İçeriğe geç

Ölümün Dostu Kitap Alıntıları – Pedro Antonio De Alarcon

Pedro Antonio De Alarcon kitaplarından Ölümün Dostu kitap alıntıları sizlerle…

Ölümün Dostu Kitap Alıntıları

Ölüm nedir? Sen bunu biliyor musun ki? Hayat nedir? Hiç kendine bunu açıklayabildin mi? Bu kelimelerin değerini bilmiyorsan, ne diye bana canlı mı yoksa ölü mü olduğunu soruyorsun?
Kimseye acı çektirmem. Son nefesinizi verene kadar size zulmeden benim düşmanım Hayat’tır. Şu çok sevdiğiniz hayat
Aşk hayattır , hayatsa aşk.
Ölüm nedir? Sen bunu biliyor musun ki? Hayat nedir? Hiç kendine bunu açıklayabildin mi? Bu kelimelerin değerini bilmiyorsan, ne diye bana canlı mı yoksa ölü mü olduğunu soruyorsun.
Ölümde unutuş yoktur.
Size tek kalan, kontes, ruhunuz…. Ruhunuzu düşününüz.
Düşler gerçeğe benzer, gerçekler de düşe.
Tanrı, yalnızca Tanrı, hayata ve ölüme uzaktan bakıyordu; evrenin birliğine göre ayrıksı, bir ve özünde üstündü; varlık olarak eşsiz, özgür ve eylem olarak kudretliydi! Ölüm, o sonsuz gölgesiyle yaratıcıyı kuşatamıyordu! O yalnızca ‘kendisiydi.’ Sonsuzluğu, değişmezliği, kavranamazlığı Gil Gil’in gözlerini kamaştırdı, o da başını eğdi, ona taptı, iman etti; Ölüm’ün uçurumlarından aşağıya inmeden önce, en büyük bilinmezliğin idrakiyle dua etti.
“Tanrı’nın adını anmakla iyi yapıyorsunuz. Ruhunuzu kurtarmaya bakın. Yineliyorum, ruhunuzu kurtarmaya bakın! Güzel bedeniniz, yaşama ihtirasınız, inançsız varlığınız ebediyen son buldu. Bu hayat gelip geçici; bu dünya zevkleri, bu sağlık, bu güzellik, bu bağış, korumak için böylesi uğraşıp didindiğiniz bu servet, gasp ettiğiniz mal mülk, hava, güneş, bugüne kadar tanımış olduğunuz dünya, hepsi yitecek; hepsi çoktan yok oldu; yarın bunların hepsi sizin için toz ve karanlık, beyhudelik ve kokuşmuşluk, yalnızlık ve unutulmuşluk olacak: Size tek kalan kontes, ruhunuz… Ruhunuzu düşünün!”
Ölüm döşeğindeki ünlü kontes, o sıralar otuz beş yaşlarında, eşsiz bir güzelliğin en olgun çağındaydı. Uzun boylu, hareketli ve tam formundaydı. Deniz gibi mavi ve güvenilmez gözleri, ölgün ve tatlı görünümünün altında derin uçurumları saklardı. Ağzının körpeliği, teninin narinliği, yüz hatlarının tatlı berraklığı, bu duygusuz güzelliğe acının ve tutkunun hiç el sürmediğini gösteriyordu. Şimdi onu yatağa düşmüş ve ıstırap içinde, korkunun pençesinde ve kedere yenilmiş halde gören en katı yürekli ruh bile, ürkü ya da dehşeti andıran tuhaf bir merhamet duyardı.
“Evet, annen öldü,” dedi Ölüm. “Ne var ki, onun canını hiç yakmadığımı bilmelisin. Kimseye acı çektirmem. Son nefesinizi verene kadar size zulmeden benim düşmanım Hayat’tır. Şu çok sevdiğiniz Hayat.”
Yağmur yağıyordu. Hani şu saatlerin bile ölüm vurduğu türden kasvetli mi kasvetli bir akşamüstüydü; gökyüzü bulutlarla, yerler çamurla kaplıydı; insanın soluğunu kesen nemli ve ağır bir hava vardı; tüm fakirlerin aç olduğu, tüm yetimlerin soğuktan titrediği, tüm bahtsızların ölmüşlere gıptayla baktığı bir gündü.
Siz yeryüzündeki insanlar neden hepiniz dost değilsiniz, anlamıyorum! Utanç ve zayıflıklarınızın benzerliği, birbirinize ihtiyaç duyuyor olmanız, yaşamlarınızın kısalığı, göksel cisimlerin sonsuz büyüklükteki gösterisi ve bütün bunlarla kıyaslayınca ortaya çıkan küçüklüğünüz, batmak üzere olan bir gemideki yolcuların yakınlaşması gibi hepinizi kardeşçe birbirinize bağlamalıydı. O gemide ne aşk, ne nefret ne de ihtiras var, kimse alacaklı ya da borçlu değil, kimse çirkin ya da güzel, büyük ya da küçük, mutlu ya da mutsuz değil. Hepsini çepeçevre saran aynı tehlike
Kimileri şu ya da bu renk giysiler giymek için azimle çalışıyor, kimileri süslenmek için toprağı kazıp maden arıyordu. Burada birini ölüm cezasına çarp­ tırıyor, öbür yanda bir diğerine körü körü­ ne itaat ediyorlardı. Bu yanda erdem ve ada­ let şu ya da bu ölçülere dayanırken, beri yanda o ölçülerin tamamen tersine daya­ nıyordu. Buradakilerin doğru dediğine öte taraftakiler yanlış diyordu. Hatta güzellik kavramı bile Kafkasya’da, Çin’de, Kongo’da ya da Eskimolar arasında dolaştıkça sana töresel ve düşsel bir şey gibi gelmiş olmalı.
Unutmak yaşarken mümkündür. Ölümde unutuş yoktur,
Kimseye acı çektirmem. Son nefesinizi verene kadar size zulmeden benim düşmanım Hayat’tır. Şu çok sevdiğiniz hayat.
“Ah, yeryüzünde olup biten bazı şeyleri açıklamak için delilik kelimesini ağzına almak ne kolay!“
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
“Gittim, döndüm ve bana hiçbir şey vermediler.”
“Beni terk etme, ya da bırak sürsün bu düş. Uyumak istemiyorum. Bu uyku beni korkutuyor! Bu mezar beni boğuyor.“
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
“Yaşamak! Artık adına ne dersen. Tüm bu zaman boyunca burada uyudun.“
“Bilim, deneyim ve felsefe kalbini arındırırdı, ruhuna asalet kazandırdı, tüm iğrenç yavanlığına rağmen sana dünyanın gerçek büyüklüğünü gösterdi, dün ölümden kaçarken aslında dünyadan kaçıyordun; bugün sonsuz aşk için çırpınırken, aslında ölümsüzlük için çırpınıyorsun. Kurtuldun!“
“Sana gerçek gibi geliyor. Bu sana hayatın ne olduğunu gösterecektir. Düşler gerçeğe benzer, gerçekler de düşe.“
“Ben kimseyi çıldırtmam,“ diye cevap verdi Ölüm.
Bu dünyanın saçmalıklarıyla tatmin olmayan yüce ruhların keder ve sıkıntısı, kuşku ve korkusu, başka bir yurdun, bilim ve kudretten daha yüksek bir görevin, nihayet, insan oğlunun gelip geçici büyüklenmesinden ve kadınların zayıf büyü lerinden daha sonsuz bir şeylerin varlığını seziyor olmalarından başka bir şey değildir.
Hayat aşktır; hayat duygudur; ama bu hayatın büyüklüğü, asaleti, mucizesi yeni doğmuş ya da ölmek üzere olan birinin yüzünden süzülen hüzün gözyaşlarıdır, yaşamaya aç ama varoluşun acısını çeken insanoğlunun melankolik yakınması, ahirete duyulan tatlı özlem ya da öte dünyanın dokunaklı hatırasıdır.
Hayal görmektesiniz, uzaktakini yakın sanıyorsunuz!
Sonuç olarak, insanların yaptığı her şeyin, zaman öldürmek için oynanan bir çocuk oyunu olduğunu, medeniyetlerinin, toplumsal yapılarının, en ciddi ilgi alanlarının sağduyudan nasibini almadığını, heveslerinin, âdetlerinin ve hiyerarşilerinin ise duman, toz ve esaslı bir saçmalık olduğunu anlamış olmalısın. Saçmalık mı dedim? Daha da beter! Bunlar, hayatın sıkıcılığında oyalandığınız oyuncaklar, ateşli bir hastanın sayıklamaları, bir delinin sanrıları!
İnsan nedir? Onun varlığını ifade eder? Sen onu güneşin batışından doğuşuna kadar uyurken, uykusunda düşlere dalmışken gördün. Düş aralarında, önünde ne yapacağını bilemediği on iki ya da on dört saatlik bir uyanıklık dönemi vardı. Bazı yerlerde, onu, elinde silahı, kendine benzeyenleri öldürürken buldun; başka yerlerde yiyeceğini değiş tokuş etmek için denizleri aşıyordu. Kimileri şu ya da bu renk giysiler giymek için azimle çalışıyor, kimileri süslenmek için toprağı kazıp maden arıyordu. Burada birini ölüm cezasına çarptırıyor, öbür yanda bir diğerine körükörüne itaat ediyorlardı. Bu yanda erdem ve adalet şu ya da bu ölçülere dayanırken, beri yanda o ölçülerin tamamen tersine dayanıyordu. Buradakilerin doğru dediğine öteki taraftakiler yanlış diyordu. Hatta Kafkasya’da, Çin’de, Kongo’da ya da Eskimolar arasında dolaştıkça güzellik kavramının kendisi bile sana töresel ve düşsel bir şey gibi gelmiş olmalı. Belki bilim de beklenmedik etkilerden ibaret, yalan yanlış bir deney ya da en kıyıda köşede kalmış sebeplerle ilgili yersiz bir sanı gibi geliyordur sana, utku ise tamamen tesadüf eseri şu ya da bu cesedin adının başına eklenen boş bir sözcük olmalı.
Sıcaklığın tümüyle yok olduğu, yaşamın tümüyle yadsındığı, hareketin mutlak biçimde durduğu, ölümün bir varoluş şekli olduğu bir yer hayal ediniz, yine de o ölü dünya hakkında tam bir fikir sahibi olamazsınız; hatta cesetten de öte, bozulup çürümüyor, şekil değiştirmiyor, böceklere yem, bitkilere gübre olmuyor, maddelere element, atmosfere gaz sağlamıyor. Orası, doğmamış bir evrenin kaosuydu; asırlık buz dağlarının yüzeyi altındaki hiçlikti.
Ölüm, önden giderek, “Sana yolu göstereyim,“ dedi.
( ) bununla birlikte, nüfusun niceliği ya da sayısı konusunda yanılıyorsunuz; ölü şehrin sakinleri, yaşayan şehirlerin nüfusundan çok daha fazladır, zira yaşayan şehirlerde en fazla üç nesil bir arada olur, oysa ölü şehirlerde bazen yüzlerce nesil bir arada gömülüdür.
Hep size daha hoş gelen bir yarısından söz etseniz bile, iki farklı coğrafya var. Dünya üzerinde bulunan mezarlıkların bir haritası yapılsaydı, o haritayla dünyanızın siyasi coğrafyasını anlamak mümkün olurdu.
Bu yüzyılın başında amansız bir savaşa tutuşan gözü dönmüş iki ulusa ait toprakların çoğunu geride bıraktık. Taht savaşlarına sahne olan tiyatronun tamamını gördük. Yenilenler ve yenenler şu anda uykuda. Benim çırağım olan düş, ne o savaşlarda çarpışırken, ne hastalıktan ne de yaşlılıktan ölen kahramanlara hükmediyor. Siz yeryüzündeki insanlar neden hepiniz dost değilsiniz, anlamıyorum! Utanç ve zayıflıklarınızın benzerliği, birbirinize ihtiyaç duyuyor olmanız, yaşamlarınızın kısalığı, göksel cisimlerin sonsuz büyüklükteki gösterisi ve bütün bunlarla kıyaslanınca ortaya çıkan küçüklüğünüz, batmak üzere olan bir gemideki yolcuların yakınlaşması gibi, hepinizi kardeşçe birbirinize bağlamalıydı. O gemide ne aşk, ne nefret ne de ihtiras var, kimse alacaklı ya da borçlu değil, kimse çirkin ya da güzel, büyük ya da küçük, mutlu ya da mutsuz değil. Hepsini çepeçevre saran aynı tehlike… Oysa benim varlığım(Ölüm) herkesi eşit kılıyor. Gör işte: Bu yükseklikten baktığında, batmakta olan bir gemi, vebanın ya da yangınların kırıp geçirdiği bir mekan değilse nedir yeryüzü?
Diğer insanlar gibi kafasızsın! Onlar, zihinleri hep benimle meşgul olması gereken o insanlar, dünyevi zevklerle gözlerini kapıyor, onları arayıp bulmaya gidene kadar bir kez olsun beni anmıyorlar! Benim tarihim oldukça kötü! Yanına varınca, beni hiç beklemiyormuş gibi şaşırıp korkmayan tek bir ölümlü ile karşılaşmadım. Yüz yaşındaki dedeler nineler bile beni hiç görmeden geçip gideceklerini sanıyorlar.
Ölüm nedir? Sen bunu biliyor musun ki? Hayat nedir? Hiç kendine bunu açıklayabildin mi? Bu kelimelerin değerini bilmiyorsan, ne diye bana canlı mı yoksa ölü mü olduğunu soruyorsun?
Her ne kadar bizi birleştirecek bir şey yoksa da, ayıracak bir şey de olmayacağı için beraberiz!
Birbirini inkâr edercesine birbirimize aidiz!
Unutma yaşarken mümkündür. Ölümde unutuş yoktur
Hâlâ iyi olabilirsiniz; hâlâ yaptığınız kötülükleri telafi etme fırsatınız var! Siz bedeninizi kurtarın, ben de ruhunuzu kurtarayım.
Tanrının adını anmakla iyi yapıyorsunuz. Ruhunuzu kurtarmaya bakın! Yineliyorum, ruhunuzu kurtarmaya bakın! Güzel bedeniniz, yaşama ihtirasınız, inançsız varlığınız ebediyen son buldu. Bu hayat gelip geçici; bu dünya zevkleri, Bu sağlık, bu güzellik, bu bağış, korumak için böylesi uğraşıp didindiğiniz bu servet, gasp ettiğiniz mal mülk, hava, güneş, bugüne kadar tanımış olduğunuz dünya, hepsi yitecek; hepsi çoktan yok oldu; yarın bunların hepsi sizin için toz ve karanlık, beyhudelik ve kokuşmuşluk, yalnızlık ve unutulmuşluk olacak: Size tek kalan, ruhunuz… Ruhunuzu düşünün!
“Ne kadar ağlasanız da, ölmeyeceksiniz. Ruh asla ölmez ve nedamet getirmek size sonsuz bir hayatın kapılarını açabilir.
Ölmeyeceksiniz zira hiç yaşamadınız! Tam tersine, nasıl ki âdil olanlara ebedi talih bahşedilir, ebedi bir ısdırap çekmek için siz de ruhsal yaşamın dünyasına doğacaksınız.
“Zindan! Boyunduruk!“ diye haykırdı. “Siz kralların tek bildiği bunlar. Ama ben korkmuyorum.“
Daha açık konuşmak gerekirse, avucunuzda tuttuğunuz ganimeti, diğerinin yeni bir yanılsama, düpedüz bir serap olabileceği korkusuyla bırakamıyorsunuz.
Düşüncelerinizi okuyacağımdan korkmayınız, zira onlar benim için sır değil.
Beklemek, çok değerli zamanın yok olması demekti.
İki insanın olabileceği kadar yakındık, ama herkes kendi dünyasındaydı.

Pedro Almadovar/Dolor y Gloria

Ölüm, kol kanat gerdiği dostuna olağanüstü, yüce şeyler anlatıyordu. Tarihin düşmanı, onun sözde yararlılığına sövmekten zevk alıyor, düşüncelerini haklı çıkarmak için olayları belgeler ve vakayınmelerde yazdığından çok farklı biçimde anlatıyordu.
“Evet, annen öldü,“ dedi Ölüm. “Ne var ki, onun canını hiç yakmadığımı bilmelisin. Kimseye acı çektirmem. Son nefesinizi verene kadar size zulmeden benim düşmanım Hayat’tır. Şu çok sevdiğiniz hayat.“
Heyhat, talihsiz gencin can simidi sandığı şey, ellerinin arasında tutuyor olduğu zehirdi, hem de en etkililerinden biri.
“Kısa sürede, yoğun ve türdeş olmayan bir yaşama verdiği uzun aralar sırasında hummalı biçimde yazdığı romanları, gerçekliğin uzun ve sebatkâr, özleminden ziyade, ruhundan beklenmedik bir esinle fışkıran dizginlenmiş yaşantıların meyvesine benzer.“
Evlendim ve yorgun düştüm Yaşamın günbatımı ne kadar da tatsız!
Siz yeryüzündeki insanlar neden hepiniz dost değilsiniz, anlamıyorum! Utanç ve zayıflıklarınızın benzerliği, birbirinize ihtiyaç duyuyor olmanız, yaşamlarınızın kısalığı, göksel cisimlerin sonsuz büyüklükteki gösterisi ve bütün bunlarla kıyaslanınca ortaya çıkan küçüklüğünüz, batmak üzere olan bir gemideki yolcuların yakınlaşması gibi, hepinizi kardeşçe birbirinize bağlamalıydı. O gemide ne aşk, ne nefret ne de ihtiras var, kimse alacaklı ya da borçlu değil, kimse çirkin ya da güzel, büyük ya da küçük, mutlu ya da mutsuz değil.Hepsini çepeçevre saran aynı tehlike Oysa benim varlığım herkesi eşit kılıyor. Gör işte: Bu yükseklikten baktığında, batmakta olan bir gemi, vebanın ya da yangınların kırıp geçirdiği bir mekân değilse nedir yeryüzü?
Seviyor ve seviliyordu; tapıyor ve tapılıyordu. Bir kere iç içe geçti mi ruhu iki aşığın, kim bilir, belki tutkunun sarhoşluğunda var olmayı bırakırlardı,
doğa çağırıp ölecek olsalar da bir gün.
Lord Byron
Ölüm nedir? Sen bunu biliyor musun ki? Hayat nedir? Hiç kendine bunu açıklayabildin mi? Bu kelimelerin değerini bilmiyorsan, ne diye bana canlı mı yoksa ölü mü olduğunu soruyorsun?
Unutmak yaşarken mümkündür. Ölümde unutuş yoktur
“Öyleyse uzat elini,” dedi genç, Ölüme. Tam o anda, bir öncekinden daha ürkütücü bir düşünceyle irkildi.
“Şu anda benim elimi sıkan elinle zavallı annemi öldürdün!”
“Evet, annen öldü,” dedi Ölüm. “Ne var ki, onun canını hiç yakmadığımı bilmelisin. Kimseye acı çektirmem. Son nefesinizi verene kadar size zulmeden benim hasmım Hayattır. Şu çok sevdiğiniz hayat.”
Orası, doğmamış bir evrenin kaosuydu; asırlık buz dağlarının yüzeyi altındaki hiçlikti.
Dünya üzerinde bulunan mezarlıkların bir haritası yapılsaydı, o haritayla dünyanızın siyasi coğrafyasını anlamak mümkün olurdu.
Bu cansız gözlere kısa süre öylece bakakaldıktan sonra, Gil Gil, siyah bir tülün kendisini sarıp sarmaladığını, yeryüzünün bir kaosa sürüklendiğini, dünyada var olan tüm gürültülerin havanın taşıdığı fırtına bulutlarına dönüştüğünü hissetti.
canın istediği zaman beni unutamazsın; önceki gün fani bir şeyle, gözlerine bağladığın bir bez parçasıyla, bugün ıssız bir bahçeye kapanarak benden ebediyen kurtulacağını sanıyorsun. Budala! Nankör! Kötü dost! İNSANOĞLU
“Aklı olmayan da ne demek? Siz insanlar gerçek bir usa sahip misiniz ki? Us tektir ve onun Dünyadan görülebildiğini sanmıyorum.”
Siz yeryüzündeki insanlar neden hepiniz dost değilsiniz, anlamıyorum! Utanç ve zayıflıklarınızın benzerliği, birbirinize ihtiyaç duyuyor olmanız, yaşamlarınızın kısalığı, göksel cisimlerin sonsuz büyüklükteki gösterisi ve bütün bunlarla kıyaslanınca ortaya çıkan küçüklüğünüz, batmak üzere olan bir gemideki yolcuların yakınlaşması gibi, hepinizi kardeşçe birbirinize bağlamalıydı.
Ah, yeryüzünde olup biten bazı şeyleri açıklamak için delilik kelimesini ağza almak ne kolay.
tüm fakirlerin aç olduğu, tüm yetimlerin soğuktan titrediği, tüm bahtsızların ölmüşlere gıptayla baktığı bir gündü.
ateşi sönmeyen bu aşkın üzerine umutsuzluğun mezar taşını örtmeden önce, yıllarca ruhuna ruh katan varlığa son kez hoşça kal demek istedi.
‘Ölüm nedir? Sen bunu biliyor musun ki? Hayat nedir? Hiç kendine bunu açıklayabildin mi? Bu kelimelerin değerini bilmiyorsan, ne diye bana canlı mı yoksa ölü mü olduğunu soruyorsun? ”
“Düşler gerçeğe benzer, gerçekler de düşe. ”
Göl­gemizin hep bedenimizin yambaşında olması gibi, yaşayan her şehrin, kasabanın, köyün yanıbaşında, ölü bir şehir, bir kasaba ya da bir köy vardır. Hep size daha hoş gelen bir yarısından söz etseniz bile, iki farklı coğraf­ya var. Dünya üzerinde bulunan mezarlık­ların bir haritası yapılsaydı, o haritayla dün­yanızın siyasi coğrafyasını anlamak mümkün olurdu.
Unutmak yaşarken mümkündür.
Olümde unutuş yoktur, kontes.
hiçbir günahkar, ölüm anı gelip çattığında geriye doğru adımlarının izini sürerek er­ dem yolunu bulamayacağından korktuğu için, suçlarının izlerini yok etmez.
Hayatta parayla alınamayacak en değerli şey; senin derdini kendi derdi gibi gören dosttur. La Edri
Ah, yeryüzünde olup biten bazı şeyleri açıklamak için delilik kelimesini ağza almak ne kolay!
Düşler gerçeğe benzer, gerçekler de düşe.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir