni) ünvanı taşıyan padişahın bile kanunlara asla karşı gelemeyeceğini düşünürler.”
Ve bu konuda son cümleyi on sekizinci yüzyılda İsveç’in İstanbul sefirliğinde bulunmuş meşhur diplomat-bilgin Mouradgea d’Ohsson söylesin: “Padişahların şeriat hükümlerine ait hiçbir noktada hiçbir yenilik, yeni bir hüküm koyma yetkileri yoktur.” (Tableau general de l’Empire Othoman, Paris 1788- 824, c .5, s. 7-8)
“Neden böyleydi?” sorusunun cevabını da, isterseniz, Fransız Oryantalisit Lois Gadret versin: “Bütün mü’minler kanun nazarında eşitti, çünkü kardeştiler.” (La citecusulmane vie sociale et politique, Paris, 1954, s. 210)
“Özgeçmiş” nedir sahi? Nerede doğacağıma, hangi millete mensup olacağıma ben karar vermedim. Kendi irademle olmayan şeylerle niçin övünmeli, neden bahsetmeliyim? Yazarın nerede doğduğu, kaç çocuk ya da torun sahibi olduğu kimi ilgilendirir? Yazar, topluma katkısıyla değerlendirilmelidir.
“Aslanlar kendi tarihçilerine kavuşuncaya kadar, kitaplar avcıyı övecektir.”
Fransız düşünür Fernand Grenard’ın da dediği gibi, “Osmanlı Devleti, gücünü devamlılığından alır.”
Yani uzun soluklu oluşunu, hiç bölünmeden yürümesine borçludur.
İşittim ki, memleketinizde kadın ve erkeklerin dans adı altında birbirlerine sarılmak suretiyle halk önünde ahlak ve hayâya mugayir davrandıkları süflî bir eğlence icat edilmiş. Bu rezaletin hudut olmamız dolayısıyla memleketime sirayeti ihtimali vardır. Bu itibarla name-yi hümâyûnum (mektubum) elinize ulaşır ulaşmaz, derhal bu rezalete son verile! Aksi halde bizzat gelip o rezaleti kaldırmaya muktedirim.”
Tarihçi Hammer, bu mektup üzerine dansın tam yüz yıl yasaklandığını kaydediyor.
Biz kıbris i sizden almakla kolunuzu kestik, siz inebahtı’ da bizi yenmekle, sakalımızı traş ettiniz.Kesilen kolun yerine yenisi gelmez , fakat kesilen sakal daha gür çıkar.
Hep senin çündür benum dünya gamım çektuklerum.
Yoksa ömrum varı, sensiz neylerim dünyayı ben.
[ Şehzade katli konusunda adalet-i izafiye uygulanmıştır. Temel dayanağı da Bakara suresinde geçen, ‘Fitneye sebep olmak adam öldürmekten beterdir’ mealindeki ‘’El-fitnetü eşeddü mine’l-katl’’(2:191) ve ‘’El-fitnetü ekberu mine’l-katl’’(2:27) ayetleridir. İsyan ve isyan ihtimali bu ayetlerle değerlendirilmiştir. ]
Cellatlar, Müslüman siyasetçilerin başlarını kestikten sonra, cesedi sırtüstü yatırır, kesik başlarını sağ koltuğunun altına koyarlardı.Bu yüzden devletin üst düzey görevlileri, “Kelle koltukta yaşıyoruz” sözünü çokça söylerlerdi.
Ahde vefa göstermeyenin haddini bildirmek gerektür!
Batılı devletler, Yavuz Sultan Selim’i ve oğlunu kast ederek, “Arslan öldü, yerine kuzu geldi” diye sevinirken, sıcağı sıcağına Belgrad’ı fethetmek suretiyle ‘kuzu’ değil, tamı tamına ‘babasının oğlu’ olduğunu gösterdi.
O padişah ikindi güneşi idi. Bu vakitte güneşin gölgesi uzun, ömrü de kısa olur.
Koca Yavuz, Fatih Camii avlusundaki musallaya uzatıldığında ne ihtişamı kalmıştı, ne de hiddeti
Kanuni Sultan Süleyman:
“Dırahtı ger sarmış olsa karınca,
Zarar var mı karıncayı kırınca?”
Şeyhülislam Efendi:
“Yarın hakkın divanına varınca,
Süleyman’dan hakkını alır karınca.”
Bre Elçi! diye gürledi, Siz donanmamızı yenmekle sakalımızı traş ettiniz.Biz Kıbrıs’ı almakla kolunuzu kestik. Kesilen kol yerine gelmez, ama tıraş edilen sakal eskisinden daha gür çıkar. Bu devlet isterse gemilerin yelkenlerini atlastan, halatlarını ibrişimden, demirlerini gümüşten yapacak kadar güçlüdür! Ne bellediniz?
Thevenot, Bir milyonluk koca İstanbul şehrinde dört yılda dört katl vak’ası görülmemiştir. Ticari malla dolu olan muazzam kervansaraylar bile bir tek adam tarafından korunuyor .Türklerin sevdikleri bir hristiyana yapacakları en büyük iyilik, onu Müslüman etmektir. diyor.
20. Yüzyılın başında Amerikalı eğitimci psikolog John Dewey’in Çocuğa göre eğitim ilkesi olarak dünyaya sunduğu çağdaş eğitim metodolojisi aslında Enderun sisteminin kopyasından başka bir şey değildir.
Osmanlı Devleti’nin biri dini, ikincisi milli iki büyük hedefi vardı: ilay’ı kelimetullah ve kızıl elma
Cüzzam o devirde yakaladığını götüren bir hastalık! İnsanı parça parça çürütüp öldürüyor.
Bir Afrika atasözünü hatırlamanın şimdi tam sırasıdır: “Aslanlar kendi tarihçilerine kavuşuncaya kadar, kitaplar avcıyı övecektir.”
En muhteşem dönemin sadrazamı
Hepsine rahmet diliyoruz.
Son sözümüz şu: İstanbul’da yaşayanlar, keşke İstanbul’u da yaşayabilseler
Yâ Müfettiha’l-Ebvâb/ İftah lenâ hayra’l-bâb” (Ey kapıları açan Allahım, bize hayırlı kapılar aç)
Şahbanu Hatun: Bitlis’in Ahlat ilçesinde yangından sonra şehri baştanbaşa imar ettiren Şahbanu Hatun, kurduğu vakfiyesinde bakın ne inceliklere parmak basıyor:
1. Kışın kuşların perişan edilmeyerek beslenmesi,
2. Başıboş köpeklerin kontrol ve bakım altında tutulması,
3. Çevreye gelen leyleklerin bakım ve tedavilerinin yapılması,
4. Borçluların imdadına koşulması,
5. Esirlerin satın alınarak hürriyetlerine kavuşturulması,
6. Evlerde çalışan hizmetkârların azarlanmaması için koruma altına alınması,
7. Yoksul ve yaşı geçkin kızlara çeyiz düzülmesi ve düğünlerinin yapılması,
8. Sahipsiz mahkûmların ihtiyaçlarının karşılanması,
9. Yaşlı ve sakatlara yardım fonu tahsisi ve toplum için hayırlı eserler yazdırılması.
Ama Osmanlı insanı zenginliği parada-pulda değil, gönüllerde arardı. Gani ve bonkör insana da “Gönül zengini” derdi ve gönül zengini olanları severdi.