İçeriğe geç

Olasılık Dışındaki Kitap Alıntıları – Yves Bonnefoy

Yves Bonnefoy kitaplarından Olasılık Dışındaki kitap alıntıları sizlerle…

Olasılık Dışındaki Kitap Alıntıları

Şiir ve yolculuk aynı özden, aynı kandandır.
Doğru yer, derinlikte bir inanca geliş yeridir. Böylece, yeni bir ilke bir bilgiyi değiştirebilirken, bura­da ilke dünyanın bir noktasıdır ve o noktayı kuran şey bir anıt­tır, daha büyüleyici bir görünümdür, bir heykeldir. Eskiden ke­hanet bu değil de neydi, bir yurt bundan başka nedir?
Kavramsal in­sanda, var olana karşı sürekli bir yüzüstü bırakma, bir dönek­lik vardır. Bu terk ediş sıkıntıdır, iç daralmasıdır, umutsuzluk­tur. Ama bazen dünya dikelir, bir büyü bozulmuştur, sanki gökten bir lütuf inmiştir de varlıkta canlı ve saf olan her şey bir anda verilmiştir işte. Öyle sevinçler, tinin zorlu gerçekliğe doğru açtığı bir geçittir.
Özenle kapatılmış, güneşin her türlü ölüm düşüncesinden arındırdığı çıplak bir taşta tini rahatsız edebilecek ne olabilir? Mezar taşları, üstlerinde yazan ada kar­şın, yazıtıyla birlikte, daha şimdiden unutuşun başlangıcıdır.
Yunanlılardan beri düşünüldüğü kadarıyla ölüm, tanıda hiçbir şeyin ölmediği bengi bir egemenlik içerisinde öteki ide­lerle suç ortaklığı yapan bir ideden başka şey değildir. Böyle­dir bizim hakikatimiz işte: ölümü tanımlamaya kalkışır ama sonuçta onu kaldırıp tanımlanmış olanı koymuştur yerine. Oy­sa tanımlanmış olan, artık hasar getirilemeyecek bir şeydir; ölüme karşın ve kaba görünüşleri unutmamız koşuluyla, tuhaf bir ölümsüzlük temin eder. Geçici ama yeterli bir ölümsüzlük.
Ve bize artık hiçbir inanç, hiçbir formül, hiçbir söylence destek olmaz, en yoğun bakış umutsuz tükenip gidecektir.
Hegel’in sanki avutarak gösterdiği gibi, söz dolaysız olandan hiçbir şeyi aktaramaz. Şu anda gece, bu sözcüklerle kendi duyumsal deneyimimi açıkladığımı düşünsem de, bu yalnızca bir çerçeve, bulunuşun silindiği bir çerçeve halini alıverir. Eskiden gözümüze en canlı görünen portreler birer paradigma olarak çıkar karşımıza. En özel sözlerimiz bizden koparak birer söylenceye dönüşür. En çok sevdiğimize ilişkin hiçbir şeyi söyleyememeye mahkum muyuz?
Ne zaman birisinin eksiğiyle, bizi oyuna getirmiş olan zamanla, tam da bulunuşun ya da, ne bileyim, anlaşmanın ortasında açılan uçurumla yüzleşmemiz, felakete uğramış biri için söylendiği gibi bunları üstlenmemiz gerekse, bir korunak olarak hemen söze başvururuz. Sözcük anlandırdığı şeyin ruhu gibi gelir bize, hiç leke sürülmemiş ruhu
Doğru yere varmadıktan sonra, elimize gerçekten de ne geçmiş olacaktır?
Ve bize artık hiçbir inanç, hiçbir formül, hiçbir söylence destek olmaz, en yoğun bakış umutsuz tükenip gidecektir.
Vücut hiçliği oynar, söylem hiçliği sözcüklere döker.
Ama üzüntünün gölgesi düşmez de değildir sevincine.
Dünyada olma arzusu asla bu yüzyıldaki kadar yoksun kalmamıştır sevdiğinden.
Belki de şiir çaresiz umuttan başka bir şey değildir.
Her şey ancak ölümden dolayı vardır. Ve ölümle kanıtlanmayan hiçbir şey doğru değildir.
Kendinin en iyisine -en karanlığına- mecbur edilmiştir, tin biçiminde yontulmuştur. Sonradan herkesin yararına olacak biçimde, özselin kendisi olmaya zorlanmıştır.
Issız kent: gerçeklikle dopdolu, bir yalnızlık.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Kuşkum yok, bana ayrılmış o barınak, o varlığa sahip olma eşiği var bir yerlerde. Ama ne ömürler harcanıp gidiyor onu bulmayı bilemeden!
Mezar taşları, üstlerinde yazan ada karşın, yazıtıyla birlikte, daha şimdiden unutuşun başlangıcıdır.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Tutarlı düşüncenin ötesinde, en küçük kavramın bir kaçışa neden olduğunu saptıyorum. Evet, bir düzen kuran her düşüncede idealizm galip çıkar. Dünyada tehlike altında yaşanacağına dünya baştan yapılsın daha iyi, denir burada alttan alta.
Geçici ama yeterli bir ölümsüzlük.
Var olmayan bir güneşle geceler arasında ne ilişkiler.
Peki neydi bu ölüm? Tinin bir kaygısı mı? Vücudu tehdit eden ama sınırlandırılabilecek bir tehlike mi? Birçok zaman şiir yalnız ve yalnız tehlikelidir –
Baudelaire’den beri bu böyledir, bir kez daha. Fiziksel ölüm de içimizde her zaman için başlamış bir haldedir. Bütün sorun bunu bilmek.
Ne mutlu ki tamamen ölüyüm , diye yazar
büyük tasarısının başında Cazalis’e.
Tanrıların arasında şair olmak kolaydır. Ama biz tanrılardan sonra geliyoruz. Şiirsel dönüştürümü güvence altına alacak bir göğe başvurma olanağımız kalmadı ve bu dönüştürümün ciddiyetini sorgulamamız gerekiyor.
Şu donuk su gözünün oyuncağıyım ben, erişemiyorum,
ey hareketsiz sandal!
ah, çok kısa kollar!
ne o
ne bu çiçeğe
Ne zaman birisinin eksikliğiyle, bizi oyuna getirmiş olan zamanla, tam da bulunuşun ya da, ne bileyim, anlaşmanın ortasında açılan uçurumla yüzleşmemiz, felakete uğramış biri için söylendiği gibi bunları üstlenmemiz gerekse, bir korunak olarak hemen söze başvururuz. Sözcük adlandırdığı şeyin ruhu gibi gelir bize, hiç leke sürülmemiş ruhu. Ve sözcük o nesnede zamanı, uzamı, yoksunluğumuzun o ulamlarını örtbas ediyorsa, nesnesini maddenin yükünden kurtarıyorsa, onun değerli özünü zedelemeden, arzumuzu ona yeniden kavuşturmak için yapar bunu. Böyle
söyler adını Dante, yitirdiği Beatris’in
Ama askerler ateş etmeyecek.
lçindeki öfke zamanın adi mekanizmasını bozdu. /lnsanlar yaşama tersinden tekrar başlayacak, /Subay anasının kokuşuk deltasında yeniden sperm olacak.
Yine de Francesca’nın konuşabilmesi için,
rüzgar sustu, yazar Dante. Tanrı’nın öfkesi bir an için yatışmıştır.
Taşların
takdirine teslim olduğumuz şu anda, diye yazar, çıplaklıklarımızı anlama gücüne sahibiz, yalnız kendine tanıklık eden ve
dönem dönem kendini bizlere son bir çare olarak sunan kör bir gücün anlamını kavrama gücüne
Belki de şiir çaresiz umuttan başka bir şey değildir.
Her şey ancak ölümden dolayı vardır. Ve ölümle kanıtlanmayan hiçbir şey doğru değildir.
Ne
olursa olsun, bir dinginlik olmadan önce uzun bir şiddettir doğruluk. Ve tehlikesiz söylem her şeyden önce bir retoriktir,
yani bir yalan, şiirin çok haklı olarak yüzüne vurulan kusuru.
Ölümden bir güç beklemiştir. Lekeye bulanmış bir dünyadır tek eline geçen. O zaman,
gururlu bir biçimde, sırf boş laf olmaktan korkar: alçak, der,
soytarı.
Nice felsefe ölüm konusuna açıklık getirmek istemiştir ama bir tek felsefe tanımıyorum ki mezarları ele almış olsun.
Varlığı sorgulayıp da taşı pek az sorgulayan zihin, bu taşlara
sırt çevirerek onları ikinci bir kez unutuşa terk etmiştir.
bir ölüm sezgisi anının o karanlığıyla ilk karşılaşan olmak isterdim
O her türlü amaçla bağlarını koparmış, o kör kalmış yüksek yuvarlak kuleler ancak yakın gelecekteki yıkıntılarıyla anlam kazanırlar orada.
Mezartaşı kavramın yüzleşmediği yasaklı şeylerden midir, kuşkuluyum yine de. Özenle kapatılmış, güneşin her türlü ölüm düşüncesinden arındırdığı çıplak bir taşta tini rahatsız edebilecek ne olabilir? Mezartaşları, üstlerinde yazan ada karşın, yazıtıyla birlikte, daha şimdiden unutuşun başlangıcıdır.
Büyük bir gerçekçiliğe; çözüm bulacak yerde ağırlaştıran, karanlığı belirten, aydınlıkları her an yırtılabilecek bulutlar sayan. Yaşama geçirilemeyecek bir ulu aydınlığın kaygısını taşıyan.
Şiir uzun süre İdenin evinde yaşamak istedi ama, dendiği gibi, oradan kovuldu, acı çığlıkları atarak kaçtı. Çağcıl şiir kendi
olanaklı barınağının uzağındadır. Dört pencereli büyük salon ona hala kapalıdır. Şiirde biçimin verdiği dinginlik dürüstçe
kabul edilebilecek bir şey değildir. Ama gelecekteki şiirin şansı, en azından mutluluk olarak (bu mutluluğa şimdi tabii ki razı olabilirim), bulunuş’un neler açabileceğini uzun sürgününde
anlamak üzere olmasıdır. İç daralmasıyla dolu onca saatten sonra. Bu kadar zor muydu peki? Bir dağın yamacında, akşam
güneşi vuran bir pencere görmek yetmez miydi?
Kendini kendinden boşaltmış bu karaltısız ufkun önünde duralım yine de.
Dilde bulunuşa ulaşmak için duyulan bu neredeyse karşılanmış arzunun anlamı da sanırım şudur: zeka, kendisinden daha
büyük olan aşkın içinde silinip gitmelidir, aşkın tek barınağı acıma ya da özlem, acı bilgi , o kaçınılmaz ve umutsuz bilgi olsa bile.
Hegel’in sanki avutarak gösterdiği gibi, söz dolaysız olandan hiçbir şeyi aktaramaz. Şu anda gece, bu sözcüklerle kendi duyumsal deneyimimi açıkladığımı düşünsem de, bu yalnızca bir çerçeve, bulunuşun silindiği bir çerçeve halini alıverir.Eskiden gözümüze en canlı görünen portreler birer paradigma
olarak çıkar karşımıza. En özel sözlerimiz bizden koparak birer söylenceye dönüşür. En çok sevdiğimize ilişkin hiçbir şey söyle-
yememeğe mahkum muyuz?
Sözcük adlandırdığı şeyin ruhu gibi gelir bize, hiç leke sürülmemiş ruhu. Ve sözcük o nesnede zamanı, uzamı, yoksunluğumuzun o ulamlarını örtbas ediyorsa, nesnesini maddenin yükünden kurtarıyorsa, onun değerli özünü zedelemeden, arzumuzu ona yeniden kavuşturmak için yapar bunu. Böyle
söyler adını Dante, yitirdiği Beatris’in. Bu tek sözcükle onun idesini adlandırır ve ritimlerden, uyaklardan, dilin sunduğu
bütün görkem olanaklarından ona bir taraça yapmalarını, bir bulunuş şatosu, bir ölümsüzlük şatosu, bir geri dönüş şatosu
kurmalarını ister. Bütün bir şiir anlayışı, sevdiğini daha iyi kavramak için dünyayla bağlarını koparmaya çalışacaktır.
Şiirle umudu neredeyse birleştirmek, bir tutmak istiyorum. Ama bunu uzun yoldan yapmak istiyorum çünkü nasıl
iki türlü umut varsa, şiirin de iki türlüsü vardır, biri boş düşlere ve yalana dayanır, ötekisi ölümcül, yazgısaldır.
Baudelaire şiire işlemiş olan büyük kurban oluş düşüncesini canlandırmıştır.
Tanrı’nın uzun süreden beri artık var olmadığı bir dönemde, ölümün etkili olabileceğini bulgulamıştır. Yitik insanın birliğini ancak ve ancak ölümün yeniden biçimlendireceğini. Ve gerçekten Mallarme ya da Proust’un, ve Artaud’nun ve Jouve’un -Kötülük Çiçekleri ruhunun mirasçılarının- yapıtları üzerinden, ölümün ruhlara oldukça hizmeti geçtiğini düşünebiliriz: sonunda özgür ve saf bir dünyada.
Ölüm tanrı sözünün yazgısını nihayete erdirecektir. Uzun süren başıboş arayışının sonunda din duygusuna şiir barınağı­
nın kapılarını açacaktır.
İdenin boyunduruğu altındayken suçlu görünür dünyamız. İşte o zaman dünyamızda günahtan ve cehennem azabından geriye saf hiçbir şey kalmaz. Ölüm bile, bu bakımdan, iyi de
olabilir kötü de. Ölüm saflığını yitirmiştir. Varlığı darbe almış­tır, tek doğru ölüm olarak cehennem azabına açılan bir eşikten başka bir şey değildir çünkü artık.
Eylem halindeki ölüm doğru söylemi kurar en azından.
Baudelaire ölümü seçti, ve kendisinde ölümün bir bilinç gibi büyümesini, ve ölüm aracılığıyla bilebilmeyi seçti. Kendini
feda etmeyi gerektiren sert bir karar. Şiirin kendisi açısından da tehlikeli bir karar. Kökten farklılığı yüzünden anlaşılamamış,
güvenebileceği arkadaşlardan yoksun, dolayısıyla habis bir dilsizlik tehlikesiyle karşı karşıya olmasından başka, Baudelaire, uğruna onca şeyi tehlikeye attığı zekasının yok olup gittiğini görebilir.
Ama kimi kez şiir basit bir zihinsel kullanıma olanak tanı­mayacak ölçüde kendi sağlam bilgisinin ve ödevinin yükünü
üstünden atmıştır. Fazla tembellik gütmüştür sözü. Fazla dindışı serbestlik fazlaca leke sürmüştür ona. Zihin sözün soyluluğunu muhafaza etmekte artık yetersiz kalır ve sanki onu yeniden saf hale getirmek için fiziksel kanın dökülmesi gerekir.

Şiirin yürekli bir eylem istediği anlar vardır.

Söylemin yalanı aşırılığı ortadan kaldırmasıdır. Şeylerin özünde sağlam ve güvenli olmalarını, hiçlikten arınmış olma-
larını isteyen kavrama bağlıdır söylem. Aşırılık ise özün çatlamasıdır, kendini ve her şeyi unutmaktır, hiçliğin acısı olduğu
kadar neşesidir.
Ölüm korkusu kavramın varlık nedenidir, diyordum. Aslında bu korku ancak kavramla birlikte vardır, ancak kavramla
başlar. Ölüm, ölümün tin üstündeki etkisi demek istiyorum, her an yaşanan korku, korkudan kendi içine kapanan varoluş,
ancak duyumsalın unutulmasıyla başlar: duyumsalı yüz üstü bırakma devinimiyle başlar, ki bu da kavramdır zaten.Ama kavram ölümün karşısında pek zor kaçar. Elbette onun kaçınılmazlığı karşısında kaygılanır ve onu yenmeye çalışır. Ama yarattığı o yararsız ve sahte ölümsüzlük, daha kendi zayıflığıyla bir boyun eğiş demektir. Korkulur, yadsınır, maruz
kalınır; ölüm böyle böyle kurar kavram üstündeki egemenliğini. Bir yandan ölümden kaçarak, bir yandan da ölümü zevkleanarak oynanan o tuhaf oyun böyle olanaklı olur. Kavram bir yanılsamadır. Eski metafiziklerin çektiği o ilk perdedir. Onun karşısında inançsız ya da tanrıtanımaz olmaktır sorun. Çünkü kavram bir tanrı gibi zayıftır. Ve onun yoklu­ğunda, ve tuttuğum bu sarmaşık parçasında, geçip gidişte ve
köpükte her türlü doğruluğun ve her türlü kuralın artık olanaksız olduğunu kimse söylemesin. Ölümsüzlük dileğinde bulunmak bizim olanaklı kuralımızdır. Bu zemine kurulacak çok şey var.
Duyumsal uzamda yolculuğa kalkışan kişi, her şeyin içinden akan bir suya varır. Ve biraz içti mi ölümsüz hisseder kendini. Söylenecek ne var, bundan sonra? Kanıtlanacak ne var?

Böyle bir temas için Platon başka bir dünya kuruyordu, güçlü
İdelerin dünyasını. Öyle bir dünya var mı, eminim ki var: sarmaşıkta ve her yerde, tözsel ölümsüzlüktür.Bizimledir, o kadar. Duyumsal olanda. Kavranabilir olan,
diyordu Plotinos, hep değişen büyük yüzün ifadesidir. Bize bundan daha yakın bir şey olamaz.Gökyüzü yoktur. Kierkegaard’ da kimi zaman neşesi çınlayan bu ölümsüzlük yalnız ve yalnız geçip gidenler için bir barınağın serinliği ve yankısıdır. Sahip olmak isteyenler için bir yalan, düş kırıklığı, karanlık olacaktır.

Nedir bulunuş? İnsanı bir sanat yapıtı gibi büyüsü altına alır, rüzgarla toprak gibi
hamdır. Uçurum gibi karanlıktır, yine de güven verir. Herhangi bir uzam parçası gibi görünür ama bizi çağırır ve bizi içinde tu-
tar. Ve o binlerce kez yitip gidecek bir andır ama onda bir tanrı görkemi vardır. Ölüme benzer Ölüm müdür? Alevlerini düşüncenin üstüne atması gereken bir sözcükle, buna karşın küçümsenebilir ve yararsız kılınmış bir sözcükle: ölümsüzlüktür.
Bulunuş edimi her an dünyanın trajedisidir ve bu trajedinin çözümlenişidir. Son perdede Phaidros’un yatışmış sesidir,
öğrettiğinde ve kopup gittiğinde.
Alegori kullanarak şöyle diyeceğim: karanlık ağacın bu parçasıdır, bu kırık sarmaşık yaprağıdır. Yaprak tam olsa, bü­
tün damarlarıyla kendi sarsılmaz özünü kurarak kavram oluverirdi. Ama o kırık yaprak, yeşil ve kara, kirlenmiş, var olanın
bütün derinliğini kendi yarasında gösteren o yaprak, o sonsuz yaprak saf bulunuştur, dolayısıyla benim kurtuluşumdur. O benim oldu, hem de yazgıların ve görünümlerin ötesinde, mutlakta benim oldu, bunu kim benden söküp alabilir? Sonra kim
onu tahrip edebilir, o tahrip edilmiş olanı?
Duyumsal nesne bulunuştur. Her şeyden önce bir edimle ayrılır kavramsaldan, bulunuşla.Ve bir gelişle. Buradadır, şimdidir. Ve onun yeri (çünkü yerin
kendisi değildir o), onun zamanı (çünkü zamanın yalnız bir par­çasıdır) sahip olduğu tuhaf bir gücün, yaptığı bir bağışın öğeleridir, kendi bulunuşunun öğeleri. Ey daha şimdiden paramparça olmakla sağlamlaşan bulunuş! Nesne hazır bulunduğu, bulunuşta olduğu ölçüde, sürekli olarak silinip gider. Silinip gittiği
ölçüde de kendi bulunuşunu dayatır, haykırır. Eğer bulunuş halinde kalırsa, kurulmakta olan bir egemenlik gibi olur bu, nedenler ötesindeki bir bağlanış, söz ötesinde bir anlaşma, bizlerle onun arasında. Eğer ölürse, kendi tinsel vaadi olan yokluktaki o birleşmeye açar insanı, o yoklukta tamamlanmayı sonuna kadar
götürür. O yoklukta, kendi kendinde bulunmayarak, bir dalga gibi içeri göçerek kavramın karşısına kendi varlığının canlılığını koyar ve der ki o bulunuş bizler içindi. Bir dilin içindeki bir gösterge de olabilirdi yalnızca. İşte şimdi nimetin vekilidir, beni kurtaran. Anlaşılacak mıyım? Duyumsal olan, bir bulunuştur, her türlü anlamdan neredeyse yoksun kalmış, kavramsal tine göre hep saflığını yitirmiş bir bilgi: kurtuluştur da.
Ama hiçbir şeyin erişemediği gizli bir doğruluk vardır ütopyada: somut varoluş, daha doğrusu sezdiğimiz o dünyanın sonsuz betimlenişi arketipal olanı habire tehlikeye düşürür ütopyada.Öykünmeyledir her şeyin çifte doğruluğu, tutkuyla
bakıldığında o kadar parlak görünen. İçmekle kurutulacak gibi değildir bu su, yüzyılımızda benzerine az rastlanan, tinsel
nabzın atmaya başladığı şu tablonun doğruluğu: Bir SokağınGizemi ve Melankolisi.
Düşünce, Parmenides’ten beri, varlığın ölü sayılan bir par­çasının zararına gerçekleşmiştir hep, görünüşün öz üzerindeki o fazlalığının, yani duyumsal adı verilenin ve yalnızca bir yanılsama olduğu sanılanın zararına. Bu yüzden de tin, iç karartıcı iki gri manzara arasında kalmıştır. Bir yanda kavramın renksizliği; öte yanda da buzul kayalıklarının, taşlar arasındaki dar geçitlerin, yani gerçekliğin giriş yerinin derin, şiddetli grisi. Dünyanın eytişimini kurmak, duyumsalı sabırlı metafizi­ğin o titiz ustalığıyla varlıkta konumlandırmak elimden gelmez, bunu istemem de: tek iddiam adlandırmak. İşte duyumsal dünya. Söz, o altıncı ve en yüce duyu, bu dünyanın karşısı­na gelmek ve onun işaretlerini çözmek zorundadır. Bana gelince, benim tek zevkim bu iştir, Kierkegaard’ın elden yitirdiğisırrı aramak.
Çizgiler neden güzeldir? Bir taşı görmek yüreği neden yatıştırır?

Kavram bu en önemli soruları zor dile getirebilir. Asla
yanıtla yamamıştır.Ama bu gri taşlı yokuşlar boyunca, yontulmuş taşla duvar-
ların sonsuz katları boyunca eski korku kanatlanıp havalanmakta, Phoiniks’in Heliopolis’ e doğru havalandığı gibi. Duyumsallık sorununu felsefi bir biçimde ortaya koymayacağım. Benim derdim olumlamak. Olumlamanın mutlak bir görev olduğunu göstermek çıplak toprakların ve yıkıntıların meziyetidir.

Kavramsal düşünce mezara sırt çevirmişse, en azından şunu bilelim ki bunu yalnızca ölüm arzusundan yapmamıştır.Dünyada hangi duyumsal şey, hangi taş vardır ki kavram ona sırt çevirmemiş olsun? O kendini yalnızca ölümden koparmamıştır, yüzü olan, teni, nabzı, içkinliği olan ve böylece kavramın gizli cimriliği için en sinsi tehdidi oluşturan ne varsa, hepsinden koparmıştır kendini.
Kavram hangi duyumsal şeye sırt çevirmemiştir? Kierkegaard’ da en beklenmedik, en saf neşenin fışkırmalarını düşü­nelim. O kül rengi yapıtta gerçekten de allak bulak edici anlardır onlar. Dünya nimetlerinden yoksun bırakılmış, sonsuz bir dolambaçla duyumsal nesneden kopmuş bir yürek varsa eğer,yalnızca öze eriştiğini bilen ve genelliğin içinde sımsıkı kapalı kalan Kierkegaard’ın çok sıkıntılı yüreğidir o da. Dizgeye karşı savaşıyordu. Ama Kierkegaard’ın elindeki tek nimetin, kavramın kaderidir dizge. Tanrı’ya inanmaya kendini zorluyordu
Sevinçleri bir anlıktı, uzun fırtına göğü açıldığı zamanlar. Gö­rünüşe bakılırsa bir zamanlar yaşadığımız bir coşkunluktu,
her şeyin olanaklı olduğu, birdenbire verildiği başka bir egemenliğin içinde olanaksızın egemenliğiydi o anlar. Daha dolambaçsız bir biçimde söylersek, kavramın, içimizi bunaltan bulutun bir dağılışıydı onlar, hala da öyledirler. Kavramsal insanda, var olana karşı sürekli bir yüzüstü bırakma, bir döneklik vardır. Bu terk ediş sıkıntıdır, iç daralmasıdır, umutsuzluktur. Ama bazen dünya dikelir, bir büyü bozulmuştur, sanki gökten bir lütuf inmiştir de varlıkta canlı ve saf olan her şey bir anda verilmiştir işte. Öyle sevinçler, tinin zorlu gerçekliğe
doğru açtığı bir geçittir.
Ren kıyılarındaki bir Roma kampından gelen bu mezarta­şının görünüşünde hiçbir olağandışılık yok. Bir mahzen duvarı gibi girintili çıkıntılı, bir kabuk. Bu yüzeyi işlenmemiş, toprak renkli taşın adını bilmiyorum. Belli bir iş için kullanılmışa
benziyor, bir vücuda sarılmış eski bir çarşaf. Ama örtü bir kalktı ki altında mezar bomboş. Ey bir anda yüreği dolduran saf neşe! Ey anı, ama zaman yürürlükten kaldırılmışken! Gökleri yarıp geçen hangi dalınç İdenin evini daha derinden açabilir, hangi şimşek bir darbede bundan daha güçlü ve daha özgür bir ruhu salıverebilir? Lahtin iç duvarları ipeği andıran bir malzemeden yapılmış. Hepsi de yontulmuş. Ve işte uzun zaman sürgün kalan tinin kavuştuğu ulamlar gibi, alçak kabartmalarda sıra sıra dizilmiş, varlıklarının doğru yerindelermiş gibi mezarın alanına sıkıştırılmış ev ve evin ek yapıları,evin içi, oturma yerleri, dolaplar ve masalar, ve ölü kadının yattığı yatak. Sonra yağ ve şarap saklanan anforlar. Artık kımıldamaz olmuş perdelerden kalma sonsuz bir titreme var bu taşın tozunda. Ölü yatağındaki sivri sivri kıvrımların arasında, bengi ruh düşüncelere dalmıştır. Bengi ruhun ölümle ya­şam arası bakışı, varlığın kendisine geri verdiği bu eşyalara sinmiştir. Ey süsün zaferi! Zamandışına duyulan uzun arzu ,kenger yaprağı oymasının dokunaklı hevesi, Mısır’ dan beri
yüreğin gerçek soyluluğu demek olan yalın biçim tutarlılığı,taşın yoğun uyanıklığı: artık ölümün bulunmadığı bir şimdinin bu mucizesinde birleşiyor işte hepsi.
Yapıt yaratmak eğer kendini ken-
dinden dışarı atmaksa, süsten yapıt olamaz diye düşünüyordum sonra. Süs yalnızca bir oyunun peşinden gider. Kavram da öyle, onun bitimsiz oyunu kurulan dizgedir. Süsün dizgesi kendi binlerce biçiminin, hurma dallarının, dal kıvrımlarının arasındaki uyumdur.
Kavramın çabası doğruyu ölüm olmadan kurmaktır. Sonunda ölümün artık doğru olmamasını sağlamaktır. Süs bizim
barınağımızı ölüm olmadan kurmaya ve sonunda ölümün artık burada olmamasını sağlamaya çalışır diye düşündüm
Süsü kavrama benzetiyordum. Kavram ölümü inkar edebilir çünkü ölüm kavramın soyutlamasının eline avcuna sığ­mayandır da. Kavram tutarlı düşüncede gerçekleşir. Dizge ölüme karşı çekilen bir setin tamamlanışıdır.Süs evrenseli araştırır diye düşündüm. Kavram nesneye
göre neyse, mermerden yontulan kuş da modeline göre odur:kuşun yalnızca özünü elinde tutan bir soyutlamadır, kuş daha
önce bir bulunuşken yontulan kuş şimdi o bulunuşa sonsuz bir elvedadır
Mezartaşı kavramın yüzleşmediği yasaklı şeylerden midir,kuşkuluyum yine de. Özenle kapatılmış, güneşin her türlü ölüm düşüncesinden arındırdığı çıplak bir taşta tini rahatsız edebilecek ne olabilir? Mezartaşları, üstlerinde yazan ada kar­şın, yazıtıyla birlikte, daha şimdiden unutuşun başlangıcıdır. Hele çoğu gömütün üstüne bir örtü serilmiş gibiyse, örtü de ölümün yakınlığını daha da hafifletip çarpıtıyorsa. Mezartaşlarının üzerindeki dallar ve yapraklar gibi, fazla yüksek sesleri kendi fısıltısında boğan, varla yok arası bir örtü.
Şurası kesin ki kavram, felsefemizin elindeki bu neredeyse tek araç, hangi konuyu ele alırsa alsın, ölümün kökten reddedilişidir. Hep bir kaçıştır, bence bu kesin. Bu dünyada ölündü­ğü için ve yazgıyı yadsımak için, insan ancak sürekli ve özdeşilkelerin geçerli olduğu o mantık barınağını kurmuştur kavramlarla. Öyle bir barınak ki sözcüklerden yapılmış, ama bengi. Orada Sokrates çok fazla bunalmadan ölür. Heidegger yine aynı sığınakta derin düşünceye dalar ve eğer onun yazılarında zamanı canlandıran, varlığı yönlendiren o kesin ölüme hayransam da, benimki estetik ya da entelektüel bir benimsemeden öteye geçmez: her şey sonunda çözüme kavuşur çünkü orada. Gerçek nesne olmaktan çıkmış bir düşünce nesnesi, kö­kensel tedirginliği kuşkulu bir bilgiyle yatıştırarak, ölümü maskeleyen o en karanlık sözcük ezgisini boşunalığa mahkumeder.
Bu dünyada asıl lanet, oyun oynamaktan başka yapacak şeyi olmamaktır.
Pers­pektiften önce, nesnenin uzamdaki konumuna temelsiz, düşsel bir biçimde indirgenişinden önce, şeylerin betimlenişi eğretile­mesel ve söylenceseldi. ressam nesneyi, gö­rünüşünün benzeşimine göre, ona yüklenen varlığa köklü benzerliğine göre serbestçe seçilen herhangi bir öğesiyle canlandı­rıyordu. Bir kuşun profili, hızla, kuşu haklı olarak adlandırıyordu sanki, tıpkı Mısır hiyeroglifinin yaptığı iddia edildiği gi­bi. Dal ve yaprak süsleri benzeşim sayesinde bağın görünüşünden daha fazlasını anlatıyordu: bağın derin devinimini, za­mandaki atılımını, onun ruhu gibi bir şeyi. Renkler de, tinselleştirilmiş, altın fonla simgeselleşmiş halleriyle, bir ilineği de­ğil, bir hayalet olan o geçici görünüşü değil de şeyin özgül özelliğini, gündelik yaşamda bile tek gerçeklik olan o görün­mezi belirtiyordu. Çünkü, yanılıyorum muyum, bizler böyle görürüz. Şeyin niteliklerini değil, bütünlüğünü, bakışını algıla­rız. Şeyin görünüşünden aklımızda hoş ya da düşmanca bir parça tutarız, sonradan onun ne olduğu hakkındaki masalımı­zı, eski ressamın yaptığı gibi, zihinsel bir uzama yansıtmak için. Ama perspektif bunu yadsır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir