Hakkı Yılmaz kitaplarından Nüzul Sırasına Göre Tebyinü’l Kur’an İşte Kur’an kitap alıntıları sizlerle…
Nüzul Sırasına Göre Tebyinü’l Kur’an İşte Kur’an Kitap Alıntıları
40Sor bakalım âhireti yalanlayan o kişilere, içlerinden böyle bir şeyi hangisi garanti etmektedir? 41Yoksa onların ortakları mı var? O hâlde ortaklarını getirsinler eğer doğrulardan iseler.
42Gerçeğln bütün çıplaklığıyla ortaya konulup işin büyümeye başladığı, işin ciddîleştiği ve boyun eğip teslim olmaya davet edildikleri gün artık güçleri yetmez. 43Gözleri yere eğilmiş, kendilerini blr horluk, düşkünlük sarmış bulunur. Oysa onlu sağ-salim iken de boyun eğip teslim olmaya davet ediliyorlardı.
Âhireti yalanlayanlara sesleniliyor: Ne oluyor size? Bu inanca, bu karara nasıl varıyorsunuz? Âhirette hesap vermeyeceğinize nasıl inanıyorsunuz?
Ögeleri itibâriyle bu üç âyet yukarıdaki şekilde birleştirilebilir.
Bu âyetlerde inkârcıların inanç ve kanaatlerinin hiçbir aslının olmadığı, bu inanç ve kanaatlerin hiçbir kitapta yer almadığı, Allah tarafından verilmiş bir yemine ve taahhüde dayanmadığı, böyle bir inanca kimsenin garantör olmadığı ve kendilerine destek verecek ortaklarının da bulunmadığı, kısaca ahireti yalanlamalarının hiçbir kanıta dayanmadığı, kuruntudan öteye geçmediği belirtilmektedir.
Bu pasaj, günümüzde kendilerine göre bir din algısı geliştiren Müslümanların ibretle düşünüp anlaması gereken mesajlar taşımaktadır.
Bugünün Müslümanlarının da kendilerine özgü yüzlerce dini içerikli kitabı vardır. Onları okurlar, onlardan ders alırlar; iman ve amellerini onlara göre belirleyip onlara göre yaşarlar. Kur’ân’da Allah yüzlerce kez şefaati kendi iznine bağlamışken o kitaplardaki peygamber âhirette
onlara kefil olmuştur. Hem de ‘ Benim şefaatim ümmetimden büyük günah
işleyenleredir demek sûretiyle onların her türlü yanlış işini âdeta teşvik
etmiştir. Bu da yetmemiş, Berat gecesi diye uydurdukları gecede, ümmetten Benî Kelb kabilesinin koyunlarının yünleri sayısınca günahkârın affedileceği garantisini vermiştir. Kısacası o kitaplarda canları ne istiyorsa hepsi vardır. Var olan o şeyler arasında sadece müritlerin himmet edecek, son nefeslerinde imanlarını kurtaracak ortakları şeyhleri, üstadları vardır.
konusu olamaz. Tevbe, yapılan hataların tekrarlanmayacağına dair Allah’a söz vermek, her şeye yeniden başlamak için O’ndan yeni bir fırsat
dilemektir. Zaten Allah da şirk hariç bütün günahları affedendir, bağışlayandır, Rahîm’dir (Zümer/53).
ettiği bildirilir. Bunun anlamı, en küçüğünden en büyük olanına kadar
evrendeki tüm varlıkların Allah’ın her türlü kusurdan uzak olduğunun
delili olması demektir. Yoksa var olan her şey, elde tesbîh, Sübhanallah! Sübhanallah! Sübhânallâh! der demek değildir. Tesbîhin otuzüçlük
ya da doksan dokuzluk imâmeli tesbihlerle namazlardan sonra otuz üç kere Sübhânallâh demeyle bir ilgisi yoktur. Tesbih, Yaratan’ı tüm nitelikleriyle tanımak ve tanıtmaktır. Bu da herkesin yapacağı bir iş olmayıp, Allah’ı hakkıyla takdir eden bilge kişilerin yapabileceği bir iştir.
Tesbih kelimesiyle aynı kökten gelip Allah’ı tesbîh etmeyi ve O’nu
yüceltmeyi ifade eden kelimeler, Kur’ân’da yüze yakın yerde geçmektedir.
Rabb kavramı, yaratan ve ilâh gibi kavramlarla karıştırılmamalıdır.
Allah’ın rabb özelliği zerreden kürreye her nesne üzerinde ilk var oluşundan itibaren başlayıp son aşamaya kadar devam eder. Hiçbir varlık bu programdan ayrı değildir. Rabb sıfatı Kur’ân’da en çok yer alan sıfattır. Öyle ki, tam 903 kez yer alır.
[Kıyamet Suresi 13]
İşte “o son an”da, insanın yaratılışta içine yerleştirilmiş biyolojik “çip”ler [hafıza işlevini gören sinir hücreleri] görev başına gelip kayıttaki bilgileri insanın görüşüne arz ederler. İnsan artık vicdanıyla baş başa kalmış ve yaptıklarının azabını vicdanında duymaya başlamıştır. Böylece insanın kendi aleyhine hem tanık hem de ihbarcı olacağı dönem o ölüm anıyla başlamıştır.
30.Elçi de: “Ey Rabbim! Hiç şüphesiz benim toplumum şu Kur’ân’ı mehcur/ terk edilmiş bir şey edindiler” dedi.
40.Peki, bütün bunları yapan, ölüleri diriltmeye güç yetiren değil midir?
113. Ve andolsun ki, onlara içlerinden bir elçi gelmişti de onu yalanladılar. Bunun üzerine, onlar şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yaparlarken azap onları yakalayıverdi.
tesfir sözcüğünün filolojik olarak anlamı: Anlaşılamamış, kapalı, müşkil, müphem bir sözü, konuyu, ya da meseleyi anlaşılır hale getirmek.
tebyin, açığa koyma demektir. Ancak bu, iyi anlaşılamamış bir şeyi açıklama anlamında değil, var olan bir şeyi ortaya koyma, gözler önüne serme anlamında bir açığa koymadır
3. Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! Yakında bileceksiniz.
Rabbimiz de bu iki konu arasındaki farkı, her bir haseneye on karşılık verirken (En’âm 160) salihat karşılığında cenneti vaat etmek suretiyle çok açık bir şekilde belirlemiştir.
(Bakara 25, 82; Nisa 57, 122, 124; Hud 23, İbrahim 23, Kehf 107 ve daha birçok ayet)
Akarak yuvalarına gidenlere.
Tekvir 81/15-16
15. ayette ‘sinenler’ diye çevirdiğimiz kelimenin Arapçası ‘hunnes’tir. Hunnes’e, akışın tersi, pusma, büzülme, sinme, gerileme anlamları verilmektedir. 16. ayette ‘yuvalarına girenlere’ diye çevirdiğimiz deyim ise Arapça ‘kunnes’tir. Kunnes sözcüğüne belli güzergâh, yuvaya girme, hareket halindeki cismin yuvası anlamları verilmektedir. 16. ayetteki ‘akış’ı ise ‘cereyan’ kökünden türeyen ‘cariye’ kelimesi karşılamaktadır. … Bilim ancak 1700′lü yıllarda çekim gücünün önemini fark etmiştir. … ayetler incelenirse, bu ayetlerin çekim gücüne, çekim ile hareket arasındaki dengeye işaret ettikleri anlaşılır. Gerek atomun çekirdeği, gerek gezegenlerin ortasındaki Güneş, sinmiş, büzülmüş bir hâlde bulunmakta, atomdaki çekirdek elektronları ve Güneş sistemindeki Güneş ise gezegenleri kendi içine çekerek onları da sindirmeye, büzdürmeye çalışmaktadır. Biz bu güce çekim, yerçekimi diyoruz. Merkezdeki sinmiş çekirdekler (Güneş), etraflarındaki elektronları (gezegenleri) kendileriyle birleştirmek, bütünleştirmek isteyerek onları da büzmeye, kendileri gibi sindirmeye yönelik kuvvet uygularlar. Böylelikle Tekvir suresinin 15. ayetinde geçen ‘hunnes’ kelimesinin çekim gücünü ifade ettiği hiçbir zorlama yapılmadan anlaşılmaktadır.
53.Onlar: “Biz atalarımızı bunlara tapanlar olarak bulduk” dediler.
54.İbrâhîm: “Andolsun ki sizler ve atalarınız apaçık bir sapıklık içindesiniz” dedi.
Ve işte böyle Biz, senden önce de hangi kente bir uyarıcı göndermişsek, kesinlikle oranın şımarık varlıklı kimseleri: “Şüphesiz biz, babalarımızı bir önderli toplum üzerinde bulduk. Biz de kesinlikle onların izlerine uyanlarız” demişlerdi.
(Zuhruf/23)
Ve onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun” dendiği vakit, “Aksine biz, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız” dediler. Ataları bir şeye akıl erdirmez ve kılavuzlandıkları doğru yolu bulmaz idiyseler de mi?
(Bakara/170)
Ve onlara: “Allah’ın indirdiğine ve Elçi’ye gelin” dendiği zaman: “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter” dediler. Ataları bir şey bilmeyen ve kılavuzlanan doğru yolu bulmayan kimseler olsa da mı?
(Mâide/104)
Ve onlara: “Allah’ın indirdiğine tâbi olun!” dendiği zaman: “Aksine, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” dediler. Ya şeytan onları cehennemin azabına çağırıyor idiyse!
(Lokman/21)
Bu ayette, 3- 5. ayetlerde vurgusu yapılan ayetlere dikkat çekilerek bunca ayete rağmen bunu inkâr ettiklerine, bunları dikkate almadıklarına göre bu müşrikler “artık hangi söze, hangi olguya inanacaklar?” denilmektedir. Bir bakıma “Kim bu ayetlerden istifade etmezse, artık bundan sonra onun istifade edebileceği hiçbir şey yoktur, bundan sonra onları hiç kimse doğru yola iletemez” mesajı verilmektedir.
Bu ayetin bir benzeri Mürselat suresinin son ayeti idi.
50.Artık Kur’ân’dan sonra hangi söze inanacaklar?
(Mürselat/50)
Küfürden vazgeçmeleri için birçok kez değişik azaplarla tehdit edilmiş olan kâfirler kanıtlar gösterilerek tefekküre davet edilmiş, hakk dine sımsıkı sarılmaya teşvik edilmiştir. Her iki ayet de, bu kadar tehdide ve teşvike rağmen hâlâ küfürlerini sürdüren kâfirlerin bu hâllerine şaşırılması gerektiğini vurgulayan bir teaccüp [hayret] ifadesi içermektedir: “Artık bundan [Kur’ân’dan] sonra hangi söze inanacaklar?”
21.Eğer Biz, bu Kur’ân’ı bir dağa/çok iri cüsseli bir yükümlü varlığa indirseydik, Allah’a olan saygıyla, sevgiyle ve bilgiyle ürpertiden onu samimiyetle saygı duyar, baş eğer ve parça parça olmuş görürdün. Ve Biz, bu örnekleri iyiden iyiye düşünürler diye insanlara veriyoruz.
(Haşr/21)
Yalçın kayaları sarsan, sıra dağları depreme tutulmuş gibi sallayan Kur’ân’a inanmayan kimse artık hiçbir söze inanmaz. İnsana hakk ve bâtıl arasındaki farkı anlatan Kur’ân’ın inmesi gerçekten de en büyük olaydır. Kur’ân’ı tanıdığı hâlde iman etmeyen bir kişiye başka hangi şey doğru yolu gösterebilir?
47.Ve işte böylece Biz, sana Kitab’ı indirdik de kendilerine Kitap verdiklerimiz Kur’ân’a inanıyorlar. Ve ehli kitabın dışındakilerden/ Araplardan da ona inananlar vardır. Ve Bizim âyetlerimizi ancak, kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek örtbas edenkimseler bile bile reddeder.
48.Ve sen bundan evvel herhangi bir kitaptan okumuyordun; sen Kur’ân’ı kendiliğinden yazmıyorsun. Eğer böyle olsaydı, bâtıla inananlar kesinlikle kuşku duyacaklardı.
49.Tam tersi Kur’ân, kendilerine bilgi verilenlerin sinelerinde apaçık âyetlerdir. Bizim âyetlerimizi de ancak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar bile bile reddederler.
50.Ve onlar, “Ona Rabbinden alâmetler/ göstergeler indirilmeli değil miydi?” dediler. De ki: “Alâmetler/ göstergeler ancak Allah’ın katındadır. Ben ise ancak apaçık bir uyarıcıyım.”
51.Kendilerine okunan Kitab’ı şüphesiz Bizim sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır.
(Ankebût/47-51)
Sözcüğün terim anlamı ise “Bir kimsenin bağışlanmasını istemek, bir kimseden başka biri için iyilik yapmasını, onun zararına olan davranışlardan vazgeçmesini rica etmek, başkası hesabına yalvarmak, rica etmek, birinin önüne düşüp işinin görülmesi için dua ve niyazda bulunmak” demektir.
Kısaca şefaat “aracı olmak, yardım etmek ve öncülük etmek” anlamlarına gelir.
Arapça’da başkası lehine talepte bulunana [şefaat edene] “الشّافع eş-şafi” veya “ الشّفيع eş-şefi” denir.
“Şefaat” kavramının doğru anlaşılabilmesi için konunun aşağıdaki başlıklar altında incelenmesinde yarar görmekteyiz:
* Allah’tan başka şefaatçi yoktur: Şefaat sadece Allah’a aittir. Bu konuda ilk öğrenilmesi gereken husus, şefaat yetkisinin sadece Allah’a ait olduğudur.
44.De ki: “Bütün yardım, destek, kayırma Allah’ındır. Göklerin ve yerin mülkü yalnızca O’nundur. Sonra yalnızca O’na döndürülürsünüz.”
(Zümer/44)
4.Allah, gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı evrede oluşturan ve de en büyük taht üzerinde egemenlik kurandır. O’nun astlarından size bir yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakın ve bir destekçi, iltimasçı yoktur. Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?
(Secde/4)
* Yüce Allah, kendilerinden razı olduğu kulları için dilediğine şefaat/yardım izni verebilir: Allah’ın izni ve emri olmadan kimsenin kimseye şefaat/yardım etmesi söz konusu değildir. Allah’ın izni ile şefaat/yardım edecekler de ancak Allah’ın kendilerinden razı olduğu kulları için şefaat edebilirler.
3.Şüphesiz sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı evrede oluşturan, sonra en büyük taht üzerinde egemenlik kuran, işi yönetip duran Allah’tır. Dünyada yardım edecek, destek olacak kişi ancak O’nun izninden/ bilgisinden sonra yardım edebilir. İşte Bu, Rabbiniz Allah’tır. O hâlde O’na kulluk ediniz! Hâlâ düşünüp ibret almaz mısınız?
(Yunus/3)
Bu konuda dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Allah’ın kendilerinden razı olduğu kimseler şefaat [yardım] edemezler, ancak şefaat [yardım] edilirler.
* Yüce Allah, güzel bir şefaatle şefaat edene izin verdiği gibi, kötü bir şefaatle şefaat edene de izin verebilir:
85.Kim hayır ve iyiliklere aracı olmakla yardımcı olursa, bundan kendisine bir pay vardır. Kim de kötülüğe delil olmak ve yardım etmekle veya kötülük çığırını açmakla yardımda bulunursa, ondan kendisine bir günah payı vardır. Allah her şeye güç yetirendir.
(Nisa/85)
İyi ve güzele aracılık ve yardım etme anlamındaki “şefaat-ı hasene”, iman edip Allah’ın ve kullarının haklarına riayet ederek müminlerin iyiliği ve yararı için uğraşmak, onları kötülüklerden ve uğrayabilecekleri zararlardan korumaya çalışmak demektir. Kötü ve zararlıya aracılık ve öncülük etmek anlamına gelen “şefaat-ı seyyie” ise müminlerin ve insanların zarara uğramaları ve kötülüklere düşmeleri için çalışmak ve kötülük çığırları açmak demektir. Kur’an, gerek “şeffat-ı hasane”de ve gerekse “şeffat-ı seyyie”de bulunanların dünyada ve ahirette bu davranışlarının sonuçlarından pay alacaklarını bildirmektedir.
* O gün şefaat yoktur, kimseden şefaat kabul edilmeyecektir:
48.Ve hiçbir kimsenin başka bir kimseye herhangi bir şey için karşılık ödemediği, hiçbir kimseden yardımın, adam kayırmanın kabul edilmediği, kimseden fidyenin/kurtulmalığın alınmadığı ve hiçbir kimsenin yardım olunmadığı güne karşı Allah’ın koruması altına girin.
(Bakara/48)
123.Kimsenin kimse yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden kurtulmalık kabul edilmeyeceği, yardımın, iltimasın hiç kimseye yarar sağlamayacağı ve suçluların yardım olunmadığı güne karşı Allah’ın koruması altına girin.
(Bakara/123)
Görüldüğü gibi, ahirette kimseye şefaat ettirilmeyecektir. O gün sadece Allah’ın izin verdikleri, bildikleri gerçeğe tanıklık edebilirler:
86.Ve onların, O’nun astlarından yalvarıp durdukları kimseler yardıma, desteğe, iltimasa mâlik olamazlar. Ancak hakka şâhit olan Zat bunun dışındadır. Onlar da biliyorlar.
(Zühruf/86)
Halk arasında yaygın olarak “ümmetinden günahkâr olanların günahlarının affedilmesi için peygamberimizin Allah katında aracılık etmesi” şeklinde tanımlanan şefaat anlayışının Kur’an’a ters olduğu özellikle belirtilmelidir. Peygamberimizin günahkârlara destek olup hatırını kullanarak günahkârların kurtuluşunu sağlayacağı anlayışı, “… Sen ateştekini kurtarabilir misin?” diyen Zümer/19’a terstir.
Bu anlayış sahipleri bilmelidirler ki, bu anlayışlarını değiştirmedikleri takdirde peygamberimizin şefaat değil, şikâyet ettiği ümmetine dâhil olacaklardır:
30.Elçi de: “Ey Rabbim! Hiç şüphesiz benim toplumum şu Kur’ân’ı mehcur/ terk edilmiş bir şey edindiler” dedi.
(Furkan/30)
52.Hani İbrâhîm, babasına ve toplumuna: “Israrla kendisine tapınıp durduğunuz heykeller nedir?” demişti.
53.Onlar: “Biz atalarımızı bunlara tapanlar olarak bulduk” dediler.
54.İbrâhîm: “Andolsun ki sizler ve atalarınız apaçık bir sapıklık içindesiniz” dedi.
55.Onlar: “Sen bize hakkı mı getirdin, yoksa sen oyun oynayanlardan mısın?” dediler.
56,57.İbrâhîm dedi ki: “Tam tersi, Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir ki, onları O, yoktan yaratmıştır. Ben de buna şâhitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki siz arkanızı dönüp gittikten sonra, ben putlarınıza kesinlikle bir tuzak kuracağım.”
58.Sonra da İbrâhîm, ona müracaat etsinler diye kendilerine ait büyükleri dışında bunları parça parça etti.
59.Toplumu, “Bizim tanrılarımıza bunu kim yaptı? Şüphesiz o, kesinlikle yanlış, kendi zararlarına iş yapanlardandır” dediler.
60.Bazıları, “Onları anıp duran bir genç duyduk. Onun için “İbrâhîm” deniliyor” dediler.
61.Onlar, “O hâlde o’na tanık olmaları için İbrâhîm’i insanların gözleri önüne getirin” dediler.
62.Onlar, “Ey İbrâhîm! Bunu tanrılarımıza sen mi yaptın?” dediler.
63.İbrâhîm: “Aksine, onu şu büyükleri yaptı. Konuşabiliyorlarsa haydi kendilerine sorun” dedi.
64.Bunun üzerine kendi vicdanlarına döndüler de: “Şüphesiz siz, yanlış; kendi zararlarına iş yapanların ta kendisisiniz” dediler.
65.Sonra onlar yine kendi kafalarına döndüler: “Andolsun ki bunların konuşmayacağını bilirdin” dediler.
66,67.İbrâhîm: “O hâlde, Allah’ın astlarından size hiçbir şekilde fayda vermeyen ve size zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Size de, Allah’ın astlarından taptıklarınıza da yazıklar olsun! Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?” dedi.
68.Toplumu: “Eğer yapanlarsanız, şunu yandırın [ateşe verin, sıkıntıya sokun] ve tanrılarınıza yardım edin” dediler.
69.Biz: “Ey ateş! İbrâhîm’e karşı soğuk ve güvenli ol” dedik.
70.Ve ona bir düzen kurmak istediler de Biz kendilerini daha fazla zarara/kayba uğrayıp acı çeken kimseler yaptık.
Bu durumda gerek Mekkelilerin ve Mısırlıların oluşturdukları düzenler, gerekse bugünkü toplumlarda oluşmuş bulunan kapitalizm, sosyalizm, liberalizm, komünizm gibi ekonomik düzenler de birer din sayılmalıdır.
Kurallarını Allah’ın koyduğu Hakk Din ise Kur’an’da “Allah’a ait din”, “Ed-Dinü’l-Hanif”, “Ed-Dinü’l-Kayyim”, “Muhlisine lehü’d-Din”, “Ed-Dinü’l-Halis” ve “İslâm” adlarıyla yer almıştır.
Kelâm bilginleri “Hakk Din”i şöyle tarif etmişlerdir: “Hakk Din, Yüce Allah’ın kullarını hakka ulaştırmak üzere peygamberleri aracılığı ile akıl sahibi insanlara tebliğ ettiği, onları dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşturan sistem, Allah’ın koyduğu hükümlerdir.”
Hakk Din ile diğer beşeri dinler, yasama ve yürütme açısından birbirlerinden farklıdırlar, ayrıktırlar; birleşemezler, kesişemezler. Zaten birleşmemeli ve kesişmemelidirler.
Hakk Din’in Allah tarafından belirlenmiş, siyasî, iktisadî, hukukî ana ilkeleri vardır. Doğal olarak beşerî dinlerin de bu konularda ilkeleri vardır. Bu noktada Müslüman kendi dinini, Müslüman olmayan da kendi dinini/düzenini yaşamalıdır. Kimse bir diğerininkine karışmamalıdır. Fitne olmadığı sürece Müslüman, Müslüman olmayana zor kullanmamalıdır. Müslüman da İslam’ın ilkelerinin tamamını kabullenmeli, saf dinine yapay dinlerin ilkelerinden karıştırmamalıdır. Hak Din’deki herhangi bir ilkenin yerine yapay dinlerden bir ilke benimsenmesi, Rabbimizin Bakara/85’deki beyanı gereği kâfirliktir. Herkesin mertçe, sonucuna katlanmak kaydıyla mümin veya kâfir olma özgürlüğü vardır.
Leyl 8-11) Kim de cimrilik ederse ve kendisini tüm ihtiyaçların üstünde görürse ve en güzeli yalanlarsa, Biz ona “o en zor olan” için kolaylık vereceğiz. Aşağı yuvarlanıp değişime, yıkıma uğradığında/öldüğünde malı onu kurtaramayacaktır.
Leyl 12) Doğruya ve güzele kılavuzlamak sadece Bizim üzerimizedir.
Rum 31,32) Kalben O’na yönelenler olarak, Allah’ın koruması altına girin, salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun-ayakta tutun], ortak koşanlardan; dinlerini parça parça bölmüş, ayrılıkçı gruplara ayrılmış kimselerden de olmayın. –Her ayrılıkçı grup kendi yanlarındaki şeylerle böbürlenmektedir.–
Allah’ın yeryüzündeki ayetlerini tetkik etmiş, gerekli gözlemini yapmış, ibret ve öğüdünü almış, bunun sonucunda da göğsü İslam’a açılmış kimsenin sonu nasıl olur? O, Allah’ın nuru üzerindedir. O artık aydınlık yolun, cennetin yolcusudur. Oysa kalpleri katılaşmış olanlar, yani Allah’ın zikrine, mesajına, öğüdüne kalplerini kapamış olanlar apaçık bir sapıklık içindedirler. Bunlar cennete giden aydınlık yoldan sapmış ve karanlıklarda kaybolmuşlardır. Artık cennetin yolunu bulamazlar.
Kalplerin katılaşması, “kişilerin kendi hevalarına uymaları, elçiye kulak vermemeleri, kalplerini ve kulaklarını kendi inançlarından başka bir inanca kapalı tutmaları, yapılan uyarıdan etkilenmemeleri” demektir. Böyleleri kalpleri taşlaşmış hatta taştan daha beter bir katılık kazanmış kimselerdir.
Kalplerin mühürlenmesi, katılaşması ile ilgili detay daha evvel Tin suresinin tahlilinde sunulmuştur.
“Allah göğsünü İslâm’a açar” ifadesi, “Allah İslâm hakkındaki her tür kuşku, tereddüt ve kararsızlığı zihninden gidererek onu İslâm gerçeği konusunda iyice ikna eder, kalbini mutlu, huzurlu kılar“ demektir. Göğsün açılması konusu ile ilgili detay İnşirah suresinde verilmiştir.
Zümer 3.Dikkatli olun, halis din sadece Allah’a aittir. O’nun astlarından birtakım yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar edinenler: “Allah’ın astlarından edindiğimiz yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar, bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsın diye biz onlara tapıyoruz.” Şüphesiz kendilerinin ayrılığa/anlaşmazlığa düşüp durdukları şeylerde, onların arasında Allah hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve çok nankörün ta kendisi olan kişilere kılavuzluk etmez.
Kur’an’ın Aziz ve Hakîm Allah tarafından indirilmiş olduğu açıklandıktan sonra Kur’an’ın içeriğine dikkat çekilmiş, din adına ne varsa hakk olan Kur’an kaynaklı olması istenmiştir. Sonra da din adına haktan uzak olan anlayış; Allah’a yakınlaştırsınlar diye bir takım nesneleri veya kişileri evliya edinme inancı kınanmıştır.
Burada konu edilen, dine hiçbir şeyin karışmaması, Allah’tan geldiği gibi tertemiz olması, içinde Allah’ın koymadığı hiç bir inanç ve amelin bulunmamasıdır. Bu ayette bazılarının yorumladığı gibi “Riya”nın karşıtı olan “İhlâs”tan bahsedilmemektedir. Yani burada kişilerin tavrından değil, dinin mahiyetinden bahsedilmektedir.
Kur’an bu konuya ciddî olarak değinmiştir:
11,12.De ki: “Ben, kesinlikle dini yalnızca Kendisine özgü kılarak Allah’a kulluk etmekle emrolundum. Ve bana Müslümanların ilki olmam için emir verildi.”
13.De ki: “Şüphesiz Rabbime karşı gelirsem büyük günün azabından korkarım.”
14-16.De ki, “Dinimi yalnız Kendisine arındırarak Allah’a kulluk ediyorum. Buna rağmen siz, O’nun astlarından dilediğinize kulluk yapınız.” De ki: “Şüphesiz asıl kaybedenler, kıyâmet gününde kendilerini ve ailelerini ve yakınlarını kayba uğratanlardır.” –Dikkatli olun! İşte bu, apaçık bir kaybın ta kendisidir. Onların üstlerinden ateşten tabakalar, altlarından da tabakalar vardır. İşte Allah, kullarını bununla korkutuyor: Ey kullarım! Benim korumam altına girin.–
(Zümer/11-16)
14.Öyleyse, kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler hoşlanmasa da dini sadece Kendisine ait kılarak Allah’a dua edin.
(Mü’min/14)
65.O, diridir, O’ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. Bu nedenle, dini sadece O’nun için arındıranlardan olarak O’na dua edin. Tüm övgüler yalnız âlemlerin Rabbi Allah’adır; başkası övülemez.”
(Mü’min/65)
5.Oysa ki onlara sadece, dini yalnız Allah için arındıran kişiler hâlinde sadece Allah’a kulluk etmeleri, salâtı ikame etmeleri [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmaları, ayakta tutmaları], zekâtı/vergiyi vermeleri emredilmişti. Ve işte bu, doğru/eksiksiz/aşınmaz dindir.
(Beyyine/5)
Ayette “Allah’ın astlarından edinilen veliler” ifadesi ile “ilâh edinilen canlı ve cansız nesneler” kastedilmiştir. Bunların başında İsa (as), Üzeyr ve melekler gelmektedir. Pek çok kimse güneşe, aya, yıldızlara taparken kimileri de Lat, Uzza, Menat, Hubel gibi nesneleri put edinmişlerdir. Buna benzer sapkınlıklar, geçmişte olduğu gibi bugün de devam etmektedir. Öyle ki, bazı ideolojiler, bazı devlet büyükleri, bazı din adamları toplumlar tarafından ilah, mabut konumuna sokulmuştur.
İnsanların aracı ilahlar edinme sapkınlığı, onlarda bir takım görünmez güçlerin, fonksiyonların olduğuna, onların Allah’ın yakınları, hatırlı kulları olduğuna inanmalarından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, ihtiyaçlarını Allah’tan isterken kendileri ile Allah arasında bu sözde hatırlı varlıkları devreye sokarlar. Onların aracı olmasını, kendilerini Allah’a yaklaştırmasını isterler.
Allah’tan istekte bulunurken birini aracı koymak kişiyi şirke sokacak davranışlardandır. Gerçek mümin “Biz sadece sana kulluk eder ve sadece senden yardım isteriz” inancını korumak zorundadır. Allah’a dua ve kullukta araya birilerini sokmak hem Allah’ı takdir edememek, hem de Allah’a ait olmayan şeyleri dine katmak demektir. Duada aracı yapılan kişilerin Allah katında değeri olduğu kabulünün hiçbir aklî ve nakli delili yoktur. Allah, mahlûklarına kendilerinden daha yakın, kalplerinden geçenleri en iyi bilendir. Bu nedenle, ibadette bir aracıya ihtiyaç hissetmek halis din anlayışına tamamen aykırı bir davranıştır.
27,28.Kesinlikle, Biz kendi komşularınız olan memleketleri değişime/ yıkıma uğrattık. Âyetleri, onlar dönsünler diye tekrar tekrar açıkladık. Öyleyse Allah’ın astlarından güya O’na yakınlığa vesile edindikleri düzme tanrılar, onların azabını savmaya yardım etmeli değil miydi? Tersine o düzme tanrılar kendilerinden ayrılıp kayboldular. Bu, onların yalanlarıdır/ uydurmakta oldukları şeydir.
(Ahkaf/27, 28)
145,146.Şüphesiz ki münâfıklar –tevbe edenler, düzeltenler, Allah’a sıkıca sarılanlar ve dinlerini Allah için arıtan kimseler müstesna; artık bunlar, mü’minlerle beraberdirler ve Allah, mü’minlere büyük bir ecir verecektir –, Ateş’ten, en aşağı tabakadadırlar. Sen de onlara bir yardım edici bulamazsın.
(Nisa/145, 146)
110.De ki: “Ben ancak sizin gibi bir beşerim. Bana ilâhınızın ancak bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Onun için her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa sâlih ameli işlesin ve Rabbine kullukta, hiç kimseyi ortak etmesin.”
(Kehf/110)
3. ayette konu edilen “veli” sözcüğü “yakın olan, yakın duran; yardım eden, yol gösteren, aydınlatan, koruyan” demektir. Bu sözcükle ilgili detay daha evvel A’raf suresinde verilmiştir.
Aynı ayette “Şüphesiz kendilerinin ihtilaf edip durdukları şeylerde, onların arasında Allah hüküm verecektir” buyrulmuştur. Bundan anlaşıldığına göre, Rabbimiz kıyamet gününde her şeyi apaçık ortaya koyacaktır. Bunu konumuz olan “Dini Allah’a has kılma” tavrı ile bağlantılandıracak olursak; şirk koşanlar ile onların ilâh ve rabb edindikleri ruhanî liderler, efendiler, büyükler veya insanî tanrılar hakkında hükmünü verecektir.
40.De ki: “Allah’ın astlarından yakarıp durduğunuz ortak koştuğunuz kimseleri hiç düşündünüz mü? Gösterin bana, yeryüzünden neyi oluşturmuşlar? Ya da onlar için göklerde bir ortaklık mı var? Ya da Biz kendilerine bir kitap vermişiz de onlar, ondan bir delil üzerinde midirler?” Tam tersi, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler, birbirlerine, aldatmadan başka bir vaatte bulunmuyorlar.
(Fatır/40)
31.Ve şu kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenşu kimseler, “Biz kesin olarak, bu Kur’ân’a inanmayız, ondan öncekine de ” dediler. Sen şirk koşarak, küfrederek yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseleri Rableri huzurunda tutuklanmış, sözü bazısının bazısına geri çevirdiğini bir görsen! Zaafa uğratılan kimseler, büyüklük taslayan kimselere, “Eğer sizler olmasaydınız, kesinlikle bizler mü’min kimseler olurduk” diyecekler.
32.Büyüklük taslayan kimseler, zayıf düşürülen kimselere: “Size kılavuz geldikten sonra, sizi ondan biz mi çevirdik? Tam tersi, siz kendiniz suçlular oldunuz” derler.
33.O zayıf düşürülen kimseler de o büyüklük taslayan kimselere: “Tam tersi gecenin ve gündüzün tuzağı! Siz bize Allah’a inanmamamızı ve O’na birtakım eşler edinmenizi emrediyordunuz” derler. Bunlar azabı gördükleri zaman pişmanlıklarını gizleyeceklerdir. Biz de o kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmişolan o kimselerin boyunlarına demir halkalar geçirmişizdir. Onlar sadece yapmış olduklarının karşılığını görüyorlar.
(Sebe’/31-33)
22,23.Toplayın o şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları, eşlerini ve Allah’ın astlarından tapmış oldukları şeyleri. Sonra da onları cehennemin yoluna kılavuzlayın. 24,25.Ve durdurun onları, şüphesiz onlar sorguya çekilecekler: “Ne oldu sizlere de yardımlaşmıyorsunuz?”
(Saffat/22-25)
Ve Sad/59-64, Sebe’/40, 41.
3. ayetin sonunda “Şüphesiz Allah, yalancı ve çok nankörün ta kendisi olan kişilere kılavuzluk etmez” buyrulmaktadır. Buradan anlaşılması gereken odur ki, Allah canının istediğini saptırıyor, canının istediğini de hidayete erdiriyor değildir. Tam tersine, bu ifade, “kim yalanda ve küfürde ısrar ederse, o kimse hidayetten mahrum kalır“ mesajını vermektedir. Müşriklerin yalancılıkla nitelenmesinin nedeni, o putları kendi elleriyle yonttukları, üzerlerinde tasarrufta bulundukları ve değersiz, cansız nesneler olduklarını bildikleri halde onları ibadete müstahak ilahlar olarak tavsif etmiş olmalarıdır.
“Şüphesiz Allah, yalancı ve çok nankörün ta kendisi olan kişilere kılavuzluk etmez” ifadesiyle aynı zamanda müşriklere kötü duruma bizzat kendi yaptıkları yüzünden düştükleri mesajı verilmekte ve suçu Allah’a atma çabalarının kendilerinin uydurduğu bir şey olduğu açıklanmaktadır. Allah şirke, küfre ne izin vermiş, ne de razı olmuştur. Aksine bu tavırlara buğzetmiş ve onları bundan men etmiştir.
36.Ve andolsun ki Biz her ümmete, “Allah’a kulluk edin ve tağuttan sakının” diye bir elçi gönderdik. Artık Allah, bu ümmetlerden bir kısmına doğru yolu gösterdi, bir kısmına da sapıklık hak olmuştur. Şimdi yeryüzünde bir gezip dolaşın da bakın yalanlayanların sonu nasıl olmuş?
(Nahl/36)
25.Ve Biz senden önce hiçbir elçi göndermedik ki ona: “Gerçek şu ki, Benden başka ilâh diye bir şey yoktur. Onun için Bana kulluk edin” diye vahyetmiş olmayalım.
(Enbiyâ/25)
Hidayetin [doğruya ulaşmanın] Allah’ın iradesine bağlı olduğu Kur’an’da birçok yerde konu edilmiştir. Allah’ın kudret sıfatı öne çıkarılarak Allah’ın dilediğini saptırdığı, dilediğini de doğru yola ilettiği birçok ayette dile getirilmiştir. Ancak dikkat edilirse bu ayetler rasgeleliği değil, bir seçimi [meşîeti/irâdeyi] ifade ederler.
“Meşiet” kavramını tüm boyutları ile incelememiş olanlar, saptırma ve hidayet konusunda yanılmakta ve “dalâlet ve hidayetin herhangi bir esasa ve kurala bağlı olmadığını, Allah’ın rasgele birilerini saptırdığını, kimilerini de rasgele hidayete erdirdiğini” ileri sürebilmektedirler. Oysa Allah’ın durup dururken bir kimseyi saptıracağını iddia etmek, Allah’a zulüm yakıştırmak olur ki, Allah hakkında böyle bir şey düşünülemez. Ayetlere doğru bakılırsa, Yüce Allah’ın saptırma ve hidayete erdirmeyi rasgele dilemediği açıkça görülür.
* Kötülük, hayâsızlık ve Allah’a karşı bilmedikleri şeyleri söylemelerini emrederek,
* Fakirlikle korkutarak,
* Kuruntulara düşürerek,
* Allah’ın yarattıklarını değiştirmeyi emrederek,
* Kandırmak için yaldızlı sözler fısıldayarak,
* Vesvese verip zihin bulandırarak,
* Yaptıkları ameller ile şımartarak,
* Azdırarak,
* İnsanlar arasına içki, uyuşturucu, kumar ve lüks yaşamla aralarında düşmanlık ve kin sokarak,
* Allah’ı anmaktan ve Salâttan onları geri bırakarak
“Esbab-ı Nüzul” kayıtlarında (Vahıdi; Esbabü’n-Nüzul, s.198) her iki ayetin de Sa’d b. Ebi Vakkas ve annesi hakkında indiği zikredilmiştir. Merhum İzzet Derveze söz konusu olay hakkında şu bilgileri vermektedir:
“Sa’d, Kureyş gençlerinden iman edenlerle birlikte gençliğinde iman eder. Annesi onu İslam’dan döndürmek için uğraşmaya başlar. Onu açlık grevi yapmakla tehdid eder. Bu durum onda piskolojik bir krize dönüşmeye başlar. Allah bu iki ayeti indirerek anne babaya itaati ve onlara ihsanı, O’na şirk koşmama ve ihlâslı olma sınırları içerisinde farz olduğunu emreder. Her iki ayetin içeriği ve siyakın münasebeti, rivayeti doğrulamaktadır. Ya da her ikisinin içeriği hatırlatma ve açıklama yoluyla, müşriklerden bir anne ya da baba ile mü’min çocuğu arasında geçen çekişmeye örnek bir tutum olarak işaret eder. Bu tutum Ankebut Suresi’nde şu ayetle tekrarlanmaktadır. “Biz insana, ana babasına iyilik etmeyi tavsiye ettik. Eğer onlar seni, [gerçekliği] hakkında hiçbir bilgin olmayan bir şeyi hana ortak koşman için zorlarlarsa [hu hususta] onlara itaat etme. Dönüşünüz banadır. O zaman size yaptıklarınızı haber veririm“ (Ankebut/8). Bu ayet bizi, problemin sadece Sa’d’ın hiddeti ile şahsından üreyen bir problem olmadığını, birçok şahsın aynı probleme maruz kaldığını söylemeye götürmektedir. Siyer rivayetleri bunu açıklığa kavuşturmaktadır. Bu rivayetler, babalarının küfür ve şirk üzere kalmalarına rağmen Muhammedî risalete inanan birçok Kureyşli genci zikretmektedir. Bu kimseler babalarının işkence ve baskılarına maruz kaldılar. Bunun sonucu olarak Habeşistan’a hicret ettiler. Bunlara Halid b. Said b. As ve hanımı Emine bintu Halef, onun kardeşi ve hanımı Fatma bintu Safvan, Esved b. Nevfcl b. Huveylid, Amir b. Ebi Vakkas, Matlab b. Avl ve hamını Remle bintu Ebi Avf, Ubeydullah b. Cahş ve hanımı Remle bintu Ebi Süfyan, Osman b. Rebia, Muamer b. Abdullah, Malik b. Rabia, İbn Kays b. Abduşems ve hanımı Amrah, Yezid b. Zumah b. Esved ve diğer bazı isimler -Allah onlardan razı olsun- örnek olarak verilebilir.
Sa’d hakkında şu rivayet edilir: “Annesi oğluna dininden dönmesi için ısrarını artırınca ona şöyle der: ’Yemek yemeyeceğim, ta ki helâk oluncaya kadar İnsanlar da seni kınasın’.
O da annesine şöyle karşılık verir. ’Ey Anacığım, Allah’a yemin ederim ki, yüz canım olsa ve bunlar teker teker bedenimden çıksa, ben dinimi terk etmeyeceğim.’ Bu konu ile ilgili nebevi siret sayfalarında güzel tablolar vardır.
İman eden gençler ilk anda kendilerini zor durumda buldular. Çünkü İsra ve En’am surelerindeki ayetler, anne ve babalarına kesin iyilik ve ihsanda bulunmalarını emretmekteydi. Bu zor durumlarını Allah Rasulü’ne açıkladılar. Kur’an’ın hikmeti gereği, bu ayetler zorluğu kaldırmak için indirilmiştir.
“Anaya babaya iyi davranmak” konusu daha evvel İsra Suresinin tahlilinde de ele alınmıştı. Önemine binaen konunun oradan tekrar okunmasının yararlı olacağını düşünüyoruz.
13.Ve hani bir zaman Lokmân oğluna öğüt vererek, “Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma, hiç şüphesiz ki Allah’a ortak koşmak, kesinlikle büyük bir yanlış davranıştır; kendi zararlarına iş yapmaktır.
16.Ey oğulcuğum! Şüphesiz ortak koşmak; işlenen kötülük bir hardal tanesi ağırlığında olup da bir kayanın içinde yahut göklerde ya da yerin içinde olsa, Allah onu getirecektir. Şüphesiz Allah, en latif, hakkıyla haberdar olandır.
17.Yavrucuğum! Salâtı ikame et [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluştur-ayakta tut], iyiliği emret, kötülükten sakındır. Sana isabet edene de sabret. Şüphesiz bunlar, işlerin kesin olanlarındandır.
18.Ve insanlara avurdunu şişirme, suratını asma ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Şüphesiz ki Allah, bütün övünen ve kuruntu edenleri sevmez.
19.Ve yürüyüşünde mutedil ol, sesinden kıs. Şüphesiz seslerin en anlaşılmazı kesinlikle eşeklerin sesidir” demişti.
160.Kim iyilik getirirse, artık ona getirdiğinin on misli vardır. Kim de kötülük getirirse, artık o, sadece onun misliyle cezalandırılır ve onlar haksızlığa uğratılmazlar.
Bilindiği kadarıyla bu yöndeki araştırmaların en sonuncusu İngiltere’de Prof. Mingana adında bir ilim adamı tarafından yapılmıştır. Bu şahıs, Dr. Agnes Levis adında birinin III. Halife Osman dönemine veya biraz daha eski bir döneme ait olan bir mushafın birkaç sayfasını bulduğunu ve kopyalarını da kendisine verdiğini iddia ederek mevcut Mushaf ile bu kopyalar arasında farklar olduğunu ileri sürmüştür. Ancak yapılan tetkikler sonucunda, yanlışlığın mevcut mushafta değil, araştırmacıya verilen kopyalarda olduğu anlaşılmıştır.
İslâm ve Kur’an’ın önde gelen hasımlarından olan ve Kur’an üzerinde araştırmaları bulunan İngiliz müsteşrik [oryantalist, doğubilimci] Sir William Muir, yaptığı uzun araştırmaların sonunda bilim adamı sıfatının verdiği sorumlulukla “Metninin bütün servetini on iki asır muhafaza eden bir başka kitap yoktur” demek zorunda kalmıştır.
Ülkemizde de bazıları tarafından kıraat ve fonetik işaretleri ya da seslendirme farklılıkları öne sürülerek tahrif iddialarında bulunulmuşsa da, bu tip farklılıkların cümlenin anlamını etkilemeyen unsurlardan olması sebebiyle bu iddialar itibar görmemiştir.
Ancak; aklını işletebilen her Müslüman’ın Kur’an’ın Allah tarafından nasıl korunduğuna mantıklı bir cevap araması doğaldır, hatta bir görevdir. Çünkü Kur’an, onu tahrife yeltenen tevhit düşmanlarının Tevrat ve İncil’e yaptıkları saldırılara benzer bir saldırıya [Hacc/52, 53, En’âm/112, 113, 121] karşı sigortalanmış olarak çelik kasaların içinde muhafaza edilmemektedir. Bundan dolayıdır ki, Kur’an’ın orijinalliğini muhafaza ettiği bizzat Müslümanlarca mantıklı bir şekilde ispat edilmelidir. Böylece -Müddessir/31’de işaret edildiği üzere- “iman etmiş olanların imanı artsın, kendilerine kitap verilmiş olanlar ile iman sahipleri kuşkuya düşmesin.”
“Benim imanım tamdır, imanımı güçlendirmek için böyle bir şeye ihtiyacım yok” diyenlere, kalbini [imanını] güçlendirmek için Allah’tan ölüleri nasıl dirilttiğini kendisine göstermesini isteyen İbrahim peygamberi hatırlatmakta yarar vardır (Bakara/260).
Bizim görüşümüze göre, Kur’an aşağıdaki nedenler dolayısıyla tahrife uğramamıştır.
* Kur’an lâfız, nazım ve içeriği itibariyle bir mucizedir. Bu sebeple herhangi bir eksiltme, arttırma veya değiştirme olsa, deyim yerindeyse hemen sırıtıvermektedir.
*Rabbimiz sayesinde Müslümanlar, erken dönemde harekete geçerek Kur’an’ın kitaplaşmasını gerçekleştirmişlerdir. Böylece çok eski dönemlerdeki el yazması nüshalar ile bugünkü baskıların aynı olduğu görülebilmektedir.
* İlk günden itibaren pek çok insan büyük bir zevkle, aşkla, hazla Kur’an’ı ezberine almak istemiş ve Kur’an’ın lafızlarındaki armonik özellik nedeniyle de bunu kolayca başarmıştır. Böylece tarihin her döneminde Kur’an’ı ezberinde tutan on binlerce hafız mevcut olmuş, bundan dolayı da Kur’an’ın tahrif edilme veya nüshalarının kaybolma riski hiç doğmamıştır.
* Kur’an’ın inmeye başlamasıyla birlikte, Kur’an’ın eğitim ve öğretimi de başlamıştır. Diğer dinlerde dinî eğitimin ruhanîlerin tekelinde olmasına karşılık ruhban sınıfının olmadığı İslâm’da, eğitim ve öğretim, köylü-kentli herkese yönelik olmuştur. Kur’an bir zümrenin veya bir kurumun tekelinde olmadığı gibi, ilk yıllarda bile hiçbir zaman birkaç nüshadan ibaret kalmamıştır. Çok sayıdaki nüshasıyla her Müslüman’ın evine, iş yerine, kütüphanelere, camilere, mescitlere, kitap evlerine girmiş, herkes tarafından okunmuş ve öğrenilmiştir. Böylece yaygın bir öğretim sağlanmış, kötü niyetli kişilerin kişisel boyuttaki tahrif çabaları sonuçsuz kalmıştır.
* Kur’an’ın inmeye başladığı Milâdî 610 yılı, diğer dinlerin ortaya çıkış zamanlarına göre insanlık tarihinin aydınlık bir dönemidir. Bu dönemde birçok eski medeniyet zirve noktasındadır ve olaylar artık kayda geçirilmeye başlanmıştır. Nitekim Musa ve İsa peygamberlerin varlığını ve yaşamını bazı tarihçiler kabul etmezken, peygamberimizin yaşadığı konusunda, hayatı ve kişiliği hakkında hiçbir tereddüt yoktur. Dolayısıyla peygamberimizin tek mucizesi olan Kur’an da, tereddüde yer vermeyen kayıtlarla günümüze gelmiştir.
* İslâmiyet, Musa ve İsa peygamberler zamanındaki gibi yönetilen, değişime uğratılan, mağdur, mazlum, zavallı, garip azınlıklar arasında değil, zengin, hâkim, özgür kentlerde doğmuş ve büyümüş, yöneten, değişime uğratan, güçlü toplumların dini olmuştur. İslâmiyet’in bu özelliği dolayısıyla da Kur’an’ın tahrife uğramış olması mantıklı değildir.
Yukarıda sıralanan maddeler, değişik bakış açıları ile herkes tarafından arttırılabilir ya da azaltılabilir. Ancak Kur’an’ın matematiksel yapısı üzerinde yapılan araştırmalar bu konudaki tüm tartışmaları bitirecek niteliktedir. Henüz tüm detayı ile ortaya çıkarılamamış olsa da, Kur’an’ın şu ana kadar tespit edilen matematiksel özellikleri bile onun hem Allah’tan başkası tarafından yazılmış olamayacağını, hem de yapılacak herhangi bir ilâve ya da eksiltmenin hemen belli olacağını ispatlamaktadır. Kısaca “19 Mucizesi” denilen bu konuyla ilgili olarak daha detaylı bilgi Müddessir suresinin tahlilinde verilmiştir.
Kur’an’ı rehber edinen ve hüküm kitabı olarak kabul eden kimseler, ondan yararlanarak batıl itikatlardan, hurafelerden, kin, buğz, kıskançlık gibi kınanmış huylardan uzaklaşırlar, dolayısıyla psikolojik, aklî ve ahlâkî hastalıklardan şifa bulup Allah’ın rahmetine mazhar olurlar.
32.De ki: “Allah’ın, kulları için çıkardığı zînetleri ve tertemiz rızıkları kim haram etmiş?” De ki: “Bunlar, iğreti dünya hayatında inananlar içindir –kıyâmet gününde yalnız onlar için olmak üzere–.” İşte böylece Biz, âyetleri bilen bir topluluğa ayrıntılı olarak açıklıyoruz.(A’raf/32)
Böyle olmakla beraber, Rabbimiz “birikim”i hoş görmemektedir. Altın’ın atıl tutulması, kenz yapılması tam anlamıyla bir “birikim” mahiyetindedir. Dolayısıyla “altın”ın takı olarak kullanılması veya günlük hayatta kullanılan tabak, kaşık, çatal gibi gereçlerin “altın”dan yapılması, bize göre, ancak “altın”ın lüks sayılmadığı, ekonomik değer taşımadığı, kimsenin “altın”a ihtiyaç duymadığı ortamlarda sakıncasızdır. Aynı şekilde, herkesin giyebildiği ortamlarda “ipek” giymenin de bir sakıncası yoktur. Ne var ki, giymek için pamuklu kumaş bile bulamayanların bulunduğu bir ortamda “ipek” giymek haramdır. Çünkü böyle bir ortamda “ipek” giymek hem diğer insanların kıskançlığına, hem de giyenin böbürlenmesine yol açar. Hemen belirtmek gerekir ki, buradaki “ortam” sözcüğü tüm dünyayı, yeryüzündeki bütün toplumları kapsamaktadır. Yani, her gün binlerce insanın açlıktan öldüğü bir dünyada hiç kimse “Benim çevremdeki insanların altına ve ipeğe ihtiyacı yoktur” diyerek Allah’ın sevmediği bir davranış içinde olmadığını ileri süremez.
Kısaca söylemek gerekirse, “altın” ve “ipek” lüks sembolleri olup bunların haramlığı lüks oluşlarından gelmektedir.
Diğer taraftan, haram diye parmağına “altın” yüzük takmayan, “ipek” kumaş giymeyen fakat şato gibi evlerde oturup lüks otomobillere binen din cahilleri, meselenin bu ince yönünü hiç anlamamış demektirler. Hâlbuki iyi anlamalıdırlar.
31.Fakat o, ne onayladı, ne destekledi. 32Fakat o, yalanladı ve geri durdu. 33Sonra da gerine gerine yakınlarına gitti.
34,35.Yıkım çok yakın sana, hem de çok yakın! Yine, yıkım çok yakın sana, hem de çok yakın!(Kıyamet/ 31-35)
(Bakara/177)
“Reşit olma”, “rüşdüne erme”, “irşat etme”, “mürşit” gibi türevleri Türkçede de kullanılan “rüşd” sözcüğünün Kur’an ayetlerindeki manasını kısaca “İslâm’ın öngördüğü olgunluğa ulaşmak ve yaşamak” diye tarif etmek mümkündür.
Buna göre “rüşde kılavuzluk eden Kur’an” ifadesi, “Kur’an’ın insanları akıl kullandırtarak bilinçlendirdiği, olgunluğa ulaştırdığı, -başka bir ifade ile- kimseyi büyülemediği, kimsenin beynini yıkamadığı” anlamına gelmektedir.
Bu ayetlerde Kur’an’ın çok önemli özelliklerinden biri ortaya konularak Kur’an’ın rüşde, en sağlama iletme işini, müjde ve uyarma yöntemlerinin ikisiyle birden yaptığını göstermektedir. Kur’an’da nerede bir uyarı yapılmışsa, hemen arkasından cennet ve cehennem sahneleri verilmektedir.
75.Artık hayır. Necmleri/her indirilmede gelen âyetlerin yerlerini/zamanlarını; inişini kanıt gösteririm ki –76.ve eğer bilirseniz bu büyük bir kanıt gösterimidir–, 77.hiç kuşkusuz o, şerefli Kur’ân’dır. 78.Saklanmış/korunmuş bir kitaptadır. 79.Ona zihinsel olarak temizlenmişlerden başkası temas edemez. 80.O, âlemlerin Rabbinden indirilmedir.
Bu ayet gurubu Kur’an ile ilgili bir necm olup Kur’an’ın Allah tarafından indirildiği ve ondan ancak manevî kirlerden [şirkten, cehaletten, tutuculuktan] temizlenmiş olanların yararlanabileceği bildirilmektedir. Ayrıca Kur’an’ın şerefli, saygın bir kitap olduğu ve mutlaka korunacağı, Kur’an ayetlerinin indiği zaman / mevkiler kanıt gösterilmek suretiyle ispatlanmaktadır.
Ne var ki, bu ayet gurubu da cehalet nedeniyle suiistimal edilmiş ve 79. ayete “Kur’an’a ancak abdestliler dokunabilir” şeklinde anlamlar verilmiştir. Bunun sonucunda, gerek mazeretleri sebebiyle abdestli olamayanların ve gerekse namaz dışında abdestli olmaları gerekmeyen Müslümanların abdestsizken Kur’an’a yaklaşmalarına engel olunmuştur.
Klâsik eserlere bakıldığında 79. ayetteki “mutahher [temizlenmiş]” olmanın sadece şu zatlar tarafından “manevî temizlenme” olarak doğru açıklandığı görülmektedir:
– El-Kelbi: “Şirkten temizlenmiş olanlar.”
– Er-Rabi b. Enes: “Büyük ve küçük günahlardan temizlenmiş olanlar.”
– Muhammed b. Fudayl: “Tam anlamı ile temizlenmiş kimseler yani muvahhidler.”
Klâsik eserlerin büyük çoğunluğunda ise, 79. ayetle ilgili olarak şu açıklamalar yer almıştır:
– “Kur’an’a ancak temizlenmiş [tahir] kimseler el sürebilir”,
– “Kur’an’a da ancak tahir iken el sürülür”,
– “Ona ancak hadesten ve necasetlerden tam anlamı ile temizlenmiş kimseler el sürebilir”
Mutahher [tertemiz] olmanın bedensel olduğu yönündeki bu açıklamalar baskın çıkmış ve hemen hemen bütün ilmihaller de bu açıklamalar ekseninde hazırlanmıştır. Bu anlayış faydadan çok zarar getirmiştir. İslâm ümmeti Kur’an’ı tanıyamamış, Allah’ın mesajını öğrenememiş ve cahil kalmıştır. Bu yanlış yaklaşımın bir diğer sonucu da, Müslüman olmayanların Kur’an okumalarının, dolayısıyla İslâm ile şereflenmelerinin engellenmesi şeklinde tezahür etmiştir. Mesela İkrime, İbn Abbas’ın Yahudi ve Hıristiyanların Kur’an okumalarına engel olduğuna dair rivayetler nakletmiştir. Abdestli olmayanların Kur’an’a el sürmemeleri gerektiği konusu, hatırlanacak olursa, Ta Ha suresinin “Giriş” bölümünde verdiğimiz İbn-i Hişam’ın rivayetinde de geçmekte idi.
Enbiya 34) Biz, senden önce de hiçbir beşer için sonsuzluk tanımadık. Peki, sen öldün de onlar sürekli kalanlar mıdırlar?
Enbiya 35) Her kimliği olan varlık ölümü tadıcıdır. Ve eritip saflaştırmak üzere, sizi Biz, şer ve hayır ile sınarız. Ve siz, yalnız Bize döndürüleceksiniz.
Buna göre “tezkiye”:
– Sözlük anlamı olarak “temizlemek, geliştirmek, feyizlendirmek, büyütmek ve temize çıkarmak”;
– Kavram olarak ise “nefsini temizlemek; nefsi şirk, günah, nifak [ikiyüzlülük], rics [pislik], cehalet, kötü duygular ve benzeri şeylerden temizlemek, ona itaati ve takvayı [sakınmayı] öğretmek” demektir.
Aynı zamanda Allah’ın bir emri ve bir ibadet eylemi olan “tezkiye”, takvaya ulaşmak için gösterilen çaba, insanı Allah’tan uzaklaştıracak her şeyden kaçma, nefsi fücur [iman ve din örtüsünü yırtıp atmak] sayılan şeylerden alıkoymak için gösterilen gayret demektir. “Zekât” sözcüğü de bu kökten gelmektedir.
Kur’an’daki kavramlar konusunda büyük bir otorite kabul edilen Ragıb el-İsfehanî, “cehl” sözcüğüne, Kur’an’a dayanarak üç anlam vermiştir:
Birinci anlam: Nefsin bilgiden boş olmasıdır.
İkinci anlam: Gerçeğin dışında bir şeye inanmaktır.
Üçüncü anlam: Bir konuda yapılması gerekenin veya hakkın tersini yapmaktır. Bu anlamlara göre, İslâm’ın kastettiği cahillik [bilmezlik], kişinin okuryazar olmaması veya fizik, kimya, tarih, coğrafya gibi konularda bilgili olmaması değil, kişinin gerçeğin dışında bir şeye inanması, hakkın tersini yapmasıdır. Nitekim Kur’an, kendinden önceki dönemin inanç ve davranışlarına [atalar dinine] saplanıp kalmaya “cehalet” demiş, peygamberimiz de cehaletten kurtarmak için insanlara fizik, kimya ve benzeri şeyleri değil, gerçeği, gerçeğe inanmayı ve gerçeği yaşamayı öğretmiştir.
Kur’an’da cehaleti tanıtan ayetler şunlardır: A’râf/138, 199, Hud/29, 46, Neml/55, Ahkâf/23, En’âm/35, 54, 111, Bakara/67, 273, Yusuf/33, 89, Zümer/64, Kasas/55, Ahzab/33, 72, Nisa/17, Nahl/119, Hucurat/6, Âl-i Imran/154, Maide/50, Fetih/26.
Kur’an’ın kendisinden önceki dönemin inanç ve davranışlarını cehalet olarak nitelemesinin istisnası, o dönemdeki toplumlarda yaşamış olup da gerçeği görmüş ve sadece Allah’a kul olmuş kimselerdir.
Ve sen, ölmeyen daima diri olana güvenip dayan ve O’nun övgüsü ile birlikte tüm noksanlıklardan arındır. Kullarının günahlarından haberdar olarak O ölmeyen, daima diri olan yeter.
Bu ayette, ölümlülerden bir şey istenilmemesi ve onlara bel bağlanılmaması emredildikten sonra, tevekkül edilecek tek merciin hiç ölmeyen الحىّHayy [Allah] olduğu bildirilmektedir. Zira müşriklerin bel bağladıkları tanrılarının kendilerine bile hayırları yoktur; hepsi fanidir ve fani şeylere bel bağlayanlar da sürekli kaybetmeye mahkûmdur.
“Erkek ya da dişi bütün hücreler kromozomlar ve genler [kalıtım taşıyıcıları] içerir. Koromozom, geni içeren küçük ve sönük bir çekirdektir. Genler kesin olarak herhangi bir canlının ya da insanın temel özelliklerini belirleyen başlıca etkenlerdir. Stoplazma ise, kromozom ve genleri kapsayan hayret verici kimyasal birleşimlerdir. Kalıtım taşıyıcıları olan genler, yeryüzünde yaşayan bütün insanların kişisel özelliklerinden, ruhsal durumlarından, renklerinden ve cinslerinden sorumlu olmalarına rağmen son derece ufaktırlar. Şayet hepsi bir araya getirilirse, bir yere konulsa hacmi bir yüzük taşının hacminden daha az olur.
Bu son derece küçük ve ancak mikroskopla görülebilen genler, bütün insanların, hayvanların ve bitkilerin karakterlerinin, özelliklerinin mutlak anahtarlarıdır. İki milyar insanın kişisel özelliklerini kapsayan bir yüzük kaşı hiç kuşkusuz küçük hacimli bir yerdir. Bununla beraber bu saydıklarımız tartışma götürmez gerçeklerdir.
Cenin nutfeden (protoplazmadan) cinsiyetinin ortaya çıkmasına doğru bir düzen içinde aşamalı olarak gelişimini tamamlarken tescil edilmiş bir tarihi anlatır. Bu tarih genlerdeki ve sitoplazmadaki atomların diziliş şekli ile korunur ve dile getirilir.
Genlerin bütün canlıların yapısında yer alan soya çekim hücrelerindeki atomların en küçük mikroskobik dizilişinden ibaret olduklarını görmüştük. Bu şekliyle genler, yaratılış projesinin, geride kalanların ve bütün canlı varlıkların özelliklerinin korunduğu bir arşiv niteliğindedir. Genler en ince ayrıntısına kadar bütün bitkilerin köklerine, gövdelerine, yapraklarına, çiçeklerine ve meyvelerine egemendir. Başta insan olmak üzere bütün hayvanların şeklini, kabuklarını kıllarını ve kanatlarını belirler.“
Nur 31) Mü’min kadınlara da, bakışlarından bir bölümünü kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle. Zînetlerini de –açıkta olanlar hariç– belli etmesinler. Örtülerini de göğüs yırtmaçlarının üzerine sarkıtsınlar. Ve süslerini, kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kadınlar, yeminlerinin sahip oldukları, kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar ve kadınların savunmasız yerlerini [dübür ve cinsel organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar dışındakiler için belli etmesinler. Süslerinden gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar. Ve ey mü’minler! Başarıya ermeniz için hepiniz topluca hatânızdan Allah’a dönüş yapın!
TÜRBELER
İnsanın bu dünyadaki esas varlığı ölümü ile biter ve geriye sadece toz-toprak olacak cesedi kalır. Toprak olacak cesedinin ve çürüyerek toprağa karışacak vücut maddelerinin hiçbir değeri yoktur. Zaten insan bedeni de yeryüzündeki kıymeti olmayan değişik maddelerin birleşmesinden oluşmuştur. Ölüm ile bedendeki can son bulunca, geriye kalan ceset de çirkinleşir. Nitekim Maide suresinin 31. ayetinde cansız beden [ceset] için “sev’at [çirkinlik]” sözcüğü kullanılmıştır. Dolayısıyla bu çirkinliğin kokuşup çevreye zarar vermeden ortadan kaldırılması gerekir. İşte, cesedin gömülmesi bu sebepledir.
Ölüm sonrası geride kalan cesedin maddî ve manevî herhangi bir değeri olmayınca, doğal olarak cesedin içine konulduğu kabrin de herhangi bir değerinin veya kutsiyetinin olması söz konusu değildir.
Çünkü İslâm dini dirileri uyarmak için vardır, Kur’an dirileri uyarmak için inmiştir:
69,70.Ve Biz o’na şiir öğretmedik. Bu o’nun için yaraşmaz da. O, sadece diri olanları uyarmak ve kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselerin üzerine Söz’ün hak olması için bir öğüt ve apaçık bir Kur’ân’dır.
(Ya Sin 69, 70)
İslâm’da işin aslı bu iken ne yazık ki Müslümanlar, tıpkı İslâm öncesi cahil müşrik kitleler gibi bazı kimselerin kabirlerine kutsallık vermişler, bu kabirleri mabetlerin içinde, bitişiğinde veya başka yerlerde türbeleştirmişlerdir. Müslümanların böyle bir davranış içine girmelerinin sebebi, yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi, hadis kitaplarında yer alan ve peygamberimizin uygulamaları olduğu iddia edilen bazı rivayetlerdir. Oysa aynı hadis kitaplarında, peygamberimizin kabir ziyaretlerini önce yasakladığı ve bu yasağı ancak toplumda tevhit bilincinin geliştiğini gördüğü zaman, insanların dünyaya olan bağlılığını kıracağı ve onlara ölüm sonrasını hatırlatacağı düşüncesiyle kaldırdığı da yazılıdır. Bu durumda, süslü kabir meraklısı olan ve bu eğilimlerini peygamberimize isnat edilen rivayetlerden aldıklarını söyleyenlerin, peygamberimizin koyduğu kabir ziyareti yasağını hangi gerekçe ile kaldırdığını anlatan rivayetlerden haberi olmadığı ortaya çıkmaktadır. Çünkü bu rivayetlerde, kabir ziyareti yasağının kalkması bu ziyaretlerin insanlara ibret olup ders vermesi özelliğine dayandırılmıştır. Buna göre, bütün mezarların yasağın kalkma gerekçesine uygun olarak ibret verici bir yapıda olmaları gerekmektedir. Kabirlerin bu amaca hizmet edebilmesi ancak sade ve harap görünmeleri ile mümkündür. Beton ve mermerden yapılmış şatafatlı kabirler insanlara ders ve ibret duygusu vermediklerinden, bize göre çirkin/mekruh sayılmalıdırlar.
Kur’an dışı bir konuda tevhit ilkesine aykırı davranışları peygamberimize isnat edilen rivayetlerle açıklayan; buna karşılık yukarıda sözünü ettiğimiz kabir yasağı ve bu yasağın kaldırılmasına dair rivayetleri ise görmezden gelen bazıları, bu yanlışlığı zaman içinde aşırılık boyutuna vardırmışlardır. Memleketimizin dört bir yanında olduğu gibi, diğer ülkelerde de yüzlerce örnek sergileyen bu zihniyet, binlerce sene evvel yaşamış kimselere kabirler tahsis etmiş, bu kabirlerin yanına mescitler/camiler inşa etmek suretiyle bu kişileri ve mezarlarını kutsallaştırmış, hatta bazı kabirleri altınla kaplamıştır. Bazı kişiler ise mescit/cami içine veya kenarına gömülerek “evliya” diye vasıflandırılmıştır. Ne yazık ki, cahil kitleler bu mezarlarda yattığı kabul edilen kişileri Allah ile aralarında şefaatçi yapmak suretiyle o mezarlara yüz sürmekte, orada yatanlardan medet ummakta, böylece imanlarını kirletmektedirler. Bu çirkin davranışlarda bulunanlar ve bu davranışları onaylayanlar kendilerine dayanak olarak yine uydurulmuş hadisleri göstermekte, bu hadisler arasında yer alan ve peygamberimizin kabirleri kendilerine mescit edinen Yahudi ve Hıristiyanlara lânet ettiğine dair olan bir hadisi ise hiç dikkate almamaktadırlar. Dikkate alanlar ise hadisi ana konusunda değil, peygamberimizin hastalığı anında üzerindeki battaniyeyi yüzüne bir örtüp bir açması sebebiyle battaniye örtmenin bir sakıncası olmayacağına mesnet olarak ele almışlardır.
Bize göre, dinle hiç alâkası olmayan uygulamalara din kisvesi giydirenlerin dikkate almaları gereken bir diğer hadise göre peygamberimiz, Habeşistan’da, içinde tasvirler bulunan bir kilise ile ilgili olarak şöyle demiştir: “İşte onlar kıyamet gününde Allah katında halkın en şerlileridir.” Ama manzaraya bakıldığında, Allah’ın gönderdiği kılavuz yerine hadis adıyla uydurulmuş rivayetlere sarılanların, işlerine gelmediği zaman bu rivayetlere de kulak asmadıkları görülmektedir.
Biz, mescit/cami içlerinde veya kenarlarında bulunan kabir ve türbelerin tevhidi zedeleyici davranışlara sebep olduğu görüşündeyiz. Gerek peygamberimizin kabrini, gerekse halk arasında “evliya” olarak şöhret bulmuş Eyüp Sultan, Mevlâna (!), Telli Baba ve benzeri kişilerin mezarlarını ziyaret ederek Allah’tan bu kişiler hürmetine yardım istemek, bu kişilerin şefaatini ummak, İslâm’a göre şirk olan davranışlardır. Bu sebeple ya mescitlerin kabirlerden uzaklaştırılması, ya da kabirlerin mescit kenarlarından uzaklara taşınması gerekmektedir.
Her konuda olduğu gibi kabirler ve ölüler konusunda da bizi felâketten [şirkten] kurtaracak bilgiler Rabbimiz tarafından Kur’an’da verilmiştir:
20,21.Ve onların Allah’ın astlarından yakardıkları şeyler herhangi bir şey oluşturamazlar, kendileri oluşturulmuşlardır, ölülerdir, diri değildirler. Ne zaman dirileceklerini de tam bilemezler.
(Nahl/ 20, 21)
13,14.Allah, geceyi gündüze sokuyor, gündüzü de geceye sokuyor. Güneşi ve ayı insanlığın yararlanacağı yapı ve işleyişte yaratmıştır. Hepsi adı konmuş bir müddet için akıp gidiyor. İşte bu, mülk Kendisinin olan sizin Rabbinizdir. O’nun astlarından yakardığınız kimseler bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip olamazlar. Onları çağırırsanız, onlar çağrınızı işitmezler; işitseler bile size cevap veremezler, Kıyâmet günü de ortak koştuğunuzu kabul etmezler. Sana her şeyden haberdar olan Allah gibi kimse haber veremez.
(Fatır/ 13, 14)
22.Ölüler ve diriler de eşit olmaz. Şüphesiz Allah, her dilediğine/dileyene işittirir. Sen ise kabirlerdeki kişilere işittiren biri değilsin. 23.Sen sadece bir uyarıcısın.
(Fatır/ 22)
Rabbinize alçala alçala ve gizlice/ açıkça göstererek dua edin; namaz kılın. Kesinlikle O, sınırı aşanları sevmez. 56.Ve düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. O’na, ürpererek ve rahmetini umarak dua edin. Kesinlikle Allah’ın rahmeti, iyileştirenlere-güzelleştirenlere çok yakındır.
Tüm inananlara yönelik olan bu âyetlerde hem Yüce Allah’ın “rabb” sıfatı [programcılığı] ön plâna çıkarılmak sûretiyle dualarda bu özelliğin göz önünde bulundurulmasına işaret edilmiş, hem de inananlara dua adabı ve usûlü öğretilmiştir. Rabbimiz, Kendisine yapacağımız niyazı dil, beden ve gönül üçlüsü ile yapmamızı emrediyor. Bu tarz yapılan dua; niyaz toplumda “NAMAZ” adıyla yerleşmiş bulunmaktadır.
“Namaz” sözcüğü Hintçeden Farsçaya, Farsçadan da Selçuklular döneminde Türkçeye geçmiştir. Farsçadaki ilk anlamı, “ateş önünde saygıyla eğilmek” demektir. Sanskritçe, “saygı sunmak” anlamına gelen namaste kelimesinin Farsçaya geçmiş şekli olması muhtemeldir. Bu kelime de, “selam vermek” anlamına gelen nam kelimesinden türemiş olmalıdır. Hem nam [selam] ve hem de namaste [saygı sunmak] günümüz Hint kültüründe de görülebileceği üzere “eğilerek” yapılan bir fiildir.
Namaz” sözcüğünün Farsçadaki bu “eğilerek saygı ile dua etmek” anlamı, Arapça ve Kur’ân’da بالتّضرّع الدّعاء [ed-du’au bi’t-tezarru’=alçala alçala/sürekli alçalarak yakarma] şeklinde ifade edilir.
Âyetin orijinalindeki تضرّعاً[tezarru’an] ifadesi, ض ر ع[d-r-a] kökünden türemiş “tefe’ul” babından bir sözcüktür. Kök sözcüğün anlamı “zillet ve tevazu göstermektir.” Tazarru’ansözcüğü, kalıp ve cümledeki “hal” ögeliği itibariyle “zillet üstüne zillet, zillet üstüne zillet” [alçala, alçala, alçala alçala] demektir.
Âyetin orijinalinde yine و[vav] bağlacıyla cümlede ikinci “hal” konumunda bulunanhufyeten sözcüğü, h-f-v kökünden türemedir ve ezdâd’dandır. Yani, iki zıt anlamı da içeren bir sözcük olup “açıkça göstererek, parıl parıl parlatarak” ve “gizleyerek” demektir.
Bu durumda âyetten her iki mana da anlaşılmalı ve her iki hal ile de bu görev yapılmalıdır.
Yukarıda da zikrettiğimiz, “Rabbinize alçala alçala ve gizlice/açıkça göstererek dua edin (A’râf/55)” emri, namaz adıyla meşhurlaşan niyaz şeklini ifade etmektedir. Bir kere daha ifade edelim ki, Kur’ân’daki namaz, işte bu âyetle emredilmiştir yani farz kılınmıştır. Ritüelli duanın; namazın kaynağı işte bu ayettir. Daha önce de defalarca zikrettiğimiz üzere “salât” sözcüklerinin malum namaz ile alakası yoktur. Bu ayet bu fakire göre Kur’an’da geçen iki yüz civarındaki dua konu edilen ayetlerin tefsiri konumundadır. O nedenle Kur’an’da namaz, tek bir ayette geçiyor demek yerinde değildir. Kur’an’daki her dua ayeti namazdan bahsetmektedir. Her duamızı da tazarrulu olarak yapmalıyız.
Girişte de açıkladığımız üzere “namaz” sözcüğünün Farsçadaki “eğilerek saygı ile dua etmek” anlamı Arapçada ve Kur’ân’da بالتّضرّع الدّعاء [ed-du’au bi’t-tezarru’=alçala alçala; sürekli alçalarak yakarma] şeklinde ifade edilir. Nitekim bu ritüelin ana hatları, Rasûlullah’tan bize intikal etmiştir. Ne var ki, bunların bazıları, anlam ve kavram olarak mecrasından çıkarılmıştır.
Âyetten anlaşıldığına göre tazarrulu duada; namazda [Rabbimizin huzurunda dua anında] sürekli bir alçalma sergilenmelidir.
Bu zillet sergilemesi aleni; göstere göstere olacağı gibi gizli de olabilir. Rabbimiz burada “hufyeten” ifadesini kullanmıştır. Bu sözcük Ezdat’tandır; iki zıt anlamı ifade eden sözcüklerdendir. İnfakı emreden ayetlerde (Bakara; 274, Ra’d; 22, İbrahim; 31, Nahl; 75, Fatır; 29) “sirren ve alaniyeten” ve “sirren ve cehren” şeklinde gelerek infakın da hem gizli hem de aşikar yapılabileceğini emir buyurmuştu. Bizim bu ifadelere göre kanaatimiz, farz olan ibadetlerin aşikar, tatavvuların (gönülden yapılan fazla ibadetlerin) ise gizli yapılmasının gerekli olduğudur. Zira farzın riyası olmaz, tatavvuda ise riya şaibesi olabilir.
Tazarru ile duanın nasıl yapılacağını insan düşünmelidir. Bunu Rabbimiz tarif etmemiştir. Namazın nasıl kılınacağını Cebrail Peygambere öğretti cinsinden söylentiler yalan ve yanlıştır. Onun için insan; Rabbine karşı zilleti dua ederken nasıl sergileyebilir? Bunu kendisi iyi düşünüp bulmalıdır. Zaten Rasülüllah da öyle yapmıştır. Bir de geçmişten gelme teamül söz konusu idi. Bizim bunu pratik hayattan algılamamız mümkündür.
İşsiz birinin, iş verecek olana, dertli birinin derdine derman olacak olana, suçlu birinin affedecek olana, borçlu birinin kredi sağlayacak olana karşı yaptığı hazırlıkları bir düşünün. Sonra da biz kiminle buluşacağız, kimin huzuruna çıkacağız bunu düşünelim:
Yer gök bütün evrenin sahibi, bizim, mülkünde yaşadığımız, hep muhtaç olduğumuz, bizi dünyaya gönderen sonra istemesek de Kendisine döndüren, teneffüs ettiğimiz hava, içtiğimiz su, rızık elde ettiğimiz toprak; hepsinin sahibi olan, dünya üzerinde canlı cansız hizmetimize verilmiş tüm varlıkların da asıl sahibi, bizi yaratan, bizi yaşatan, içimiz dahil her şeyimizi gören, bilen ve işiten; Her şeyin sahibi, her isteyene istediğini veren, cennet ve cehennemin sahibi, suçluları affeden, bize yardım edecek olan, bağışı sınırsız, bize merhamet eden, bizi terbiye eden, gerekirse kahreden ve istemesek de huzuruna götürüp hesap soracak olan ALLAH’IN huzuruna çıkacağız. (Burada Rabbimizi Esma-ü Hüsna’daki tüm niteliklerle düşünebilmeliyiz).
Bu düşünüşe İslam’da “ZİKİR; Allah’ın anılması, hatırlanması” denilir. Allah, klasik anlayıştaki “Allah, Allah, Allah, …..” denilerek değil Bakara; 220’deki yol gösterimine göre “Babaların zikredildiği; anıldığı gibi zikredilmelidir; anılmalıdır.” Yani Allah’tan istenen, babadan istermişçesine istenmeli, babaya karşılık ödermişçesine, saygı sunarmışçasına saygı duyulmalı, babanın evlatlar için ne anlama geldiği iyi düşünülmeli, bu baba evlat ilişkisinden hareketle, Allah-kul ilişkisi dikkate alınarak Allah’a niyazda bulunulmalıdır.
Allah’ı zikir, kulu Allah’a dua etmeye; yakarmaya sevk eder. Ve kul, gönlünü Rabbine açar:
190-194.Göklerin ve yeryüzünün oluşturuluşunda, gecenin ve gündüzün ardarda gelişinde, elbette, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anan; göklerin ve yerin oluşturuluşu üzerinde: “Rabbimiz! Sen, bunu boş yere oluşturmadın, Sen, tüm noksanlıklardan arınıksın. Artık bizi Ateş’in azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz Sen, kimi o ateşe girdirirsen artık onu kesinlikle rezil etmişsindir. Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına işyapanlar için yardımcılardan da hiç kimse yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, “Rabbinize inanın!” diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi “iyi adamlar” ile birlikte, geçmişte yaptıklarımızı ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı bir bir hatırlattır/öldür. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaat ettiğin şeyleri ver, kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen, verdiğin sözden dönmezsin” diye iyiden iyiye düşünen kavrama yetenekleri olanlar için nice alâmetler/göstergeler vardır.
195.Bunun üzerine Rableri onlara karşılık verdi: “Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun –ki hepiniz aynısınızdır– çalışanın amelini kaybetmem. O nedenle, göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler; elbette onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır.”
( Al-i Imran/ 190- 195)
Biz de öyle yaptık; Rabbimizi Esma-i Hüsna’da yer alan tüm nitelikleriyle hatırladık bir de kendi durumumuzu ve konumuzu göz önüne getirdik. Bu durumda Rabbimizin karşısında nasıl durulabilir?
Aslında bunu iyi bir psikolog, tiyatrocu, iyi bir dram yönetmeni çok iyi anlatır; koreografisini yapar. Yine de biz, aklımızın erdiği kadarıyla zihin yoralım.
Saygılı bir şekilde ayakta durarak, boyun bükerek,
Ta’zim ve tekbir ile [Allah’ı büyükleyerek, Allah’ın her şeyden daha yüce olduğunu
ifade ederek, övgüler sunarak],
Bel bükerek,
Yere kapanarak,
Huzurda diz çöküp boyun bükerek,
Yüzü, gözü semaya dikerek. (Dua esnasında “Sema” öteler ötesini temsil eder.
Bakara; 144, mülk; 16, 17) Kullar, Rabblerinden beklenti halinde iken yüzlerini
Rabblerine döndürürler:
“Yüzler var ki o gün apaydınlıktır; Rablerine nazar edicidirler (göz bebeklerini Rabblerine odaklarlar).”
(Kıyamet/ 22, 23)
Ya da mahcubiyetten yere bakarak.
Bunların hepsi; sürekli zillet sergileme şekilleridir. Bunların hepsi bir arada yapılabileceği gibi, içinde bulunulan ortama göre birkaçı da yapılabilir. Nitekim günümüzde kılınan namazın ana unsurları bize Rasûlullah’tan intikal etmiş bulunmaktadır. Ne var ki geçen zaman zarfında, mezhepçiler ve meşrepçiler tarafından eklenen çıngıllar işi aslından uzaklaştırmıştır.
Zaman içerisinde birileri namazla ilgili birtakım şartlar ileri sürerek “Bunlardan biri dahi eksik olsa namaz bâtıl olur. Vâcibler ise, namazın ikinci derecede kuvvetli bölümleridir. Farzları tamam olan bir namazın vâcibleri bulunmasa da namaz sahih sayılır, ancak eksik bir namaz olur. Vâcibleri bilerek terk ederse günah işlemiş olur, ama namaz yine tamamdır” demişlerdir.
Duanın adabı
Dua edilirken takınılacak tavır hakkında pek çok şey söylenmiştir. Ancak bunları aktarmanın bir yararı yoktur. Çünkü bu konuda göz önünde tutulması gereken tek ölçü, Allah’ın bildirdikleridir.
Bu nedenle biz, Peygamberimizin de kesinlikle dışına çıkmadığına emîn olduğumuz şu âyetleri ve içerdiği kuralları aktarmakla yetiniyoruz:
Ve Allah’ın bazınıza, diğerlerinizden fazla verdiği şeyleri temenni etmeyin. Erkeklere kazandıklarından bir pay vardır. Kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Ve Allah’ın fazlından isteyin. Şüphesiz Allah her şeyi en iyi bilendir.
(Nisâ/32)
Kim dünya sevabını istiyor idiyse; bilsin ki dünya ve âhiret sevabı yalnızca Allah katındadır. Ve Allah çok iyi işiten ve çok iyi görendir.
(Nisâ/134)
De ki: “Rabbim hakkaniyeti emretti. Her mescidin yanında; toplum içinde yüzünüzü; tüm benliğinizi O’na doğrultun ve dini yalnız Kendisine has kılarak Rabbinize yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi O’na döneceksiniz.”
(A’râf/29)
Ve en güzel isimler Allah’ındır. Öyleyse O’nu onlarla çağırın. O’nun isimlerinde eğriliğe sapanları da terk edin. Onlar yapmakta olduklarının karşılığını yakında görecekler.
(A’râf/180)
Ve her zaman kendi içinden, korkarak ve alçala alçala, yüksek olmayan bir sesle Rabbini an ve umursamazlardan olma!
(A’râf/205)
Ve kullarım sana Benden sordukları zaman, biliniz ki şüphesiz Ben çok yakınımdır. Bana yakarınca, yakaranın yakarışına cevap veririm. O hâlde rüşte ermeleri için, onlar da Bana karşılık versinler ve Bana inansınlar.
(Bakara/186)
Ya’kûb dedi ki: “Ben, içimi doldurup taşan özlemimi, kederimi Allah’a şikâyet ediyorum. Ve ben Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Ey oğullarım! Gidin de Yûsuf’u ve kardeşini araştırın. Allah’ın vereceği ferahlıktan ümit kesmeyin, kesinlikle Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini örtenler toplumundan başkası Allah’ın vereceği ferahlıktan ümit kesmez.”
(Yûsuf/86-87)
Ve sizin Rabbiniz: “Bana yalvarın, dua edin ki size karşılık vereyim. Şüphesiz Bana kulluk etmekten büyüklenen kimseler yakında horlanmış olarak cehenneme gireceklerdir” dedi.
(Mü’min/60)
Ve Zekeriyyâ; hani o, Rabbine: “Rabbim! Beni tek başıma bırakma, Sen varislerin en hayırlısısın” diye seslenmişti de Biz, o’nun için karşılık vermiştik. Ve kendisine Yahyâ’yı ihsan ettik. Ve o’nun için eşini düzelttik/doğum yapmaya elverişli hâle getirdik. Şüphesiz onlar hayırlarda yarışıyorlar, umarak ve korkarak Bize yalvarıyorlardı. Ve Bize karşı derin saygı duyuyorlardı.
(Enbiyâ/90)
Bir zamanlar o, Rabbine gizli olarak seslenmişti. Demişti ki: “Rabbim! Şüphesiz benim kemiğim zayıflayıp gevşedi ve başım ağarmış saçıyla alev gibi tutuştu. Sana dua etmekle de Rabbim, mutsuz olmadım. Ve gerçekten ben, arkamdan, yakınlarımdan/amcaoğullarımdan endişedeyim. Karım da kısırdır. Onun için katından bana, bana da mirasçı olacak, Ya’kûb ailesine de mirasçı olacak bir velî [yardımcı, koruyucu yakın kimse] bağışla. Rabbim, onu rızanı kazanan/herkesin hoşnut olacağı biri kıl!”
(Meryem/3-6)
İlâhî ilkelere ilk teslim olan, onları ilk uygulayan, vahiy ile terbiyelenen Rasûlullah da muhataplarına, “Ey insanlar! Nefislerinize yumuşak davranın [sesinizi yükseltmeyin]! Çünkü sizler sağırı ve gâibi [uzakta, sizden haberi olmayan birisini] çağırmıyorsunuz. Lakin sizler semî’ ve basîr Allah’a dua ediyorsunuz!” demiş; secili, kafiyeli ve ısmarlama, basmakalıp dua etmeyi uygun görmemiştir.
Mealleri verilen âyetler göz önüne alındığında, duada olması gereken âdab ve kurallar şu şekilde sıralanabilir:
Dua edilirken önce Allah üstün vasıflarıyla anılıp O’na hamd edilmeli, sonra kişisel istekler dile getirilmelidir. Fâtiha Sûresi’nde öğretilen dua buna en güzel örnektir.
Dua, Allah’ın en güzel isimleriyle yapılmalıdır. Çünkü Rabbimiz, Ve en güzel isimler Allah’ındır. Öyleyse O’nu onlarla çağırın (A’râf/180) buyurarak Kendisine en güzel isimleriyle yakarmamızı istemiştir.
Nitekim Şu’arâ/78-82′ye bakıldığında, İbrâhîm peygamberin de Allah’a Esma-i Hüsna’sı ile hitap ederek yakardığı görülür:
İbrâhîm: “Peki, siz ve en eski babalarınızın nelere tapmış olduğunuzu hiç düşündünüz mü? İşte onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi ayrı. O, beni yaratandır. Ve bana doğru yolu O gösterir. Ve O, beni yedirenin, içirenin ta kendisidir. Hastalandığım zaman O bana şifa verir. Ve O, beni öldürecek, sonra beni diriltecektir. Ve O, din günü, kusurumu bağışlayacağını umduğumdur. Rabbim! Bana ’hüküm’ ver ve beni iyilere kat! Ve beni, sonra gelecekler için doğrulukla anılanlardan kıl! Ve beni nimeti bol cennetin mirasçılarından kıl! Ve babamı da bağışla, şüphesiz o sapıklardan oldu. Ve yeniden diriltilen gün; mal ve oğulların sağlam bir kalple/gerçek imanla gelenlerden başkasına yarar sağlamadığı ve cennetin Allah’ın koruması altına girenlere yaklaştırıldığı, azgınlar için de cehennemin açılıp gösterildiği gün beni rezil etme!” dedi.
(Şu’arâ/77-82)
Dua, samimiyet içinde, umarak, korkarak ve ürpererek yapılmalıdır. Bu kuralın en iyi uygulanma zamanlarının, günlük gailelerden uzak bulunulan gece ve seher vakitleri olduğu kanaatindeyiz. Toplu olarak dua etmenin de samimiyet ve heyecan duygularını canlandırması bakımından etkili olacağını düşünüyoruz.
Dua sadece dil ile değil, gönül ve tüm beden dilleriyle de yapılmalı, ama dualarda Allah’ın koyduğu hadler aşılmamalıdır. Çünkü Rabbimiz, haddi aşanları sevmediğini açık bir şekilde ifade etmiştir.
Dua ederken edebiyat yapma gayretine girilmemeli, kafiyeli, secili ifadeler kullanılmamalı ve yapmacık tavırlardan kaçınılmalıdır.
Dua, Allah tarafından kabul edileceğine kesinlikle inanılarak yapılmalıdır.
Duada kimsenin zararı istenmemeli, haksız ve yersiz isteklerde bulunulmamalıdır. Dua; Kur’ân’da yer almış, Allah’ın tasvip ettiği türden, yani günahların affı, kötülüklerin def’i ve örtülmesi, canın iman ile ve iyilerle beraber alınması, kıyâmet gününde rezil ve rüsvâ olmamak, hidâyet, tevbenin kabulü, hayırlı bir nesle sahip olmak, iyi ve güzel işler yapabilmek, cehennem azabından korunmak, ilim ve sağlık istemek için olmalıdır.
Dua âyetlerinde yer alan bu kurallar dikkate alındığında, camilerde, televizyon ve radyolarda, değişik törenlerde artistik gösteriler eşliğinde, âdeta Allah’a emirler yağdıran düzmecelerin dua olmadığı anlaşılmaktadır.
Tüm inananlara yönelik olan bu âyetlerde hem Yüce Allah’ın “rabb” sıfatı [programcılığı] ön plâna çıkarılmak sûretiyle dualarda bu özelliğin göz önünde bulundurulmasına işaret edilmiş, hem de inananlara dua adabı ve usûlü öğretilmiştir.
Duanın kabul edileninin gizli yapılanı olduğuna dair Kur’ân’da birçok örnek vardır
DUADA HADDİ AŞMAK: Duada haddi aşmak, dua adabı çerçevesinde yapılmaması gereken bir davranıştır. Meselâ gayr-i meşru, gereksiz, anlamsız şeyler için dua etmek veya çalışıp çabalamadan yan gelip yatarak Allah’tan dilekte bulunmak, duada haddi aşmanın örneklerindendir. Bunlardan başka bir de bilmeden, bilinçsizce haddi aşma durumuna düşülen hâller vardır ki, bunlar, başkalarına ait kalıplarla, içeriğini anlamadığı dil ve sözcüklerle yapılan dualarda ortaya çıkmaktadır. Bizce insan duayı, dilinden ziyade, içinden, gönlünden etmelidir.
Takvâ, içerdiği “korku” unsuru da belirtilerek “Kişinin korktuğu şeylerden kendini korumasıdır” şeklinde de tanımlanabilir. Ancak bu önemli kavramın basitçe “Allah korkusu” olarak ifade edilip geçiştirilmesi bize göre son derece yanlıştır.
Çünkü Rabbimiz, “Allah korkusu” anlamına gelen haşyet sözcüğü ile ittikâ [takvâlı davranış] sözcüğünü aynı âyet içinde zikretmek sûretiyle, bu sözcüklerin farklı anlamlara geldiğini bizlere göstermiştir:
52.Ve kim Allah’a ve Elçisi’ne itaat eder, Allah’a saygı, sevgi ve bilgiyle ürperti duyar ve O’nun koruması altına girerse, işte onlar başarıya ulaşanların ta kendileridir.
(Nûr/52)
Kur’ân’daki bu açık belirlemeye rağmen takvâ sözcüğü ve tüm türevleri “korkmak” anlamında anlaşılarak Müslümanlar arasında tam bir korku furyası oluşturulmuştur. Bunun sonucu olarak da, Allah ile kul arasındaki ilişkiler sevgi, saygı ve rahmetten çok korku üzerine kurulmuş, ortaya birçok yanlış ve olumsuz anlayış ve davranışlar çıkmıştır. Oysa ne takvâ ve ittikâ “haşyet” [Allah korkusu] demektir, ne de haşyet “havf”, “mehâfet”, “rehbet” gibi sözcüklerle ifade edilen basit “korku” anlamındadır.
Konunun önemine binaen bu bahsi ayrı bir başlık altında ayrıntılı olarak tahlil etmeyi uygun buluyoruz.
KORKU ve ALLAH KORKUSU: “Korku” insanın fıtratında olan bir duygudur. Bu nedenledir ki insan, karşısında aciz kaldığı her şeyden korkma eğilimindedir. Buna karşılık “ümit” de fıtrattandır ve korkuyu dengeleyen bir duygudur. İnsanın “korku” ve “ümit” duyguları arasında bir denge kurabilmesi, insanı hayata bağlayan, ona huzur ve güven veren bir durumdur. Eğer insan bu fıtrî duygularını iyi yönlendirmez de korkularını giderecek ümitten ya da ümidin vereceği gevşekliği önleyecek korkulardan uzak kalırsa, hayatı gereği gibi denge içinde götürebilecek ruhsal donanımdan mahrum kalmış olur. Ancak bu duyguların birbiriyle dengelenmesi kadar, nelerden korkulup nelerin ümit edilmesi gerektiğini doğru bilmek de önemlidir. Çünkü yanlış ve batıl korkular da, temelsiz ve boş ümitler de insanı hüsrana götürür. İnsan asıl korkulması gerekli olandan gerektiği gibi korkmaz ve asıl sığınılması gerekli olana gerektiği gibi yönelmezse, hayatındaki dengeler alt üst olur ve bir sürü sahte otoritenin önünde boyun eğer hâle gelir. Nitekim insan, tarih boyunca lüzumsuz korkular yüzünden sayısız tanrı edinmiştir: Doğa güçlerinden korkmuş; ateşi, gökleri, karanlıkları ilâh edinmiştir. Firavunlardan, diktatörlerden korkmuş; onları ilâh edinmiştir. Açlıktan korkmuş; ekmek ve maaş verenleri ilâh edinmiştir. Yalnızlık ve sahipsizlikten korkmuş; putları veya başka şeyleri ilâh edinmiştir. Kısacası insanoğlu boş ve temelsiz korkuları yüzünden sığınacak güvenli kucaklar aramış, umutla sarıldığı kucaklar çoğu zaman onu daha da tehlikeli ve acınası durumlara düşürmüştür.
İnsanın bariz şekilde zararına yol açan korkular, aslında ona dayatılan korkulardır. Bu dayatma, insan hayatında çok önemli olan iki konuda yapılmaktadır: Eğitim ve din.
EĞİTİMDE KORKU: Eğitim uzmanları tarafından kabul edilen evrensel gerçek şudur ki, baskı ve korku ile ne verimli bir eğitim yapılabilir, ne de yararlı bir disiplin sağlanabilir. Çünkü baskı ve korku sonucu ancak ikiyüzlü, samimiyetsiz, tutarsız, çıkarcı, âsi ve anarşist bireyler meydana gelebilir. Baskıcı ve korkutucu ana-babanın çocukları, baskıcı ve korkutucu öğretmenin öğrencileri, baskıcı ve korkutucu işverenin işçileri, baskıcı ve korkutucu devletin yurttaşları hep ikiyüzlü, samimiyetsiz, tutarsız, çıkarcı, âsi ve anarşist yapıdadırlar. Böyle bir insan tipi amaçlanamayacağına göre, salt baskı ve ceza korkusu altında yapılan bir eğitimin verimsiz neticeler elde etmekle sonuçlanacağı iyi bilinmelidir. Baskı ve korku ile hiçbir yere varılmadığı gibi, disiplin de sağlanamaz. Baskı ve korku ile sağlanmış gibi gözüken bir disiplin asla kalıcı değildir. Bireyler üzerindeki baskı ve korkunun biraz gevşediği ya da bireyler tarafından kanıksandığı an, ortaya telâfi edilmesi mümkün olmayan zararlı sonuçların çıkması kaçınılmazdır.
Bilimsel gerçek bu olmasına rağmen ne yazık ki toplumumuz korku ile disiplin sağlama yolunu seçmiş ve bu seçiminin en bariz göstergesi olarak “Kızını dövmeyen dizini döver”, “Öğretmenin vurduğu yerde gül biter”, “Dayak cennetten çıkmadır” gibi baskıyı ve şiddeti olumlayan birçok ifadeyi “atasözü” hâline getirmiştir.
DİNDE KORKU: İnsan fıtratında var olan “korku” ve “ümit” dengesi, diğer konularda olduğu gibi “inanç” konusunda da insan davranışlarını yönlendirmektedir. Bu konuda da insanlara sadece korku aşılamak, yani ümitlerin bağlanması gereken yegâne varlık olan Allah’a karşı sevgi yerine korku beslemeye yol açacak telkinlerde bulunmak çok yanlış bir tutumdur. Hele hele aklı gelişmemiş, reşit olup mümeyyiz duruma gelmemiş, henüz sabî çağındaki çocukların eğitmenleri [ister ana-babaları, ister öğretmenleri] tarafından “Allah seni taş yapar”, “Allah senin gözünü kör eder”, “Allah seni cehennemde yakar”, “Allah seni çarpar” şeklindeki ifadelerle terbiye edilmeye çalışılması son derece zararlı bir davranıştır. Çünkü din ve iman sorumluluğunu üstlenmek erişkin ve yetişkin kimselerin işidir. Yüce Allah çocukları hiçbir konuda mükellef tutmamaktadır. Eğer çocuklara Allah tanıtılmak isteniyorsa, doğru olan tanıtma O’nu celâl [kâfirleri kahreden, cezalandıran] sıfatları ile değil, cemal [kullarını seven, koruyan, affeden] sıfatları ile tanıtmaktır.
Rabbimiz, evrendeki her şey gibi insanın da programlayıcısıdır. Yaratılış özelliklerini çok iyi bildiğinden dolayı insanı en uygun yaşayış tarzına yönlendirmiş, indirdiği hidâyet rehberi Kur’ân’da da ona en uygun bir kulluk programı hazırlamıştır. Gerçekten de Kur’ân’da insandaki korku ve ümit duyguları fıtrata en uygun biçimde değerlendirilerek lüzumsuz korkuları ayıklanmış, insanın kimden ve niçin korkması gerektiği ile kimden ve neyi ümit etmesi gerektiği açıkça ortaya konmuştur.
İnanç eğitimini Kur’ân’dan alan müminler, tabiatlarından gelen sıradan korku ve ümit duygularının çerçevesini Kur’ân’ın verdiği bilgilerle doğru olarak belirlemeli, belirledikleri bu duyguları Kur’ân’ın önerdiği şekilde geliştirip derinleştirmeli, bu fıtrî duyguları yerli yerinde kullanmayı öğrenerek onları manevî yücelmenin yolunu açan birer anahtar hâline dönüştürmelidirler. Bunu başarmak, bazılarının bilgisizce “korku” diye tanımladığıtakvâ denen manevî donanımı kazanmak demektir. Takvâ sıradan bir korku değil, korku duygusunu da içine alan bir saygı, çekinme ve korunma güdüsünü bir ahlâk olarak yaşanan hayata aktarma özenidir. Korku duygusu, takvâ sahibi bir insanda başka nitelikler kazanmış, yaratılıştaki ham halini kaybederek bir korunma ahlâkı, bir sorumluluk bilinci hâline gelmiştir. Doğru yönlendirilmiş ümit duygusu ise takvâ sahibi insanın sadece Allah’a yönelen ve sadece O’na sığınan bir insan olmasını sağlamıştır. Dolayısıyla, insanın yaratılışında en basit şekliyle var olan bu duygular, takvâ sahibi insanda övülen sıfatlar hâline dönüşmüş, bu da o insana yücelme faaliyetinin kapılarını açmıştır.
İslâm dininde خوف/havf veمخافة /mehâfet sözcükleriyle ifade edilen basit korku anlamında bir “Allah korkusu” kavramı yoktur. Kur’ân’da bu sözcüklerle ifade edilen korkuların hiçbiri kesinlikle “Allah korkusu” ile ilgili değildir. Böyle olmasına rağmen, sözcüklerin anlam farklılıkları göz ardı edilmek sûretiyle havf veya mehâfet denilen basit anlamdaki korku, “Allah korkusu” olarak Müslümanların dinî terminolojisine de girmiştir. Hatta bu konuda رأس الحكمة مخافة الله [re’sü’l-hikmeti mehâfetullâh=Hikmetin başı Allah korkusudur] diye Peygamberimizin ağzından bir de hadis uydurulmuştur. Bu rivayet öylesine meşhur olmuştur ki, hat sanatlarının icra edildiği değişik tablolar hâlinde resmedilerek camilerin iç duvarlarına asılmış, dindar evlerinin salonlarına kadar girmiştir. Oysa bu ifade, araştırmak isteyenlerin kolayca bulabilecekleri gibi, Kitab-ı Mukaddes’in Süleymân’ın Meselleri’ndeki 1:7 cümlesidir.
Elbette ki en geniş ve kapsamlı koruma, rahmet sıfatına sahip olan ve bütün yaratılmışları koruyan Allah’ın korumasıdır. Bu nedenle inanan insan, kendisine zarar verecek şeylerden korunmak için Allah’a yönelir ve işlediği kötü fiillerden dolayı da sadece kendisini koruyabileceğine inandığı Allah’tan korkar. Ancak buradaki korunma isteği, işlenen kötü fiillerin sonuçlarından dolayı duyulan korkudan kaynaklanır. Bu korku “ceza korkusu”dur. Nitekim Kur’ân’a bakıldığında, birçok yerde havf sözcüğü kullanılarak insanlara korkmaları ihtar edilmiştir. Ancak bu ifadelerin hepsi de Allah’ın kendisinden değil, “suç işlendiği takdirde Allah’ın azabından, Allah’ın vaîdinden korkulması gerektiği” yönündedir.
27-29.Onlara iki Âdemoğlunun haberini de hakkıyla oku. Hani her ikisi birer kurban sunmuşlardı da birinden kabul edilmiş, diğerinden kabul edilmemişti. O: “Seni kesinlikle öldüreceğim” dedi. Diğeri: “Allah, yalnız Kendisinin koruması altına girmiş kişilerden kabul eder. Sen, beni öldürmek için elini bana uzatsan da, ben, elimi, seni öldürmek için uzatacak değilim [ben, elimi seni etkisiz kılmak için uzatırım]. Şüphesiz ben, âlemlerin Rabb’i Allah’tan korkarım. Şüphesiz ben, isterim ki sen, beni öldürmen nedeniyle oluşacak günahı ve kendi günahını yüklenip de Ateş’in ashâbından olasın! Şirk koşarak, küfrederek yanlış; kendi zararlarına iş yapanların da cezası budur!” dedi.
(Mâide/28)
15.De ki: “Ben kesinlikle, eğer Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından korkarım.”
(En’âm/15)
13,14.Ve kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenkimseler, elçilerine: “Ya sizi kesinlikle yurdumuzdan çıkaracağız, ya da kesinlikle bizim dinimize/ yaşam tarzımıza döneceksiniz!” dediler. Rableri de elçilerine: “Biz şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları kesinlikle değişime/ yıkıma uğratacağız ve onlardan sonra sizi kesinlikle o yere yerleştireceğiz. Bu, makamımdan ve tehdidimden korkan içindir” diye vahyetti.
(İbrâhîm/14)
175.Şüphesiz ki o şeytan/kötü niyetli insan, kendi yakınlarını korkutur. Onlardan korkmayın, eğer mü’min iseniz Benden korkun.
(Âl-i İmrân/175)
Bu konu için ayrıca; Hûd/3, 26, 84, 103; Rahmân/46; Nâziât/40; Mâide/64, 69, 94; En’âm/48; A’râf/35, 54; Enfâl/48; Yûnus/15, 62; Meryem/45; Zümer/13; Ahkâf/13, 21; Haşr/16; Âl-i İmrân/170; Kâf/45; Müddessir/53; İnsan/7,10; Nahl/49-50; İsrâ/57; Nûr/37; Zâriyât/37;Bakara/37, 62, 112, 262, 274, 277; Zuhruf/68′e de bakılabilir.
Görüldüğü gibi, Kur’ân’da havf sözcüğü ile dile getirilmiş olan “korku”, “Allah korkusu” değil, Allah’ın adaleti gereği âhirette suçlulara vereceği “ceza korkusu”dur. Allah’ın adaletinden, yani suça karşı vereceği cezadan korkma konusu, birçok âyette de yine mutlak basit korku anlamını ifade eden rehb sözcüğü ile dile getirilmiştir. Rehbsözcüğünün Kur’ân’da bu anlamda kullanıldığını görmek isteyenler A’râf/116, 154; Bakara/40; Nahl/51; Enfâl/60; Kasas/32; Haşr/13; Enbiyâ/90′a bakabilirler.
Havf sözcüğü ile “ceza korkusu”nu ifade eden Rabbimiz, iman eden, sâlihâtı işleyen ve Allah’ı Rabb edinip istikâmetini düzenleyenlerin, yani Allah’ın yakını ve yardımcısı olanların Allah’tan korkmalarına hiç gerek olmadığını da yine havf sözcüğü ile ifade etmiştir:
262.Allah yolunda mallarını bağışlayan, sonra verdiklerinin arkasından başa kakmayan ve incitmeyen şu kimselerin mükâfâtları Rablerinin yanındadır. Onlar üzerine hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
(Bakara/262)
277.Şüphesiz iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan-ayakta tutan] ve zekâtı/vergiyi veren kişilerin Rableri katında mükâfâtları vardır. Ve onlar üzerine hiçbir korku yoktur, onlar üzülmezler de.
(Bakara/277)
62,63.Açın gözünüzü! Allah’ın yakınlarına, yardımcılarına –ki onlar inanan ve Allah’ın koruması altına girmiş kimselerdir– kesinlikle kaygı yoktur. Onlar üzülmeyecekler de.
(Yûnus/62)
13.Şüphesiz işte şu: “Rabbimiz Allah’tır” deyip, sonra da dosdoğru olan kişiler üzerine hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
(Ahkâf/13)
Bu konudaki diğer âyetler şunlardır: Bakara/62, 112, 274; Mâide/69; En’âm/48; A’râf/35; Fussılet/30.
İslâm dininde, خشية [haşyet] vardır, خشية الله [haşyetullâh] vardır. Haşyet; bilgi, idrak neticesinde oluşan hayranlık ve saygının doğurduğu hasret kalma, uzak düşme korkusudur. Bu sözcüğü, yukarıda açıkladığımız basit “korku” anlamındaki havf sözcüğü ile eş anlamlı olarak Türkçeye çevirenler büyük bir yanlış içindedirler.
Çünkü haşyet ile havf sözcüklerinin farklı anlamlara geldiği, bizzat Rabbimiz tarafından aynı âyet içinde kullanılmak sûretiyle bildirilmiştir:
19-24.Peki, şüphesiz Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, kör olan kimse gibi midir? Şüphesiz ancak kavrama yetenekleri olan kişiler;
Allah’a verdiği sözleri yerine getiren ve antlaşmayı bozmayan,
Allah’ın birleştirilmesini istediği şeyi; iman ve ameli birleştiren,
Rablerine saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan ve hesabın kötülüğünden korkan kişiler,
Rablerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmiş,
salâtı ikame etmiş [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmuş, ayakta tutmuş],
kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık Allah yolunda harcamış
ve çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldıran kişiler öğüt alıp düşünürler. İşte onlar, bu yurdun âkıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından sâlih olanlar Adn cennetlerine gireceklerdir. Görevli güçler/ haberci âyetler de her kapıdan yanlarına girerler: “Sabretmiş olduğunuz şeylere karşılık size selâm olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!”
(Ra’d/21)
Âyetin ifadesinden kolayca anlaşıldığı gibi, havf ile haşyet sözcükleri aynı anlama gelmez, birbirlerinden farklıdırlar. İnsanlar her zaman ve zeminde, suç işlediklerinde veya suçsuzken de Allah’a haşyet duyarlar ve ittikâ ederler. Allah’ın adaletinden [suçlulara vereceği cezadan] ise sadece suçlular havf ederler; zaten etmelidirler de…
Basit korku [havf] duygusu yaratılıştan herkeste var olmasına rağmen, haşyet herkeste olmaz. “Havf” denen basit korkuya [kapılan kişi, korktuğundan uzak durmaya çalışır. Meselâ, ateşten korkan ateşin yanına yaklaşmaz, hastalıktan korkan hasta olmamak için gerekli tedbiri alır, cehennemden korkan isyan etmez, düşmanından veya vahşî hayvanlardan korkan kimse de onlarla karşılaşmamaya çalışır. Korku duygusu insanı kesinlikle korktuklarından kaçınmaya iter. Ancak haşyet hissi basit korkuya benzer bir his olmadığı gibi, haşyet sahibi de korktuğundan kaçınan ve uzaklaşan biri değildir. Tam tersine, haşyet sahibi kimse haşyet duyduğuyla hep beraber olmayı arzular. Onun asıl korktuğu, haşyet duyduğundan uzak kalmaktır; çünkü ona derin bir sevgi ve saygı duyar, onun darılmaması, gücenmemesi için gayret eder, kendisini ona sevdirmeye, beğendirmeye çalışır.
Kısaca ifade etmek gerekirse, haşyet hissi “havf” gibi fıtrî bir duygu değildir. İnsanda sonradan oluşur, bilgi ve idrake dayanır, bilgi ve idrakle doğru orantılıdır:
28.İnsanlardan, diğer canlı varlıklardan ve davarlardan da böyle türlü türlü renkte olanlar vardır. Kulları arasında Allah’tan ancak bilginler saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperirler. Hiç şüphesiz Allah çok güçlüdür, çok bağışlayıcıdır.
(Fâtır/28)
Âyette de vurgulandığı gibi, bilginler, bilgileri sayesinde Allah’ı bilgisizlerden daha iyi tanırlar ve O’na sonsuz bir saygı ve hayranlık duyarlar. Gerçekten de sıradan bir kimse ile atomun içini bilen bir fizik bilgininin veya hücrenin yapısındaki DNA ve RNA yapılarını gören bir tıp bilgininin Allah hakkındaki saygı ve hayranlık hisleri aynı değildir. Bu bilginler, Allah’ın sonsuz gücünü ve evreni programlama [Rabb olma] özelliğini gözleriyle görürler ve bunları bilmeyenlere nazaran Allah’ı daha iyi tanırlar. Bu tanımanın sonucu olarak hem Allah’a karşı çok daha fazla saygı ve hayranlık duyarlar, hem de Allah’a uzak kalmaktan ve O’na saygısızlık etmekten korkarlar [haşyet duyarlar]. Haşyet konusu ile ilgili olarak şu âyetlere bakılabilir: Yâ-Sîn/11; Nâziât/45; Tâ-Hâ/3, 44; A’lâ/10; Enbiyâ/49; Fâtır/18; Kâf/33; Mâide/44, 52; Tevbe/18; Nûr/52; Beyyine/8; Zümer/23; Ahzâb/37; Bakara/74 ve Haşr/21.
Allah’a duyulan saygı ve hayranlıkta en önde olanlar resuller ve meleklerdir. Zira onların Allah’ı tanıma ve idrakleri herkesten daha ileri düzeydedir:
38,39.Allah’ın kendisine farz kıldığı şeyde Peygamber üzerine, daha önce gelip geçen kimselerde; Allah’ın verdiği elçilik görevini tebliğ eden, O’na saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan ve Allah’tan başka kimseye saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duymayan kimselerle ilgili Allah’ın uygulaması olarak bir güçlük yoktur. Allah’ın emri, ayarlanmış, belirlenmiş bir kaderdir. Hesap görücü olarak Allah yeter.
(Ahzâb/39)
57-61.Şüphesiz Rablerine duydukları derin hayranlık ve saygı sonucu O’ndan uzaklaşma korkusundan tir tir titreyen şu kimseler, Rablerinin âyetlerine inanan kimseler, Rablerine ortak tanımayan kimseler, şüphesiz kendileri, Rablerine dönecekler diye verdiklerini kalpleri ürpererek veren kimseler; işte onlar, iyiliklerde yarışanlardır ve iyilikler için önde gidenlerdir.
(Müminûn/57)
26-28.Ve onlar: “Rahmân [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah], çocuk edindi” dediler. Rahmân, bundan arınıktır. Aksine onlar armağanlar verilmiş kullardır. Onlar, O’nun sözünün önüne geçemezler; onlar, yalnız O’nun emriyle iş yaparlar. O, Rahmân’ın çocukları saydıkları şeylerin önlerinde olanı ve arkalarında olanı bilir. Ve onlar, O’nun hoşnut olduğu kimselerden başkasına yardımda/destekte bulunmazlar. Bununla birlikte onlar O’na duydukları derin saygı ve sevgiden dolayı ondan uzaklaşma korkusundan tir tir titrerler.
(Enbiyâ/28)
İşte, İslâm’daki Allah korkusu bu haşyet duygusudur, sıradan bir korku değildir.
Bu fiil ve tutumlara takvâ, bu fiil ve tutumları içselleştirerek gönüllerini günaha karşı korumaya alanlara da muttakî denir. Bu fiil ve tutumları benimseyerek içselleştiren inançlı insanlar, fıtratlarındaki kusur ve günah işleme eğilimlerine karşı özlerinde mevcut olan fücûrdan kaçınma eğilimlerini güçlendirmiş, böylece kendilerini günahlardan koruyabilecekleri manevî bir savunma sistemini de harekete geçirmiş olurlar.
Yukarıdaki âyetler, muttakîlerin, cennet ağaçlarının gölgeleri altında olacaklarını müjdelemektedir. Bu gölgeler serinlik vermeyen, ateşten korumayan sözde gölgeler değil, gerçek gölgelerdir. Dolayısıyla muttakîler; yakıcı, susuzluk uyandıran, boğucu cehennem dumanları arasında değil, pınar başlarında, canlarının istediği meyvelerle baş başa olacaklardır. Bu somut nimetlerden de öte, mahşer halkının karşısında şu onurlandırıcı sözlere muhatap olacaklardır: İşlemiş olduğunuz şeylere karşılık afiyetle yiyin, için! İşte Biz, güzel davrananları böyle karşılıklandırırız [ödüllendiririz].
Muttakîlerin bu durumları kâfirler için bir başka azap çeşidini teşkil etmektedir. Çünkü inançsızlar, dünyada iken haklarında hiç iyilik istemedikleri, hatta nefret ettikleri, can düşmanı gördükleri müminlerin elde ettiği bu başarı karşısında âdeta çıldırmaktadırlar. Ellerinde olsa asla izin vermeyecekleri mükâfaatları almalarına bir de kendi acıklı halleri eklenince, duydukları acı tarife sığmaz ölçüde derinleşecek ve artık yok olmayı isteyeceklerdir.
Muttakîlerin ödüllendirileceğini bildiren âyetlerin sonunda yine, O gün yalanlayanların vay hâline! denilmesi, bu durumun yalanlayıcılar açısından psikolojik [manevî] türden bir azap teşkil ettiğini vurgulamak içindir.
hümeze suresi 1.ayeti
VEYL: ويل [veyl] sözcüğü, “kınama, öfke ve tehdit” ifade eden bir sözcük olup sözcüğün aslı وى لفلان [vey li-fülânın=vay falancaya] şeklindedir. Ne var ki, Araplar tarafından sıkça kullanılan وى [vey] sözcüğü, zamanla kendisinden sonra gelen ل [lam] ile birleştirilerek ويل [veyl] şeklinde kullanılmaya başlanmıştır.
Araplar, gördükleri ileri derecedeki çirkinlik için veyl, küçük görmek için veys, acımak için de veyh sözcüklerini kullanırlar.
Veyl sözcüğü, cehennemde bir dağın veya bir vâdinin adı olarak da rivâyet edilmiştir. Ama bu tarz rivâyetler kişisel yorum olmaktan öteye geçememişlerdir.
Rabbimiz veyl kelimesini burada nekre [belirsiz] olarak ifade etmiştir. Bu kullanımdan,veyl’in ölçüsünü hiç kimsenin bilmediği, bilemeyeceği, ancak Allah’ın bilebileceği anlaşılmaktadır. Bir başka ifade ile Rabbimiz, cezasının sadece Kendisi tarafından bilinebilecek ölçüde büyük olduğunu bildirerek inançsız insanlarca ortaya konulan bu davranışların ne denli çirkin olduğuna dikkat çekmiş olmaktadır.
HÜMEZE ve LÜMEZE: همزة [hümeze] sözcüğü, همز [hemz] kökünden türemiş, mübalâğa [abartı] kalıbında bir ism-i fail [etken isim] olup “sıkan, kıran, men eden, ayıplayan, vuran, döven” anlamlarında kullanılır. Ama asıl anlamı, “sıkan” ve “sakındıran” demektir. Zaman içerisinde “arkadan kınayarak, ayıplayarak, kötüleyerek birini bir şeyden sakındıran, o kişiyi sıkıntıya sokanlar” anlamında kullanılır olmuştur.
لمزة [lümeze] ise “yüze karşı gizli sözle; kaş, göz, dudak hareketleri ile can sıkma, manevîyat bozma” anlamındakiلمز [lemz] sözcüğünden türemiş bir sözcüktür. Lümeze de tıpkı hümezegibi mübalâğa kalıbında çoğul anlamlı bir ism-i fail olup “yüze karşı mimiklerle [kaş, göz ve dudak hareketleriyle] sıkıntı verenler” anlamına gelir.
Lemz sözcüğünün türevleri, Hucurât/11 ve Tevbe/58, 79′da görülebilir.
Hümeze ve lümeze sözcükleri فعلة [fu’aletün] kalıbında olup Araplar ضحكة [duhaketün=çok gülen], لعنة [lu’anetün=çok lânet eden] gibi sözcükleri de bu kalıpla kullanmışlardır. Sözcüklerin farklı kıraatleri söz konusu olmasına rağmen, kıraatlerin hiç birinde anlam farklılığı yoktur. Bu nedenle burada farklı kıraatlerin ayrıntısına girilmeyecektir.
Hümeze ve lümeze sözcüklerinin manaları ile ilgili olarak klâsik eserlerde şu açıklamalar yer almıştır:
* Hümeze, “gıybet eden”, lümeze ise “ayıplayan ve eğlenen” demektir.
* Hümeze, el-kol hareketleriyle; lümeze de dille yapılan alaya almalardır.
* Hümeze, yüz yüze iken ayıplayıp alay eden, lümeze ise insanı arkasından ayıplayıp alay edendir.
* Hümeze, açıkça ayıplayıp alay eden; lümeze ise gizlice, kaş-göz işaretleriyle ayıplayandır da denilmiştir.
* Hümeze ve lümeze, insanlara hoşlanmadıkları lâkaplar takarak öyle çağırandır.
* Hümeze, beraberinde oturan kimseyi göz ucuyla işaret ederek ayıplayıp alay eden;lümeze ise din kardeşini gıyâbında kötü şeylerle anıp ayıplayandır.
* Bunlar [hümeze ve lümeze] koğuculuk yapanlar; dostların arasını açanlar ve insanlara kusur bulanlardır.
* Hümeze dil ile, lümeze de göz ile yapılandır.
Görüldüğü gibi, yukarıdaki açıklamaların hepsi de birbirine yakın anlamlar içermektedir. Ancak bize göre bunların içerisinde âyetin lâfzî yapısına ve Kur’ân’ın genel ilkelerine en uygun olanı, Lisânü’l-Arab’ın verdiği anlamlar doğrultusunda sözcüklerin orijinal anlamlarıyla yapılan açıklamadır.
Dikkat edilecek olursa, sözcükler hakkındaki açıklamaların tümü, “insanların şeref ve haysiyetiyle oynayıp onların kusurlarını ortaya koyma, onları sıkıntıya sokma, maneviyatlarını bozma” anlamlarında birleşmektedir. Bu demektir ki, hümeze ve lümezeolarak adlandırılanlar, İslâm tebliğcilerini sıkıştırmak, sıkıntıya sokmak, başarılarını engellemek için arkalarından girişimlerde bulunmakta, kulis yapmakta, lobiler oluşturmakta hatta bunlarla da yetinmeyip yüzlerine karşı sinir bozucu mimik hareketlerinde bulunmaktadırlar.
Farklı kullanışlarıyla Kur’an’ın 62 ayetinde geçen “amilu’s-salihati” ifadesine meal ve tefsirlerde verilen “Salih amel işleyenler” karşılığı yanlıştır. Doğru çeviri “salihatı işleyenler” olmalıdır. Çünkü “salih amel işleyenler” ifadesi, “salihatı işlemek” kavramının “hasenat” kapsamında görülmesi sonucunu doğurmaktadır. Yanlışlık da tam buradadır. Çünkü “dışa yansımayan iyi işler” anlamındaki “hasenat” ile “salihat” aynı şey değildir; ince ayrımlı bu iki kavram birbirinden mutlaka ayrılmalıdır. Nitekim her iki sözcüğün zıt anlamları farklı olup “hasenat”ın zıt anlamlısı olarak “seyyiat”, “salihat”ın zıt anlamlısı olarak ise “fasidat” sözcükleri kullanılmaktadır.
“الصّالحات Salihat”, “اصلاح ıslah” sözcüğünden gelir ve “düzeltmek” anlamındadır. “Salihatı işlemek” de bu anlama göre, “bozuk olan bir şeyi düzeltmek, düzelticilik yapmak, düzeltmeye yönelik işler yapmak” demektir. Kur’an da toplumdaki yanlışları, bozuklukları düzeltme faaliyetinde bulunanlara “muslih” demek suretiyle sözcüğü bu anlamda kullanmıştır. (Bakara 11, 220, A’râf 56, 85, 170, Hud 117, Kasas 19)
Diğer taraftan Kur’an’da salihat ile diğer bazı kavramlar aynı ayet içinde zikredilmek suretiyle bu kavramların birbirlerinden farklı manalara sahip olduğuna dikkat çekilmiştir: “Salihat” kavramı Bakara suresinin 277. ayetinde “salatı ikame etmek, zekât vermek”, Hud suresinin 23. ayetinde “edep ve gönülden Allah’a boyun eğmek”, Asr suresinin 3. ayetinde “hakkı ve sabrı tavsiyeleşmek” gibi kavramlar ile birlikte zikredilmiştir. Bu da göstermektedir ki, “salihat” kavramı o kavramlarla bir ve aynı değildir.
“Salihatı işleme” kavramının tam olarak ne anlama geldiğini açığa çıkarmak için şöyle denilebilir: “salatı ikame etmek, oruç tutmak, zekât vermek gibi iyi işler yapmak salihatı işlemek değildir ama insanların bu iyi işleri isteyerek yapmalarını sağlamak için çaba sarf etmek salihatı işlemektir.” “İyi işler” kavramının bireysel boyuttan toplumsal boyuta taşınması durumunda, toplumsal yaşamın huzur ve mutluluğunu gölgeleyen adlî, idarî, siyasî, iktisadî ve kültürel her türlü bozukluğun düzeltilmesi için gösterilecek çabaların ve uygulanacak yöntemlerin de “salihatı işleme” kapsamında olduğu yargısına varılabilir.
“Salihat” ile “hasenat”, bu güzel davranışlarda bulunanlara verilecek ödüller bakımından da Kur’an’da birbirinden ayrılmıştır. Rabbimiz her bir haseneye on karşılık verirken, “amilu’s-salihat” ifadesinin geçtiği tüm ayetlerin devamında, salihatı işleyenlere cenneti vaat etmektedir.
Sonuç olarak denebilir ki, salihatı işleyenlerin yaptıkları iş, “bozgunculuğa yönelik işler” demek olan “fasidat”ı düzeltme, tüm bozuklukları, bozgunculukları bertaraf etme faaliyetidir. Mâûn suresinde mükezziplerin [yalanlayıcıların] kendilerini her şeyin üstünde görerek yetimi, yoksulu itip kaktıkları hatırlanacak olursa, Rabbimizin istemediği bu tip davranışların yaşamasına izin veren bozuk düzenlerin düzeltilmesi anlamına gelen “salihat”ın fonksiyonları daha iyi anlaşılacaktır.
Tezkiye, Nefsin Tezkiyesi
Asr suresinin tahlilinde de belirttiğimiz gibi, insanın nefsini arındırması ancak iman etmesi ve salihatı işlemesi ile mümkün olan bir durumdur. Kişiyi kirleten, küfür ve şirktir. Çünkü şirkin necis [pislik], müşrikin de neces [pis] olduğunu Kur’an bildirmektedir (Tövbe 28). İman sahibi olan kişide imanın dışa yansıması olan “takva” ortaya çıkacak ve her yönüyle tertemiz bir “nefs” söz konusu olacaktır. İnançsız bir kimsede ise inançsızlığının dışa yansıması olan “fücur” ortaya çıkacak ve her türlü sosyal pisliği barındıran bir “nefs” söz konusu olacaktır.
Nefsi Örtmek
Arap geleneğine göre, iyi kimseler alnı açık yüzü ak ortada dolaşırlarken, kötü kimseler kapalı yerlerde gizlenirler ve kendilerini açığa vurmazlardı. Nitekim cömert Araplar, evleri tanınsın, muhtaçlar kendilerine gelsin ve ihtiyaçlarını bildirsinler diye yüksek tepelerde konaklar, geceleyin arayanların kolayca bulmaları için ateş yakarlardı. Cimriler ise evlerini, yurtlarını muhtaç kimselerden saklamaya çalışırlar, kendileri de onlara görünmemeye çalışırlardı.
Bu geleneğe uygun olarak da, güzelliklerden yüz çeviren bir kimse; önemsiz, terk edilmiş, adı-sanı anılmaz birisi olur ve böylece bu kişi [nefs], gizli kalmış, üzeri örtülmüş bir şey durumuna gelmiş olurdu.
Ancak, nefsin örtülmesi konusu sadece yukarıda belirttiğimiz Arap geleneği ile açıklanamaz. Çünkü “yalnızca kapısına gelene cömert davranmak” ve “çevresi tarafından iyi kimse olarak nitelenmek” gibi hesaplı davranışlar bir Müslüman’ın nefsini örtülü olmaktan kurtaramaz. Nefsin arındırılması yolunda Kur’an’ın Müslümanlarda olmasını istediği özelliklerden bir tanesinin bile eksikliği, nefsin örtülü sayılması için yeterlidir. Dolayısıyla her Müslüman, “nefsi örtülü” durumuna düşmemek için Kur’an’ı çok iyi okuyup anlamalı ve bir Müslüman’da bulunması gereken özellikleri iyi bilmelidir.
Nefsin örtülmesi konusundaki ayrıntıları Müslümanların Kur’an’ı anlama yolundaki kendi çabalarına bırakıp çok genel bir çerçeve içinde bazı hatırlatmalarda bulunmayı kendimize bir borç olarak görüyoruz:
1- Kur’an’dan öğrendiğimize göre, Müslüman pasif ve pısırık olamaz:
Çünkü Asr suresinin tahlilinde de belirttiğimiz gibi, eğer bir insan aklın ve dinin gösterdiği yolda azimle mücadele etmiyor, yanlışları gördüğü halde ses çıkarmadan bekliyor, zulme katlanıyor, nemelâzımcılık ruhu ile yakın çevresinin ve içinde yaşadığı toplumun bozulmasına seyirci kalıyorsa, “sabırlı” ve “hakk üzerinde bulunan” bir insan değildir. Çünkü pasifliğin ve pısırıklığın bir göstergesi olan “katlanmak”, “ses çıkarmamak” gibi davranışlar, bir Müslüman’ın Kur’an’da belirtilen özellikleri ile asla bağdaşmaz. Ne var ki, sadece “sabırlı olmak” ve “hakk üzerinde bulunmak” da nefsin örtülü olmaması için kâfi gelmemektedir. Zira sabrı ve hakkı tavsiyeleşmeyenler, kendileri birey olarak sabırlı ve hakk üzerinde bulunsalar dahi zarardan kurtulamayacaklardır (Asr; 2, 3).
2- Yoksulun yiyeceği üzerine teşvikleşmeyenler Kur’an’da “dini yalanlayan” kimseler olarak nitelenmekte (Mâûn; 1-3), yetimi kerimleştirmeyenlerin (Fecr 17) ise mahşerde o hayatları için önceden bir şeyler göndermediklerine pişman olacakları (Fecr 23, 24) bildirilmektedir. Mâûn ve Fecr surelerinin tahlilinde de söylediğimiz gibi:
– Yoksulun doyurulması, Zariyat suresinin 19. ayeti doğrultusunda, sahip olunan varlıklar üzerinde yoksulun, mahrumun hakkı olduğu bilinci ile, bir lütuf olarak değil, bir borç, bir zorunluluk olarak hakkı teslim etme gerekliliği ile doyurulmasını,
– Yetimin kerimleştirilmesi ise; eğitiminin sağlanması, kendini gerçekleştirme fırsatı verilmesi, iş imkânı verilerek desteklenmesi gibi davranışlarla yetimin üstün kılınmasını, saygın hâle getirilmesini, toplum içinde kimseye muhtaç olmadan kendi ayakları üzerinde durabilmesini sağlamayı ifade etmektedir.
Demek oluyor ki, aklın ve dinin gösterdiği yolda azimle mücadele etmeyenlerin ortaya koydukları pasif ve pısırık kişilik nasıl “örtülü nefs”e bir örnek teşkil ediyorsa, sabrı ve hakkı tavsiyeleşmeyenler de eninde sonunda zarardan kurtulamayacakları için “örtülü nefs”in örneği durumundadırlar.
Nefsini bu örtülerden arındıranlar ise:
– Yoksul, muhtaç ve mahrumu malı ve canı ile destekleyenler,
– Yetimin saygın hâle gelmesi için vakıf kurarak, okul açarak, burs vererek, kitap sağlayarak ve benzeri yollarla yetimlerin doğru ve yararlı eğitim almalarını sağlamaya çalışanlar,
– Yanlışa karşı susmayıp her yerde ve her koşulda doğru yöntemlerle hakkı savunanlardır.
“Nefsin örtülmesi” ifadesi, yukarıda açıkladığımız şekiller dışında, hiç de salihlerden olmadığı hâlde kendisini onların arasında saklayan, isyan ve günahlara dalmak suretiyle nefsini gizleyen, küfrünü ve pisliğini [fücurunu] başkalarına göstermeyen kimselerin durumu ile de açıklanabilir.