Mahir Ünsal Eriş kitaplarından Olduğu Kadar Güzeldik kitap alıntıları sizlerle…
Olduğu Kadar Güzeldik Kitap Alıntıları
Nereye gidersen git aklını da, cesedini de yanında taşıyorsun.
Ne olursa olsun, çocukken hayat, koptuğu yerden daha kolay devam edebiliyor.
Adına yaşamak denen bir intiharın sonuna gelmiştim.
Umut çok garip bir şey, insanı olduğundan daha aptal etmeye yetiyor.
Sevilirken, kendimize, sevdirmeye çalıştığımız zamanlardaki kadar bakmıyoruz.
Kendimi iyi hissetmenin değilse bile kötü hissetmemenin muhakkak bir yolu olmalıydı, ölmedik ya ?
Evine girip, kapısını içeriden kapattığı andan itibaren insanın nasıl yabanileştiğini, başka insanlara değmeden yaşayan birinin nasıl kendinden başka konuşacak dostunun kalmadığını babamla gördüm.
En kötü felaket bile, ihtimalinden daha ağır değildir zaten, daha zor değildir.
Öyleyse yaşamak, hayata karşılık hayallerden vazgeçtiğimiz bir kaybetme biçimidir.
Durduğu yerde ağırlaşmaya başlıyor hayat.
Fakirin umudu kazancından çok, borcundan az işte, ne yaparsın.
Umut çok garip bir şey, insanı olduğundan daha aptal etmeye yetiyor.
Umut çok garip bir şey, insanı olduğundan daha aptal etmeye yetiyor.
Oysa insanlar sırf bir gün öleceklerini bildikleri için bu kadar çok seviyorlardı yaşamayı.
Kimseyi istemiyorsun yanında, ama durup durup da yalnızlıktan şikayet edesin geliyor. Bir şeyden şikayet edebilmek için bile insan lazım. Öyle hileli bir şey bu
Kokusunda bütün felaketlerden öncesine ait bir lezzet vardı.
Öyleyse yaşamak, hayata karşılık hayallerden vazgeçtiğimiz bir kaybetme biçimidir.
Hayat, kendini öyle bir gelip senin karşına koyuyor ki, hayallerini, umutlarını, çocukluğundan, gençliğinden beri kurduklarını yutturuveriyor sana.
Çocuklara hakikat nasıl da olduğu gibi görünüyor. Başka türlüymüş gibi davranıldığında şaşırıyorlar, ikna olamıyorlar kendi kendilerine. Büyüklerine sora sora köreltiyorlar hakikati gören gözlerini zamanla. Böylece büyüyorlar.
En kötü felaket bile, ihtimalinden daha ağır değildir zaten, daha zor değildir.
Yaş betona yazılıp da kuruyunca silinmez olan yazılar gibi, kıskançlığın insanın içinde çocukken yerleştiğini onunla gördüm.
Adına yaşamak dediği, yıllar süren bir intiharın sonuna gelmişti demek. Daha fazla uzamasına dayanamamıştı. Biz aklı alındı sanıyorduk, o doğduğundan beri uyuduğu bir uykudan uyanıyormuş meğer.
Şimdilerde, ayıplı bir ergenlik anısı hatırlıyormuş gibi mahcup aklıma düşen o günlerdeki heyecanın, göğsümün içinde bir yerlerde yeniden titreyiverdiğini hissetmek iyi gelmişti çünkü.
Aklını bilmem de ömrüne ilk hasarı orda aldı galiba. Bir daha hiç düz gitmedi.
Ama bu sarhoşluk falan olamazdı. Adam beni basbayağı Feridun sanıyordu.
İnsanların hepsi, davetliler işi, soğuğu, kardan kapanan yollan bahane edemesin de altınını paşa paşa getirip taksın diye yazın evlenmiyor mu?
Bir sen yoksun içlerinde ve bunun farkında bile olmuyorlar. Seni bu hale koyan bile onların arasında dolaşıyor, yaşıyor, ediyor ama sen evde oturmuş, dünya durdu sanıyorsun.
“Yokluk, yoksunluk, ayrılık, azap görmeden yazmışsın Fransızca Fransızca, ağzından pipon, önünden şarabın eksik olmamış, bir de yumurtladıklarını Türkçeye çevirmemi bekliyorsun pezevenk!”
“Hay ben böyle aşkın ıstırabını!” deyip kalaylayamıyorsun çünkü, aşk da senin ıstırap da.
Fakirin umudu kazancından çok, borcundan az işte, ne yaparsın.
Kimseyi istemiyorsun yanında, ama durup durup da yalnızlıktan şikâyet edesin geliyor. Bir şeyden şikâyet edebilmek için bile insan lazım. Öyle hileli bir şey bu.
Yaşa, işe, güce, itibara en ufak hürmeti olmayan bu acıya aşk acısı diyorlar.
Olmayınca, bir de çok, bin de. Ah o batan balık, ne meraklıdır ya yan gitmeye, biliyorsun.
Küçücük canımla, arkadaşıymış gibi yanında dolaştırırdı beni, kocaman insanmışım gibi konuşur, anlatırdı.
Babaların çocuklaştığını görmenin nasıl sıcak ve üzgün bir havası var.
Denizin kıyısına bu kadar itici bir bina yapmak ancak bürokrasinin aklına gelir zaten.
Belki de insanlar hakikaten böyle deliriyordur. Bir şeyi kafaya takıp onunla zihninin içine küçük bir delik açıyor, sonra kurcalaya kurcalaya o deliği bütün bir aklı yutacak kadar büyütüyordun.
Öyleyse yaşamak, hayata karşılık hayallerden vazgeçtiğimiz bir kaybetme biçimidir.
..hayat da öyle geçip gitmiyor mu, biz güzel şeyler yapmaya çalışırken, tam da en güzel şeyler oluverecekmiş gibiyken.
Olacaktı, bugün değilse yarın, inanıyordum, bir gün olacaktı ve o günü görmek istiyordum. O yüzden inandım; inandım işte.
Devrim olurdu, olmazdı orası ayrı mesele. Ama devrime yalnızca inanmanın bile, razı olmamakla doğrudan ilgili, vicdanı serinleten, en olmadık zamanda insanın içini yeşerten bir lezzeti var.
Belki yirmi sene var böyle geç uyanmışlığım yok.
Böylesi sessizlikler hayatta hep felaket haberleriyle biterdi, o kadarcık yaşımla bile biliyordum bunu.
Ne olursa olsun, çocukken hayat, koptuğu yerden daha kolay devam edebiliyor.
Bak ömür hiçbir küslüğü sürdürecek kadar uzun sürmüyor, yetişmiyor.
Günaha elinin ucu bulaştıysa, her an her şeyde yüzüne yüzüne vuruverecekmiş gibi olunurmuş, o gün öğrendim bunu.
Şahane tost ekmeğinin içinde sucuğa kaynamış kaşar, yumuşacık karnı, keskin kenarlan ve bir yüzüne sürülüp tuzlanmış domates salçasıyla rüyalara giren tost.
İnsanın canına tak eden şey, gerçekten de tak diye keskin bir gürültü çıkarıyorsa, telefonda o sesle konuşmuştu benimle.
Bütün şairler gibi, gidene, gelmeyene ve gelmesini umduğuna şiir yazmayı severdi.
Hissediyor insan demek ki.
Mini etekli kızlar açtı kapıları, takım elbiseli adamlar görüştüler benimle. Uzun uzun vizyon dediler, misyon dediler, süpervizör dediler, prim dediler. İkna oldum, güzel laflardı hepsi.
Her evin kafa kâğıdı sayılabilecek bir kokusu olur hani. O koku orasıdır, bir orası öyle kokar.
..insan mutluluğa ne kadar acıkıyormuş meğer.
Allahından, kitabından bulsun kim kimin hayalini, neşesini çalıp gittiyse.
Bir gün kendilerinin ve yanlarındakilerin öleceğini unutup nasıl da neşelenebiliyorlar bu kadar diye geçirdim içimden.
İnsanların hepsi, davetliler işi, soğuğu, kardan kapanan yollan bahane edemesin de altınını paşa paşa getirip taksın diye yazın evlenmiyor mu?
Nereye gidersen git, aklını da, cesedini de yanında taşıyorsun.
Sevilirken, kendimize, sevdirmeye çalıştığımız zamanlardaki kadar bakmıyoruz çünkü hiç. Biri gelip bizi tezgâhtan alana kadar, bir manavın önlüğüne süre süre parlattığı elmalar gibi cilalayıp duruyoruz kendimizi. İlk ısırıktan sonra, ısırılan yerlerimizden kararmaya başlıyoruz ama.
Evde hiçbir şey yapmadan vakit geçirmenin tüm kaynaklarını tüketmiştim artık. Torunlarıma bile yetecek kadar sıkılmıştım.
Çalışmak iyileştirir, çalış, çok rahatlayacaksın.
Yaşa, işe, güce, itibara en ufak hürmeti olmayan bu acıya aşk acısı diyorlar.
Acımıyordum babama. Acıyasım gelmiyordu, kendi yaptı bunu, diyordum o çocuk aklımla bile.
Kızlar gitmez cumaya,” derdi dedem
“Keşke, kızlar da gitseymiş cumaya,” demiştim. “Belki o zaman, bu kadar kötü kokmazdı halılar.
Ah o batan balık, ne meraklıdır ya yan gitmeye, biliyorsun.
Fakirin umudu kazancından çok, borcundan az işte, ne yaparsın.
“… hayat da öyle geçip gitmiyor mu, biz güzel şeyler yapmaya çalışırken, tam da güzel şeyler oluverecekmiş gibiyken. Öyleyse yaşamak, hayata karşılık hayallerden vazgeçtiğimiz bir kaybetme biçimidir.”
Bir yabancıydı artık..
yarını planlayarak yapılan düğünlerde hep dün konuşulurdu çünkü,biliyordum.
çünkü televizyon yalnızca mucizevi ışığında değişik hayatlar saklayan sihirli bir kutu değil, basbayağı evden, haneden, mahalleden biriydi.
Adına yaşamak dediği, yıllar süren bir intiharın sonuna gelmişti demek.
Öyleyse yaşamak, hayata karşılık hayallerden vazgeçtiğimiz bir kaybetme biçimidir.
Deli eder insanı yaşamak.
Allahından, kitabından bulsun kim kimin hayalini, neşesini çalıp gittiyse.
Ölmek olmasa yaşamak ne güzeldi.