İçeriğe geç

Ölü Zaman Gezginleri Kitap Alıntıları – Hasan Ali Toptaş

Hasan Ali Toptaş kitaplarından Ölü Zaman Gezginleri kitap alıntıları sizlerle…

Ölü Zaman Gezginleri Kitap Alıntıları

Geçmişi küçük anlarda, geleceği de düşlerde arayıp bulmaktan başka seçeneğimiz yoktu
Şimdi sen bu satırların sonuna geldiğinde, hiç kuşkusuz beni tanımak için ne kahkahalardan yola çıkacaksın, ne de hıçkırıklardan.
Yalnızlığıma damlayan şarap lekesi yetecek sana..
Caddeden gelip geçen insanlara bakarken, hiçbir şey bitmiyor, diye mırıldandım. Hele geçmiş, hiç bitmiyor. Herkes geçmişini çoğaltıyor sürekli.
Birbirimizi görmeyeli yıllar olmuş gibi, bakıştık bir süre. Ben, içimden, bakışmak dokunmaya ne kadar yakın böyle, diye geçirdim o sırada.
Gitmek fiilinin altını çift çizgiyle en güzel trenler çizebilirmiş.
Gözlerinse maviydi, nereye bakarsan bak, iki damla deniz içini çeke çeke kendini martısızlığa vuruyordu.
Biliyorum, elinden gelse, her şeye karışıp başka gözlerden de silinecektin. Renklerin ardına gizlenmiş bir renk gibi tıpkı.
Her şeyi bilmek için erkendi belki, bilmeler yaşamalardan geçerdi ve biz önce yaşayacaktık.
Zaman hep geleceğe mi akar?
Gene de, sevmiştim sokakları. İnsan onları gezip dolaştıkça, yaşamın değişebilirliğine daha çok inanıyordu. Hatta, uzaktan uzağa da olsa, öteki insanların varlığına yaslanıp kendi varlığını, yalnızlığını ve tekdüzeliğini yeniden kavrıyordu.
kendimle kendim arasında uzanan o kat edilmez boşlukta yapayalnızdım.
” içindeki öykünün içindesin,”
, Bakışmak dokunmaya ne kadar yakın böyle,
Tutkular bizim kulplarımızdır ne de olsa, en kolay ve en çabuk onlarla ele geçiriliriz.
Sabahtan beri yanımızda kaç kez geçmişti
kim bilir? Havadır demiştik ona, sudur demiştik; sigara dumanıdır, sestir ya da kar tanesidir sanmıştık.
Uzaklarda, uzak kavramını kaypaklaştıracak kadar yakın görünen çok çok uzaklarda, ucundan kıyısından tüketilmiş bir orman ölüsünün yeşile çalan karaltısı vardı.
Herkes geçmişini çoğaltıyor sürekli
Bunca çirkinliği görmemek için ya gözlerimi körleştirecek bir güzellik bulmalı, ya da çekip gitmeliyim.
Anlamak da anlatmak da geçmişle başlamalı belki dee
Deli, derdi ona. Deliydi evet ! hiç Kuşkusu yoktu , kafasının içinde beyin diye yedi yüz elli gram et taşıyordu bu kız .
Tren yolculuğunu severim ben, dedi ağzından saçılan dumanların arkasından. Gitmek fiilinin altını, çift çizgiyle en güzel trenler çizermiş ona göre. Otobüs koltuğunda Ramses gibi kıpırdamadan oturanlara, yolculuk ediyor denemezmiş doğrusu. Sonra trenler her zaman bir sır taşıma olasılığı taşırmışlar. İnsanlar vagondan vagona geçtikçe, tuvalete, restorana gidip geldikçe ilginç şeylerle karşılaşabilirmiş insan.
Gitmek mi yoksa çekip gitmek mi Gülnida
kendimle kendim arasında uzanan o kat edilmez boşlukta yapayalnızdım.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Parmaklarım sigaraya yaklaşırken, şair bir dostumun dizesi geçti içimden: “ Bir kent terk edilirken sigara içilir sayın yolcular..”
Dünya, seninleyken katlanılabilir bir yere dönüşüyor ancak
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Gözlerinse maviydi , nereye bakarsan bak , iki damla deniz içini çeke çeke kendini martısızlığa vuruyordu.
Öyle çoktun ki yoktun .
Zamanlardan yaratılmış bir mekandaydık sanki , her şeyi aynı anda, ancak susarak yaşayabiliyorduk .
Kimi zaman sana diyeceklerimi tutup onlara desem diyorum , sana susacaklarımı ona sussam,
Hüzünlü bir sessizliğin içinden , gözüme hüzünle bakıyorlar.
Çekirdek çıtırtılarıyla kırmızı iğde kabukları arasında kaybolamayacak kadar güzel ellerin vardı, parmakların her yana dağılan sorulardı.
En sıkı bağımız sessizlikti, bunu ikimiz de bilirdik.
” geçmişi küçük anlarda, geleceği de düşlerde arayıp bulmaktan başka seçeneğimiz yoktu. ”
” dalgınlığına demirlidir her zaman, gitse gitse kararsızlıklarına gider arada bir ve hep pişmanlığından döner gelir kendine. ”
“Henüz ölmemiş ölüleriz”
Çünkü, tanıştığımızdan bu yana hep bir karmaşaydı o; kendine yenilen.
“Gitmek fiilinin altını, çift çizgiyle en güzel trenler çizermiş..
Bu adam bir gün ölecek dedi gri sakallı .
Onunla birlikte biz de dedim yavaşça.
“Böylesine derin bir sessizliği ancak büyük gürültülere hazırlanan ruhlar taşıyabilirdi”
Kabına sığmaz olunca bana koşardı eskiden, şimdi bunu yapmıyor; kırgın. Kırgınlığının nedenini çözemiyorum bir türlü, artık gözleri çok uzaklaştı, okunmuyor.
Susuyorduk. Dalıp gitmeler, birbirimize doğru eriyip akarcasına gülümsemeler, kirpik düşürüp kaş kaldırmalar sözlerden daha anlamlıydı.
Ya da, herhangi bir nesne, bizim gözlerimizle algılanmakla biraz da bize dönüşmüş olmuyor muydu?
Gecenin karanlığı altında kanatsız bir gece kuşuydum artık ben, sokaksız bir sokak kuşuydum, ya da dünyanın içinde kaybolmuş bambaşka bir kuştum.
Şimdi sen bu satırların sonuna geldiğinde, hiç kuşkusuz beni tanımak için ne kahkahalardan yola çıkacaksın, ne de hıçkırıklardan.

Yalnızlığıma damlayan şarap lekesi yetecek sana

Üstelik, gerçekliğimi bir başına doğrulayacak ölçüde anlaşılmaz bir sıkıntıya kapılmıştım ve kendimle kendim arasında uzanan o kat edilmez boşlukta yapayalnızdım.
Artık insanları analardan çok yaşamın doğurduğunu biliyorum.
…geçmişi küçük anlarda, geleceği de düşlerde arayıp bulmaktan başka seçeneğimiz yoktu.
“Henüz ölmemiş ölüleriz.”
Elleri karanlıkta kalan çocuklar , dün gece masalların ne denli gerçek olduğunu düşünmüşlerdi
Çürümüş evlilikler, elleri karanlıkta kalan çocuklar, eşyanın saltanatı, canlı olmanın aczi.
Balkonlardan da öyle. O balkonlardan birinde sen varsın.Caddedeki  bağırsak gürültüsünü boğan ve giderek alışkanlığa dönüşen alkışlara aldırmadan, hâlâ çay dolduruyorsun bardaklara. Uçuşan buharlar ellerini silmiş zamanın gözlerinden
Bense, bando takımının ikinci sırasında, gözlerimi sana dikmiş, trompet üflüyorum..
Yumuşacık bir fısıltıydı bu, yıllar, yıllar öncesinden geliyor gibiydi. Dut ağaçlarının gölgesinde yatan köy evimizin ıssızlığına benziyordu biraz, dedemin düğümlenmiş öksürüklerine, babamın köy bekçisine kurşun sıkışına, babaannemin sim ışıltılarına karışan bakışlarına, ya da annemin çorbaları taşırıp kaşıkları unutan öfkesine benziyordu.
Henüz ölmemiş ölüleriz
Ama ne zaman doğdumuz sorulduğunda hep annemizin sorulduğu nda hep anamızın bacakları arasından çıktığımız tarihi belirtmemize rağmen artık insanları analardan çok yaşamın doğurduğunu biliyorum
Henüz ölmemiş ölüleriz
Kendi kendime, zaman hep geleceğe mi akar , deyip duruyordum.
Gene de , içtiğim çaylara şeker diye bir çift balon attığım da oluyordu.
Gözlerimi açtığımda, sen dizlerimin dibinde karmakarışık bir bilmeceydin hâlâ ve hiç kuşkusuz, kendi güzelliğinin içinde yüzüyordun ”
Evet, sessizce; çünkü sessizliğin sesten daha güçlü ve daha acımasız olduğunu biliyor bu kahrolası eşyalar!
şehirlerin gürültüsünden uzaklaşmış olsak da, bellegimizdeki hatıralardan – yani geleceği ele geçirmek adına geçmişe saçıp savurduğumuz kendimizden – henüz kurtulamamıştık ..
Şimdiye dek geleneklerin, geleneğe dönüşmemiş alışkanlıkların, anasının yaşama bakış biçiminin ve kendi korkularının duvarını aşamayan sevgisini, gene gizleyecekti herkesten.
Caddeden gelip geçen insanlara bakarken, hiçbir şey bitmiyor, diye mırıldandım. Hele geçmiş, hiç bitmiyor. Herkes geçmişini çoğaltıyor sürekli.
Anlamak da anlatmak da geçmişle başlamalı belki.
Her şeyi bilmek için erkendi belki, bilmeler yaşamalardan geçerdi ve biz önce yaşayacaktık.
Yaşamı biriktirenler yalnızca bize yeni bir bulunmaz doğursun diye biriktirmiyorlardı kuşkusuz; kimileri vardı ki o yaşamın içinde, bulunmaz’ı bulmak için yaratıldıklarına inanan birer sürek avcısıydılar ve henüz sözcüklerle sınırlandırılmamış olan her şeyin peşindeydiler.
Geçmişi küçük anlarda, geleceği de düşlerde arayıp bulmaktan başka seçeneğimiz yoktu.
Şehirlerin gürültüsünden uzaklaşmış olsak da, belleğimizdeki hatıralardan -yani geleceği ele geçirmek adına geçmişe saçıp savurduğumuz kendimizden- henüz kurtulamamıştık.
Bir keresinde, gözlerimi gene o boş masaya dikmiş ve zamanın tıpkı bir yol, ya da gökyüzüne tırmanan masmavi, kocaman bir ağaç gibi kollara ve dallara ayrıldığını düşünmüştüm. Bu varsayıma göre, insan her an bir kavşaktaydı; gördüğü, dokunduğu, yaşadığı, yaşayamadığı ne varsa onlara yaslanarak ya o yolu seçecekti, ya da ötekini. Tabii, bu seçim yalnızca belirlenen yolun gidiş yönünü göstermiyor, aynı zamanda ileride, yönlerin düğümleneceğini başka kavşakların kaderini de çiziyordu.
Gene de, sevmiştim sokakları. İnsan onları gezip dolaştıkça, yaşamın değişebilirliğine daha çok inanıyordu. Hatta, uzaktan uzağa da olsa, öteki insanların varlığına yaslanıp kendi varlığını, yalnızlığını ve tekdüzeliğini yeniden kavrıyordu.
Öyle çoktun ki, yoktun.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir