İçeriğe geç

Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi Kitap Alıntıları – Hamit Bozarslan

Hamit Bozarslan kitaplarından Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi kitap alıntıları sizlerle…

Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi Kitap Alıntıları

Ama Filistin’de de manda rejiminin reddedilmesi siyonizmin ve 1920’lerde iyice yoğunlaşan ve Arap nüfusunun topraklarını yitirip yoksullaşmasana yol açan yahudi kolonileri kurulmasının reddiyle atbaşı gitmektedir.
Filistin’de manda döneminde şiddet damgasını vurdu. Bu kez radikalleşme “Filistin’de bir milliyetçilikten (Arap) Filistin milliyetçiliğine” geçiş eseriydi. 1920’de Filistin Ulusal Kongresinin kırılması bu akımın kendinden önceki panarap milliyetçilikler karşısında bağımsızlığını ilan etmesi olarak kabul edilir.
Araplar “fazla devletten”, kürtler ise devletsizlikten çekeceklerdi.
Reformlar, Osmanlı İmparatorluğu’nda beklenen hedeflerin aksi yönünde bir sonuç üretirler: Ayrışık bir dokudan hareketle bir “ulus” yaratacaklarına, dilsel ve dinsel kimlikleri siyasallaştırıp, ulusal kimlikler halinde billurlaştırırlar.
Güpegündüz iş gören gizli bir cemiyet gibi davranan İttihat ve Terakki Cemiyeti, kendisini ruh-i devlet olarak görmektedir.
Bir dizi “mini darbe” ittihat ve terakki cemiyetinin taşra kentlerine de yerleşmesini sağlar.
“Batılılaşma”, başka bir yerden gelen yenilenme sayesinde gerilemenin sona ereceği umududur.
Birinci Dünya Savaşından sonra Arapların Irakına dönüşecek alanda, islam bünyesinde hem kitlesel hem de çelişkili bir cemaatleşme yaşanır.
1960
Türkiye’de askeri darbe (27 Mayıs). İktidardan devrilen Başbakan Menderes 1961’de idam edilecektir.
1996
Susurluk Kazası: radikal sağcı bir militan (Abdullah Çatlı) ve İstanbul emniyet müdürlerinden Hüseyin Kocadağ aynı arabada ölürler; bu kaza istihbarat servisleri, siyasal sınıf ve mafyalaşmış yapılar arasındaki iç içeriği gözler önüne serer.
Savaş, geniş çaplı bir demografik ve teritoryal mühendisliğe de sahne olarak, 1915’te Ermenilerin yok edilmesine yol açtı (24 Nisan genel anlamda soykırımın başladığı tarih olarak kabul edilir). Soykırım, “hiç sorunsuz ötekinin topraklarını sahiplenme”nin ve “hayatta kalanlarda itaat yaratma”nın bu aracı da İttihatçı elit açısından, sosyal Darwinci bir bakış açısından varlığıyla bile tehdit oluşturduğu kabul edilen bir Hıristiyan cemaati karşısında (kâh İslam’dan ayrı tutulan, kâh onunla kaynaştırılan) Türklüğün zaferini ilan etmenin bir aracıydı. Şehir eşrafında Kürt aşiretlerine varıncaya dek birçok aktör soykırıma katılsa da, başlıca örgütleyici Teşkilat-ı Mahsusa’ydı.
Devrimci sarhoşluk döneminin şiarı insan hakları iken, devrimci zorun soğuk analizi Ziya Gökalp’in şu sözünde özetlenmektedir: Hak yok, vazife var.
Reformlar, Osmanlı İmparatorluğu’nda beklenen hedeflerin aksi yönünde bir sonuç üretirler: Ayrışık bir dokudan hareketle bir “ulus” yaratacaklarına, dilsel ve dinsel kimlikleri siyasallaştırıp, ulusal kimlikler halinde billurlaştırırlar.
Son olarak, şu anda bir sorunsal haline getirmek mümkün görünmese de Ortadoğu’nun bütününde gözlemlenen bir hadise olan, toplumsal yorgunluğu da hesaba katmak gerekir. Toplumsal yorgunluk sadece ekonomilerin dünya sistemine yeterince entegre olamamasıyla, bu yüzden iktidarların kaynaklar ve onların yeniden dağılımı üzerinde geniş bir denetimi ellerinde tutmaya devam etmeleriyle, hatta devletin uyguladığı kitlesel zorla açıklanamaz. Bu yorgunluk, ”yeni bir eylem döngüsü ”nün ertelenmesi sonucunda ortaya çıkan ”geçici bir ricat ” anlamına da gelmez. Bir yandan ”bıkkınlık zamansallığının, bireysel yazgıda bir düzelme umudu olmaksızın günü kurtarma çabası ”nın bir sonucudur; diğer yandan, 1950’li yıllardan günümüze dek denenmiş ve her seferinde birçok kuşak üzerinden büyük çaplı kolektif kitle hareketlenmelerini beraberinde getirmiş siyasal formüllerin tükenmişliğinden de kaynaklanmaktadır.
1980-1990 arasında yazılmış romanların da kanıtladığı gibi, modern devletin ayrılmaz bir parçası olan işkence hem hedef güderek hem de hiçbir ayrım yapmadan İslamcı militanlara veya İslamcı olduklarından kuşkulanılan gençlere karşı kitlesel olarak uygulanmıştır. Vakaların çoğunda, rejimler uluslararası kuruluşların işkence hakkında verdikleri bilgileri yalanlamış, ama bunların yayımlanmasını yasaklamamış, hatta bunları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmışlardır. İşkence, yol açtığı söylentilerle, ”ötekilerin bedeni üzerinde ” iktidar kurmanın bir aracı olur. Nitekim iktidarın gaddarlığının halk nezdinde ”inandırıcı ” hale gelmesi için birkaç yaralı veya cansız beden ”örneği ” yeterli olmaktadır.
artık hiç kimse çocuklarının öldürülmüş mü yoksa öldürülmekte mi olduklarını bilmiyordu
Bir kaç yıl sonra başlatılan kimyasal savaş artık bu ölçütlere de uymaz; özel bir aileyi veya aşireti değil Behdinan bölgesi’nin tüm Kürt nüfusunun hedef alır. Kimyasal silahlar ilk kez 8 haziran 1986’da İran’daki bir Kürt mülteci kampına karşı kullanılır ve 132 kişinin ölümüne yol açarlar; daha sonra Nisan Temmuz 1987’de Irak içindeki bir çok Kürt köyüne karşı (Şeyh Visan, Sargalu, vb.) giderek daha kitlesel biçimde kullanılırlar. Kimyasal silahların daha sistemli kullanılışına giriş niteliğindeki bu operasyonlar 16 Mart 1988’de Halepçe’de Uluslararası bir görünürlük kazanırlar (5.000 ölü) ve 6 Eylül 1988’e kadar Kahraman Enfal operasyonu adıyla sürdürürlürler. Middle East Wact’a göre, bu operasyonlar sırasında yaklaşık 180.000 kişi ölmüş ve Hayatta Kalanlar kitlesel bir biçimde kaçıp büyük bölümü Türkiye’ye (60.000 kişi) e İran’a (15.000 kişi) kişi sığınmıştır biyolojik gücü imha edici biçimde kullanma uygulaması olan Enfal yaklaşık 4.000 köy ve mezranın yıkılması ve Behdinan bölgesindeki tüm bitkisel ve hayvansal yaşamın yok edilmesi ile sürecektir.
Middle East Wact, bu Kürdistan Fethi’ni soykırım oolaraktanımlayacaktır.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
1971-1972’de 40.000 Fayli Kürt
Irak vatandaşlığından çıkarılmış ve iktidara göre asıl ait oldukları yer olan İran’a sürülmüşlerdir. 1980 sonunda ise, vatandaşlıktan çıkarılanların sayısı 215.000 kişiyi bulur. Saddam Hüseyin Onlar hakkında beşinci kol nitelemesini kullanır ve açıkça şu beyanatı verir: Eşyanı topla ve çek git bize geldiğinde yalın ayaktın ve biz seni insan yaptık, ondan sonra da amcalarını, kuzenlerini aramaya başladın; haydi bakalım Şimdi amcalarının yanına git o halde.
Aleviler, 16. yüzyıldaki Şii esinli ayaklanmaların sonucunda ortaya çıkmıştır. Yüzyıllar sonra Alevi diye kabul edilecek grupların, mehdici bir hareket olduğu kadar köylü ayaklanması olarak da tanımlanabilecek direnişi kanla bastırılmıştır.
Alexandre Koyré’nin belirttiği gibi, gelip geçici, olağanüstü bir hal olan savaş, kalıcı ve normal bir durum olursa( ) olağanüstü bir durum olan yalan da normalleşir( ).
Artık hiç kimse çocuklarının öldürülmüş mü yoksa öldürmekte mi olduğunu bilmiyordu.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Sonunda İslamcı yöneticiler, bazen kendi isteklerine aykırı olsa bile, demokrasiyi tüm risk ve tehlikeleri göze alarak yok etmeye çalışacaklarına, bir “demokrasi parodisi”ni korumanın kendi çıkarlarına olduğuna ikna olurlar.
Devrim öncesi ortama ABD’ye karşı giderek artan bir düşmanlık nüfuz etmişti. ABD ülkenin doğal zenginliklerini özellikle de petrolü sömürmekle ülkenin efendisiymiş gibi davranmakla suçlanıyordu, oysa aynı sırada olgulara bakıldığında Başkan Carter’ın insan hakları üzerine yaptığı konuşmalar monarşiyi zayıflatıp muhalefeti güçlendiriyordu.
Seyyid Kutb’un idam edilmesi İslamcı karşı çıkış tarihinde simgeleşmiş bir olaydır.
Zorba ölür ve hükmü sona erer, şehit ölür ve hükmü başlar.
1973 Petrol Şokundan sonra gelirleri hatırı sayılır ölçüde artan Suudi Arabistan Arap dünyasında Amerika’nın başlıca müttefiki olarak öne çıkar. Rejim, Suud ailesiyle Muhammed İbn Abdülvehhab (1703-1792) arasındaki anlaşmaya dayanmaktadır; bu anlaşma, 1932’de Arap Yarımadası’nın tamamının ele geçirilmesinin ardından yeniden güncellenmiş ve Suudi Arabistan Krallığı kurulmuştur.
Ortadoğu’da 1950’li yılların başında net bir biçimde algılanabilen devrimci durum askerî rejimlerle sonuçlanmışsa, bunun nedeni genç subayların kendi hiyerarşilerini de devirecek kadar radikalleşmiş olmalarının yanı sıra, aynı zamanda ihtilaflı taraflar arasındaki çatışmalara hakemlik edebilecek, bazı toplumsal taleplere öncelik taniyabilecek, diğerlerini erteleyebilecek ve toplumun bütününü ilgilendiren ulusal sorunu çözümleyebilecek en vatansever kategori olarak kabul edilmeleridir.
Sömürge halkların özel olarak komünist olmasalar bile, asla vazgeçmez bir anti-sömürgeci tavırları vardır.
Bu devir iç karartıcı sıkıntısı içinde, dünün ezilenini bugünün ezeni haline getiriyor.
19. yüzyıl sonunda, bin yıllık Müslüman siyasi kültürüne zıt olarak, devrim artık nefret edilen fitne’yi değil, gerilemeye verilen olumlu bir siyasi cevabı temsil etmektedir.
11 Eylül 2001, İkinci İntifada, çatışma bölgelerinde, özellikle de Irak, Afganistan ve Pakistan’da yüzlerce intihar saldırısı, Beyrut’ta kanlı sahneler Şiddeti Ortadoğu’nun alınyazısıymış gibi gösteren onca olay, onca görüntü
“Ortadoğu’daki şiddet döngüleri, bölgesel ve uluslararası ölçekte güçlü aktörleri kapsayan “dünya sistemi” dikkate alınmadan anlaşılamaz.”
“Şiddet, ister yerel ister sınır ötesi olsun, meşruiyetini ister kuşakların başkaldırısında ister uç bölgelerinin siyasal, hatta toplumsal sistemden kopuşunda bulsun, ister bir mülteci kampından ister örgütlü bir “ağ”dan kaynaklansın, kimsenin hakim olamadığı karmaşık süreçler içinde yerini bulmakta ve bir kez sahneye taşındıktan sonra kimsenin önceden hesap edemeyeceği geri dönülmez sonuçlar yaratmaktadır.”
“Tüm ipuçları Ortadoğu’nun geleceğinin daha yıllar boyunca “zayıf” veya “yüksek kapasiteli”, çoğunlukla hayatta kalmalarını sağlayacak hatırı sayılır kaynaklara sahip “parçalanmış tiranlıklar”a yol açan, demokratik olmayan rejimler tarafından ipotek altına alınacağını göstermektedir.”
“İlk ders, şiddet dinamiklerinin bizzat şiddet içinde değil, onun ortaya çıktığı bağlamlarda ve bir kez ortaya çıktıktan sonra tetiklediği süreçlerde aranması gerektiğidir.”
“Kendini küresel veya bölgesel süpergüç ilan edip, her türlü askeri güç kapasitesini kullanmak, bumerang etkisiyle, diğer güç özlemlerini kışkırtmaktan başka bir işe yaramamaktadır.”
“El-Kaide’nin gücü kendini kurban etmeyi iki çelişkili çerçeve tarafından meşrulaştırılan bir eylem tarzı olarak kabul ettirebilmesinden kaynaklanmaktadır: yükümlülük ve irade. Müslüman ümmetinin tamamına düşen kolektif bir yükümlülük, birey tarafından gönüllü olarak sahiplenilmektedir.”
“Nasıl ki Hıristiyanlık artık Hıristiyanlık-sonrası olarak nitelenen bir dünyaya “bellek olarak” bir anlam katıyorsa, İslam hayatta kalışını ancak “kendi evi”nin fiilen bir Müslümanlık-sonrası uzam haline gelmesini kabul etme koşuluyla sağlayabilir; bu uzamda din, geçmişin ve çağdaş çoğul pratiklerin mirası olarak yeniden tanımlanacaktır. Bu dönüşüm, inancın bütünsel ve disiplin koyucu vasfı olan kolektif yönünden arınıp bireyselleşmesi ve isteğe göre sürekli olarak yeniden icat edilmesine izin verilmesi anlamına gelir.”
“ “Kurban” teriminin, İbrahim’le ilgili anlatılan rivayete göre, hem bir başkasını kurban etme fiili, hem de bir “baba” tarafından kurban edilmeyi kabullenme anlamına geldiği görülüyor. Baba, ( ) en sevgili varlığını, yani en iyi oğullarını daha küçük bir kurbanla yetinemeyecek üstün bir akla kurban etmektedir. Kurbanın bedeni kozmik bir varoluş kazanırken, kurban edici ise çifte beklentiye, hem kurtuluşu sağlama, hem de şefaat beklentisine cevap vermektedir. “Varlıkları öldürmekten çok, hayatı öldürmek” anlamına gelen kurban, bununla birlikte bu işe adına razı olunan topluluğu kozmik, ebedi yaşama yüceltir.”
“Oliver Roy, “başarısızlık” derken, İslamcı militanlığın zayıflamasından değil, İslamcıların mevcut sistemlerden kopuşma politikası üretme kapasitesinden yoksun oluşlarından söz ediyordu.”
“Bununla birlikte, gerek Fransa’da gerekse başka yerlerde ortaya atılan siyasal İslam’ın başarısızlığı varsayımı, incelenen siyasal sahnelerin “uç bölgeleri”nin ve henüz hiçbir görünürlük kazanmamış yeni sibaların önemini ihmal ediyordu. Bu varsayım, haklı olarak, Müslüman toplumların “merkezde” barışçılaştıkları sonucuna varmıştı; ama buna koşut olarak, söz konusu toplumların uç bölgelerine, kenarlara çekilmiş bir radikalizm üretmeye devam ettiklerini, bu radikalizmin o bölgelerden hareketle Müslüman dünyanın bütününün siyasal ve toplumsal gündemini yeniden tanımlamaya uğraştığını fark edememişlerdi.”
“Siyasal fikirler devletler tarafından sahiplenildiğinde, anlamlarını kaybetme yönünde büyük bir tehlikeyle karşı karşıya kalırlar. Yinelene yinelene içi boşalmış sloganlar haline gelir ve artık diğer fikirleri kendi çevrelerinde güçlü bir küme halinde billurlaştırmayı, toplumsal güçleri eyleme geçirmeyi veya iktidara meşru bir otorite sağlamayı başaramazlar.”
“Ellerinde her türlü pazarlığı dışlayarak kullanılan baskıdan başka bir koz bulunmayan, her türlü muhalefeti “terörizm”le özdeşleştiren, “toplumun hayatta kalması” için “nihai bir çatışmanın zarureti prensibi”ni vurgulayan, savaştıkları insanlara hiçbir özne statüsü tanımayan, son olarak da şiddeti taşıyan toplumsal katmanları suçlu konumuna sokan devletler, silahlı direnişi önemli ölçüde beslemişlerdir.”
“Hapishane, uygulanan işkencelerle, militanların güzergahında gerçek bir “biyografik kopuş noktası”nı temsil eder. Muhalif bireyin faaliyet sınırını da gösterir; muhalefet ya bozgunla ya da benliğin kalıcı bir biçimde silinmesiyle sonuçlanır.”
“İşkence, güvenlik alanında bir bilgi edinmekten çok, “rehine” durumundaki tutuklunun bedenini yok etmeye ve nüfusun bütünü üzerine dehşet örtüsü sermeye yöneliktir.”
“Her savaş ( ) Hobbescu bir saptamaya uygun olarak sona erer: Bir iç Leviathan çıkmayınca, Leviathan ( ) dışarıdan ( ) gelir.”
“Darbe, devlet menfaatlerinden bir kopuş anlamına gelmez. Devletin kendi kendini açığa vurmasıdır. Devletin her koşulda, hangi biçimle olursa olsun kurtarılması gerektiğini beyan eden devlet menfaatinin ilanıdır.”
“Zor, iktidar bünyesinde ve “iktidardaki insanlara” karşı uygulandığında, toplum içinde hatırı sayılır bir simgesel boyut kazanır ve korku, meşruiyetin birinci aracı konumuna yükselir.”
“Kemalizm sezgisel olarak “Schmittyen”dir ve düşmanı olmayan “devrimci bir rejim”in yaşayamayacağını bilir.”
“Her devlet, “ulusal kimliği”yle “öteki”ni en baştan devre dışı bırakmış olur; söz konusu “öteki”, siyasal veya toplumsal bir rakip olabileceği gibi, etnik veya dinsel bir topluluk da olabilir. Nüfus topluluklarını bağlılıklarına göre tasnif etmek, kaçınılmaz olarak bazı kesimlerin “millet düşmanları” veya içeride yaşayan “gayri milli unsurlar” olarak meşruiyetten mahrum ve tasnif dışı bırakılmaları anlamına gelir. Ulusun kimlik inşa süreçleri ve kendisine saptadığı tarihsel misyonlar içinde yer almamak, o ulusun “dışına çıkmak” anlamına gelir.”
“Home orientalis’in davranışlarına yön veren kanunlar kutsal kitaplardan çok siyasal sosyoloji ders kitaplarında yer alırlar.”
“Toplumların ve toplulukların özü, kalıcı bir varlıkları, donmuş kalmış ‘değişmezlere’ bağlılıkları, iyi ya da kötü ‘misyon’ları veya ‘Tanrı vergisi eğilimleri’ yoktur. Onları durmaksızın değiştiren bir varoluş içindedirler ve bilinçleriyle faaliyetlerini hiçbir zaman aynı kalmayan, iç veya dış değişmelere bağımlı olan durumları belirler.”
Mehran Kamrava, Arap dünyasında devletten söz ederken, askerî devletle muhaberat devleti arasında bir ayrım yapar: Muhaberat devletleri uyruklarının siyasal zihniyetlerini kırarak onları depolitize etmekten başka bir hedef gütmezken, askerî devletler silahlı düşmanlarını bulup yok etmeye uğraşırlar.
“Aynı zamanda dünyanın çürümüşlüğünden kurtarılmış, adaleti geri getirebilecek tek davanın kutsallığına şehadet etmek üzere kurban edilmeye hâlâ layık tek mülk olarak algılanır. Oluşturulmuş bir ulusal gövdenin bulunmadığı veya artık sorumluluklarını üstlenemediği yerde, nöbeti bireyin gövdesi devralır.”
“Kitlesel zora başvurarak, toplumu savaşçı bir teatrallik içinde düşmanlar ve dostlar diye ikiye bölen bir anlam evreni şekillendirmişlerdi. Söz konusu teatralliğe, o sırada Japon çizgi filmlerinin yayınlanmasıyla meşhur olan ninjaların imgelemi damgasını vurmuştu.”
“İşkence, güvenlik alanında bir bilgi edinmekten çok, “rehine” durumundaki tutuklunun bedenini yok etmeye ve nüfusun bütünü üzerine dehşet örtüsü sermeye yöneliktir.”
“İşkence, yol açtığı söylentilerle, “ötekilerin bedeni üzerinde” iktidar kurmanın bir aracı olur. Nitekim iktidarın gaddarlığının halk nezdinde “inandırıcı” hale gelmesi için birkaç yaralı veya cansız beden “örneği” yeterli olmaktadır.”
„Kutb’un eserlerini bir “terörist manifestosu” olarak görmemek gerekir. Aslında tüm toplumsal sorunları, aile sorunlarını ve siyasi düzende, savaş düzeninde insan sorunlarını kapsayan, enine boyuna düşünülmüş fikriyatıyla alışılmış siyaset ve eylem kategorilerini sorguladığı için müthiş yıkıcı bir özellik taşıyan bir yazar söz konusudur.”
“Zor, iktidar bünyesinde ve “iktidardaki insanlara” karşı uygulandığında, toplum içinde hatırı sayılır bir simgesel boyut kazanır ve korku, meşruiyetin birinci aracı konumuna yükselir.”
“Ustalar ile çıraklar arasındaki ilişkiden hareketle şekillenen bir nakil ve itaat zincirine ayrıcalık tanıyan kültürel matris, Ortadoğu’daki otoritarizmin tartışılmaz biçimlerinden birini oluşturuyorsa75 muhalefet tarafından hiyerarşilerin devrilmesi de ikinci bir otoritarizm kaynağı olmuştur.”
“Başkaldırı, “mevcut düzen”le ve “geleneksel cemaat kültürü”yle kopuşma mantığı içinde yer alan dernek türü siyasi partilerin kurulmasıyla kendini ifade eder.7 Partiler, geçmişe yönelik radikal eleştiriler taşıyan milliyetçiliğin aracılarıdır.”
“Araplar “fazla devlet”ten, Kürtler ise devletsizlikten çekeceklerdi.”
“İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından gerçekleştirilen ve Kurtuluş Savaşı sırasında Kemalist direniş tarafından da yüklenilen, hatta Karadeniz Rumlarına ilişkin olarak genişletilen acımasız eylemlere rağmen, Türkiye bağımsızlığını ve uluslararası alanda itibarını kazanırken, birçok devlete bölünen Arap ve Kürt nüfusları için aynı şey geçerli olmadı.”
“Soykırım, “hiç sorunsuz ötekinin topraklarını sahiplenme”nin ve “hayatta kalanlarda itaat yaratma”nın bu aracı da İttihatçı elit açısından, sosyal Darwinci bir bakış açısından varlığıyla bile tehdit oluşturduğu kabul edilen bir Hıristiyan cemaati karşısında, (kâh İslam’dan ayrı tutulan, kâh onunla kaynaştırılan) Türklüğün zaferini ilan etmenin bir aracıydı. Şehir eşrafından Kürt aşiretlerine varıncaya dek birçok aktör soykırıma katılsa da, başlıca örgütleyici Teşkilat-ı Mahsusa’ydı. Ermenilerin katledilmesine karşı çıkan üyeleri ya görevden alınan, ya da Lice’de olduğu gibi idam edilen bürokrasinin tamamı üzerinde hakimiyet kurmuştu.”
“Devrimci sarhoşluk döneminin şiarı insan hakları iken, devrimci zorun soğuk analizi Ziya Gökalp’in şu sözünde özetlenmektedir: Hak yok, vazife var.”
“İttihatçı elit Fransız Devrimi’ne ve onun “bir mikrop gibi yayılan” insan hakları öğretisine giderek düşmanlaşan bir söylemi benimserken, “söz”e susmaktan başka bir seçenek kalmaz. Ziya Gökalp, Tekin Alp veya Yusuf Akçura gibi milliyetçi düşünürler tarafından yön verilen genç İttihatçı yöneticiler, özellikle de Enver, Talat veya Cemal, kısa sürede imparatorluğun hayatta kalmasının olmazsa olmaz koşulu olarak görülen devlet ve düzenin savunucuları kesileceklerdir.”
“Jön Türkler, belirgin radikalizmlerine rağmen, on yılı aşkın bir süre “zat-ı Şahanelerinin muhalefeti”ni oluştururlar ve Osmanlı iktidarını asla tehdit etmezler. Ancak İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yönetimi 1906’da Bahaeddin Şakir, Dr. Nazım veya Talat Bey gibi aşırı milliyetçi ve Türkçü düşünürlerin egemenliğindeki bir yerel komitenin eline geçtikten sonra, propagandadan devrimci eyleme geçiş vakti gelir.”
“Batılılaşmış eğitimli kişilerin cahillikle suçladıkları topluma karşı şiddet; Batılılaşma bizzat entelektüeller tarafından trajik bir yabancılaşma biçimi olarak algılandığı için, kendi benliğine karşı şiddet.”
“Gerçekten de Osmanlı iktidarı açısından, Batılılaşma projesiyle inşa edilecek ulusal bir cemaatin nihai harcı olarak İslam’ın kullanılması iki çelişkili, ama birbirinden ayrılmaz zorunluluktur.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir