İçeriğe geç

Nil’in Kelebekleri Kitap Alıntıları – Nil Karaibrahimgil

Nil Karaibrahimgil kitaplarından Nil’in Kelebekleri kitap alıntıları sizlerle…

Nil’in Kelebekleri Kitap Alıntıları

Ah benim kontrol etmesi zor duygularım! Dünyamı siz yönetiyormuşsunuz da haberim yokmuş.”
‘Sen biliyor musun’ dedi ‘sıfırdan başlamak nedir? Bir sevgiliden ayrılıp, saç boyatmaya benzemez, ölüp dirilmeye benzer.’
Herkesin baktığı yer kendi gerçeği!
“Kadınlar çok seyrek olarak söylediklerini kastederler. Asıl demek istediklerini bulmak için, sakın ‘ne demek istiyorsun’ diye sormayın. Bu soru sizi, kastedilmeyecek başka bir cümleye yönlendirir ve aslolandan gitgide uzaklaşmanıza sebep olur. Bu sebeple sonuç ilişkisi kurulmaz. Mesela sık kullanılan bir cümleyi ele alalım: ‘Yalnız kalmak istiyorum.’ Cümlenin öznesi ‘ben’, burada ‘sen’ manasında kullanılmış. ‘İstiyorum’ olumlu gibi dursa da olumsuz, yani asıl kökü ‘istemiyorum’. Buraya kadar cümlemiz ‘Sen yalnız kalmak istemiyorum.’ Böyle bir cümleye pek rastlanmadığından, yuvarlamamız gerekir. Yuvarlarsak aslolan cümleye varırız: ‘Sen yalnız kalmamı isteme!’ Bu cümleyi canlandırabilecek erkek yok denecek kadar azdır. Kadın yalnız kalmak istemiyor, bu kesin. Fakat bu yeterli değil. Onun yalnız kalmasını istememelisiniz. 
İnsan ruhuna en kötü gelen bakteriler, hayattan, kendinden ve sevdiklerinden mükemmellik bekleme virüsü. Onları, görmek istediğimiz hale getirene kadar rahat etmemek. Ama o hâl gelmez ve kimse o hale de gelmez. 
Virginia Woolf’un dediği gibi, kadınım ve savaşla ilgilenmiyorum. Ben koparmak değil, dikmek taraftarıyım. Her şeyi her şeye ve herhangi bir yerinden.
O olmasaydı, binlerce kat daha yalnızlık giymem gerekirdi.
Herkesin baktığı yer kendi gerçeği.
İnsan sevdiğiyle geçen zamana doyamadığı kadar aşıktır.
Belgelemenin, yaşamaktan daha önemli olduğu bir çağda yaşadığımızı unutmayalım.
Kimse kimsenin mutluluğunu ölçemez. Kaybını da.
Bizim ilk yuvamızı ve bir süre gideceğimiz yolu o insanlar ve içine doğduğumuz o coğrafya, o kültür vs belirler.
Müziğin kaldırma gücü olmasaydı, hayat hepimizi yere yapıştırırdı. Öyle ağır gelirdi ki bazı duygular, melodilerle bas bas dışarı bağırılmasalar
‘Sen biliyor musun’ dedi ‘sıfırdan başlamak nedir? Bir sevgiliden ayrılıp, saç boyatmaya benzemez, ölüp dirilmeye benzer.’
Harekette bereket de var, sürprizler de.
Hayır teşekkür ederim, olduğum yerden kıpırdamak istemiyorum. Burada iyiyim ve ne olacağını bilmediğim, muhtemelen de beğenmeyeceğim olaylar zincirinin içinde yer almaya niyetli değilim.
Sevmem o yüzden, cümle sakarı insanları. Uzak dururum onlardan. Kelimeleri zekayla bileyip, akupunktur yapar gibi ruhuna batırırlar. Sen ‘aaah!’ diyene kadar rahat etmezler. Seni, gözlerinden acı bir su çıkarana kadar sıkarlar. Ellerinde değildir. Var olduklarını ancak böyle anlarlar. Kırdıkları kalplerin kırıkları üzerinde, usta bir cambaz gibi tek kesik almadan yürüyebilirler. Show’ları budur. İçimi soğutur o halleri.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Kelimeleriyle bile bile dikkatsiz olanlar vardır. Onlardan en çok ben korkarım.
Ama yok, elinden meşgalesi alınmış insandım ve kendimi hayatın gelip geçişine bakarak meşgul edemiyordum.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Niye inceledim ki sanki? Niye illa yakından baktım? Gizemin sisiyle yaşayamadım mı ben? Bundan sonra sözüm olsun. Hiçbir şeye çok yakından bakmıycam. Her şeye biraz miyop kalıcam.
Yazarken daha cesuruz, daha netiz, daha samimiyiz. Bana öyle geliyor. Kelimemiz sonsuza dek okunuyor. Uçup gitmiyor.
Dünyaya bunun için geldiğimi düşünüyorum. Kendimi üleştirmek için. Lafımı, hissimi, sesimi, neşemi, hüznümü ulaştırmak için.
Başlamak üzere olduğum şey öyle büyük geliyor ki, baş laaaaa yaaaaaa mııııı yoooo ruuuum.
‘Bir şey yapmanın yüzde biri ilham, yüzde doksan dokuzu alın teri’
Hayat organik. Birbiri içine geçik, iç bükey, dış bükey, kare kare Ama asla düz değil!
Hayat son nefesini alıp, seni soldurana kadar çal. Hayattan çal, çalabildiğin kadar. Yaptığın tek hırsızlık bu olsun.
Ona küs, buna gücen, şunu unutma, bunu silme. Merak etme hayat, koca bir silgiyle bütün bu vesveselerini ve seni siliverecek.
Ne bildiğimi, neye inandığımı göremiyorum. Sanki gözümüze sürekli toz atılıyor.
Hep diken üstündeyiz. Kimse rahat oturmuyor. Herkes hop oturup, hop kalkıyor. Her şey yolunda diyenler, hiçbir şey yolunda değil diyenler. Şöyle olursa yoluna girer, böyle olursa yolundan çıkar diyenler. Herkes hep bir ağızdan konuşuyor.
Bu ülkede nasıl apolitik kalasın?
Bu memlekette, arkadaşlarla buluşulan bir akşam yemeği sofrası yok kipolitika tartışılmasın.
Kadınla erkeğin çoğu konuşmadan hayal kırıklığıyla ayrılmasının sebebi bu mesela. Kadın probleminden bahsedince, erkek çözüm öneriyor. Kadının maksadı, problemi çözmek değil ki, probleminin anlaşılması, pamuklara sarılması, sol üst cepte saklanması. Bu yüzden, erkeğin önerisi ona kaba saba ve soğuk geliyor. Empatinin kurulmadığını düşünüyor. Ve üzülüyor. Kadının üzülmesine anlam veremeyen erkekse, şunu düşünüp duruyor bir ömür: Madem ki çözmek istemez, neden probleminden bahsedip durur?
Erkekler, küçük yaşlardan itibaren konuşurken, ‘hiyerarşi’nin, kadınlarsa ‘aynılığın’ altını çiziyor.
Dayanamayıp söylenen, yapılan her şeyin hayranıyım.
Hatamız kadar orijinaliz.
Kusurdan üslup yapmaktır meşrebimiz.
‘İnsanların nereden aklına geldi bu, bunu ben niye düşünemedim?’ diye gıpta ettikleri her yolda, tökezlemiş biri var.
Hatanın, bir aptallık değil bir fırsat olduğunu bilmek, hatayla flört etmek, bence yaratıcılığı kamçılıyor.
Yerinde sayan şey solmaz mı?
O halde, mükemmelin tuzağına düşüp yerinde saymak yerine, seçmenin yol aldıran taşlarına basmak daha iyi olmaz mı?
Mükemmel diye bir şey yok. O halde, kararsızlık manasız. Seç ve ilerle. İlerlemezsen, ileride ne olacağını göremez, hep şu an olanla yaşarsın. Öyle değil mi ama?
‘Aaa, işte bu beynimin içi’ diye heyecanlandığım bir fotoğrafta, binlerce yol üst üste alt alta birbirine değmeden trafik yürütüyordu.
‘Karar’ın en büyük düşmanı mükemmeliyetçilik.
Demiştin ki: bu ülke, sanki huzursuz bir ev. Her odasında ayrı kavga, anne babayla kavga, komşuda kavga, mahalle desen ayrı. Haklısın ama, herkes kendi vicdanının önünü süpürürse o da hallolucak.
Erteleme. Erteleme. Erteleme.
Bir sürü yükün var, görür gibiyim. En ağır kumaştan pardösü giymiş, yağmurlarda yürür gibisin. Ceplerin dolu. Hep tarihi geçmiş faturalarla. ‘Gel, otur soluklan’ demek geliyor içimden sana, ama senin bir de acelen var. Sanki kaburgaların parmaklık, kalbinse volta atıyor içeride. Neyse ki bu halini bırakmaya ikna olmuşsun, gününü bekliyorsun. Halbuki beklenen günler ‘ Godot’. Gelmezler. Biz onlara gideriz.
Yenilenelim cancağızım
Ozon tabakasını deldik, küresel ısınma yaptık, ağaçları doğayı hayvanları katlettik, gri bir dünya yarattık. İnsanlığımıza kırıldım.
İyiliğin ve doğruluğun merhameti, minicik bir tebessümün masumiyeti unutulduğu için kırıldım. Minicik bir tebessümün hayata neler katabileceğini unutan insanlara kırıldım.
En çok da kendime kırılıyorum, bu kadar küskün, isteksiz, yorgun olmaya.
Lezzeti dayanılmaz, reddedilmez, vazgeçilmez olan yiyeceklerin zararlı olmasına çok kırıldım.
Çünkü kötü ve iyiye, doğru ve yanlışa pek inanmam. Benin dünyamda kol kola gezerler. Birbirleriyle evlenir, çocuk yaparlar. Kötünün içindeki iyiyi, iyinin içindeki kötüyü fark etmeyi marifet bilirim.
‘Duymak istemediğin şeyi, ağzından çıkarma.’ İşte sırrım bu.
ben ona evlenirken bir şey vaat ettim, karşılığında da bir şey istedim. Biz kızlar, bir ağızdan bağırdık: NEYDİ O, NEYDİ?!
‘Eğer benimle evlenirsen, ömür boyu sıkılmazsın!’
Yaaaaaaaaaaaaaaa .
İnsan, nasıl çocuğunu güzel çirkin demeden bağrına basıyorsa, kendine de bunu yapmalı. Karakteri topal, ruhu şişman ya da huyu şaşı da olsa, kendine sarılmalı. Öyle kendine sarılmış insan görünce, hayran oluyorum. Kendini çekiştirip duranlar beni huzursuz ediyor.
Sana kendini en güvende hissettiren, günlük ritüelin nedir? Ve neden?
O kadar çok şeyi ‘delilik’e verdik ki, normal olmak adına hareket alanımız dapdar kaldı.
Bir şeyleri başka bir şeylere benzetmeden anlayamayan bu kızın, yeni cümlesine bakınız:

Hayat bir boyama kitabına benziyor.

.
Bence belli başlı korkular şunlardır: Sevdiklerini kaybetme korkusu, sevilmeme korkusu, başarısızlık korkusu, küçük düşme korkusu, yalnızlık korkusu.Üff, resmen bir korku ordusu!

.

.
Sadece ‘şimdiki zaman’ vardır.

.

Kim bu içimdeki fısıltı, beni sadece sesiyle sarıp sarmalayan? Savaşlara ve barışlara yollayan Saçların güzel merak etme diyen Geceleri sorularla uyutup, sabahları cevaplarla uyandıran.
.
Beni ağlatabilen her şeyin kıymetini bilirim

.

.
Ah benim kontrol etmesi zor duygularım!
Dünyamı siz yönetiyormuşsunuz da haberim yokmuş.

.

“…gözünü yaşartan, kahkahayı patlattıran, aaaa diye şaşırttıran, tüylerini diken diken eden o şeylerin hepsi gerçek. Peki ya ben, ben gerçek miyim?”
(Bazen tüm kelimeleri yanlış kullanıyormuşuz gibi geliyor.)
Ne zaman okyanusa çok yaklaşsam, kendimi minnacık hissediyorum ve bu bana iyi geliyor. İnsana kötü gelen, kendini kocaman hissetmektir.
Çünkü anladım. İnsan ne derse, ne yaparsa ne verirse kendisiyle alakalı. Yani hayattaki herkesin bir an kendiniz olduğunu düşünün. Yüzlerini silin ve kendinizinkini koyun. Sonra düşünün, bu bensen nasıl davranmalı?
.
Zaten insanın başına ne gelirse, kanımca ‘beklenti’den gelir.

.

.
İnsan, sevdiğiyle geçen zamana doyamadığı kadar aşıktır.

.

Nefes nefese, tatminsiz uyanıveriyoruz bir sabah, ‘ Ah! Daha arpa kadar yol alamadım’ diye
.
Yaşasın bilinmezlik, yaşasın muallakta kalan şeyler! Yaşasın neşeyle kederin, bağımlılıkla özgürlüğün, güçle zayıflığın, iyiyle kötünün, aynı ile değişiğin, yaşamla ölümün evliliği! Anlayamıyoruz ama besleniyoruz işte. Bir şekilde.

.
Dilin huyuna güvenilmez. Söylemeyeceğim der söyler, tekrarlamayacağım der tekrarlar, yaralamayacağım der yaralar.

.

.
Şöyle bir durup, nefes alacağın bir yere kaçınca göreceksin ki, şarjlı bir aletten pek bir farkın yok. Hep kırmızı yanıyor, hep pilin bitmek üzere, ama sende hep bir gayret.

.

.
Güler yüzüne rağmen, kalbi kırık olan!
Razı oluşların en gönülsüzü! Sinirli bir kabulleniş!

.

.
Belki de o ses, benim ruhumdur…

.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir